Tartışma dili ve üslubu (2)

Tartışma dili ve üslubu (2)

Önceki makalede siyasal İslamcı dilin ve söylemin içine düştüğü krizi tartışmaya açmıştık. Bu makalede de bunun bir devamını sosyolojik dil açısından tartışacağız.

Ehlinin malumu olduğu üzere sosyoloji disiplini daha başından itibaren Türkiye’deki toplum idealleri dâhilinde bir tartışma başlatmıştır. Bu disiplini batıda ortaya çıkaran siyasi, toplumsal ve kültürel argümanları batı dışı herhangi bir topluma taşımadıkça sosyolojinin total bir karşılık bulması mümkün değildir. Bu yüzden genç Cumhuriyetin ilk sosyologları bu problemlerle ilgili tartışmaları (modern kentin problemleri dâhil) Türk toplum ve siyaset dünyasına taşımışlardır. Disiplinin İslamcı versiyonları ise ancak 1980 sonrasında neşet etmeye başlamıştır. Çünkü sosyoloji son derece ayrışmış batılı toplum formlarının bütün izlerini taşıyordu. Saniyen aşırı biçimde seküler ve maddeci bir dil ve yöntem kullanıyordu. Fakat darbe sonrası Türkiye’nin entelektüel enerjisi oldukça farklı arayışlara yöneldi. Sosyal bilimlerden tutun neredeyse fen ve hatta ilahiyat bilimlerine kadar sosyoloji her kesimin ilgisini çekmeye başladı. Bir başka açıdan seksenli yılların entelektüelleri baskıcı vesayet rejiminin getirdiği fikri, siyasi ve toplumsal darlığı aşmak için her disiplinden argüman devşiren özgürlükçü bir söylem geliştirmeye başladılar. Sosyoloji de bu özgürlük arayışı zemininde yıldızı parlayan bir disiplin haline geldi. Seksenli yılların vesayet rejiminin katı uygulamaları toplumu devlete yaklaştırdı. Aradaki çizgiler neredeyse yok olmuştu. Devlet jakoben bir rejim sayesinde kendisini toplumla aynileştirmişti. Fakat entelektüel özgürlük arayışları sivil alanı genişletmek ve batılı standartlara çekebilmek için mücadele veriyordu. Siyaset bilimci ve sosyolog bu dönemin en moda entelektüel özgürlükçü aktörü oldu. Seksenlerin sonlarında İslamcı siyaset dalgası yükselmeye başladığında İslamcı söylem sosyolojinin diline entegre olmaya başladı. Bu İslamcı sosyolojinin İlk eleştirel yöntem ve argümanları oldukça güçlü idi. Son derece özgürlükçü bir siyaset, hukuk, toplum ve uluslararası ilişkiler zeminine ısrarla vurgu yapıyordu. İslam ile demokrasi, sivil toplum ve batılı özgürlükler arasında sıkı bir korelasyon kuruyordu. Ne zamana kadar? Ta ki İslamcı siyaset iktidara gelinceye kadar. Refah partili yıllar boyunca İslamcı sosyolojik dil yine de özgürlükçü tavrını sürdürdü. Çünkü vesayet rejimi dolaylı yollardan iktidar erki ve toplum üzerinde baskısını sürdürüyordu. AKP’nin ilk döneminde İslamcı sosyoloji hala özgürlükçü sayılabilecek bir yolda ilerliyordu. Ancak Ak parti toplumda güçlendikçe ve siyasal erki bütün unsurlarıyla eline aldıkça İslamcı sosyolojinin özgürlükçü tavrı ve imajı bütünüyle değişmeye başladı. Buna müvâzi olarak İslamcı sosyolojinin dili de kendini iktidarın siyasi söylemi ile bütünleştirmeye başladı. Ak partinin imajı otoriter bir görünüm kazandıkça İslamcı sosyolojinin söylemi bu otoriterliği meşrulaştıracak argümanlar geliştirmeye başladı. Hatta klasik İslami fıkhın yaklaşımlarına bile yönelmekten çekinmedi. Elbette gerek siyasi gerekse sosyolojik bu otoriter tavrı eleştiren (çok az sayıda) İslamcı sosyolog da vardı.

Biz bu makalede özellikle son birkaç aydır parti ile cemaat arasındaki ayrışmalarda kullanılan İslamcı sosyolojik dile dikkat çekerek bu söylemin içine düştüğü krize dikkat çekmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken herhangi bir isim vererek polemiğe yol açmak istemedik. Zira zemin ve konjonktür zaten son derece polemikçi bir tartışmayı alevlendirdi. Cemaat-parti ayrışması üzerinden yürütülen tartışmalar gerçekte herkesin durduğu yerden kendi disiplininin iddialarını nasıl araçsal hale getirdiğinin resmini de ortaya koydu. Özellikle cemaate karşı örgütlenen eleştirel dil, bariz biçimde özgürlükçü tavrından kopup, giderek otoriter bir siyaset ve toplum teorisini vurgulayan bir dile dönüşmüştür. Gerçekte ise bu tavır değişimi sosyolojik düşünüşün kendisinden çok, siyasal İslamcı söylemin dönüşümünün sosyolojiye yönelik bir yansımasından başka bir şey değildir. Yani siyaseti merkezileştiren İslamcı söylem, kendi içine çektiği bütün söylemleri dönüştürmektedir. İlahiyat, hukuk, siyaset bilimi, sosyoloji vb… hepsini bu krizin içine çekmektedir

Bir sosyolog dost “mevcut iktidar toplum zemininde cemaatlerin eşit rekabet şartlarında hizmet etmeleri için gerektiğinde müdahale edebilir, hatta etmelidir” diyor. Bununla “hizmet hareketinin” toplumsal zeminde fazla büyüdüğünü, mutlaka müdahale edilmesi gerektiğini açıkça onaylıyor. Peki sormak gerekiyor “bu hizmet diğer cemaatlerin hizmet hakkını mı gasp etti şimdiye kadar?” Hizmet kendi insan, değer ve mali kaynağını hiçbir kesime ve devlete yük olmadan kendisi üretiyor. Bu değerlendirmeler organizasyon ve müesseseleşmede çağın bilimsel ve teknolojik gelişmelerini en iyi takip eden ve yakalayan bir hareketin başarısını eşit rekabet örtüsü altında cezalandırmak ve bloke etmek anlamına gelmiyor mu?

Cemaatlerin samimiyet, ihlâs, fedakârlık ve takva ölçülerine bağlılıkları birbirinden farklılık arz etmez. Ama sonuçta hepsinin alanı; gayreti; kaynakları kullanma biçimi; zamanın şartlarını kavrayışı ve gösterdikleri performansları farklıdır. Bir de Allah’ın inayet ve tevfikini nereye koyacağız? Bunu neyle ölçeceğiz? Birine bugün “yürü meydan senin” dendiyse, diğerine de aynı inayet eliyle belki yarın aynısı söylenecek, kim bilebilir ki? Adalet mutlak eşitlik demek değildir. Basit bir örnekte bile, bir ailenin büyük çocuğa on lira harçlık, küçüğe ise beş lira vermesi eşit değildir ama adil bir davranıştır. Aksi de zulümdür. Yani “eşit rekabet alanı” cemaatlerin sosyal ve dini varlıklarına müdahale ile sağlanmaz. Herkes eşit koşullarda hizmete başlamıştır. Bir hukuk ilkesi, bir başka hak ilkesini iptal ederek inşa edilemez. Eşit rekabet alanı bütün sosyal ve sivil yapılara eşit imkânlar ve eşit hukuk standartları sunmakla olur. Ama buna rağmen her yapının bu imkânları aynı hassasiyet ve başarı ile kullanacağını kim söyleyebilir? Bir de daha önce vurguladığım gibi işin “takdir ve inayet” boyutunu nereye koyacağız bu değerlendirmelerde? Tamamen Foucaultcu bu “güç-iktidar” temellendirmeleri her şeyden önce bizim İslami mirasımızın dayandığı tüm siyasi, hukuki, kelâmi ve ahlaki argümanları kökünden dönüştürür. Oysa sosyolojik eleştiriler bile genelde her yerde sivil ve sosyal inisiyatifi öne çıkarmaktadır. Sosyolojik temellendirmeleri bizim on iki eylül darbecileri hiç sevmezdi. Niye? Çünkü sosyoloji disiplini toplumsal haklardan, iktidar ve hukuk erkinin sivil bir irade tarafından temsil edilmesinden haklı olarak bahsederdi. Yani zayıf da olsa demokrasinin bütün yönleriyle entelektüel bir savunusunu üstleniyordu o süreçte sosyolojik eleştiriler. Ama İslamcı sosyologlar nedense on yıldır sessizliğe büründüler. Mesele cemaat meselesi olunca da ilke ve yöntemlerini yeni bir çeşit İslam jakobenizmini çağrıştıracak ölçüde iktidar temellendirmesinde kullanmaya başladılar.

Bu sevgili dost bir de “hizmet” kavramının herhangi bir cemaat tarafından inhisar altına alınamayacağı noktasından eleştirisini sürdürüyor. Eyvallah! Ama “adalet” de öyle, “kalkınma” da öyle, değil mi? “İhlâs cemaati” deyince ihlası inhisar altına mı alıyorlar diyeceğiz, bu nasıl bir mantık? Elbette hiçbir kavram kimsenin inhisarında değildir. Mesela yine “ihvan” kavramı yalnızca Mısır İhvanı’nın malı mıdır? “Cemaat-i İslami” kavramı da öyle değil mi? Ya da “tebliğ cemaati” deyince hep bir inhisardan mı söz ediliyor? Bütün bunlar ortak kavramlar değil mi sevgili dost? Yani illa eleştireceksin diye bu kadar kendini zorlamana ve “bilimsellik” ilkelliğine başvurmana gerek yok. “Hizmet” kavramı herkesin malıdır diye şimdi mahkemeye gidip tapu-senet mi gösterelim? Biz böyle kullanıyoruz, kendimizi böyle tanımlıyoruz. Dine, millete, vatana, ümmete ve topyekûn insanlığa yönelik yaptıklarımıza “hizmet” nazarıyla bakıyoruz. Bunu kullanırken de bu kavramın “patent hakkının” bizde olduğunu hiçbir yerde ne açıkça ne de imalı bir şekilde ifade etmedik. Herkes elbette kullanabilir. Ama “siz” sosyolojik olarak dilerseniz Gülen Cemaati demede ısrar edin.

Türkiye’de cemaat eleştirileri genelde herhangi bir araştırmaya ve gözleme dayanmıyor maalesef. Bir ABD’li profesör kitap yazmak için gelip Türkiye’de, Balkanlarda, Orta Asya’da aylarca gözlem yapıyor. Dilediği müesseseyi geziyor, dilediği kimselerle görüşüyor ve sonra yazıyor. Objektif olmak için de kesinlikle tüm soru ve argümanları kendisi yönetiyor. Yani bir disiplin etiği ve bilim ahlakı takip ediyor. Türkiye’de cemaatlere yönelik olarak bu kriterlere sahip kaç sosyolojik ve bilimsel araştırma vardır? Ülkemizde cemaatler hakkında ciddi ve bilimsel etiğe uygun İslami ve sosyolojik çalışma yoktur.

Şimdi bir entelektüel “dünyevileştiler” diye cemaati diline ve köşesine pelensenk etmiş, ikide bir bu açıdan eleştiriyor. Elbette cemaat her yönden eleştirilebilir. Ama dünyevilik konusunda… ne derler “dinime söven bari müselman olsa”. Tek bir müesseseye konuk olmuş değil, tek bir hizmet eriyle birkaç saat konuşmuş değil. Bu eleştiri mi şimdi? Oysa parti yapıları her zaman cemaat yapılarına göre daha dünyevi (leşmiş) yapılardır. Cemaatin dünyevileştiğini diline ve köşesine dolayanların yürekleri yetiyorsa bu “dünyevileşme ya da mal edinimi” skalasını bir de partiye uygulasınlar görelim. Bu kavramların bumerang etkisi yaparak pek ala kendilerine de dönebileceğini bilmeliler. İnsafla kendi yaşama biçimlerine ve yakınlarına baksalar yeter. Vicdanlarında dünyevileşmediklerini söyleyebiliyorlarsa rahatlasınlar. Maalesef bizde adettir, birçok İslamcı entelektüel de böyledir, her yazı masa başında kurgulanır. Dünya oradan tanımlanır. Turist olarak bile gitmediği ülkelerde hizmet eden gençler hakkında oradan ahkâm keser. Yazık değil mi? Yirmi sekiz şubat sürecinde bir ilahiyat sosyoloji profesörüne kitap yazdırdılar. Hoca son derece pişkin bir tavırla, hem de bir mecliste kitabın ismini bile kendisinin koymadığını söyledi. Kendisine cemaatin yurt içinde yurt dışında, dilediği her yerde gözleme açık olduğu söylendi ama nafile. Üstelik Türkiye’de sosyoloji bilimi neredeyse yalnızca alan araştırmaları ve istatistiklerden ibaret görünüyor. 

Evet cemaatlerin sosyolojisini yapmak zor iş, birçok bakımdan açık görülmeyebilirler. Ama bu “onlar hakkında dileyen dilediği yorumu yapar” gibi bir yaklaşımı meşru kılmaz. Araştırma ve gözleme dayanmadıkça hükümler daima subjektivitesini koruyacaktır. Bu yüzden, sevgili dostun değerlendirmelerine “sözde sosyolojik bakış” diyorum. Hele ki tam da iktidarın her türden muhalefeti yok ederek veya imha ederek kendine neredeyse bir Osmanlı tebeası inşa etmek istediği bir konjonktürde bu temellendirmeleri salt sosyolojik olarak değerlendirmek çok zordur. Demokrasiyi yalnızca sandığa indirgeyerek, cemaatin oy potansiyelinin düşüklüğünü sürekli ve ısrarla ima ve ifade ederek “sizin oyunuza bile ihtiyacım yok” pişkinliği içinde ve fakat diğer taraftan da cemaat bir başka partiye oy verebilir yaygarasını el altından yayarak Anadolu tabanına fettanca mesajlar verildiği bir ortamda bahsedilen temellendirmeleri sosyolojik olarak değerlendirmek imkânsızdır. Yarın dalgalar çekildiğinde, toz duman ortadan kalktığında bu değerlendirmeler belki de mahcup edici bir hale gelecektir. Sırf hükümetin birkaç görüş ve uygulamasına katılmadığını ifade etti diye cemaate bu kadar yüklenmek maalesef ayrışmayı taa nerelere kadar getirdi. Bu insafsız yüklenmelerle meşru bir siyasal erke ve icraatlarına komple bir muhalefet varmış gibi anlatıldı. Muhalefet yapacaksa parti kursun dendi. Sanki parti kurmaya kalksa buna can-ı gönülden razı olacaklarmış gibi. Sanki bu cemaat siyasal bir parti gibi hükümetin on yıldır her icraatını eleştirmiş gibi.

İster cemaat ister tarikat ya da başka bir sivil yapı biçiminde olsun bir kere şunu anlamalıyız: Türkiye’deki büyük İslami oluşumların ne akide ve teoloji ne de ahlak ve amel olarak birbirinden fazla farkı yoktur. Hiç birisi diğerinden daha fazla dindar değildir. Farklı bir dili ve üslubu kullanmaları, nispeten farklı alanlarda hizmet yapmaları İslami esaslarda ve ilkelerde ayrıştıkları anlamına gelmez. Eğer kendilerini İslam’ın ve dünyanın merkezi olarak görmüyorlarsa üç aşağı beş yukarı aynı düzeyde bir dindarlık ve İslami ilkelere bağlılık sergiliyorlar. Bu büyük oluşumların hepsi kesinlikle Sünni paradigmanın temel akidevi, ameli ve ahlaki dünya görüşü içinde hareket ediyorlar. Bu hareketlerin İslami dünya görüşleri temelde barışçıldır ve dayanışmayı esas alırlar. Üstten değil alttan ve tabandan dönüşümü benimserler. Bu açıdan hiçbir surette toplumun yerleşik İslami ve ahlaki değerlerinden sapma göstermezler. Ben şahsen Türkiye’deki büyük İslami oluşumların kesinlikle bu ülkeye herhangi bir zarar verebileceklerini ya da bir ihanet içerisine girebileceklerini düşünmüyorum. Buna ne Sünni geleneğin inanç ve ahlak ilkeleri, ne tarihsel ve toplumsal pratikleri ne de davet ve hizmet usulleri müsaade eder. Aradaki birçok nizânın temel sebebi diyalog eksikliği ve herhangi bir “ihtilaflar fıkhını” yeterince önemsememeleridir. Belki de dâhili hizmet meseleleri ve işleriyle fazlaca meşgul olmaları ortak bir diyalog aklı üretmelerini geciktiriyor. Bu durum elbette siyasi, sosyal ve uluslararası meselelerde bütünüyle aynı düşündükleri, hiç ihtilaf etmedikleri ya da etmeyecekleri anlamına gelmiyor. Nitekim bazı konularda farklı hassasiyetlere sahip oldukları zaman zaman gözlenmektedir. Bununla birlikte Türkiye’deki İslami oluşumlar büyük ölçüde inanç, akide, amel ve ahlak olarak homojendirler. Hizmet ve davet usulleri, iştigal alanları, iç ve dış ihtilaflara yaklaşımları ve toplumsal pratikte inşa ettikleri hizmet müesseseleri itibariyle ise kısmen heterojen bir görüntüye sahiptirler.

İmdi son olarak ifade etmek gerekir ki, bu tartışmaların ciddi hiçbir İslami ayrışmaya dayalı olduğu söylenemez. Gerçekte herkesin Müslümanlığı bu ülkede, Anadolu topraklarında bin yıldır hükümferma olan sade bir dindarlık üzerine kuruludur. Her tür iddiadan ve dışlayıcı anlayıştan uzaktır. Son yüz yılda ilişkilerde belirli bir kopma olduysa da ilke ve hareket metodolojilerinde İslam’ın ortak tevhid ve ahlak doktrinlerini takip etmektedirler. Ne yazık ki karşılıklı eleştiriler hiçbir ciddi ihtilaflar fıkhına ve insaflı bir eleştirel akla yaslanmıyor. Son günlerde İslami kesimin de “demokrasi ve laiklik ilkeleri” üzerinden ortak bir akla ve tavra çağrılmaları gerçekten “traji-komik” bir çağrıdır. Kendi dâhili metod, argüman ve uzlaşma dinamikleri (aşırı hassaslaşmış politik bir ortamda) işlevsiz kaldığı için bunlar bir alternatif olarak görülüyor. Açık bir şekilde şunu ifade etmek gerekir ki İslamcı siyaseti merkeze alan tecrübeler yetmişli yıllardan bu yana daima dindar kitle arasındaki ihtilafları körüklemede baş aktör olmuştur. Dâhili ihtilafları dini, ahlaki, akli ve sağduyulu yöntem ve iddialarla çözmede aciz kalınca, nizâya düştüğü herhangi bir konuda bir hareketi maalesef kolaylıkla dış bir istihbarat kaynağıyla ve özellikle de İsrail ve ABD ile irtibatlandırarak zan altında bırakabilmektedirler. İsrail ve ABD karşıtlığı Ortadoğu İslam’ında bir fenomendir. Kitlesel tabanda müthiş bir örgütleyici temsili vardır bu karşıtlığın. Her tür zaafı, siyasi acziyeti, yolsuzluğu, pisliği kolaylıkla altına süpürüp geniş kitlelerden saklayabileceğiniz bir imkân sunabiliyor bu karşıtlık. Bir işin arkasında İsrail ve ABD var demeyegörün bu coğrafyada. Yer gök tir tir titrer! Son günlerde Anadolu’da müthiş bir hareket var. Bir takım çevreler bu coğrafyayı karış karış geziyor. Cemaatlere, tarikatlere, kanaat önderlerine uğruyorlar. Çünkü yeni bir İsrail ve ABD karşıtlığını yaymaya ihtiyaç var. Ankara’nın havası pislendikçe buna sürekli ihtiyaç var. İnsaf ve müsamaha çok mu zor bulunur bir şeydir bu İslam beldesinde? Herkes ayet ve hadislerle insaf ve nısfet çağrılarını daima “karşı tarafa” yaptığı müddetçe öyle. Bu her kesim için böyle.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.