Sınırları karışan iki kavram: İfade özgürlüğü ve nefret söylemi
İnsanı diğer varlıklardan üstün kılan en önemli özelliği düşünebilen ve düşündüğünü ifade edebilen bir varlık olmasıdır. Bu iki özellik o kadar değerlidir ki insanı tüm canlıların üstünde bir konuma getirir. Ancak ifade yeteneği insanoğlunun aynı zamanda her dönemde sınavı olmuştur. Kimi zaman insan duygu, düşünce, istek, ihtiyaçlarını ifade etme yeteneğini kullanmaktan mahrum bırakılmış, kimi zaman da sınırsız ifade özgürlüğünden kaynaklanan sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. İfade özgürlüğünün kısıtlanması somut bir sorun olarak kabullenilip mücadele edilmeye layık bulunurken insanoğlu bu özgürlüğünün gerektiği yerde kısıtlanamamasından kaynaklanan ve modern zamanda ismi konulan yeni bir sorunun sahibi olmuştur: nefret söylemi. Bu yeni sorunun sorun olduğuna dair yeryüzünde maalesef henüz genel kanı oluşmadığından mücadele yolları da ifade özgürlüğünün kısıtlanmaması için yapılan mücadeleler kadar yaygın ve etkili değildir.
Nefret söylemi topluma kaybettirirken toplumsal kutuplaşmadan fayda uman kimseler için bir kazanç olarak görülebilmektedir. Yasaklanması gereken nefret söylemi, teşvik edilmesi gereken ifade özgürlüğü iken tam tersi olabilmektedir. Son dönemde Türkiye’de ifade özgürlüğü ile nefret söylemi kavramlarının sınırları karışmıştır.‘Bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu; tiksinme, tiksinti; birinin kötülüğünü istemeye varan tutku; yok etme isteğine varan bir yadsıma; sevmeme; uzaklaştırmayı, ortadan kaldırmayı isteme’ şeklinde açıklanan nefret (tdk.gov.tr), söyleme büründürüldüğünde bir kişi ya da gruba yönlendirilmiş, önyargı ve hoşgörüsüzlük içeren her türlü ayrımcılık ve düşmanlığın ifadesidir.
Her şey ‘hepimiz’den ‘biz’e geçişle başlar ve öncelikle bir biz oluşturulur. Bunun doğal sonucu olarak bir de ‘ötekiler’ ortaya çıkmıştır. İlk adımda masum bir kimlik ortaya koyma, her vatandaşın en doğal hakkı olan kendini ifade etme pozisyonundan nefret suçları işlenen bir duruma geçişte aradaki bağlantıyı sağlayansa nefret söylemidir. Biz ve ötekiler kutuplaşması kendini ortaya koymaktan ziyade başkalarını silmeye yöneldiğinde; ‘ben iyiyim’ demekten öte ‘ötekiler kötü’ demeye; ‘farklılıklarımız zenginlik’ anlayışından geçip ‘benim için tehditsin’ anlayışına dönüştüğünde nefret söyleminin ortaya çıkması için hiçbir engel kalmamıştır.
Nefret söyleminin faili bireyler kimi zaman sıradan bir vatandaş, kimi zaman gazeteci, yazar, sanatçı, aydın, siyasetçidir. Kitlelere ulaşma imkânı daha kolay olanların sıradan vatandaşlara göre nefret söyleminin faili olmaları çok daha fazla olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Nefret söyleminin içinde mağdurun sessizleştirilmesi, silikleştirilmesi vardır. Nefret söylemini gerçekleştiren ‘eli güçlü’ bir kimse/kesim ise mağdurun sessizleştirilmesi daha hızlı gerçekleşir.
‘Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı’ sözü çokça bildiğimiz söylemin gücünü ortaya koyan özlü bir ifadedir. ‘Baş kestirme’ ifadesi nefret söyleminden nefret suçlarına açılan kapının ifadesidir. Nefret söylemi çoğunlukla sadece söylem olarak kalmaz nefret suçlarına giden yolu açar. Sonrasıysa en yakın tarihte karşımıza çıkan Hrant Dink Cinayeti, Zirve Katliamı ve benzeri sonuçlardır. Nefret söylemi, nefret suçlarına neden olmasa bile mağduru psikolojik olarak yıprattığı, manevi şiddet uyguladığı ve sessizleştirmek, ötelemek yoluyla mağdurların toplumsal hayattan çekilmesine, kendini ifade edememesine neden olduğu için demokrasiye zarar veren sorunlu bir fiildir.
Sözün etkililiğinde sözden öte, topluma hitap etme imkânına sahip gazeteci, yazar, aydın, kanaat önderi, televizyoncu, sanatçı, siyasetçi kişilerin kullandığı dil çok daha önemlidir. Bahsedilen meslek gruplarından siyasetçilerin toplumdan aldıkları destek de göz önünde bulundurulduğunda siyasetçiler kılı kırk yaran bir titizlikle söylem oluşturmalıdır.
Toplumun belli kesimleri için kullanılan çapulcu[1], ayyaş[2], çete-hain-virüs-sülük-sapık-haşhaşi[3], terörist holiganlar[4], nankörler[5], “sizi tasmalarınızdan kurtardık”[6] gibi aşağılayıcı, dışlayıcı ve nefret içeren ifadeler toplumda nefret söyleminin yaygınlaşması noktasında ciddi bir olumsuzluğa neden olmaktadır. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından kendi halkının farklı kesimleri için kullanılan bu ağır ifadeler toplumdaki ayrışmayı derinleştirmektedir. Herhangi bir eleştiri ya da farklı düşünceye hakaretle cevap vermek düşünce acizliğinin göstergesidir. Bu yönüyle Başbakan’ın güç ve yetkisi, iktidarı ile kullandığı dil/söylem çelişmektedir.
Siyasi liderlere duyulan sevgi, siyasi partiye/ideolojiye olan bağlılık ya da iktidarın gücü elinde bulunduran yapı olması kimi zaman bireyleri siyasi liderler, iktidar tarafından oluşturulan söylemin mutlak doğru olduğu yanılgısına düşürebilmektedir. Bu yanılgı söylemin meşruluğu kabulünü de beraberinde getirmekte, siyaset kurumunun ürettiği olumsuz söylemi bireylerin de tekrarlamasına neden olabilmektedir. Siyasi bir ihtiyaç olarak görülen ve kullanılan ‘biz-ötekiler’ anlayışı bilinçli ya da bilinçsiz nefret söylemine kapı aralamaktadır.
Siyaset kurumunun söylem oluşturmadaki etkisinin medya ya da internetten daha az olmadığını göz önünde bulundurarak siyasilerin söylemlerini oluştururken sorumluluklarının çok daha büyük olduğunun bilincinde olarak hareket etmeleri toplumun yararınadır. Söylem oluşturmada çok etkin olan medyanın iktidar/güç etkisinde olması halinde, medya ve siyasetin söyleminin aynı doğrultuda olması kaçınılmazdır. Medya, siyasi partilerin liderlerini ya da diğer isimlerini kamuoyuyla buluşturan, siyasilerin ifadelerini topluma ulaştıran araçtır. Siyasilerin dilinde nefret içeren ifadeler olduğunda medya da bu nefret içerikli söylemin topluma aktarılmasına aracılık etmektedir. Nefret söyleminin kullanması engellenmediğinde, toplumda nefret söyleminin meşru, mahzursuz olduğu izlenimi doğacaktır. Bu nedenle medyadaki nefret söyleminin büyük bir kısmından hem demeçlerini yayınlatmak hem de gerekli yasal düzenlemeleri yapmayıp önleyici olmamak suretiyle siyaset kurumu sorumlu olacaktır.
Nefret söylemine dayanak yapılan ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü gibi mutlak sınırsız değildir. Başkaları açısından da sonuçlar doğurabildiği için ifade özgürlüğüne makul sınırlamalar getirebilir; bu makul sınır da nefret söylemidir. İfade özgürlüğünün keyfi kısıtlanmasının engellenmesi için ‘özgürlüklerin başkalarına zarar vermemesi gerektiği’ düsturu göz önünde bulundurulmalıdır. İfade özgürlüğü başkalarına zarar verdiği noktada (yani nefret söylemine dönüşüp manevi şiddet uygulama ve psikolojik olarak kişileri yıpratmaya dönüştüğünde) kısıtlanmalıdır. Ülkemizin ifade özgürlüğünün kullanılmasında çok da iyi bir konumda bulunmadığı dikkate alınırsa, nefret söyleminin engellenmesine ifade özgürlüğünün gerekçe yapılması bir özgürlüğün suiistimali ve art niyetli bir yaklaşım olarak ortaya çıkmaktadır. Nefret söylemi topluma kaybettirirken toplumsal kutuplaşmadan fayda uman kimseler için bir kazanç olarak görülebilmektedir. Yasaklanması gereken nefret söylemi, teşvik edilmesi gereken ifade özgürlüğü iken tam tersi olabilmektedir. Son dönemde Türkiye’de ifade özgürlüğü ile nefret söylemi kavramlarının sınırları karışmıştır. Umulur ki bu iki kavram net olarak anlaşılır ve hak ettikleri muameleyi görürler.
[1] Gezi eylemcilerine, (2013)
[2] Alkol düzenlemesine karşı çıkanlara, (2013)
[3] Hizmet Hareketi mensuplarına, (2013-2014)
[4] Tenis turnuvasında bakanları protesto eden taraftarlara, (Ekim 2012)
[5] Şırnak’ta termik santrali protesto eden çevrecilere “Nankörlük yapma, sus nankörlük yapma. Ekmek bulamazsınız yemeğe, ekmek gelince de tepersiniz.” (Mart 2013, Şırnak)
[6] Gazetecilere, (Mayıs, 2012)
Doç. Dr. Mahmut Akpınar, Turgut Özal Üniversitesi
Serpil Ozulu, Araştırma Görevlisi, Turgut Özal Üniversitesi
- tarihinde hazırlandı.