Fırsatları kaçırmadan

Fırsatları kaçırmadan

Allah (cc) kullarına maddi manevi lütuf ve ihsanlarda bulunur, buna makabil kul, bu nimetlerin farkında olur, nimete nimet cinsinden şükrederse Allah o nimetini artırır.

Şayet kul nimetin farkında olmaz ve ona o nimet cinsinden şükürde bulunmazsa Allah (cc) o nimeti ondan alır, bir başkasına verir. Bunun neticesinde o kuluna dünyada bazı mahrumiyetler yaşatabileceği gibi ahiret planında da değişik cezalar takdir edebilir.

Bunun gibi Allah, kullarına değişik fırsatlar sunar; bu fırsatlar; hayat, gençlik, sağlık-sıhhat, zenginlik, maddi manevi imkân, itibar ve konum, makam mansıb gibi bir kısım lütuf ve ihsanlardır. Eğer kul bu imkânlarla burada Hakk'a ve halka hizmet etmek suretiyle Allah'ın rızasını ve ahiret yurdunu kazanmayı hedefleyebilirse değerler üstü değerlere ulaşır. Şayet bunları yerli yerinde ve zamanında kullanmaz, fırsatları heba ederse Allah (cc) bu nimetleri alır ve bir başkasına verir. Bu Allah'ın kulları ile olan muamelesinde önemli, Kur'anî bir âdetidir. Bu açıdan Allah'ın (cc) kullarına sunduğu bu fırsatların yerinde ve zamanında en verimli şekilde değerlendirilmesi büyük önem arz eder.

Sadece şu son on, onbeş yılı ele alıp düşünecek olursak, acaba bu ülkenin inanmış insanları olarak bizlerin Allah'ın bize lutfettiği fırsat ve imkânları tam manasıyla değerlendirebildiğimiz söylenebilir mi?

Şartlar hiç bu kadar müsait olmamışken acaba biz hayatın her alanında "kendimiz olma, kendi özümüze dönme, kendi ruhumuzun heykelini ikame etme, kendi milli ruh kökümüze sahip çıkma" adına neler yaptık, ne kadar mesafe kat edebildik?

Duygu-düşünce dünyamız adına ferdi, ailevi, içtimai her alanda ideal manada olamasa da seviyeli bir temsil ortaya koyarak maneviyatsızlık içinde kıvranan insanımıza yardım elimizi uzatmak için elimizdeki imkânlar ölçüsünde hangi çalışmaları yaptık veya yapabildik?

Bu türden sorulara kesin bir dille tamamen "evet" veya "hayır" demek, bizi sağlıklı neticeye götürmeyecektir. Tabii ki iyi ve güzel şeyler olmuştur fakat "Daha iyi ve daha güzel şeyler olamaz mıydı?" denildiğinde herhalde cevap "evet, olabilirdi" olacaktır.

Hayatın değişik alanlarında katiyen hiddet, şiddet ve zorlamaya başvurmadan, hukuki ve demokratik haklarımızı iyi değerlendirerek mümince hayatı modellemek suretiyle "işte gerçek Müslüman, işte gerçek Müslümanlık" mesajını verebilirdik. Hâlâ da verebiliriz. Böylelikle hem dünyada hem de ülkemizde zedelenmeye çalışılan Müslüman imajını bir nebze de olsa düzeltebilirdik.

Gönül dili hal şivesi

Bugün Müslümanlık, ülkemizde ve dünyada hiç olmadığı kadar gündemdedir. Müslümanların ve bilhassa Müslümanlık adına ortaya çıkanların hal ve tavırları insanlar tarafından aynı zamanda etkili çevreler tarafından yakinen takip edilmektedir. Bu takibin bir kısmı öğrenmek, bir kısmı merak, bir kısmı da başka maksatlar içindir. Bu takipçilerin maksat ve hedefleri, niyetleri, kötü veya iyi, ne olursa olsun mümine ve Müslüman'a düşen hal ve davranışlarını (kişisel veya tüzel manada fark etmez) Allah'ın gözetiminde olduğu şuuruyla O'nun (cc) muradı dairesinde ayarlamaktır. Ferdi, ailevi ve içtimai hayatında sürekli örnek davranışlar sergileyen bir müminin "Gönül Dili Hal Şivesi" ile yakın ve uzak çevresine tesir etmemesi düşünülemez. İşi ve vazifesi gereği sosyal hayatın değişik alanlarında bulunan veya çalışan inanan insanlar, şartlar ne kadar olumsuz, insanların bakışı ne kadar farklı olursa olsun her şeye rağmen ‘mümince ve Müslümanca' bir ‘duruş' sergileyebilirlerse herhalde, insanlık kuvvetle muhtemel bu huzur bahşeden hakikatlere karşı teveccüh ederek alakasız kalmayacaktır.

Müslümanlığı sadece ferdi hayatla sınırlandıran -haklı veya haksız- farklı sebeplerle onu işine, ticaretine, sanatına, eğitimine, iş dünyasına, siyasete yansıtmayan şahsi hayatında elden geldiğince Müslüman fakat sosyal hayatında başka etkilerle hareket eden anlayış, maalesef kendi davranışlarıyla Müslümanlığa ve imana olan inancı, güveni zedelemektedirler. Herhalde bu husustaki en önemli amillerden biri bizim Müslüman toplum olarak ‘kültürel Müslümanlığa' takılı kalmamız olsa gerek.

Hocaefendi'nin dikkatimize sunduğu ‘kültürel Müslümanlık' meselesi bugün önemli bir mevzu olarak hâlâ bütün ehemmiyetiyle önümüzde durmaktadır. Kültürel Müslümanlık derken; iman, ibadet ve ahlakî konularda derinlemesine bir ilimden, şuurdan yoksun olma, taklide dayalı, yüzeysel bir imanla, nazari malumatlarla hareket etme, dini ve dini hayatı içselleştirememe, bunları tabiat haline getirememeyi kastediyoruz. Acaba elde onca imkân ve fırsat varken insanımızı ‘kültürel Müslümanlık'tan daha öteye taşıma imkânı olamaz mıydı?

Bugün siyasetten ticarete, eğitimden sanata, basın yayından medyaya, sağlıktan idareye kadar Allah'ın lutfettiği pek çok imkân, konum ve fırsatlar ferdi olarak kültürel Müslümanlık düzeyinde değil de gerçek Müslümanlık seviyesinde temsil edilebilseydi, toplumun bize ve değerlerimize olan bakışı acaba daha bir farklı olmaz mıydı?

Elimizdeki imkânlar hak ve hakikate tercüman olabilirdi

Bugün yıllar geçmiş olmasına rağmen ticari ve ekonomik alanda kendi duygu-düşüncemizi yansıtacak projeler geliştirerek insanımızın hizmetine sunabildik mi? Global hale gelen dünyada bir kısım projelerin dünyadan bağımsız ele alınamayacağı doğrudur fakat en azından yapılabilecek şeyleri yaparak ticarete ve tüccarımıza, çarşı pazarımıza işin ‘bizce'si diyebileceğimiz bir boya çalarak mevcut şartları iyileştirecek bir adım atılabildi mi acaba?

Basın-yayın ve medyamızın hali ticaretten daha iyi durumda değildir. Medyanın hatırı sayılır bir kısmına hitap eden inanmış kesim Allah'ın lutfettiği bu imkânları milli kültür davamızı inşa etme istikametinde değerlendirerek insanımızın fikrî ve kalbî hayatına çok önemli katkılar sağlayabilirdi. Milli medyamız bu imkân ve fırsatları hangi kriterlere göre hangi maksada matuf değerlendiriyorlar acaba? Müslümanca bir anlayış üzerinde karar kılarak insanımızı hak, adalet, insaf ve hakkaniyet üzere, iyiye, doğruya, Hakk'a ve hakikate, edeb ve ahlaka yönlendirme fırsatı varken maalesef Makyavelist bir yol takip edilerek, aylardır sözde Müslümanlık adına, şimdiye kadar hiçbir düşüncenin tenezzül etmediği bir seviyesizliğe düşülerek, yalan, iftira ve kumpaslarla inanan insanları rencide etmeye çabalama acaba hangi fikri namusun, hangi inancın temsilciliğini yapmaktır? Velev ki haklı dahi olunsa bu haklılığı mümince ortaya koymak yerine ne idüğü belirsiz bir kısım yöntemlere başvurmak acaba hangi değerlerin, hangi inanç sisteminin gereğidir? Hâlbuki bu imkân ve fırsatlarla şimdiye kadar efkâr-ı ammeye pekâlâ bize ait pek çok güzellikler sunulabilir, Hakk ve hakikate tercüman olunabilirdi. Karşılaşılan problemler ne olursa olsun mümince bir yayın politikası takip edilmek suretiyle örnek bir medya oluşturularak insanımızın, ilim irfan ve kültür hayatına kalıcı hizmetler verilebilirdi.

Uzun yıllardan beri pek çok imkâna sahip olunmasına rağmen nesillerimizin her yönüyle bilhassa ahlakî açıdan daha iyiye gitmesi beklenirken -ortaya konulan araştırma ve istatistiklere göre- maalesef çocuklarımızın birçok kötü alışkanlıkların kıskacında kıvrandıklarına ve içten içe çürüdüklerine, gayesiz ve mefkuresiz yetiştiklerine şahid olmaktayız. Eldeki fırsatlara göre nesillerimizi "kendi olma, kendi özüne dönme" adına altyapısı eksik göstermelik birkaç şey dışında acaba ne yapabildik? Bu kadar uzun bir zaman diliminde "kendi ruh kökümüze" bağlı bir nesil yetiştirmek için bize bahşedilmiş nimetleri Hakk katında "hakkıyla değerlendirdik" diyebileceğimiz bir şeyler yapabildik mi? Bu istikamette ciddi bir çaba ve gayretimiz oldu mu acaba? Eğitim ve öğretimde, ahlak ve terbiyede "BİZCE" diyebileceğimiz bir çalışmamız, bir planımız henüz gün yüzüne çıkmadığı gibi genel manada baktığımızda nesillerimizi hâlâ yabancı kültürlerin tesir ve taklidinden kurtarabilmiş değiliz. Toplumu sevk ve idare mesuliyetini üzerinde taşıyanların gündemlerinde en esaslı problem bu ve buna benzer konular olması gerekirken başka sun'i gündemlerle geçen seneler, kaçırılan fırsatlar, acaba nasıl telafi edilecektir?

Günümüz siyaset anlayışı ne kadar ‘bizce’

Siyasette de "BİZCE" bir sevk ve idare şekli ortaya konularak güzel bir temsille Hakk ve hakikat yolunda unutulmaz hizmetlere vesile olunabilirdi. Her şeye rağmen şartlar ne kadar ağır, ne kadar zor olursa olsun kolektif akla müracaatla bizim dünyamızın zenginliğini ve enginliğini, kucaklayıcılığını yansıtan bir idareci profili şimdiye kadar pekâlâ ortaya konulabilirdi. Böylelikle inanmış bir idarecinin farkı ortaya konularak bu alanda da milletimizin önüne yeni ufuklar açılabilirdi. Bugün kendilerine belli konumların lutfedildiği kişi veya kişiler bize ait değerlerle desteklenmiş bir idari anlayış sergilenebilselerdi Allah'ın lutfettiği konumların hakkı verilerek gönüllere hitap edilmiş olacak, bundan sonrası içinde çok güçlü bir referans elde edilmiş olabilecekti. Günümüz siyaset anlayışında siyasetçinin şahsında olması zaruri görülen özgüven adı altındaki gurur, kibir, diğerlerine tepeden bakma, "ben ben", "biz biz" deme ve bütün icraatları kendinden bilen bir söyleme yeltenme, sürekli haklı ve üstün gözükme, her meselede "bende, bizde katiyen hata yok" tavrını sergileme, yüksek sesle ve mütehakkimane konuşma, "bu işin, siyasetin raconu budur" diye düşünerek sürekli bu şekilde davranmak Müslümanlık kriterleri açısından acaba ne kadar bizcedir? Bunun evrensel Müslümanlık davasına ne getirip ne götürdüğü hiç sorgulanmış mıdır? Kainat çapında bir davayı göğüsleyen Efendimiz (as) ve Hulefa-i Raşidin (ra) bugünden daha ağır bir yükün altında olmalarına rağmen acaba onlar ve bizim dünyamıza ait liderler meseleyi nasıl götürmüşlerdir? Madem yolumuz onların yoludur, o anlayışı bugüne taşıyabilme adına nedenli bir ızdırabımız, ne türden bir çabamız olmuştur? Yoksa hâlâ bu hususta keyfilik içinde ve Batı'nın köhneleşmiş bir kısım prensipleriyle mi hareket ediyoruz? Bizim duygu düşünce dünyamızdaki idarecilerin ortak özellikleri hak, adalet, kucaklayıcılık, iffet, ismet, istiğna, isar, fedakârlık, hoşgörü, müsamaha, merhamet, doğruluk, istikamet, mahviyet ve tevazu, mesuliyet şuuru gibi onlarca elmas karakterler iken başka felsefe ve anlayışların kabulleri olan haksızlık, iffetsizlik, yalan, yanlış, kumpas, iftira, zulüm, gurur, kibir, kin, nefret, öfke, ayrıştırıcılık vs. ile icra-i faaliyette bulunmak bizim duygu-düşünce dünyanıza göre acaba ne kadar bizcedir? Ne kadar bizi temsil eder ve kadar esas maksada hizmete vesile olur?

Evet hayatın değişik alanlarından başka misaller de verilebilir. Bugün bu hususlarla ilgili müsbet bir kısım adımlar atılmış olsa da bunları Allah'ın bize sunduğu lütuf ve ihsanlarla karşılaştırdığımız zaman yeterli, kâfi görmek mümkün değildir. Sosyal hayatta önemli bir hacme ulaşmış bulunan inanan insanlar şahsi ve içtimai hayatlarında "Hal dili, gönül şivesiyle" hareket ederek ‘hal' ile tam bir inanmışlık havası sergileyebilirlerse pek çok kişinin Müslüman ve Müslümanlıkla ilgili kanaatlerinin değişmesine olumlu yönde katkı sağlamış olacaklardır. Ancak bu şekilde Allah'ın kendilerine ihsan ettiği imkân, konum ve fırsatların hakkını, şükrünü eda etmiş olacaklardır. İnanmış bir insan “beşerin bütün problemlerinin çözümü imandadır" der ve buna inanır ve bütün problemlerin büyük ölçüde bunlarla çözülebileceğini iddia eder. O böyle dava ediyorlarken inanmış görünen bir kısım insanlar tarafından, toplumda problem arz eden bazı tutum ve davranışlar sergilenmesi bir de üstüne üstlük yanlışlara Müslümanlık kılıfı giydirilmeye çalışılması, her ne kadar insanları ilzam etmiş gibi görünse de vicdanları ikna edemeyecek ve bazı kesimlerde -haşa- "işte Müslümanlık da, iman da bir işe yaramıyor, Müslümanlık buysa..." düşüncesinin uyandırılmasına, seslendirilmesine sebebiyet verecektir. Bu türden davranışlarla insanları dinden ve diyanetten nefret noktasına getirmek umum Müslümanların hukukuna tecavüz sayılabilecek mesuliyetli bir davranıştır.

Allah (cc) bizi muhafaza buyursun.

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/yorum_firsatlari-kacirmadan_2232566.html

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.