Bediüzzaman’ı da ‘sahte peygamber ve batınî’ ilan etmemişler miydi?
Yıl 1964... Her fırsatta ‘ehl-i sünnet ve’l-cemaat’ çizgisinde hizmet eden cemaatlerin millet adına yaptıkları din hizmetlerine mâni olmayı kafalarına koymuş müfteriler, dini kendi siyasetlerinin bir parçası yapamadıkları için; bir merkezden üretilmiş iftira, yalan, çarpıtma vb. kara propaganda araçlarıyla yol almaya çalışıyorlar.
Bu topraklarda 50 yıl önce de; siyaset, diyanet, ilahiyat, milli eğitim, gazete, şahıs ve kurumun imkânları kullanılarak Bediüzzaman Said Nursi’nin Nur talebeleri tarafından ‘sahte peygamber’ ilan edilmeye çalışıldığını, kendi mezhebini kurmaya çalıştığını, okuma-yazma bilmeyen bir cahil olduğunu, Haşhaşiler gibi Hurufîlik ve Batınîlik yolunu izlediğini iddia etmişlerdi. Bu akıl almaz iftiralar sonunda, Kur’an’a ve millete hizmetten başka gayesi olmayan insanlar, bir bardak su verilmeyecek, kurs ve müesseseleri basılacak, tecritlerle öcü gösterilip komşularının bile nefret edeceği birer cüzamlı gibi gösterilecek hale getirilmişlerdi. 1960’lardan 1970’lere kadar Nurcular’a ait olduğu iddia edilen meskenler kanunsuz baskınlarla tarumar edilmeye ve mahkemelerde haksız yere suçlanıp millet nezdinde küçük düşürülmeye çalışılmıştı. Bugün yaşadıklarımızla o gün yaşananlar arasında niyet ve uygulama metotları açısından hiçbir fark yoktur.
‘1964 İftiraları’ adı altında toplanan ve bir kalemden üretilmiş satırlarla birbirini destekleyen pek çok kitapçıktan birkaçına üstünkörü baksanız, o günkü iftira, karalama ve çarpıtmaların bugün yüz yüze kaldığımız tezvirattan farksız olduğunu göreceksiniz. Aradan 50 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu haymatlosların masum Müslümanları, hizmet erlerini yok etme kindarlıklarının eksilmediğini fark edeceksiniz. Aşağıdaki paragrafı okuyunca; o gün, Kur’an’a hizmet noktasında birbirlerine et ve kemik gibi kenetlenen isimleri, lime lime birbirlerinden ayırmak için yazılan ve dönemin iktidar medyası tarafından sayısızca çoğaltılan iftiranın, kara propaganda için hazırlanan kitapçı müelliflerinin insanî ve ahlakî hiçbir sınır tanımadıklarına bir kere daha şahit oluyoruz. İşte Nurcular’ın içine fitne sokmak isteyen vesayetçi kalemlerin ilk iftirası:
“(…) Nurculuğun lideri olarak geçinen Hüsrev Altınbaşak, Sait Özdemir ve Mehmet Kayalar gruplarının ne için ayrıldıklarını ve neden birbirlerini istemediklerini hiç münakaşa ve araştırdınız mı?
Bütün bunların en kısa cevabı; hepsinin ayrı olan menfaat çarpışmaları olduğunu göreceksiniz. Çünkü Sait Özdemir ve grubu Nur neşriyatının Türk harfleriyle basılıp satılmasını; Hüsrev Altınbaşak ise, Arap harfleri üzerine basım ve tevziini istemeleri ve Nur neşriyatının satımından elde olunan paranın murakabesinin kendisine verilmesi arzusunu göstermesi, bu ayrılığın sebeplerini teşkil etmektedir.
(…)
İşte bu broşürde, din istismarcılığı yapan simsarların Kürt Said’i Peygamber mertebesine nasıl çıkardıklarını ve ebced ve cifir hesabı ile keramet ve kehanetlerde bulunarak kendi kendilerine yaptıkları riyazi keşiflerle, Kürt Said’e evvela Bediüzzaman bilâhare Nursi sıfatını verdiklerini öğreneceğiniz gibi, bunlardan daha önemlisi, Kürt Said’in okuma-yazma bilmediğine dair beyanına muttali olacak ve Nurculuğa dair kitapların bu simsarlar tarafından yazıldığını göreceksiniz.” (Kaynak: M. Ali Nebioğlu, “İşaratı Gaybiye ve Ayniye” Biricik Basımevi, Ankara 1964)
Bediüzzaman Said Nursi’yi ‘sahte peygamber’ ve onun hizmet vârislerini ‘menfaatperestler’ ilan etmeye çalışan bu kitapçığın dışında Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları kullanılarak, isim zikredilmeden yayımlanan Nurculuk Hakkında kitapçığı ise iftirayı biraz daha ileri götürüyor. Bu kitapçık güya nur talebeleri tarafından ‘sahte peygamber’ ilan edilmeye çalışılan Bediüzzaman’ın takipçilerinin aslında milleti kandırarak kendilerini ‘gerçek Müslüman’mış gibi gösterdiklerini, sayısız aşırılık ve sapkınlık içinde bulunduklarını Risale-i Nur’dan paragrafları yorumlayarak ispatlamaya çalışıyor. Bu tezviratın açık manası şudur: Diyanet İşleri Başkanlığı o yıllarda da siyasetin bir şubesi haline getirilmeye çalışılmış, çarpıtmalarla dolu bir kitapçıkla Nurculuğun aleyhinde neşriyat yaptırılmıştır. İşte o kitapçığın satırları arasında yer alan inanılması güç ‘batınîlik’ iddiaları:
“Said Nursi tarafından yazılan risaleleri ve hususiyle talebelerinin kattıkları ifadeler, keramet, velâyet ve Mehdî gibi İslâm âleminin mübarek kelimelerinin Said Nursî’ye isnadı, âyet-i kerimelerin tefsirinde mananın tahammül edemeyeceği tarzda batınî ve indî manalar verilmeye çalışılması, bunların dinî yönden tekrar ele alınmasını ve Nurculuğu gerçek Müslümanlık zannedenleri uyarmayı zaruri kılmıştır.
(…)
Nur risalelerinin baştan başa İlâhî bir ilhama dayandığı intibaı kısmen Said Nursî, bilhassa naşiri olan talebelerince halka telkin edilmek istenmiştir. Meselâ, İşaratu’l-İcaz kitabında (Arap harfleriyle teksir, s.281) Nur talebelerinden Mehmet Kayalar: “Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavidir, Kur’ânîdir. O halde Kur’an okundukça o da okunacaktır.” der. İşaratu’l-İcaz kitabı Kur’an-ı Kerim’in tamamını şamil bir tefsir olmadığı gibi bu kitabın içindekilere Kur’an-ı Kerim derecesinde bir kudsiyet izafe olunması doğru değildir. (…) Bunlar Kur’an-ı Kerim’in gerçeklerini Said Nursî’ye yönelten zorlamalardır. Hakikatle hiçbir ilgisi olmadığı gibi Kur’an-ı Kerim’e ve onun tefsir usulüne tecavüzdür ve daha önce de belirtildiği gibi Batinîlerin maksatlarına ulaşmak için yürüdükleri yoldur. (…)
Said Nursî, Afyon müdafaası (Varak 38) ve Arabî Mesnevî (Bir ve İkinci noktalar) kitaplarında şöyle tehdit ediyor: ‘Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanın, Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. Bu memlekete yazık olur.’ Haşiyesinde ‘4 defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler (yazık olur) hükmünü isbat eder.’ denilir. Bu ifadelerde bir ruhî arıza göze çarpar, şakirtlerine de aynı hâl intikal eder. Mesela: (Sikke-i Tasdik-i Gaybi) mukaddimesinde, 5 şakirdin şöyle bir ifadesi vardır: ‘… Bu hâdise ise, müellifin Isparta’yı teşrifini müteakip bir asır içinde veya iki defa vukua gelen, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretle yağması olmuştur. Pek harika bir surette yağan bu yağmur, Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş, nebata da yeniden hayat bahşedilmiş, bağlar bahçeler başka bir letafet kesbetmiş, ekserisi hemen hemen ziraatle iştigal eden halkın yüzleri Risale-i Nur’un nail olduğu inayetten ve bereketten olan bu yağmurdan istifade ederek gülmüş, ruhlar inbisat etmiştir.’
Afyon müdafaasındaki bu sözler Batınî usullerine uygun olan bir akîde ve ifade tarzıdır.” (Kaynak: İsimsiz, “Nurculuk Hakkında” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Resimli Posta Matbaası, Ankara 1964.)
Risale-i Nur’larla ve Nur talebeleriyle ilgili, farklı illerde, iftira dolu neşriyatlar yapıp davalar açan zihniyetin bütün derdi, Kur’an’ın gönüllü hizmetkârlarını ‘korkunç ve tehlikeli’ bir örgüt göstermektir. Bunun için suç delili gibi üretilen, iftira ve tezviratla dolu kitapçıkların savcılıklara postalanması ve savcıların kolluk kuvvetleriyle evleri basıp Risale-i Nur’ları birer suç silahı gibi zapt ederek ‘Nurcuları’ mahkemelere birer örgüt üyesi gibi sevk etmeleri, karakuşi davalarına birer numune teşkil etmiştir.
Sözü uzatmayalım... 50 yıl önce 1964’te vesayete karşı direnen ve daha fazla demokrasi vaat eden yeni partileri destekleyeceği anlaşılan Nurcular üzerinden bir cadı avı başlatılmış ve bu müfterilerin zalimliği 1970’lere kadar aralıksız devam etmiştir. Zalim’in zulüm ile berbat olduğunun ve âlimlerin daima ilim ile bu milleti âbâd ettiklerinin kesin delillerinden biri de bu yaşanan iftiraların sonunda yıkılıp giden ve adları bile hatırlanmayan müfterilerin kendileri olmuştur.
Son söz yerine… 1964’te yayımlanan bütün gazetelerin Nurcularla ve Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili haberleri bir araya getirildiğinde, tek elden üretilmiş bu kara propaganda çalışmasının kimler tarafından ve nasıl yayıldığını görmek imkânı olacaktır. Aslında o kadar geriye bile gitmeden, bugünkü malum gazeteler ve sair iletişim araçlarıyla Fethullah Gülen Hocaefendi ve Camia’ya yapılan iftira dolu kara propagandanın üretilme ve uygulanma biçimlerinin, o güne kıyasla pek de farklı olmadığını açık bir dille ifade edebiliriz. Bunun çarpıcı misallerinden birini daha vererek iddiamızı ispat edelim. Bugün ‘orduya kumpas’ iddiasıyla ortaya atılan müfteriler; o gün de boş durmamış ve akıl almaz bir şekilde ‘Nurcular’ı ‘milletin düşmanları, milli iradeyi kırmaya matuf, anarşiye yöneltici bir mahiyet taşıyan’ bozguncu bir unsur olarak ilan etmeye çalışmışlardır. İşte o malum kara propaganda kitapçığından satırlar:
“(…) Toplum düzeni bakımından ise, istismarcı ve bozguncu bir faaliyet olarak beliren bu risalelerdeki açık noktaları özetleyecek olursak: (…) Müslüman Türk ordusunun başında ay-yıldızımızı yükselten, Anadolu’muzu eskisinden çok daha fazla Müslüman topluluğu haline getirip bu topraklarda yaşayanların refahını, mutluluğunu kendine ülkü edinen bir millet büyüğü; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e en kötü sıfatlar uydurur. Şüphesiz ki onun millet içindeki şerefli yerini kıskananlar ancak bu milletin düşmanları olabilirler.
Bu itibarla Risaleler hakiki ve sağlam dinî bilgiyi vermek şöyle dursun, tamamen milli iradeyi kırmaya matuf, anarşiye yöneltici bir mahiyet taşımaktadır. (…)” (Kaynak: Dr. Neda Armaner, “İslâm Dininden Ayrılan Cereyanlar: Nurculuk” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınlarından, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1964.)
- tarihinde hazırlandı.