• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

İnsî ve cinnî şeytanlar

  • Her sürçme ve düşmeden dolayı “estağfirullah”; küfür ve dalaletten gayrı her şeye de “elhamdulillah” demeli. (00:33)
  • Ebu Hüreyre Hazretleri’nin Rasul-ü Ekrem Efendimiz’den rivayet ettiği istiğfar şu şekildedir:
    سُبْحاَنَكَ اللَّهُمَّ أَسْتَغْفِرُكَ لِذَنْبِي وَأَسْـأَلُكَ رَحْمَتَكَ * اللَّهُمَّ زِدْنِي عِلْماً وَلاَ تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنِي وَ هَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ
    “Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Rabbim, Seni (Zatına yakışmayan her şeyden) tenzih ederim. Allah’ım, günahımı bağışlamanı diler ve rahmetini dilenirim. Allah’ım, ilmimi artır ve beni hidayete erdirdikten sonra bir daha kalbimi kaydırma; katından bana rahmet lutfet; şüphesiz ki Sen, çok lütufkâr Vehhâb’sın.” (02:20)
  • Hizmet ederken dikili bir taşımızın olması mülahazasını taşıyorsak, buna da bin defa “estağfirullah”... (03:38)

Soru: 1) لَعَنَهُ اللّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيباً مَفْرُوضاً وَلَأُضِلَّنَّهُمْ وَلَأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ اْلأَنْعَامِ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّهِ وَمَنْ يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيّاً مِن دُونِ اللّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَاناً مُبِيناً يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُوراً
beyanında zikredilen şeytanî idlal, ümniye ve halkullahı tağyir gibi maddeler hangi hususlara bakmaktadır? Mezkûr ayetten anlaşılması gerekenleri lütfeder misiniz? (04:45)

  • Şeytan Allah’ı biliyor, ahirete inanıyordu; bazı rivayetlere göre, yeryüzünde şeytanın secde etmediği yer kalmamıştı; ne var ki, onun bilgisi faydasız bir bilme ve marifete dönüşmemiş bir inançtı. (07:33)
  • Muhakkıkîn’e göre, ilk diyalektik şeytan tarafından yapılmıştır; ilk demagog şeytandır. (11:09)
  • “Allah onu (şeytanı) lanetlemiş; o da, “Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim. Mutlaka onları saptıracağım, onları birtakım temennilerle oyalayacak, kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de (putlara adak için) hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” demiştir. Her kim Allah’ın yerine şeytanı dost edinirse, şüphesiz besbelli bir ziyana girmiştir. Şeytan onlara sadece vaadlerde bulunur ve onları birtakım kuruntularla oyalar. Şeytan aslında onlara kuru bir aldatmadan başka ne vaad eder ki!” (Nisâ Sûresi, 4/118-120) (13:15)
  • Ayet-i kerimede şeytanın emir ve tuzakları arasında hayvanların kulaklarını yarmak da zikrediliyor. Bu ne manaya gelmektedir? Günümüzde de hayvanların kulakları enleniyor; bunun o günkü şeytanî işle alâkası var mıdır? (17:50)
  • Hilkati ve fıtratı değiştirmek ne demektir; estetik ameliyatlar da halkullahı tagyir sayılır mı? (20:00)
  • İnsanın hem kendisinin hem de organlarının ve latifelerinin yaratılış gayeleri vardır. İnsan o gaye çizgisinde yaşamazsa, organlarını ve latifelerini kendi yaratılış gayeleri istikametinde kullanmazsa halkullahı tagyir etmiş sayılır. (22:48)
  • “Güzele bakmak sevaptır” sözü ne zaman kafirce bir laf olur? (26:49)
  • Hazreti Üstad şöyle buyurur: “İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede, kütüphâne-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazîne-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede? Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvâfık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min, imâniyle Hâlıkının emânetini, Onun nâmına ve izni dairesinde istimâl etmesidir. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre hesâbına çalıştırmasıdır.” (27:17)

Soru: 2) وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوّاً شَيَاطِينَ الإِنسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُوراً وَلَوْ شَاء رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
beyanında insanların en hayırlıları peygamberlere dahi düşmanlık yapan insî ve cinnî şeytanların varlığından bahsediliyor. İnsî ve cinnî şeytanların mahiyetlerine ve fonksiyonlarına dair neler söylenebilir? Bu ayet bize hangi mesajları vermektedir? (29:55)

  • “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimi-ne, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!” (En’am, 6/112) (31:45)
  • Şeytan, bir kısım kimselerin etrafında kötü bir atmosfer oluşturur; orada laubalîlik estirir, batılı tasvir ettirir, nefret hislerini alevlendirir ve insanın mahiyetindeki şehevî, gazabî duyguları harekete geçirir; böylece ağına düşürdüğü o şahısların bakışlarını bulandırır, başlarını döndürür. Evet, o vesveselerini sürekli üfler durur; onun insî borazanları da o üflemeleri yaldızlı sözlerle ve diyalektiklerle sese dönüştürürler. Aldatmak için yaldızlı (içi bozuk dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler. Yani vahyeder gibi seri bir ima ve işaretle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. (33.36)
  • Şeytan, yalan va’dlerde bulunarak, zihinlere asılsız korkular atıp kötülükleri emrederek, insanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları ekerek ve çirkin fiilleri güzel göstererek sürekli insanları aldattığından dolayıdır ki onun bir adı da Kur’an da “Garûr” olarak geçmektedir. Garûr; Allah’ı, ahireti ve Hayatın gayesini unutturarak insanları sürekli kandıran, akıl almaz oyunlarıyla baştan çıkaran, çok aldatan demektir. (35:40)
  • Cenab-ı Hak, peygamberlerine bile insî ve cinnî şeytanları musallat etmiştir ki o en seçkin kullar ve -tabii- diğer insanlar sürekli Allah’a sığınma lüzumunu duysunlar ve O’nun hıfz u riayetinden bir an olsun uzak kalmamak için hep şu mülahazalarla dolu bulunsunlar:
    يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ
    وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ

    “Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyûm, rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!” (36:25)
  • “İnsî şeytanlar bize ilişmiyor, çünkü, biz akıl ve firasetimizle güzergah emniyetimizi sağlıyoruz.” diyenler, peygamberlerin başına neler geldiğini ve ehl-i dalaletin kimlere musallat olduğunu gözardı ediyorlar. Oysa, şeytan ve avenesi ancak kendi dostlarına, yakın buldukları kimselere ve “Şimdilik bunların zararları yok!” dediklerine musallat olmazlar. (38:00)
  • Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de emrettikleri dışında her hareketin şeytandan olabileceği mülahazası nazardan dur edilmemelidir. Bu itibarla da her zaman temkinli olmak ve Allah’a sığınmak lazımdır. (42:38)

İntihar

Batı toplumlarında sosyal bir afet halini alan “intihar” maalesef müslümanlar arasında da yayılmaya başladı. Dinimizin intihara ve müntehire (kendi canına kıyana) bakışı nasıldır? Bazı inananların da intihara kalkışmalarının altında yatan sâikler ve problemler nelerdir?

  • Can ve beden insana verilen en büyük emanetlerdendir. Başkasının canına kıymak  bütün insanlığı öldürmeye denk büyük bir cinayet olduğu gibi, insanın kendi canına kıyması da öyle bir cinayettir. (01.00)
  • Askerlik süresi dolmadan birliğini terkeden bir er misillü, sahibi tarafından terhisi imzalanmadan hayat vazifesini terkeden bir insan da firari sayılır ve böyle birinin ömür boyu yaptığı şeyler yanar. (03.22)
  • Muvakkat cinnetlerle intihara giden insanlar hakkında hüsn-ü zan etmek esastır. İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz; üzerine cenaze namazı da kılınır. (06.00)
  • Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) intiharla alâkalı önemli açıklamalarda bulunmuştur. Bu meyanda, savaşta aldığı yaraların ızdırabına dayanamayıp kendini öldüren Kuzman isimli şahsın cehennemlik olduğunu bildirmiştir. Mevzuyla ilgili başka hadis-i şeriflerde ise, intihar edenlerin ne ile ve nasıl intihar etmişlerse cehennemde o şekilde cezalandırılacağını haber vermiştir. (07.05)
  • Bir mü'min, ölürken bile Cenâb-ı Hakk'ın muradını gözetmeli; dünya hayatında başına gelen her türlü musibete karşı dişini sıkıp sabretmeli ve O "Artık gelebilirsin!" demeden öteye yürümeyi asla düşünmemelidir. (08.40)
  • "Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının; O'nun istediği ölçüde takva dairesi içinde yaşayın; O'na karşı gereken ta'zimi gösterin ve ancak Hakk'a teslim bir müslüman olarak can verin." (Âl-i İmran, 3/102) mealindeki ayeti kerime, -iş'arî manada- insanın kendi hayatına kıymaması gerektiğini de ifade etmektedir. (09.01)
  • "Anlamlı intihar" kisvesiyle Batı'dan sirayet eden cânilik.. ve "canlı bombalar"ın, "intihar eylemcileri"nin katlanmış cürümleri... (09.39)
  • "Müslüman terörist olamaz, terörist de gerçek bir Müslüman olamaz!" sözünden maksat nedir? (11.34)
  • Fâili kim ve hedefi ne olursa olsun, her intihar saldırısı dört buudlu bir cinayettir. Hele bu cinayet "kutsal" sayılarak ve din adına yapılıyorsa, bu çok daha tehlikelidir ve -şayet ilaçlarla ve beyin kontrolüyle gayr-i iradî yapmamışlarsa- fâillerinin ötede iflah olmaları mümkün değildir. (14.19)
  • İntihar, en son İslam dünyasına girdi ama çok kötü girdi. İşin vehametini anlamak için her gün onlarca insanın öldürüldüğü Irak'a bakmak yeterli olsa gerek... (19.34)
  • Cenneti yeryüzüne indirmeye matuf yapılsa dahi, intihar, İslam'la ve Kur'an'ın ruhuyla telif edilemez. "Canlı bomba" veya "intihar eylemcisi" adıyla kan dökenler, bu cinayetlerini -farz-ı muhal- Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar gelen bütün büyükler tarafından tasvip alarak yapsalar bile, onlara diyeceğim tek söz M. Akif'in şu mısraıdır: "Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca, sana!" (22.47)

İrtidat, din şûrâsı (!) ve Hizmet Hareketi

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "İrtidat, din şûrâsı (!) ve Hizmet Hareketi" konulu sohbeti

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

İnsanlardan bir insan ol ve kendini anlatmayı bırak; seni davranışların anlatsın!..

Hazreti Ali (kerremallahu vechehû) der ki: كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol, kendini sadece düz bir insan kabul et!”Hatta olduğundan birkaç kademe daha aşağı in! “Galiba ben onlardan da aşağıdayım!” de; “İhtimal, onların Allah ile farklı münasebetleri var. İhtimal dipdiri geceleri var.. saatlerini eşref-i saat haline getirme gayretleri var.. gözleri uyurken dahi uyumayan kalbleri var.. dünya ve mâsivâyı ellerinin tersiyle itme ferâgati, fedakârlığı, hasbîliği var.” Âleme bakarken, böyle bakmalı; kendimize bakarken ise “Birinin himmet eli uzansa da bize, şöyle-böyle biz de kurtulsak!..” demeli.

Âleme bakarken böyle bak: “Biri bize el uzatsa, biz de kurtulsak!..” Allah’ın inayet eli, kâfi ve vâfî.. وَكَفَى بِاللهِ وَكِيلاً “Kendisine dayanılıp güvenilecek ve bütün işlerin havale edileceği (vekil) olarak Allah yeter.” (Nisa, 4/81); وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا “Bir yardımcı olarak da elbette Allah yeter!” (Nisa, 4/45) وَكَفَى اللهُ عِنَايَةً وَرِعَايَةً وَكِلاَءَةً، وَكَفَى بِالشَّفَاعَةِ نَبِيُّنَا مُحَمَّدٌ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ (İnayet, riâyet ve vekâlet bakımından da Allah Teâlâ kafîdir. Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şefaati yeterlidir.) Ama kendimize bakarken, öyle bakmamız lazım.

Benim de bildiğim bazı şeyler var!”, “Ben de bazı şeyler söyleyebilirim!”, “Ben de dinlenmeliyim!..” Bu sözlerin zâhirine bakınca, kılıf düzgün gibi görünüyor fakat içte bir enaniyet hırıltısı hissediliyor. Bırak, onu halk takdir etsin. Sen, kendini anlatmayı bırak; anlatılacak yanların varsa, onu halka bırak! Onlar da yüzüne söyledikleri zaman, Hazreti Pîr gibi, “Ben, kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum.”de.

Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yanında, bir insan arkadaşını yüzüne karşı methedince, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ (İnsanlığın efendisinin sözü, insan sözlerinin efendisidir.) beyanı çerçevesinde buyuruyor ki: “Kardeşinin boynunu kırdın!” Belki bu tabir, Arapça’da, o dönem itibariyle “bir insanı öldürmek”ten ve “mânen mahvetmek”ten kinaye olarak kullanılıyordu.

“Hayır, Allah’ın takdir buyurduğundadır.”

Gördüğünüz gibi “kıldan ince, kılıçtan keskin!” Ama bir kere de gönlünü O’na verdin mi, O’na dayandın mı, “yol senin, devran senin” artık!.. Önündeki o kıldan ince kılıçtan keskin “Sırat” gibi şeyler, birden bire şehrâh oluverir. Keyiflenerek, “Bu şeritten mi gitsem, bu şeritten mi gitsem, bu şeritten mi gitsem!” dersin.

İşte dünya da böyle (çayı içmeye hazırlamak gibidir); sakarini içerisine atarsınız, “tam olsun!” diye biraz da limon katarsınız. Gerçi çay tiryakileri için limon eksikliktir, çay zevkinden mahrumiyetin ifadesidir. Hangi tam zevkimiz var ki, ondaki eksiklik söz konusu olsun?!. Efendim, sakarini atarsınız içine, limonu da atarsınız; sonra onun adı “yâ nasîb!” (Yâ nasîb, Arapça’da da bir oyundur; “Belki sana çıkar, belki ona nasip olur” manasına bir çekiliş/şans oyunu.) Ya nasip olur ya da olmaz.

Dünya da böyledir; çırpınırsın, koşar durursun, tepinirsin, mahmuzlarsın bindiğin şeyi “Hedef!” dersin, nice yüksek yerlere gözünü dikersin, “Tırmanayım!” mülahazasıyla heyecan yaşarsın Fakat bakarsın edip eylediğin şeylerin zerresi geriye dönmüyor. “Yâ nasîb!.. Yâ nasîb!..

Şu kadar var ki, orada Allah’a teslim olursan, اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ، اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُHayır, Allah’ın takdir buyurduğundadır; hayır, Allah’ın ihtiyâr ettiği şeydedir.” dersen, acılar ve zehir zemberek şeyler, birden bire şeker-şerbet halini alır. “Off!”lar, birden bire “Ohh!”lara dönüşür. Ve vicdanında âdetâ cennet demleri yaşıyor gibi olursun.

Soru:Sözde “Din Şûrası’nda, hükûmet adına konuşan bir siyasetçi, Hizmet’i, İslâm dünyasının en çirkin ve en tehlikeli irtidat hareketi olarak gösterdi. “İrtidat” nedir? Hizmet gönüllülerinin her türlü linçe rağmen, tiranlığa/diktatörlüğe boyun eğmemesi de bir “irtidat” sayılır mı?

Cevap:Böyle bir dırıltı karşısında, orada bulunan şöyle-böyle ilahiyat eğitimi görmüş kimseler;

  1. Şayet “irtidat”ın da manasını bilmiyorlarsa, “fırâk-ı dâlle”nin manasını bilmiyorlarsa, onların küfre ve dalâlete -ki her ikisi de dinde mel’un şeyler- delalet ettiğini bilmiyorlarsa, işgal ettikleri yerleri haksız işgal ediyorlar demektir.
  2. Bunun yanlış olduğunu bildikleri halde susuyorlarsa, birer “dilsiz şeytan” demektir onlar.
  3. Bu yalanları olduğu gibi kabul ediyorlarsa şayet Mü’mine, “mürted” diyen, kâfir olur. Çünkü bir mümin diğerine kâfir dediğinde ikisinden biri kâfirdir; ya diyen kâfirdir veya denilen kâfirdir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte buyuruyor ki: “Herhangi bir kimse din kardeşine “kâfir” dediği zaman, ikisinden biri muhakkak kâfir demektir. Eğer hakikat onun dediği gibiyse, muhatabı kâfirdir; aksi takdirde, sözü kendi aleyhine döner, kendisi küfre düşmüş olur.”

Sizin hareketlerinizde, tavırlarınızda, davranışlarınızda, şöyle-böyle konuşup yazdığınız 50-60 eserinizde, dedikleri şeylere delalet edecek tek paragraflık bir şey varsa, siz hayâdan, izzetten, ismetten, iffetten mahrum kimselersiniz. Fakat öyle bir şey yoksa, bunu söyleyenler, hayâsız, edepsiz, iffetsiz, ondan daha aşağı “mahluk” insanlardır. Bir yönüyle Deccâl’e veya Süfyan’a uyan “Taylasanlı Horasanlılar”ın zirveleri bile söylese, o türlü sözler yine zırva, yine zırva, yine zırvadır.

“Ne helva ne de selvâ, illâ rü’yet-i Mevlâ!..” deyip sadece Hak rızasını tahsil yolunda koşanlara “mürted” veya “ehl-i dalalet” demek korkunç bir denaettir.

Siz bu zirvelerdeki insanların zırvalarına kulak asmayın!.. “Mürted” kim, o belli: Dünyayı esas alan mürtedler.. dini, dünya için kullanan mürtedler.. hiçbir şey yokken, filolara sahip olan mürtedler.. evlatlarına hırsızlık öğreten mürtedler Evet, yerini belleyememişler. Din ve diyanetini dünyaya duyurmaktan başka bir şey bilmeyen, bir şey tanımayan ve Allah’tan, Peygamber’den başka gözü bir şey görmeyen insanlara “mürted” diyorlar.

Ben öyle tanıdım arkadaşlarımı: Onlar, Cenneti, hurîyi, gılmanı bile, yaptıkları şeylerde hedef haline getirmekten “şirk”ten kaçınıyor gibi kaçındılar. Çünkü maksûdun bizzat, matlûbun bi’l-istihkak; “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah!” hakikatiyle ifade edilen o yüce hakikattir, Allah’tır; ne selvâ, ne helva.. ne bal, ne börek, ne saray (Râbia Adeviyye validemizin şu sözüne işaret ediliyor: “Ne helva ne de selvâ, illâ rü’yet-i Mevlâ!..” Ne kudret helvası isterim ne de bıldırcın eti; benim muradım yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın rü’yeti!..)

Sizin bu mevzuda en küçük görüneniniz, bunların onda birine tâbi olmadı; onları aklının köşesinden geçirmedi. Aklının köşesinden geçirdiyse şayet bir kıtmîr, hemen kıtmirliğini ortaya koyarak size sordu; “Acaba bu mesele ne ola?” falan dedi. Bu açıdan, kendini bilmez, densiz, bayağı o kimselerin sizlere “mürted” veya “firâk-ı dâlle” demeleri denaetin, şenaatin, fezâetin, hıyanetin, alçaklığın ve bir şey yapamama kompleksinin ifadesidir. Hayatlarında on tane insana, bizim millî değerlerimizi, tarihî mefâhirimizi, yüksek idealimizi ve din-i mübînin evrensel değerlerini anlatmaya muvaffak olamamışlardır. Aksine günümüzde olduğu gibi, o dinin dırahşan çehresini zift atarak kirletmişlerdir. Bir de yalanlarına yama yapan zift medyaları vardır ki; attıkları her yalanı imzalamaktadırlar.

Bu yalanları söyleyenlere Ziya Paşa ifadesiyle “yuf olsun!..” Duydukları halde seslerini çıkarmayanlara yuf olsun!.. Hâlâ bunları insan zannedip –değil Müslüman– arkalarından koşturanlara ve onların Müslümanlık adına bir şey vadediyor olduklarını sananlara yuf olsun!..

Dininden, millî mefkuresinden, Kitab’ından, Sünnet’inden, İcmâı’ndan, Kıyas’ından, an’anesinden, geleneğinden, örfünden, âdetinden onda bir bile fedakârlıkta bulunmayan.. ve bütün bu evrensel güzellikleri dünyaya tanıtmak için âdetâ seferberlik yapan, -günümüzün çağdaş münafıklarının hakiki mü’minlere karşı ilân-ı harp yapmaları gibi- hakkı-hakikati bütün insanlığa duyurma, güneşin doğup-battığı her yere ulaştırma adına seferberlik ilan etmiş bulunan insanlara iftira ediyorlar.

O fedakâr insanlar ki, dövene elsiz, sövene dilsiz, kıranlara da gönülsüz. Benim kırılmamı nazar-ı itibara almayın; kimse kırılmıyor. O densizlerin sözleri karşısında kimse eğilmiyor, kimse hicap duymuyor, kimse üzülmüyor, kimse müteessir olmuyor; herkes yoluna devam ediyor. Çünkü Hizmet gönüllüleri din-i Mübin-i İslam’ın değerlerini ve evrensel değerleri temsil ediyorlar; tarihimizden süzülüp gelen ve temel kıstaslarımız itibariyle regülasyona tâbi tutulan, böylece bize mal olarak değerlerimiz içinde yerini alan an’anelerimizi ve geleneklerimizi dünyaya taşıyorlar. Yüzümüzü kızartacak hiçbir şey yok bunların içinde. Binaenaleyh, bunları dünyaya duyurmak için dört bir yana seferberlik ilan etmiş insanlara karşı, yerinde “firak-ı dâlle”, yerinde “mürted!” diyen kimseler, Anadolu insanı değildirler.

Dün alkışlayıp takdir ederken mübalağa yapıyor ve bir çeşit şirke giriyorlardı; bugün de yıllar sonra döneklik yapıp “terör örgütü” derken ayrı bir dalalet sergiliyorlar.

Din Şurası’nda konuşuyor. Ona “şûrâ” yerine, bence “şirretlik toplantısı” denmeliydi. Din adına şirretlik topluluğunda bir siyasetçi konuşuyor. “Siyaset” idare etmek demektir; esasen idareden âciz, zavallı, kem talih, bahtsız, kabrini kirletmiş, berzahını kirletmiş bir talihsiz Hizmet Hareketi’ni, İslam Dünyası’nın en çirkin, en tehlikeli irtidat hareketi olarak gösteriyor!

Otuz seneden beri takdir ediyorlardı; Türkçe Olimpiyatları’nda, Pensilvanya’ya da selam gönderip “Milletimiz ona karşı medyuniyet duyuyor. Milletimizin adını, nâmını, nişânını dünyanın dört bir yanına duyurdu!..” derken mübalağa yapıyorlardı. O zaman farklı bir şirkle, âlî bir heyetin hizmetine ve himmetine Allah’ın lütfu şeklinde tecelli eden şeyleri bir şahsa mal ediyor ve “müşrik” oluyorlardı. Evet, alkışlarken öyle müşrik oluyorlardı. Sonra, otuz sene sonra, birden bire döneklik yapıyorlar; âlemin takdir ettiği, cihanın bağrını açtığı ve alkışla karşıladığı hizmetleri yok etmeye çalışıyorlar. Aleyhinde uğraştıkları bu dönemde bile on beş tane yeni okul açma imkânı veriliyor. Otuz senedir dünya insanı sanki aklını peynirle yemiş?!. Nasıl bir ortak payda ve insanlık adına nasıl bir şey ise, bir sürü farklı farklı kültürden o kadar insan, bunların hepsi ayrı ayrı düşündükleri halde, “Aman, olsun bu!” diyorlar, “Aman olsun!..” Fakat şimdi Türkiye’de bunu karalamak için şûralar tertip ediliyor. Allah adına, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enam adına, din adına, iman adına çok önemli bir mesajı, hem de Efendimiz’in “Götürün!” deyip emanet ettiği bir mesajı duyurma hareketine “terör örgütü” demek için toplantılar düzenleniyor.

Evet, “Benim nâmım, güneşin doğup battığı her yere gidecektir!” buyuruyor Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem). Hadislerde, “Hiç şüphe yok ki, bu din gece ve gündüzün yaşandığı her yere ulaşacaktır; Allah (celle celaluhu) yeryüzünde kerpiç, tuğla benzeri bir malzemeyle yapılmış her eve ve deve tüyü, keçi kılı, koyun yünü cinsinden örülmüş her çadıra bu dini girdirecektir.” deniyor. Ne var ki, bunlar, onun binde birine götüremediler onu. Binde dokuz yüz doksan dokuzuna götüren insanlara “mürted” deme meselesi, öyle korkunç bir irtidat mülahazasıdır ki -hafizanallah- eşi-benzeri olamaz.

Maalesef, birileri yukarıdan bazı şeyleri dikte edince, akıllarını ceplerine koymuş halayıklar da aynı şeyleri seslendiriyorlar. Kur’an-ı Kerim, Firavun ve kavmini bu hususa misal sadedinde anlatır. فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَO halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhruf, 43/54) Firavun, kavmini hafife aldı; kast sistemine göre, “Sizler, âdî mahlûklarsınız!” dedi. Arz etmiştim bir kere: Firavun, “Sokağın birisinde koyun olun, meleyin! Birisinde inek olun, böğürün! Birisinde at olun, kişneyin! Birisinde merkûp olun, anırın!” diye emrediyor. Hemen dediği her şeyi yapıyorlar. Şeytan geldiğinde, o manzara karşısında hayrete varıyor; “Yahu Amnofis, nedir bu hal böyle?” diyor. O şöyle cevap veriyor: “İdare ettiğim, arkamdan sürüklediğim varlıklar bunlar. Dediğim her şeyi rahatlıkla yaptırtıyorum. Cebrail hakkında bile çirkin bir lafta bulunduğum zaman, hemen söylerler bunlar. Ama senelerden beri uğraşıyorum, Harun ile Musa’ya sözümü dinlettiremedim!” Harun ve Musa hazretlerinin yolunda mı olmak istersiniz, yoksa bir kısım ferâinenin, Haccac’ların, Yezid’lerin, Rommel’lerin, Stalin’lerin, Lenin’lerin yolunda mı olmak istersiniz?!.

Mutlak biat etmeyenlere “Yâ bizdensiniz ya da mürtedsiniz, firak-ı dâlledensiniz, hâinsiniz, terör örgütüsünüz, paralelsiniz!” deyip duruyorlar.

Onca hakarete maruz kaldığınız halde, hâlâ durduğunuz yerde sabitkadem durmanız gösteriyor ki, onların size yol değiştirtmeleri mümkün değil. Çünkü öyle bir şehrah bulmuşsunuz ki, tâ bidayetinde ifade edildiği gibi, elli tane şeridi kendi hesabınıza kullanıyorsunuz. Ve diğer meşreplere karşı saygılısınız tepeden tırnağa. Kendi meslek, yol ve yönteminize, kendi dininize ve dinî değerlerinize dair mülahazalarınız burnunuzun kemiklerini sızlatacak mahiyette. Aynı zamanda, kendi değerlerinize delice bağlı olmanız, başkalarına karşı saygısızlığı gerektirmiyor. Siz, onlara karşı da derin bir saygı içindesiniz. Böylece yürüdüğünüz güzergâh emniyetini sağlama almış oluyor ve bir şerit yerine elli tane şeridi kullanıyorsunuz.

Kendi yollarını daraltanlar ise, önlerinde mutlak bağlılık sergilemeyenlere “Yâ bizdensiniz ya da mürtedsiniz, firak-ı dâlledensiniz, hâinsiniz, terör örgütüsünüz, paralelsiniz!” deyip duruyorlar. Oysa bu safsatalar, sadece şeytanın ilhamıyla veya vesvesesiyle söylenecek sözlerdir. Ayet-i kerimede buyurulduğu üzere, وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا “İşte, (tekvinî kanunlarımız çerçevesinde) her peygamberin karşısında insan ve cin şeytanlarından oluşan bir düşman şebeke var etmişizdir: Birbirlerine tamamen aldanıştan ibaret yaldızlı sözler fısıldayıp telkinde bulunurlar.”(En’am, 6/112) Kur’an-ı Kerim ferman ediyor: İnsî ve cinnî şeytanlar, teşvik maksadıyla, birbirlerine birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.

İşte bir ahmağın mü’minlere “mürted” demesi de bu türdendir. Oradaki diğer ahmaklar da, bilmiyorum, eğer “hayır” demedilerse, âhiretlerini mahvettiler ve hepsi, o gayyaya yuvarlandılar. Tasvip etmedikleri halde sessiz kaldılarsa, dilsiz şeytan kesildiler. Yok, protesto ederek kalkıp gittilerse, insanca davrandılar, insanlıklarını korudular; Allah (celle celâluhu) ile münasebetlerine karşı saygılı olmaya çalıştılar, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygılı olmaya çalıştılar.

Bu Hizmet, bu Hareket bilerek -Allah’ın izni ve inayetiyle- dalaletin onda birini irtikâp etmemiştir; kat’iyyen ve kâtibeten “irtidat”ın onda birine tenezzül etmemiştir. Biraz evvel bahsettiğim mülahazalara bağlayın: “Acaba, Cennet dendiği zaman gönlümü huriye, gılmana, çaya, ırmağa bağlarsam, Zât-ı Uluhiyet’e bağlı Tevhid mülahazamda hata etmiş olur muyum?” mülahazası içinde yaşayan insanlara, bu türlü bir isnatta bulunma, onu söyleyeni çoktan insanlıktan çıkarmış olur. Şeklen, sûreten insan

“Size tavsiyem, mukabele-i bi’l-misil hakkınızı kullanmayın; her şeye rağmen sabredin ve sadece tekfirden değil kötü sözün en küçüğünden uzak durmaya çalışın!..”

Her şeye rağmen, siz sabretmelisiniz. Çünkü Cenâb-ı Hak, buyuruyor ki: وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126)

Mukâbele-i bi’l-misil” sizin hakkınız olsa bile, sabır daha hayırlıdır. En azından sözle -bağışlayın- “it” diyene “it” deseniz, “terörist” diyene “terörist” deseniz, “paralel” diyene “paralel” deseniz; bu, hakkınız olabilir. Fakat Kur’an’ın ifadesiyle, “Size tavsiyem, bu hakkınızı da kullanmayın!.وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَDişinizi sıkar, katlanırsanız, kuşkusuz bu daha hayırlıdır.

Sabır, aynı zamanda, çölde zehir-zemberek bir otun adıdır; kelime de ondan alınmıştır. O zehir-zemberek şeyi yudumlayın. Mebde itibariyle zehir-zemberek bir şey, müntehâ itibariyle de şeker-şerbet bir şey varsa, o da sabırdır! Katlanın onlara; sonra bekleyin Cenâb-ı Hakk’ın hakiki mü’minlere vâdettiği şeyleri!.. O (celle celâluhu), hiçbir devirde hakiki mü’minleri, yüce mefkûrelerini bayrak gibi dört bir yanda dalgalandırmaya kendisini adamış insanları yolda bırakmamış; zâlimlere, kâfirlere, fâsıklara, hâinlere ezdirmemiştir. Muvakkat bir imtihan, arınmaları içindir; Enbiyâ-ı izâm onu çekmişse, o, onlar için de gereklidir.

Ezher Üniversitesi’nde “Sonsuz Nur”u Ders Kitabı Olarak Okutan Âlimin Hizmet Hakkındaki Çarpıtmalara Dair Verdiği Bir Misal

Fethi Hicâzî, büyük Arap âlimi, birilerinin hakkında tenkitler hazırladığı “en-Nuru’l-Hâlid”i (Sonsuz Nur kitabını) Ezher Üniversitesi’nde ders olarak takrir ediyormuş. Geçen gün, onu eline alarak veya onların çıkardıkları şeyleri eline alarak, bir kısım densiz insanların uydurma ortaya attıkları, sizin hakkınızda söylenen nâ-sezâ, nâ-becâ şeylere cevap veriyor. Bir yabancı.. bilen, kitap okuyan birisi.. kitâbî, kitaptan haberi olan birisi.. okuduğu şeyleri sırtında “şey” gibi taşımış değil; okumuş, okuduğunu anlamış ve “Elimden bırakmıyorum!” demiş.

Orada hoş bir misal verdi: Dedi ki: Böyle cümleleri sağından-solundan keser, biçer, yarısını söyler, yarısını söylemezseniz şayet, kendiniz komik duruma düşersiniz. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor: فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَYuf olsun, veyl olsun o namaz kılanlara!..” (Mâûn, 107/4) Şimdi meseleyi burada bıraktığınız zaman, “Namaz kılanlara veyl olsun!” Ama arkasını kesiyorsunuz. Devamında الَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلاَتِهِمْ سَاهُونَ الَّذِينَ هُمْ يُرَاءُونَ  “Namazlarını, namaz gibi kılmıyorlar; sehv ile, gafletle, uyuyarak, aradan çıkarma nev’inden, âlem görsün diye İşte yuf olsun bunlara, veyl olsun bunlara; Cehennemin en derin deresi mekan olsun bunlara!..” (Mâûn, 107/5-6) deniyor.

Bir sözü, bir cümleyi başından sonundan bir parça kopardığınızda aynı şey olur. Türk toplumunda yaygınca benzer bir vakıa vardır; bir hadise, bütün âlemin vird-i zebanıdır: Bir laubaliye demişler ki, “Niye namaz kılmıyorsun?!.” Cevap vermiş: “Ee niye kılayım ki?!. Cenâb-ı Hak, Kur’an’da buyuruyor ki: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ “Ey iman edenler, zinhar, namaza yaklaşmayın!..” (Nisâ, 4/43) (Efendim, bir de “len” ile deseydi, لَنْ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ “Asla, zinhar, ebediyyü’l-ebed namaza yaklaşmayın!”) “Ee onun gerisi de var!” diyorlar: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلاَ جُنُبًا إِلاَّ عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّى تَغْتَسِلُوا “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye, cünüp iken de -yoldan geçmeniz dışında- gusledinceye kadar mescide yaklaşmayın.” (Nisâ, 4/43) Aklınız başınızda değilse, sarhoş iseniz, kendinizi uyuşturmuş iseniz, namaza öyle yaklaşmayın! Namaz, Allah’a karşı şuurun remzi bir ibadettir. Namazlaşarak yapıldığı zaman ibadet olur. “El-pençe divan durma”nın bir manası vardır; “rükû”nun bir manası vardır; “kavme”nin bir manası vardır; “secde”ye kapanmanın bir manası, “ka’de”nin bir manası, “teşehhüd”ün bir manası vardır.. ve “teşehhüd”le âdetâ bir insan, namazını, miracın noktalanması gibi noktalar. “Namaz, mü’minin miracıdır, nurudur / Sefine-i dini, namaz yürütür.”İşte böyle “Namazı öyle bil ki, o, mü’minin miracıdır!” diyor İmam Rabbânî Hazretleri. Ama لاَ تَقْرَبُوا الصَّلاَةَ deyince, “Ee gerisi yok mu bunun?!” diyorlar, وَأَنْتُمْ سُكَارَى ve devamını hatırlatıyorlar; o zaman laubali adam, “Hafız değilim!” diyor.

Sağından Solundan Kesilen Cümleler ve Algı Operasyonları

Bir kısım cerâid-i zift de meseleleri ele alırken aynı şekilde davranıyorlar. Tabii baştakiler de öyle istediklerinden dolayı rahat hareket ediyorlar. Dünkü misalde geçtiği gibi, “yamacılar” öyle yapınca, dolayısıyla yalancılar da cesaret aldıkça alıyor; attıkça atıyor, tuttukça tutuyorlar. Fakat hiç birinin ne tutulur yanı var, ne değerlendirilir yanı var.

Size bir de Kıtmir’in başından geçmiş bir vakıayı anlatayım. Siz o zaman medyayı takip ediyorduysanız şayet, muttali olmuşsunuzdur. Bundan yirmi sene evveldi. Türkiye’de hangi parti olursa olsun, uluorta “Falan mü’mindir, falan kâfirdir!” demeye kimsenin hakkı yok. Fakat belli bir zümreye o gün bazılarınca öyle deniyordu; belki hâlâ bugün “siyasî İslamiyet” diyenler, onlara öyle bakıyor; miting konuşmalarında da öyle diyorlar. Oysaki içlerinde dünya kadar dine, imana inanan insan da vardır. İşte bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak, Fakir, meseleyi ifade ederken -hususi bir sohbetti, belki bu kadar insan vardı- dedim ki: “Arkadaş! çok dikkat edin!..Halk Parti kâfirdir!’ diyemezsiniz, diyemezsiniz, diyemezsiniz!..” Efendim, “diyemezsiniz!” kelimelerini silince ne kalıyor geriye “Halk Parti kâfirdir!” O zaman malum bir medya bu meseleyi serlevha olarak manşet yaptılar gazetelerinde.

Her zaman olmuştur, başıma gelmiş bir şey.. o zatların başına gelmiş bir şey.. o zatın dediği gibi bir şey Ve bugün de kendilerini İlahiyatçı gören bir kısım insanlar, meseleleri siyakından-sibakından kopararak, müstetbeâtü’t-terâkibi görmezlikten gelerek, umum mevzua mahrutî bir bakışla bakmadan, sadece bir kelimeyi alıp onunla bir kesimi, bir çevreyi karalıyorlar. Dininden başka bir şey düşünmeyen, dine hizmete, mefkûresine hizmete, Anadolu insanı olma mefkûresine hizmete kendini adamış ruhlara iftira ediyorlar.

Antrparantez; yaptığı hizmetleri belli çıkarlara bağlayan insanlar, kat’iyyen samimi değildirler. Yaptıkları hizmetlerle villalar, yalılar, filolar elde ediyorlarsa Bir dönemde bir meşhurun, ma’lumun, marufun, kutsalın (!) mırıldandığı gibi: “Hırsızlık, babadan oğula intikal eder!..” Ee birileri villalar, yalılar peşinden koşarsa, sulbünden gelen kimseler de onun genlerini taşıdıklarından dolayı, filolar edinirler haliyle; belki uluslararası filolar edinmeyi düşünürler. Çok doğru söylemiş, “sadaka!..” Babadan oğula hırsızlık, haramilik, eşkıyalık, irtişa, irtikâp, ihtilas intikal eder; o haramî ise şayet, öbürleri de kırk haramîler olur; çevresi, mâbeyn-i hümayunu, mele’si, bir yönüyle, kırk haramîler olur.

Evet Böyle sağından-solundan kesmek suretiyle, meseleleri farklı şekilde kompoze etme, zannediyorum, çok yakın bir gelecekte, bu işi yapanları, aklı başında insanlar nazarında gülünç duruma düşürecektir. Çoklarının önüne kameralar konacak ve onlara mikrofonlar uzatılacak; hissiyatları mülahazaları alınacak. Bilmiyorum, bugün bu türlü komploları hazırlayan ve bazı kimseleri itibarsızlaştırmak için ellerinden gelen her türlü yalanı söyleyen Makyavelistler, haya hislerini yitirmemişlerse, o zaman ne yapacaklar?! Ama hayâ hissini yitirmişlerse, “Ee ne yapalım, dünya bunun böyle olmasını istiyordu!” falan diyecekler. Zannediyorum, çoğu da böyle diyecektir.

Ali Bulaç Bey’in Tercihi ve “Her yanı canavar sarmış, bu ne müthiş bir hâl!..”

Ali Bulaç’a Cenâb-ı Hak uzun ömür, âfiyet-i dâime ihsan eylesin. Bir ilim adamıdır, iyi bir sosyologdur, Arapçayı anadili gibi bildiğinden dolayı tefsir mahiyetinde bir de meal yazmıştır. Öteden beri yazdığı yazıların hepsinde iffet âbidesi; yazdıklarına iffet adına kompoze edilmiş şeyler nazarıyla bakabilirsiniz. Seve seve okuyacağınız yazılar yazmış. Bu dönemde içeriye (hapishaneye) girmiş. Kırk haramîlerden birileri, SS’lerden bir tanesi gitmiş ona demiş ki, “Yahu ne diye buraya geldin girdin? Sen de o göbekli adam gibi deseydin, bunlara sövseydin ve falancanın yanında yerini alsaydın, hiç buraya girmeyecektin. Bak, adam ne güzel, gül gibi; -efendim- oradan alıyordu 1000, buradan alıyor 10 bin; böyle, gül gibi yaşıyor işte!..

Doğru, dünyaya tapanlar için, ahirete inanmayanlar için, “Allah!” dedikleri zaman bile içlerini yansıtmayan sözlerle yalan söyleyenler için Hani bir Türk atasözü vardır: “Bir ‘Allah’ dediğine inan!” Bunların öyle dediğine de inanmayın “Alla!” diyorlardır onlar. İnanmayın kat’iyyen. “Namaz!” dedikleri zaman, başka bir şey kastediyorlardır. Çünkü genleri -bir yönüyle- yalana, iftiraya, tezvire, hıyanete kilitlenmiş gibi insanlar bunlar. O (Ali Bulaç) babayiğitlik yapmış, orada medrese-i Yusufiye’yi tercih etmiş; diğeri ahiretini karartmış, dünya adına halayıklığı, kapıkulu olmayı tercih etmiş.

Evet, Cenâb-ı Hak, sizi korudu; arkadaşlarınızı korudu. Bir imtihan verdiniz; çürükler döküldüler. Var ya cevizin, fındığın çürüğü; çürükler döküldüler. “İtiraf” mahiyetinde iftiralarda bulundular; işin içinden sıyrılmak, şirin görünmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.

“Her yanı canavar sarmış, bu ne müthiş bir hâl / Sana kalsa, yaşamak, muhallerden de muhal!

Kim bilir, belki gelir sürprizden bir inâyet / Zevâl bulur bir bir her türlü menfî, ihtimal!..”

Ben demedim, makine söyledi. İşte böyle; canavarlar orada zavallı bir kuzunun etrafını sarmışlar. Öyle kuzu kuzu davranan insanlar ki, arı ölmüş, ağlamışlar; karıncaya basmamak için dikkatli yürümüşler; sağlarına-sollarına bakmamışlar. Hapishanede iken bir fare orada can çekişiyor gibi olmuş, onu hemen bir kesenin içine koymuşlar medrese-i Yusufiyedekiler; oradaki SS’lere götürmüşler; demişler ki “Bu fare ölecek; dışarı koyarsanız, kendi tabiatına uygun bir zemini bulunca belki hareket eder!” Fareye karşı bu kadar şefkatli davranan insanlara, “terör örgütü” demek ve elli türlü yalan ile, tezvir ile, iftira ile, isnad ile bir kısım zift cerâidini de bu istikamette kullanmak büyük bir iftira ve zulümdür. “Terör örgütü” bühtanı dünyada tutmayacak, elli defa atsalar iz bırakmayacak öyle kuyruklu bir yalan ki, azıcık inançları var idiyse, ahiretlerini yıktılar.

Ve dünyanın da onlara kalacağına ihtimal vermiyorum. Yarın başka biri gelir onların yerine, o da onlara aynısını yapar. اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ، يَنْتَقِمُ بِهِ اللهُ، ثُمَّ يُنْتَقَمُ مِنْهُ Zâlim, Allah’ın kılıcıdır!.. O kılıç, bugün sizin başınızda kavisler çiziyor; yarın bir başkasının elinde onların tepelerinde kavisler çizer. Dolayısıyla kararttıkları âhiretin yanında, imanın yanında, İslam’ın yanında, ihsanın yanında, ihlasın yanında, aşk u iştiyakın yanında, dünyalarını da karartmış olurlar. “Allah, imhâl eder, ihmâl etmez”; mehil üstüne mehil verir tâ âhirette mazeret beyan etmesinler! Hiçbir münafık, ilelebet pâyidar olmamıştır. Vesselam

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Îsâr ruhu: Başkalarını kendine tercih etme ufku

Fethullah Gülen: Bamteli: Îsâr ruhu: Başkalarını kendine tercih etme ufku

  • İnsanın, başkalarını kendisine tercih etmesi mânâsına gelen îsâr; ahlâkçılara göre, toplumun menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce düşünmek demektir; tasavvuf erbabınca ise, en hâlisâne bir tefânî düşüncesiyle topyekün şahsîliklere karşı bütün bütün kapanıp, yaşama zevkleri yerine yaşatma hazlarıyla var olmanın unvanı kabul edilegelmiştir.

    وَلاَ يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ
    “Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9)

    âyetiyle -Ashâb-ı Kirâm’ın yüksek ahlakının bir derinliği olarak- işaret edilmek istenen îsâr zirvesi de işte budur. (00:25)
  • Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- hazretlerinin anlattığı şu hadise Ashâb-ı Kirâm’daki îsâr ruhunu aksettirmektedir: “Yedi ev vardı, hepsi de yoksuldu. Birisi bu evlerden birine bir koyun kellesi gönderdi. Ev sâhibi, komşusunun daha muhtaç olduğunu düşünerek kelleyi diğer komşuya gönderdi. İkinci komşu da aynı düşünceyle kelleyi üçüncü komşuya gönderdi. Bu şekilde kelle yedi ev arasında dolaştıktan sonra tekrar ilk hediye edildiği eve gönderildi.” (01:40)
  • Hazreti Ebû Hüreyre anlatıyor: Bir gün Huzur-u Risaletpenâhî’ye birisi geldi. Allah Rasûlü’ne yaklaştı ve şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Birkaç günden beri yiyecek bir şey bulamadım. Üst üste aç olarak oruca niyetlendim.” Allah Rasûlü etrafına nazarını gezdirdi. Fakat onu evine götürüp misafir edecek kimse göremedi. Neden sonra Allah Rasûlü’nün çok sevdiklerinden Ebû Talha ayağa kalktı ve: “Yâ Rasûlallah, onu ben misafir edeyim.” dedi. Sonra da alıp evine götürdü. Her şeylerini İslâm uğrunda harcayan bu insanların ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmamıştı.. ara sıra evlerinde bir çorba ya pişerdi veya pişmezdi. İhtimal o gün, hanımı Ümmü Süleym çocuklarına bir parça çorba yapabilmişti ve onu çocuklara içirecekti. Misafir eve gelince karı koca aralarında konuştular: “Bu gece çorbayı Allah Rasûlü’nün misafirine yedirelim. Biz nasıl olsa bugün de aç olarak oruç tutabiliriz. Çocukları ikna edip yatırırız.. sabah onların da çaresine bakarız.” Yapacakları şey şu idi: Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip götürecek.. zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi.. böylece misafir de karnını doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve sabah namazında da Allah Rasûlü’nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü onlara döndü, sonra da Ebû Talha’yı ve misafirini arayarak onlara sordu: “Bu gece ne yaptınız ki, hakkınızda şu âyet (Haşr, 59/9) nazil oldu:

    وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ
    “Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.”

    (02:55)
  • Yermük savaşında yaralı vaziyette yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan sahabîlerin (radıyallâhu anhüm ecmaîn) kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihâyetinde üçünün de bir damla su içemeden şehadet şerbetine kavuşmaları ne müthiş bir diğergâmlık örneğidir. Bu ibretli tabloyu Mehmed Akif Safahât’ında ne güzel anlatır:

    Huzeyfetü’l-Adevî der ki: Harb-i Yermûk’ün,
    Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
    İkindi üstü biraz gevşeyince sanki kıtâl,
    Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
    Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
    Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.

    Ne ma’rekeydi ki çepçevre göğsü kandı yerin!
    Hudâ’yâ kalbini açmış yatan bu gövdelerin,
    Şehîdi çoksa da gâzîsi hiç mi yok?.. Derken,
    Derin bir inleme duydum Fakat bu ses nerden?
    Sırayla okşadığım sîneler bütün bî-rûh
    Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.

    Dedim; “Biraz su getirdim, içer misin versem?”
    Gözüyle “Ver!” demek isterken arkadan bir elem,
    Enîne başladı. Baktım nigâh-ı merhameti,
    “Götür!” deyip bana îmâda ses gelen ciheti.
    Ne yapsam içmeyecek, boştu anladım ibrâm;
    O yükselen sese koştum ki Âs’ın oğlu Hişâm.

    Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları;
    Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.
    İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa “âh!”,
    Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan nâgâh!
    Hişâm’ı gör ki o hâlinde kaşlarıyla bana,
    “Ben istemem hadi git ver,” diyordu, “haykırana.”

    Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı .
    Yetiştim oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!
    Hişâm’ı bâri bulaydım, dedim hemen döndüm,
    Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
    Demek bir amcamın oğlunda vardı, varsa ümîd.
    Koşup hizâsına geldim o kahraman da şehîd.

    (03:30)
  • Îsâr sadece maddî imkanlarda söz konusu olan bir fedakarlık değil; o aynı zamanda makam, mansıp, paye, nüfûz, müessiriyet.. gibi maddî-manevî hemen her konuda kardeşlerini öne çıkarma ve kendi gerilerden gerilere çekilerek arkadaşlarının başarılarının dellalı gibi davranma demektir. Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme, diğer mü’minlerin hizmetlerini de alkışlayıp onların muvaffakiyetleriyle mesrur olma da îsâr hasletinin bir derinliğidir. Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer efendilerimizin halife tayinindeki birbirlerine karşı tavrı da bu hususun en güzel örneklerindendir. (04:44)
  • Hazreti Ömer efendimiz, ruhunun ufkuna yürürken, halife olarak oğlu Abdullah’ı (radiyallahu anhüma) tayin etmesini isteyenlere tek cümlelik cevap vermişti: “Bir evden bir kurban yeter!.” Hazreti Ömer bu sözüyle idareci olmanın sorumluğuna işarette bulunuyordu. (08:00)
  • İhtimal burada îsâr ruhuyla yaşayanlar Cennet’e girerken bile o istikamette davranırlar. Nitekim, hadis kitaplarında ahirete ait şöyle bir tablo anlatılmakta ve zenginler ile âlimlerin karşılaşmaları nazara verilmektedir: Servetini Allah yolunda infak eden zenginler ile ilmiyle âmil olan âlimler Cennet’in kapısında buluşacaklar. Âlimler, cömert zenginlere hitaben, “Buyurunuz, öncelik sizin hakkınızdır, evvela siz giriniz. Çünkü, şayet siz servetinizi Allah yolunda infak etmeseydiniz, ilim yuvaları açmasaydınız ve eğitim imkanları hazırlamasaydınız, biz ilim sahibi olamaz ve doğru istikameti bulamazdık. İlim yolunda bulunmamıza ve ufkumuzun açılmasına siz vesile oldunuz; biz size borçluyuz. Dolayısıyla hakk-ı tekaddüm size aittir, buyurunuz!” diyecek ve onlara hürmeten bir adım geriye çekilecekler. Fakat, cömert zenginler, “Aslında, biz size borçluyuz; çünkü, eğer siz o engin ilminiz sayesinde bizim gözlerimizi açmasaydınız, bize güzel rehberlik yapmasaydınız, tekvinî ve teşriî emirleri beraberce okumasını öğretmeseydiniz ve helalinden kazanıp Allah için infak etmenin güzelliğini göstermeseydiniz, biz servetimizi böyle hayırlı bir iş uğrunda sarfedemezdik. Siz kılavuzluk yaptınız ve bizi bir verip bin kazanma çizgisine taşıdınız. Bundan dolayı, dünyada olduğu gibi burada da öncülerimizsiniz; buyurunuz, evvela siz giriniz!” mukabelesinde bulunacaklar. Bu tatlı muhavereden sonra âlimler öne geçecek ve ard arda Cennet’e dahil olacaklar. Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz bu hadiseyi sadece gelecekten haber vermek için nakletmemiş, aynı zamanda ümmetine bir îsâr ufku göstermiştir. (10:15)
  • Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, melekût âlemini seyerân eylemiş, daha sonra urûcunu, nüzulle taçlandırmış ve ümmetini Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmiştir. Büyük velilerden Abdülkuddüs Hazretleri demiştir ki: “Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mi’râç’ta gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü’l-Müntehâya ulaştı, Cenâb-ı Allah’la konuştu. Fakat, Cennet’in câzibedâr güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!..” Bunu değerlendiren bir büyük zât ise, “işte nebi ile veli arasındaki fark” diyerek önemli bir hakikate işaret etmiştir. Peygamber Efendimiz’in bu tercihi -Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde- “îsâr-u îsârillâh” sözleriyle ifade edilen hâldir; apaçık hususî mazhariyetlere bile birer mahmil bularak, ücret ve huzûzât vaktinde bütün mevhibeleri nisyana gömüp, sadece ve sadece O’nu duyup, O’nun varlığının ziyasının gölgesi olduğunu hissetmektir ki, “Akrabü’l-Mukarrabîn”in yoludur. Bu mânâda, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman bir îsâr kahramanıdır. O’nun gökler ötesi âlemlerden, dönüp insanlar arasına inmesi, duyup tattıklarını ümmetine de tattırmak için müşriklerin eziyetlerine maruz kalacağı bir yolu seçmesi hiç kimseye nasip olmayan bir “îsâr” derecesi; ümmeti adına Cennet’ten çıkıp cehennemlere gözyaşı salması, salıp bütün insanları dilemesi de hiç kimsenin tasavvur bile edemeyeceği bir başka îsâr derinliğidir. (17:00)
  • Adanmış ruhlar öyle istiğna ve fedakârlık ortaya koymalıdırlar ki adeta îsârlaşmalıdırlar. Onlar, sadece maddî fedakârlıklarla yetinmeyerek, manevî füyüzat hislerinde de başkalarını kendilerine tercih edebilmelidirler. Hazreti Üstad’ın, “Gözümde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım! Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” sözü adanmış ruhlar için bir ufuk ve o ölçüde istiğna duygusu bir hedeftir. (26:02)
  • İnsanın mükemmel yaratılışını ve Hak katındaki kıymetini ifade eden Hazreti Ali (radiyallahu anh) “Kendini küçük bir cirim görüyorsun; halbuki bütün âlemler sende gizlidir. Sen bütün kâinatın bir fihristisin.” der. M. Akif de Hazreti Ali’ye isnad edilen bu sözü serlevha yapıp şöyle seslenir:

    Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
    “Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen.
    Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
    Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.

    İnsanlığa bu mahiyetini duyurma, günümüzün nesillerinin ona en büyük armağanı olacaktır. (31:44)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Islah yolu ve güzergâhtaki gulyabânîler

Fethullah Gülen: Islah yolu ve güzergâhtaki gulyabânîler

Hizmet gönüllülerinin aslî vazifesi, basiretlerdeki tabiî, nefsânî ve şeytânî kataraktların ameliyatını yapmaktır.

  • “Hizmet” dediğimiz bu harekete kendini adamış insanlara düşen vazife, birer göz hekimi gibi insanların gözlerindeki perdeyi kaldırmaya çalışmak; tabiî, nefsânî ve şeytânî kataraktları ameliyat ederek onların her şeyi, görmeleri gerektiği gibi görmelerini sağlamaktır. Denebilir ki, enbiya-ı izâmın, sahabe-i kiramın, tebe-i tâbiîn-i fihâmın, sonra da müçtehitlerin ve müceddidlerin vazifesi de budur. Buna isterseniz emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker diyebilirsiniz.
  • İ’la-i kelimetullahın ve tebliğin özünü “iyiliği emretmek, kötülükten menetmek” sözleriyle hulasa ettiğimiz “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” vazifesi oluşturur.
  • Allah’ın adının gönüllere nakşedilmesi, İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip anlatılması mânâsına gelen “i’lâ-i kelimetullah”, bir mü’minin en önemli vazifesi ve esas itibariyle peygamber mesleğidir. Eğer, Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı, Cenâb-ı Hak en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi. Oysaki Allah Teâlâ, peygamberlerini i’lâ-i kelimetullah vazifesiyle görevlendirmiş ve sürgünlerin, hapishanelerin, hakaretlere maruz kalmaların, işkencelerin, idam sehpalarına götürülmelerin, hatta şehit edilmelerin çokça görüldüğü bu kutsal yola sevk etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb ile terhîbin her zaman birbirini takip ettiği görülecektir.

  • İrşad mesleğinde tebşîr ve inzâr çok önemli iki husustur. Tebşîr, isabetli bir yolun neticesinde insanın içinde beşaşet hâsıl edebilecek, bişaret sayılabilecek bir şey söyleme demektir. İnzâr da eğri yolun encamında insanın başına gelebilecek kötülüklerden o insanı sakındırma manasına gelir. Tebşîr aynı zamanda tergîb (teşvik etme, isteklendirme, imrendirme) ifade etmektedir; inzâr ise terhîb (uyarma, tedbir aldırma, uzaklaştırma) vazifesi görmektedir; bunlardan ilki recâya, ikincisi havfe bakmaktadır; birinde ümitlendirme, diğerinde ise, sakındırma vardır.
  • Aslında, Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb ile terhîbin her zaman birbirini takip ettiği görülecektir. Uzun surelerde makta’ların (belli bir meseleyi ele alan daha kısa bölümlerin) birisinde imrendirme ve teşvik ihtiva eden bir mevzudan bahsediliyorsa, genellikle öbüründe uyarma, tedbir aldırma ve kötü akıbetten alıkoyma manalarını da barındıran bir konu anlatılmaktadır. Hatta peşi peşine gelen kısa sureler arasında da aynı münasebet söz konusudur; önceki surede özendirme varsa, sonrakinde sakındırma bulunmaktadır.
  • Başka bir açıdan, irşad mesleği, bir yandan arıtma (tahliye – التخلية) diğer taraftan da süsleme (tahliye – التحلية) vazifesidir. Önce nefsi, öfke, inat, bencillik, kıskançlık, hased, kin, nefret ve sair şerre sebep temayüllerden arındırmak; daha doğrusu onların yönlerini hayırlı işlere çevirmek lazımdır. Daha sonra da güzel sıfatları ve güzel ahlakı ruha mal etmek, böylece onu süslemek, ziynetli hale getirmek gerekmektedir.
  • Rasûl-i Ekrem Efendimiz, rehberliği zaviyesinden dualarında “tahliye” (التخلية) talebinde de bulunmuştur. Mesela, Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz’in sıkça tekrar ettiği dualarından biri şöyledir:

    اللَّهُمَّ بَاعِدْ بَيْنِي وَبَيْنَ خَطَايَايَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ اللَّهُمَّ نَقِّنِي مِنْ خَطَايَايَ كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ الْأَبْيَضُ مِنْ الدَّنَسِ اللَّهُمَّ اغْسِلْنِي مِنْ خَطَايَايَ بِالثَّلْجِ وَالْمَاءِ وَالْبَرَدِ
    “Allah’ım, mağrib ile maşrıkı (batı ile doğuyu) birbirinden uzaklaştırdığın gibi beni de hatalarımdan uzak tut. Allah’ım, beyaz elbisenin kirden arınması gibi beni de hatalarımdan temizle. Allah’ım beni karla, suyla ve dolu ile (yıkanmış elbise gibi) hatalarımdan arındır.”

  • Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i Zât, evsâf-ı sübhaniye ve icraat-ı hakîmanesini câmi’ mertebeye, me’lûhiyeti iktiza etmesi açısından ulûhiyet, “Rab” gibi bir ism-i sıfata bakıp merbûbiyeti nazara veren bir mertebeye de rubûbiyet dairesi denmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in bu her iki mertebe hakkındaki nassları kat’îdir. Onun emrettiği tevhid içinde hem “tevhid-i ulûhiyet” hem de “tevhid-i rubûbiyet” vardır. Meselâ, İhlâs sûre-i celilesi, Cenâb-ı Hakk’ın lâzım-ı Zâtiyesi olan sıfât-ı kemal ile tavsifi ve Zâtına münâfî noksan sıfatlardan da tenzihi ifade etmesi açısından tevhid-i ulûhiyeti takrir eder. Kâfirûn sûresi ise, ibadet ve perestişin ancak ve ancak şerîk ve nazîri bulunmayan Allah’a mahsus olmasını ifade etmesi açısından tevhid-i ubûdiyeti takrir eylemektedir. Fatiha sûresi, değişik âyetleriyle hem “tevhid-i rubûbiyet” hem de “tevhid-i ulûhiyet” ve “ubûdiyeti” takrir buyurur. İ’la-i kelimetullah bu hakikatleri de üslubunca anlatmayı gerektirir.

Hüzün vardır, ahiret buudludur ve “kutsal hafakan” sayılır; hüzün de vardır, dünya yörüngelidir, nefsî ve şeytanî dürtülerden kaynaklanır.

  • Hüzün vardır, ibadet ü taatteki eksiklik mülâhazasından ve vazife-i ubûdiyetteki kusur endişesinden kaynaklanır. Hüzün vardır, kalbin mâsivâya (Allah’tan başka her şey) meyl ü muhabbetinden ve duyguların teveccühteki teklemelerinden kaynaklanır. Hüzün de vardır, dünyaya meyilden, mal sevgisinden, makam hırsından, şöhret tutkusundan ve tahakküm sevdasından kaynaklanır. Diğerleri makbul olmakla beraber, dünyeviliğe bağlı stres, anguaz ve hafakanlar merduttur.
  • İnanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Âlem-i İslam’ın ızdıraplarını içte duyarak hüzünlenmek ve insanlığın hidayetini düşünerek tasalanmak olsa olsa “mukaddes hüzün” veya “kutsal hafakan” şeklinde adlandırılabilir ki bunun örnekleri de en çok İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, diğer nebilerin ve peygamber vârislerinin hayatlarında görülebilir.
  • Akıbeti ve ahireti düşünmeyenlerin hüznü değersiz ve neticesizdir. Hâlbuki Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) isnat edilen şu sözlerle de dile getirilen hakikatler hep akıbet endişesiyle yaşamayı gerektirmektedir:

    يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ اشْتَغَلْ
    قَدْ غَرَّهُ طُولُ الْأَمَلْ

    أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ
    حَتَّى دَنَا مِنْهُ الْأَجَلْ

    اَلْمَوْتُ يَأْتِي بَغْتَةً
    وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ الْعَمَلْ

    اِصْبِرْ عَلَى أَهْوَالِهَا
    لَا مَوْتَ إِلَّا بِالْأَجَلْ


    “Ey dünya meşgaleleriyle oyalanan zavallı!
    Upuzun bir ömür ümidiyle hep aldandın!

    Yetmez mi artık bunca gaflet ve umursamazlığın?
    Zira bak, yaklaştı ötelere yolculuk zamanın!

    Unutma, ölüm çıkıp gelir bir gün ansızın!
    Seni bekliyor kabir, o ki amel sandığın.

    Öyleyse, dünyanın sıkıntı ve belâlarından sabra sığın!
    Bilesin ki ecel gelmeden gerçekleşmez ölüm ayrılığın!”

Boz bulanık hırslarla ve imkânlarını yitireceği korkusuyla titreyen bir talihsiz cihana sultan olsa da hür değildir.

  • Başkalarına kulluktan sıyrılmanın tek yolu, Allah’a kul olmaktan geçer. Bakmayın bazı kimselerin yalan yanlış namaz kılmalarına!.. İnsan, Allah’a kulluktan kopunca, saltanata kul olur, debdebeye kul olur, tûl-i emele kul olur, tevehhüm-i ebediyete kul olur, bohemce yaşamaya kul olur, parayla pulla oynamaya kul olur, âlemin kendisini alkışlamasına kul olur, parmakla gösterilmeye kul olur, kendisine ayağa kalkmaya kul olur Böylece, kendisi için elli tane put oluşturur; Lât’lar, Menât’lar, Uzza’lar, Nâile’ler, İsaf’lar, Zeus’ler, Afrodit’ler geride kalır.
  • Böyle kopuklar dengeli de düşünemezler. Belki bulundukları yeri de teminat altına alamazlar. Bir dönemde bir şey yaparlar ama hep günü kurtarma derdinde oldukları için fiyaskolar yaşarlar. Mesela, bir mesâvîye göz yumarlar; diyelim ki, bir şekavet şebekesiyle, Allah belası bir terör örgütüyle muvakkaten bir anlaşmaya girerler. O terör örgütü, onların ülkelerinin dört bir yanını, kendi ifadeleriyle, cephanelik stokları haline getirirken ya görmüyorlardır -o zaman kör gözlerine sokulsun- veya görüyor, bilerek o meseleye müsamaha ediyorlardır. Bakın neleri kaybettiriyorlar!.. Bir tarafta o şehitlerin şehadetinin, öbür tarafta da bir sürü insanı daha düşman haline getirme ve mağduriyete uğratmanın arkasında ya korkunç bir gaflet, ciddi istihbarat zaafı ve umursamazlık veyahut da o günü gün etme hesabına, onlarla iyi geçinme adına, “Varsın onlar da değişik yerleri cephane stokları yapsınlar!” mülahazası vardır. Birincisi olursa, gaflettir, denaettir, şenaattir, fezaattir; ikincisi ise hıyanettir, alçaklıktır.
  • Sadece bugüne takılan insanların hali budur. Onlar hem bugünü kaybederler hem de yarını kaybederler. Bugünü kaybederler; zannediyorlar ki bu işler böyle devam edecek. Hayır, maşerî vicdanda temerküz ve tahaşşüt eden çok ciddi bir metafizik gerilim vardır ki, hafizanallah, indirdiği tokatla -yeniçeri tokadı gibi- onları yerle bir eder. Gider böylece dünya; onların sevdalısı oldukları dünya, aşığı oldukları dünya, taptıkları dünya, putperestlik ettikleri dünya ellerinden gidiverir. Ahireti zaten çoktan kaybetmişlerdir. Münafıkların kaybettikleri gibi Onlar da camiye geliyorlardı, namaz kılıyorlardı, oruç tutuyor görünüyorlardı. Fakat “Kalblerinde bir maraz vardı da Allah marazlarını artırmıştı.” Her hıyanetleri, her nifakları, her dünyaperestlikleri onların iç marazlarını artırıyordu.

“Hakîr düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.”

  • Allah Rasûlü münafıklar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Hazreti Huzeyfe’ye (radıyallâhu anh) söylemişti de. Bundan dolayı da Hazreti Ömer, Hazreti Huzeyfe’yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını o da kılmazdı. Dahası, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu.
  • Hâlihazırdaki durumun tesirinde kalmamalı. Ne olursa olsun, vazifemiz i’lâ-i kelimetullah’tır. En ağır şartlar altında -cehenneme koysalar, ayaklarımıza prangalar vursalar, Promete gibi bizi zincirlerle kayalara bağlasalar da- Allah’ın izni ve inayetiyle yine bu vazifemizi yapmaya çalışırız.
  • Onlar “bitirdik” falan diyorlar! Neyi bitirdiniz?!. Allah’ın ektiği tohum; o (filizlenme manasına) bitiyor. Siz “bitirdik” diyorsunuz; tıpkı çayırlar gibi, o yeniden arkadan yeşeriyor. Zaten olduğu gibi kalsa kuruyacak. Onun için hafif bir budamaya, tımara ihtiyacı var. “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, hâristan olur.” Bir yönüyle, hâristan (diken tarlası) olmaması için Allah zalimlerin elleriyle biçiyor sizi.
  • Namık Kemal diyor ki: “Hakîr olduysa millet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.” Onu az değiştirerek şöyle diyeyim: “Hakîr düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.” Sizin kıymetinizle, itibarınızla oynayan ve algı operasyonlarıyla sizi itibarsızlaştırmaya çalışanlar, dünya kamuoyu nezdinde kendi itibarlarını yitiriyorlar. Tarihin sayfalarına itibarsız Nemrut’lar gibi geçecekler, Firavun’lar gibi geçecekler, Şeddat’lar gibi geçecekler!..
  • “Bulunmazsa milletin efradı beyninde adalet / Geçer zemine bir gün arşa çıkan pâye-i devlet.” Şimdiye kadar numunesi elli defa görülmüş, varsın bu da elli birincisi olsun!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İstiğfar

Fethullah Gülen: İstiğfar

İstiğfar ne demektir? İstiğfarın belli bir vakti var mıdır; yoksa o, her zaman mülahazalara emanet bir nedamet ifadesi midir? İstiğfar için belli bir usûlden bahsedilebilir mi?

  • İstiğfar; insanın içine düştüğü bir hatanın pişmanlığıyla kıvranarak Cenâb-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini ve günahlarının bağışlanmasını istemesi, afv ve mağfiret dilemesi demektir. (00.33)
  • Her günahtan dolayı Cehenneme yuvarlanıyormuşçasına nedamet ve ızdırap duyma mü'min bir gönlün şiarıdır. Günahtan müteessir olmayan bir kalb ise ölü sayılır. Günaha karşı tepki vermeyen ve hatalardan rahatsızlık duymayan bir gönül, cansız bir bünye gibidir. (03.58)
  • "Estağfirullâh" sözü, "Allah'ım, Sen'den yarlığanma diliyorum; ömrüm vefa ettiği sürece de bu talebime devam edeceğim. Bir kere afv dilemeyi yeterli bulmuyorum; şu anda beni bağışlamanı istediğim gibi, bu hatamdan dolayı bir ömür boyu nedamet duyacak ve mağfiret dileneceğim. Yarlığa beni Rabbim!.." manalarını ihtiva etmektedir. (05.15)
  • Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyuruyor: "Ne mutlu o kimseye ki, defterinde çok istiğfar bulunur." (07.11)
  • Her farz namazdan sonra üç defa "Estağfirullâh" demek sünnettir. (08.33)
  • İstiğfar, hemen her yer, zaman ve pozisyonda yapılabilir. Ancak Kur'ân ve Hadis'te, seher vakitlerinde dua ve istiğfarda bulunulması tavsiye ve teşvik edilmiştir. Cennet ehli ve öte dünya nimetlerine nail olanlar anlatılırken bu durum, özellikle hatırlatılmıştır: "Sabredenleri, doğru olanları, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranları, Allah için (mallarını) harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri (Allah görmektedir)" (Al-i İmran, 3/17); "(Cennetlikler) geceleri pek az uyurlar; seherlerde istiğfar ederler." (Zariyat, 51/17-18) (14.02)
  • İstiğfar, günahların yarlığanmasını isteme olduğundan bir mebde'dir; bu işin müntehası ise tevbe, inâbe ve evbedir. (18.09)
  • İstiğfarın usûlü nasıl olmalıdır? (19.16)
  • يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ
    وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
    "Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyûm, rahmetinin vüs'atine itimad ederek Sen'den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!" Bazı rivayetlerde "وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذٰلِكَ" ilavesi de vardır; yani, "Göz açıp kapayıncaya kadar.." kaydıyla yetinilmemiş, "Hayır! O kadar değil, ondan daha az bir zaman da olsa beni nefsimle başbaşa bırakma!" denilmiştir. (23.17)
  • Şeddad bin Evs'den (radıyallahu anh) rivayet edilen hadisin "Seyyidü'l-İstiğfar" olarak anılan şu kısmı istiğfar için önemli bir duadır:اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لاَ إِلـٰهَ إِلاَّ أَنْتَ خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي ذُنُوبِي فَإِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إلاَّ أَنْتَ "Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. İman ve ubûdiyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misâkın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Senin bana in'âm ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve itirâf ettiğim gibi kendi kusur ve günâhlarımı da itirâf ediyorum. Rabbim! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zîra, Senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez, yegâne Gafûr Sensin."
    Bu duayı her sabah dört kere söylemek sünnettir. (24.20)
  • Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Hazreti Ebu Bekir'e öğrettiği dua şöyledir: اَللّٰهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْماً كَثِيراً، وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ، فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي، إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ "Allah'ım, muhakkak ben nefsime namütenahî zulûmde bulundum; günahları bağışlayacak Senden gayrı kimse yoktur. Nezd-i Uluhiyetinden hususi ve sürpriz bir mağfiretle beni yarlığa, bana merhamet et; şüphesiz ki Sen yegâne Gafûr ve Rahîm'sin." (24.45)
  • Hazreti Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) her gün on iki bin defa istiğfar ediyordu. Kendisine "Bu kadarı fazla değil mi?" denilince "Hayır, günahlarım adedince..." cevabını veriyordu. İhtimal, hayalinden geçen şeylerden dahi bağışlanma diliyordu. (27.15)
  • Ebu Hüreyre Hazretleri'nin Rasul-ü Ekrem Efendimiz'den öğrenip sürekli tekrar ettiği dua şu şekildedir: سُبْحاَنَكَ اللَّهُمَّ أَسْتَغْفِرُكَ لِذَنْبِي وَأَسْـأَلُكَ رَحْمَتَكَ * اللَّهُمَّ زِدْنِي عِلْماً وَلاَ تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنِي وَ هَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ "Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Rabbim, Seni (Zatına yakışmayan her şeyden) tenzih ederim. Allah'ım, günahımı bağışlamanı diler ve rahmetini dilenirim. Allah'ım, ilmimi artır ve beni hidayete erdirdikten sonra bir daha kalbimi kaydırma; katından bana rahmet lutfet; şüphesiz ki Sen, çok lütufkâr Vehhâb'sın."
  • Hazreti Üstad, "Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar." buyurmaktadır. (30.11)

İstihdam, İstidrac ve İhanet

Soru: Konumumuzun hakkını veremediğimiz ve Mevlâ-yı Müteâl'e karşı iyi bir kul olamadığımız hisleriyle inkisara düşeceğimiz anlarda İbn Atâullah el-İskenderî hazretlerinin "Allah indinde değerinizi bilmek istiyorsanız, O'nun sizi ne türlü işlerde istihdam ettiğine bakınız!.." beyanı önümüze bir ümit kapısı aralıyor. İman hizmetiyle alâkalı vazifelerimiz ve içinde bulunduğumuz sâlih daire açısından işaret edilen mülahazayı ve mezkur hikmetli sözü değerlendirir misiniz?

İstişare mi dayatma mı?

Soru: Bazen dayatmaları, kıdemi kullanmayı, hoşumuza giden fikrin arkasında durup onun tatbikine yönelik tahşidâtı istişare zannediyor, bazen de istişare öncesi kulislerle toplantıları kendi fikirlerimiz etrafında örgüleyebiliyoruz. Bütün bu açılardan, dinin özüne ve hizmetin ruhuna uygun istişare nasıl olmalıdır?

  • İstişareye hislerin karıştırılmaması, heva ve hevesin akıl ve mantık yerine konmaması için insan, aklının, kalbinin ve hislerinin sâlim olduğu bir anda meşveret mevzularını bir kenara yazmalı ve arz edeceği meselelerin çerçevesini önceden iyi belirlemelidir.
  • Meşverette her zaman hakkın hatırı âli tutulmalıdır; orada hiçkimse turnikeye önce girmiş olmasını, kıdemini, adını-unvanını ve izafî makamını birer dayatma unsuru yapmamalı, kendi fikrinin kabul edilmesi için diretmemeli ve asla işi inada dökmemelidir.
  • Sahabe-i Kiram efendilerimiz illa kendilerinin dinlenmesini istemiyor, yaşça kendilerinden çok küçük olan kimselere bile hep söz hakkı veriyor ve tabiînden de olsa Hasan Basri gibi bir Hak eri konuşunca "Bu genç varken, niye bize soruyorsunuz ki?" diyecek kadar hakperest ve mütevazı davranıyorlardı.
  • Sabah akşam göklerle münasebet içinde bulunan Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, istişareye hiç ihtiyacı olmadığı halde hemen her meseleyi ashabıyla meşveret ediyor ve ümmetine meseleleri ortak akılla değerlendirerek hizmetleri umuma mal etme ahlakını öğretiyordu.
  • İstişare meclisinde aynı hak ve hakikati söyleyecek başka kimseler varsa, insan susmasını bilmeli; kendisi söyleyince şahsından dolayı hakikate karşı da bir tepki hasıl olacaksa, onu başkasının ifade etmesini sağlamalı ve asla bir reaksiyona sebebiyet vermemeli.
  • Gönüllüler hareketinin sevgi erleri pek çok mazhariyete nail olmuşlardır ama bir kısım küfür ahlakından bir türlü kurtulamamışlardır. Bu küfür ahlakının bir şubesi de manevi hayatı felç eden gıybettir.

İtirafçı kılıklı müfteriler ve Medrese-i Yusufiye

İtirafçı kılıklı müfteriler ve Medrese-ı Yusufiye

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Kırılmış kalblerinizi Kudret eli tamir edecek ve nurlandıracaktır!..

Yıkılmış kalbleri, O (celle celâluhu) tamir edecek. Onlar, kaybetmiyorlar; ehl-i dünyanın kirli eliyle yıkılıyorlar ama yed-i Kudret ile, nurlandıracak şekilde, imar ediliyorlar. Şu halde, kazanıyorlar mı, kayıp mı ediyorlar? Kirli elleriyle kalbleri yıkanlar, esas kaybedenler onlar oluyor.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: لاَ حَوْلَا وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” O’nun havl ve kuvvetine dayanarak yürüyen insanlar, hiçbir dönemde, hiçbir şart altında takılıp yollarda kalmamışlardır. Baskı gördükçe; hızlarını artırmış, ihlasta derinleşmiş, kendilerini nefyetme/sıfırlama mevzuunda daha bir şuurlu hale gelmiş, kalb ve ruhun hayatına merdivenler koymuş, asansörler bağlamış; cismâniyetten uzaklaşma, hayvaniyeti terk etme, beşerî garîzelere ebedî veda etme mülahazasıyla kendilerini âdeta unutmuş ve unutulmaması gerekli olan şeye tutunmuşlardır. Evet, sizin yolunuz bu

Yerinde sâbit-kadem kalanlar, bu hususta kazandıkları şeyleri kazanmışlardır. Belli baskılar altında -immün sistemleri o kadarmış- dayanamayıp zâlimlerin elini öpenler, önlerine konan iftira kağıtlarına “itiraf” adı altında imza atanlar ise, muvakkaten belki iki üç yudum oksijen yudumlayabilirler; fakat Cenâb-ı Hak tarafından öyle bir tokat yerler ki!.. “Benim yolumda yürümenin ne kötülüğünü gördünüz de zâlimlere ‘eyvallah!’ çekmeye durdunuz?!” der.

Özellikle İslam dünyası nifak sisteminin, diğer bir tabirle Makyavelist anlayışın paletleri altında inim inim inliyor!..

Daha evvel kullanıldığını hatırlamıyorum, “tarihî tekerrürler devr-i dâimi” tabiri terminolojiye sizin döneminizde girdi. Artık yaygınca kullanılıyor ve ne manaya geldiğini de biliyorsunuz. Dünden bugüne hiç değişmemiş âdet-i İlahî.. لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللهِ İlahî âdet, hep öyle cereyan edegelmiş. Goethe’nin ifadesiyle, Faust ile Mefisto kavgası hep süregelmiş. Tâ seyyidinâ Safiyullah Hazreti Âdem’den bu yana, birileri güç ve kuvvet ile zehirlenince, iktidar ile zehirlenince, dünyaya tapmak ile zehirlenince olmadık zulümler irtikâp etmişler/ediyorlar.

O mevzuda, o gün ellerinde “Tevrat” varsa, onu o arzuları istikametinde basit bir vasıta gibi kullanıyorlar; gâye-i hayallerini -Makyavelist mülahaza ile- onunla realize etmeye çalışıyorlar. Ellerinde “Ahd-i Cedîd” varsa şayet, onu değerlendiriyor; bir yönüyle, yapacakları zulümleri ona göre yapıyorlar. Atalarından kalma (Hazreti Nuh dönemindeki) “Vedd, Yağûs, Ya’ûk, Nasr” gibi putları varsa veya Efendimiz dönemindeki “Lat, Menat, Uzza, Isaf, Nâile” ve daha bilmem kaç yüz tane put varsa, onları kullanıyorlar. Belli dönemde hangi uğursuz mülahazalarla ortaya çıkmış ve böylece insanların mihrabı haline gelmiş, teveccühgâhı haline gelmiş (ne ya da kim varsa) onlara bağlılık adına öyle olmayan insanlara akla hayale gelmedik şeyleri yapıyorlar. Bundan dolayıdır ki, mü’minler her defasında çok farklı kategorilerde ezâya, bazen cefâya, bazen de belâya maruz kalmışlardır. Şair Eşref’in sözü:

“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.

Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.

Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm.

Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.”

“Taklit”, imana girmeye mâni olan şeylerden birisidir, muhakkikînin mülahazasına göre. حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Biz, atalarımızı neye inanıp neyi uygular halde bulmuşsak, o bize yeter!” (Mâide, 5/104); بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Hayır, bilakis biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (âdet, görenek ve inançlarımıza) tâbi oluruz.” (Bakara, 2/170) Bu mülahazada olan insanlar tarafından.. bazen putlara tapanlar tarafından.. bazen ilhad ve küfür ehli tarafından samimi mü’minler zulme maruz kalmışlardır. Ulûhiyet kabul etmeme, peygamber tanımama, haşr ü neşir bilmeme Bazen de inanıyor gibi göründükleri halde münafıkça davranmak suretiyle İslamî değerleri, İslamî argümanları dünyevî saltanatları adına birer paspas gibi kullanma, süpürge gibi kullanma, -hafizanallah- öyle görünme Atalar ile, mazi ile irtibatlarını sık sık vurgulama Hatta geçmişten adlar ve unvanlarla yeni organizasyonlar tesis etme ve böylece şuursuz sürülere kendilerini kabul ettirme adına İslamî değerleri basit birer partal eşya gibi kullanma Öteden beri münafıkların yapageldiği şeylerdir. Buna, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i sahîhada “münâfıklık” deniyor. Makyavel bir sistem ortaya koymuş; “Hedefe ulaşmak için her vesileyi kullanmak, meşrudur!” Buna da Makyavelizm deniyor. Onu alıp kendi dünyanızda değerlendirdiğiniz zaman, “Übeyy İbn Selûl”izm diyebilirsiniz.

Hemen her dönemde, İslam dünyasında da bu nifak düşüncesi rol oynamış. Hususiyle enâniyetin çılgınlaştığı, dünya muhabbetinin bütün insanları sarhoş ve sürü haline getirdiği asrımızda Ehlullahtan büyük bir zatın beyanına göre, الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ ayet-i kerimesi “bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete tercih eden” kimselere işaret etmektedir.Evet, bir taraftan enâniyetin, egoizmanın, egosantrizmanın, narsizmin çılgınlaştırılması.. bir diğer taraftan da “bilerek dünya hayatının ahiret hayatına tercih edilmesi” gibi kanserden daha kötü bir hastalığa müptela olma

Ara sıra bunların yolu, camiye uğrayabilir, oruç tuttuklarını da gösterebilirler, bazen dinî argümanları da kullanabilirler; fakat bütün dertleri saltanatlarını devam ettirmektir. Dinî terminolojiye göre bunlara “münâfık” denir. Ve Münâfık, kâfirden daha tehlikelidir. Çünkü kâfirin ne yapacağına dair belli çizgiler vardır, belli argümanlar vardır; bilirsin, tanırsın, kendi çizgilerini ortaya koyarsın, tavır alırsın. Fakat münâfığın ne yaptığı belli değildir. مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ لاَ إِلَى هَؤُلاَءِ وَلاَ إِلَى هَؤُلاَءِ “Onlar (mü’minlerle kâfirler) arasında bocalayıp dururlar”(Nisa, 4/143) Üstad Necip Fazıl, bu ayete kendince lâzımî mana gibi bir meal verirken “Zıp orada, zıp burada!” derdi. Böyle yüzen-gezen, ne olduğu belli olmayan, gerçek rengini belli etmeyen veya duruma göre renk alan, bukalemun gibi Fakat bütün derdi, insanları aldatmak, esas kendi saltanatını, debdebesini, hâkimiyetini devam ettirmek Kâfir sıfatıdır bu Bu kâfir sıfatıyla ittisaf eden insanlar içinde, bazen oruç tutan, namaz kılanlar da olabilir. Yirminci asırda İslam dünyasında da emsallerinin çokluğuyla karşı karşıya kalabilirsiniz bunların. Bunlardan, gerçeğe inananlara ezâ gelebilir, cefâ gelebilir. Dişini sıkıp sabretmek lazım!..

Dün olduğu gibi bugün de mazlum kazanıyor, mağdur kazanıyor, mahpus kazanıyor; kaybeden, zâlimler oluyor!..

Ashâb-ı Uhdûd’u, zannediyorum bilmeyen yoktur. Camilerde hocalardan şimdiye kadar dinlemişsinizdir. Cenâb-ı Hak, konuştukları şeylere inanmayı da lütfeylesin! Konuştuğumuz şeylere inanmayı da lütfeylesin!.. O devirde de inanan insanları sırf inandıklarından dolayı, uçurumlardan aşağıya atma, öldürme, diri diri gömme, hendeklere atma قُتِلَ أَصْحَابُ الأُخْدُودِ النَّارِ ذَاتِ الْوَقُودِ إِذْ هُمْ عَلَيْهَا قُعُودٌ وَهُمْ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ بِالْمُؤْمِنِينَ شُهُودٌ وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ إِلاَّ أَنْ يُؤْمِنُوا بِاللهِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ “Ayât ve mucizeler zâhir ve bâhir iken, hazırladıkları çukurları, tutuşturulmuş ateşle doldurarak inanmış kimseleri içine atıp yakan, bu esnada hendeklerin çevresinde oturup dinlerinden dönmeleri için müminlere yaptıkları işkenceleri zevkle seyreden o zalimler kahrolsunlar. Onların müminlere bu işkenceyi yapmalarının tek sebebi, müminlerin göklerin ve yerin yegâne hâkimi, Azîz ve Hamîd (mutlak galip ve bütün övgülere lâyık) Allah’a iman etmeleriydi.” (Burûc, 85/4-7) İlahî beyan, iç musikisiyle de esasen, oradaki o gümbürtüyü, o patırtıyı, o bi-gayr-i hakkın yapılan irtikâbâtı, zulmü, tagallübü, tahakkümü, tasallutu ifade ediyor. Günümüzde olduğu gibi, temellükü (alın teriyle kazanılan şeylere kâfirce bir sıfat olarak gidip konmayı), canlara kıymayı, kadını çocuğu ile beraber ateşe/uçuruma atmayı, babasını oraya atmayı, çocuğu ağlatmayı, çocuğu atıp babasını-annesini ağlatmayı adeta seslendiriyor.

Ashâb-ı Uhdûd Akla hayale gelmedik zulüm irtikâp ediyor. Malum tefsirlerde orada dininde sâbit-kadem bir kadın da anlatılıyor. Bugün de o dindeki sebatlarını yiğitçe gösteren bacılarımız var, annelerimiz var, kardeşlerimiz var. Yaş itibariyle, (benim dünya ile alakam olmadı pek) “evlatlarım” diyebileceğim mübarek insanlar var. Hiç umursamadılar, giderken gülerek gittiler. Ve gittikleri o yeri de İbn-i Beşiş gibi veya Hacı Bayram Veli hazretleri gibi, birer halvethane olarak tasavvur ettiler. “Yarım yamalak kıldığımız namazlar varsa, kaçırdığımız namazlar varsa, -Allah’a hamd olsun- onları burada kılarız!” dediler, “Oruç tutarız! Evrâd u ezkâr ile iştigal ederiz. Birlerimizi bin yapmaya çalışırız, Allah’ın izniyle!..”

İşte bugünün kahramanları gibi, o gün kahraman bir kadın Onu da atmak istedikleri zaman, dönüyor, dönüyor, bir de yanındaki çocuğuna bakıyor. Çocuk konuşacak yaşta değil. Sahih hadis-i şeriflerde konuşan üç tane çocuk var, onlardan birisi de bu, bu çocuk. Anne, tereddüt ediyor, “Bu çocuğu kime bırakıp da gideceğim!”

Bugün de öyle çocuklarını arkada gözyaşıyla bırakan ama tebessümle giden kahramanlar var. رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا، وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” diyerek, hiç görmedikleri ve hiç maruz kalmadıkları, onurlarıyla telif edilemeyecek şekilde hücrelere atıldıkları, namaz kılmalarına engel olundukları yerlere giderken, etrafa tebessüm yağdırarak gidiyorlar, o bacılar, o anneler, o evlatlar.

O da çocuğuna bakıyor, ağlayan çocuğuna. Çocuk dile geliyor, “At anne, kendini!” diyor. Çünkü o, bir çukura kendini atıyor, zalimlerin eliyle ama “cuppp” diye Cennete gidiyor. Fakat o zâlim eller, onu atanlar, onlar da “cuppp” diye Cehennemin gayyasına yuvarlanıyorlar. Mazlum, kazanıyor; mağdur, kazanıyor; mahpus, kazanıyor; mescûn, kazanıyor; muzdarr, kazanıyor.. Kaybeden, zâlim oluyor, mütegallib, mütehakkim, mütesallit, mütemellik oluyor. Milletin tepesine binen, malını elinden alan, değişik yerlerdeki imkânlarını bloke eden, onlara da el koyan, haramî gibi davranan insanlar, farkına varmadan âhiretlerini şimdiden kapkara hale getiriyorlar. Bembeyaz saraylarda oturuyor olsalar bile, bembeyaz villaları olsa bile, dünyalarını kapkara hale getiriyorlar; Ahiret ise zaten zindana dönüyor, hafizanallah.

İtirafçı kılıklı müfteriler, ehl-i dünyaya şirin görünmekle yakalarını kurtarabileceklerini zannedip masumlara iftira atıyor ve ahiretlerini karartıyorlar!..

Bu arada immün sistemi bütün bu şeylere mukavemet edemeyecek ölçüde zayıf olan insanlar da var. Bazı tehditlere dayanamıyorlar. Tekme yiyor, tokat yiyor ama şâir-i şehirimizin dediği gibi “Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim / Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.” diyemiyorlar. “Tekme yerim, tokat yerim ama durduğum yer, durmam gereken yer ise ve dediğim şeyler, demem gereken şeyler ise şayet, orada her şeye katlanırım!.. Bilal-i Habeşî gibi katlanırım, üzerime kendimden on kat ağırlıkta taşlar konmasına rağmen!.. Yâsir gibi katlanırım.. Sümeyye gibi katlanırım.. Ammâr gibi katlanırım Daha yüzlerce sahabe-i kiram (rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) hazerâtı gibi katlanırım. O yetmiyor gibi, bir de boykot Ona da katlanırım!” Üç sene çölde, âdeta suya da muhtaç, ekmeğe de muhtaç, gölgelenmeye de muhtaç. Hem öyle bir ihtiyaç ki, o ihtiyaç içinde o ağır şartlara dayanamayan Hatice validemiz, o işin bitmesiyle ruhunun ufkuna yürür, ruhum/ruhumuz ona fedâ olsun.

Evet, immün sistemi o ölçüde güçlü olmayan insanların önlerine yazılı bir kâğıt konuyor; “Sen şunu, şunu, şunu yaptın; şunlar şunu yapıyorlardı, şunlar şunu yapıyorlardı, şunlar şunu yapıyorlardı!..” ifadesine imza attırılıyor. Daha evvel Nur okuduğundan dolayı, bir araya gelip Kur’an-ı Kerim mütalaa ettiklerinden dolayı, bir araya gelip Hadis okuduklarından dolayı içeriye alınan insanlar, “Dini getirecekler!” diye zulüm görüyorlardı. Şimdi de din etrafında kümelenen insanlara gadrediliyor: “Bunlar, bizim istikbalimizi tehdit edebilirler. En iyisi mi, biz bunların başlarını baştan alalım da, muhtemel tehlikeyi savalım. Yüzde bir ihtimal, ihtimal hesaplarına göre, binde bir ihtimal; karşı çıkma ihtimalleri var. Geleceğimizi karartmayalım; en iyisi mi, bunların dünyalarını karartalım. Bütün engelleri bertaraf edelim. Şeytanî güzergâhta, güzergâh emniyetini tastamam sağlamış olalım. Şeytanca yürüyelim fakat karşımıza melek gibi biri hiç çıkmasın, bizi engellemesin!..” Böyle bir mülahaza ile

Tehdide dayanamayan insanlar oluyor. Ona, o iftiraya, “itiraf” diyorlar. O düpedüz “iftira”. Ve iftira da “günah-ı kebâir”den. Kebâir işliyorlar. Onu mahzursuz görüyorlarsa, kâfir oluyorlar; ahiret kararıyor. Bir de Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Ehl-i dünyanın baskıları altında, bazı kimseler, onlara mümâşât yapmak suretiyle, yakalarını kurtaracaklarını zannediyorlar!” Ehl-i dünya, çok şeytan gibidir; onlar, onların kalblerini okurlar. Ve nitekim hâl-i hazırda böyle kalb okuyanlar var. “Sakın o itiraf edenlere de (yani müfterilere de) inanmayın! Onları biz biliriz. Öyle derler ama onların gelecek adına -milyonda bir bile olsa- bizim şeytanî yolda güzergâh emniyetimizi tehlikeye atma ihtimali var. Öyle ise en iyisi mi, onların o bir milyonda bir ihtimal bir tehlike ile karşımıza çıkmalarından evvel, biz, onların haklarından gelelim!” Evet, bugünkü hukukî mantık bu; muhakeme mantığı bu; adalet felsefesi, bu. Böyle adalet felsefesi, böyle hukuk mantığı ve bunu uygulayanlar, yerin dibine batsınlar!.. Çünkü sistem, nifak sistemi, Makyavelizm.

Durması gerekli olan yerde duran ve hep sâbit-kadem olanlar sonunda mutlaka kazanacaklardır!..

Bazıları böyle sarsılabilirler ama sâbit-kadem olanlar kazanacaktır. Kur’an-ı Kerim beyhude demiyor: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!”(Âl-i Imrân, 3/8) “Ey Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra, zeyğ’e uğratma, kalbimizi kaydırma, hidayette sâbit-kadem eyle!” demenin yanı sıra, günde nafilelerle kırk defa, teheccüd namazıyla kırk sekiz defa, evvâbîn namazıyla elli küsur defa, kuşluk namazıyla altmış defa, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَAllah’ım, bizi, dosdoğru yola (nebîlerin, sıddîklerin, şehitlerin, salihlerin yoluna) hidayet eyle! O yolda sabitkadem eyle! O yolda derinleşmeye muvaffak eyle!” niyazını tekrarlıyoruz. O hidayetin değişik konumda olan insanlara göre manaları bunlar: “Hidayet eyle! Hidayette sâbit-kadem eyle! Hidayette derinleştir! Muzaaf hidayetten mük’ab hidayete, mük’ab hidayetten mük’ab der mük’ab hidayete ulaştır! Huzuruna kirlenmiş olarak çıkma fırsatı verme bize!..” اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Günde elli defa, altmış defa böyle diyen bir insan, onda sâbit-kadim olmalı ve başa gelen o şeylere de katlanmalı!.. Ashâb-ı Uhdûd, katlanmış. Benim canım Efendim, Hazreti Ruhu Seyyidi’l-enâm, en-Nuru’l-Hâlid katlanmış.

Kâinat, O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış. Biz bunu söylerken, bazıları, bazı densizler buna itiraz edebilirler. Hadis olur-olmaz, ayrı mesele fakat manası, mazmunu doğrudur onun. أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı, benim ruhumdur (veya nurumdur).” diyor. Bir yönüyle, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ الْعَقْلُ “Allah’ın ilk yarattığı, akıldır.” “Akl-ı küll”, O (sallallâhu aleyhi ve sellem). İlm-i İlahîde ilk defa, taayyüne eren esasen, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhudur. Dolayısıyla O’nun varlığı, bir “ille-i gâiyye”dir. Nizamî ifadesiyle, “Peygamberlik manzumesi, O’nun adına bestelenmiştir; hükmü, -kafiye gibi- sonunda gelmiştir.” Taayyün-i evveldeki durumu itibariyle, seyyidina Hazreti Mesih’in ifadesine göre, يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ “ benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olan “ (Saff, 61/6) Sallallâhu aleyhi ve sellem. Bin canımız kurban olsun. “Ahmed” kelimesi, “gayr-ı munsarıf”; aktivitesini henüz icrâ buyurmuyor, dolayısıyla “tenvin”den münezzeh. Tenvinden münezzehiyet, bir yönüyle henüz aksiyon durumuna geçmemiş demektir. Ama “Muhammedun”, o munsarıf bir kelime; dünyaya geldikten sonra dedesi, farkına varmadan belki, O’na “Muhammed” ismini koyuyor. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem) artık gökten gelen mesajları temsil eden, imandan sonra aksiyonun bir numaralı temsilcisi, bir numaralı “hâl kahramanı”dır. Peygambere “kahraman” denmez fakat bir evsaf olarak söylenebilir.

Maruz bırakılmadığı işkence kalmıyor. Her şeyi yapıyorlar. Boğazını sıkıyorlar mı, sıkmıyorlar mı?!. Üzerine pis işkembeyi -başını yere koymuş secde ederken- koyuyorlar mı koymuyorlar mı?!. İbn-i Erkam’ın evini gözetim altına alıyorlar mı, almıyorlar mı?!. “Muhammedun Rasûlullah!” diyen insanlara çölde, sıcak kumda, üzerlerine taşlar koyarak eza ediyorlar mı, etmiyorlar mı?!.

Fakat dönmüyor kimse, dönmüyor Hazreti Ammâr, dilinin ucuyla bir şey söylüyor. Daha Kur’an-ı Kerim adına üç-beş tane ayet nâzil olmuş; İslam adına bildiği şey, ondan ibaret. Fakat, onlar bırakınca, soluğu Efendimiz’in yanında alıyor, gözyaşlarıyla.. yüreği çarpa çarpa.. kalb, aritmiye girmiş, duracak gibi “Yâ Rasûlallah, gözümün önünde babama kıydılar, anneme kıydılar, bana da böyle yaptılar, dil ucuyla böyle dedim!.. إِنْ عَادُوا فَعُدْ buyuruyor; kurban olayım “Eğer aynı tazyiki yaparlarsa, döner aynı şeyi yaparlarsa, sen de aynı şeyi söyle!” buyuruyor; ruhsat yolunu gösteriyor, Allah Rasûlü. Fakat Ammâr, hiçbir zaman öyle demiyor. İlk günden itibaren, nasıl dimdik ayakta ise, İnsanlığın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürüdükten sonra da o istikametini ve öyle sâbit-kadem olmasını devam ettiriyor. Öyle devam ettirenler, kazanıyorlar. Onlara o türlü ezayı ve cefayı reva görenler de hiç farkına varmadan kaybediyorlar.

Ey mu’terifler Veya itiraf adı altında, müfteriler!.. Korkudan, baskıdan dolayı, yalancıların, esas Makyavelistlerin önünüze koydukları kâğıtlara imza atmak suretiyle mâsum, tertemiz bir kısım Anadolu insanına zulmediyorsunuz. Dini değerlerimizi, tarihî değerlerimizi, millî mefkuremizi dünyanın dört bir yanına götürme iktihamında bulunan, o ağır işlere katlanan kahramanları gammazlamak öyle bir vebaldir ki, öyle bir iftiradır ki, öyle bir küfür sıfatıdır ki, siz -bir yönüyle- öyle demekle ahiretinizi kaybediyorsunuz!.. Ve aynı zamanda ehl-i dünya da kat’iyen buna inanmayacaktır!..

Çünkü ehl-i dünya paranoya yaşıyor. Hatta günümüzde İslam dünyasında, diktatörlüklerini, tiranlıklarını devam ettirenlerinkine “paranoya” da denmez; bunlara “mutlak cinnet” denir. Bunlar, deli gibi hayatlarını sürdürüyorlardır. Zannediyorum, hep kâbus görüyorlardır uykularında. Tavanlarında tıkırtı duydukları zaman “Acaba oradan mı geliyorlar!” diyorlardır. Pencerelerine bir kuş konduğu zaman “Acaba bomba mı atıldı” falan, diye tir tir titriyorlardır. إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ “Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar.” (Nisa, 4/104) Siz acı çekiyorsanız, müzaafını çekiyor onlar. Çünkü dünyaya tapıyorlar. Ahiret ile irtibatları, onu bir kısım argümanlar olarak kullanıp dünyayı imar etmeye matuf. Dinin ve diyanetin zebercetten argümanlarını, moleküllerini, atomlarını, elektronlarını o pis binalarının sıvası gibi kullanıyorlar; pis, dünyevî binalarının sıvası gibi kullanıyorlar. Dine en büyük saygısızlığı yapıyorlar. Onları dinlemek, onların dediğini yapmak, ne kadar büyük bir cinayet olduğunu bununla değerlendirebilirsiniz.

Sabır, kurtuluşa ermenin sırlı anahtarıdır. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ Dişinizi sıkın, Şi’b-i Ebî Talib’de boykota katlananlar gibi.. kumlar üzerinde yatıp dininden diyanetinden dönmeyen babayiğitler gibi.. Ashâb-ı Uhdûd gibi.. Hazreti Nuh gibi.. ateşe atılırken gözünü kırpmadan oraya atılan Hazreti İbrahim gibi.. arkasından canavarlar gibi diş gösteren, salya atan kafirler karşısında ülkesinden ayrılan Hazreti Lût gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti Sâlih gibi Yiğitçe, dimdik, sarsılmadan, gideceğiniz yere gitmeniz lazım. Tevakkufa meydan vermeden, durmadan, gitmeniz lazım.

Bu meselenin bir yanı Döneklik, insana hiçbir şey kazandırmaz. Bırakın o dönekliği ehl-i dünya yapsın. Hayatlarını villaya, filoya, yalıya, saraya kaptırmış, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden, adına da “Müslümanlık” diyen, gaflet der gaflet içinde bulunan nâdanlar Bırakın onu, onlar yaşasın!..

Medrese-i Yûsufiyenin sabırlı kahramanları her gün yeni bir kurbet zirvesine dikey yükseliyorlar.

Meselenin ikincisine gelince O gidilen yerler, “medrese-i Yûsufiye”. Bir gün “medrese-i Yûsufiye” deyince, onlardan bir tanesi, “Madem medrese-i Yûsufiye, sen de gelip girsene oraya!” demişti. Ben çok girdim, çok girdim; 60’tan itibaren, 70’te de, 80’de de, askerliğimde de girdim, tattım, gördüm. Oradaki o psikozlara şahit oldum. O zamanlar, “din” dediğinden dolayı masumlar dine karşı olanlardan zulüm görüyordu. “Neden sen ism-i Kuddûs’ün cilvelerini okudun, bir yerde, insanlara, Nûr Risaleleleri’nden!” Esasen mahkûmiyete/mahkemeye sebebiyet veren de bu idi. Allah, hepsinden sıyrılmaya muvaffak kıldı. Öbür tarafta da, “muhâkeme-i kübrâ”da, “ma’dele-i ulyâ”da, Erhamü’r-Rahimîn, Ekremü’l-Ekremîn, A’delü’l-Âdilîn, Asdaku’s-Sâdikîn (celle celâluhu) böyle sıyrılmaya sizi-bizi muvaffak eylesin!..

Medrese-i Yûsufiye Orada sabretmek, çok önemli bir şey. Hani, sabır anlatılırken bir taksim yapılıyor. Bu taksimin mebdeini ta Eflatun’a götürüyorlar ama bizim bildiğimiz İbn Miskeveyh; değerlendiren ise Hazreti Pîr-i Mugan. “Üç şeye karşı sabır ” diyor. Bir, belalara karşı sabır; bir, ibadet u tâate karşı sabır; bir de,  günahlara karşı sabır.

İbadet ü tâate karşı sabır, kulluğun zorluklarına karşı dişini sıkıp katlanmak. إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ buyuruyor bir yerde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Şartların nâmüsait olduğu bir dönemde, hava soğuk, doğru dürüst abdest alma imkanı yok; şartlar çok zor.. o şartlara rağmen abdestini tastamam almak, öyle bir fazilet ki!.. Onda sebat Her şeye rağmen, sana bir seccade bile vermedikleri bir yerde bile namaz kılmak Gördük bunları; on metrelik bir yere otuz tane insanın doldurulduğuna şahit olduk. Şu kadarcık, bir yer ayırma arkadaşlara, diğerlerine sorarak; çünkü orada sosyal demokrat insanlar da var. Herkesi hoş görmek lazım. Bazıları namaz kılmıyorlar. Fakat koğuş, onların da bizim de. Bu kadarcık bir yer kazanıp orada namazı kılmaya çalışmak Hepimiz birden kılamıyorsak, parçalanarak kılma, iki fasılda kılma, orada Bunlar, ağır şartlar altında bu işi devam ettirme demektir. İbâdet ü tâati, bütün ağırlığına rağmen, yerine getirmede sabretmek. Sabrın birisi bu, esasen.

İkincisi; günahlara karşı sabır. Çarşıda-pazarda insan, günah işleyebilir, hafizanallah. Belki de çok defa konumumuz itibariyle göstermemiz/sergilememiz gerekli olan o ismet, o iffet hassasiyetini gösterememiş olabiliriz. Çarşıda-pazarda işimiz vardır, memuriyet alanında işimiz vardır; göz, kaymış olabilir; kulak, dinlememesi gerekli olan şeylere kulak kabartmış olabilir; dil, olmayacak şeyleri mırıldanmış olabilir; kafa, olmayacak kirli tasavvurlara kendini salmış olabilir Bunların hepsi -bir yönüyle- insanın kalb ve ruh dünyasını kirleten şeyler. Şimdi bunlara karşı sabretmek, çok önemli bir ibadettir. Aksine bu mevzuda sabretmeme, bohemliktir; bağışlayın, daha açık, net ifadesiyle “hayvanca yaşama”dır. Gözün, her şeye açık olması, haram-helal bilmeden; kulağın, bütün muharremâta açık bulunması Oysaki o, “mesmûât”a karşı açık olsun diye; öbürü “mübserât”a karşı, tekvinî emirlere karşı açık olsun diye; ağız, doğru şeylere tercüman olması için verilmiş. Kalb, doğru şeylerin heyecanıyla çarpmak için verilmiş. Dimağ, doğru şeylerin muhakemesini, mantığını yapmak için verilmiş Eskiler “mâ hulika leh’inde kullanma” derlerdi; her uzuv, ne için yaratılmışsa, onu o istikamette kullanma ve o istikamette kullanma mevzuunda sabretme.. o çerçeveye riayet etme, onu kırmızı çizgi olarak kabul etme ve onun dışına çıkmamaya çalışma Bu da sabrın önemlilerinden bir tanesi.

Şimdi dışta bunu iradî olarak yapacaksınız. A kurban olayım, biraz zorlanacaksınız bu mevzuda; dükkânda iseniz zorlanacaksınız; eczanede iseniz, zorlanacaksınız; bir vazifede, bir hayatî birimde iseniz, zorlanacaksınız biraz bu mevzuda. Haram görmeme, haram dinlememe, haram konuşmama, haram düşünmeme ve Allah’ın yasak ettiği daire içine girmemede zorlanacaksınız. Ama zorlanır da sabrederseniz, amudî (dikey) olarak yükselirsiniz.

Şimdi benim o mevkuf, o muzdarr, o mescûn kardeşlerimin iradî olarak sabredecekleri şeyler, bir yönüyle artık ellerinden alınmış. Ne göz fena şeyleri görebilecek durumda; ne kulak, fena şeylere açılabilecek durumda; ne ağız, fena şeyleri dırdır edebilecek durumda; ne kalb, fena şeylerin heyecanıyla çarpabilecek durumda; ne de zihin, fena şeyleri mülahazaya almak suretiyle nöronları kirletme durumunda Bakın, ayrı bir kazanım oluyor burada, zorlanmadan. Sabra terettüp eden şey, bu defa, orada hapishane şartları. Allah (celle celâluhu) içeriye koyuyor, hürriyetini sağdan soldan makaslıyorlar senin; haysiyetini makaslıyorlar, şerefini-onurunu makaslıyorlar, bir yönüyle. Biraz zorlanıyorsun burada fakat aynı zamanda iradî zorlanacağın şeylere karşılık, yine burada sen, amudî olarak yükseliyorsun.

Zalimin zulmünü kolaylaştırmak da bir çeşit zulümdür.

Bela ve musibetlere karşı sabra gelince: El-âlem, sizi bir yönüyle, değişik şeylere müptela ediyor. Biraz evvel dediğim gibi; “Cihana geldiğim günden beri, pek çok ezâ gördüm.” “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Hûdâ’dan ma’âda bir ilticamız var.” (Nef’î) Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyuruyor: أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُBelânın en çetini, en zorlusu, üstesinden gelinmezi, Enbiyâ-i izâma; sonra derecesine göre mü’minlere ” Bazen, dil ile ilişecekler size, salya atacaklar; bazen bakışlarıyla, bir yönüyle, sizi çarpacaklar; bazen kulağa gelip çarpan şeyler ile kalbinizi rencide edecekler İnsansınız nihayet Değişik şeyler karşısında teessür duyuyorsunuz. “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan amma / Ne kadar olsa, cefadan usanır, candır bu.”(Keçecizade) Hepsi candır o insanların, cefadan usanırlar. Sürekli bela yağdırıyorlar; dolu gibi, kaya gibi, taş gibi bela yağdırıyorlar. Bunlar karşısında dişini sıkıp sabretmek

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: “Sabreden kimse zaferyâb olur.” مَنْ صَبَرَ ظَفِرَKim dişini sıkar, aktif sabra girerse, o, er geç zaferyâb olur!” “Aktif sabır” nedir? Durağanlığa girmeden, yürüdüğü yolda devam ederek, zorluklara tahammül göstermektir. Sağdan-soldan saldırmalar olmasına ve esirmiş develer gibi, çıldırmış filler gibi, saldıran gulyabaniler gibi, her köşe başında saldıranlar bulunmasına rağmen durmamak; sadece bir vites değiştirerek yola devam etmektir. Kat’iyyen durmamalı!.. Eşyadaki “atalet” kanunu, bir gerçektir; duran, savrulur!.. Hareket eden, mutlaka bir yörüngede hep hareket eder durur! “Güneş, silkinir, tâ etrafındaki meyveleri sağa-sola saçılmasın.” Silkinip durmak lazım. Hacda, metâfta, izdiham anında koşma (remel) veya sa’yde hervele imkânı olmadığı zaman “yerinizde zıplayıp duracaksınız” buyuruyor Peygamber Efendimiz, sallallâhu aleyhi ve sellem. Durduğunuz zaman, yeniden harekete geçmek zor olur. Durmadan, sadece vites ile oynayarak yolunuza devam etmelisiniz.

Yürüdüğünüz yol, Peygamber yolu; Cenâb-ı Hakk’ın hoşnut olduğu bir yol. Bu yolda yürümeye sabredeceksiniz, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bazen zindanda olabilir, mescûn, mevkûf, müstantak Bazen ihtifâ şeklinde olabilir. O da ayıp değil!.. Niye saklanıyorsunuz?!. Ee seyyidina Hazreti Musa, Amnofis’ten ayrıldı gitti Medyen’e. İnsanlığın İftihar Tablosu, Mekkeli müşriklerin zulmünden ayrıldı, gitti; önce Sevr Sultanlığına sığındı, ondan sonra da Yesrib’i Medineleştirmek, medeniyet merkezi haline getirmek üzere Yesrib’e azm-i râh etti. İnsanlığın İftihar Tablosu da yaptı. Hazreti Nuh yaptı.. Hazreti Hud yaptı.. Hazreti Sâlih yaptı.. Hazreti Lût yaptı.. Hazreti İbrahim yaptı Peygamberler yolu.

Dininden-diyanetinden dolayı baskı gördüğü için gidip zalimlerden özür dileyen bu büyük insanlardan bir tanesi var mı?! Bir tane gösterebilir misiniz?!. “Özür dilerim ey Ebu Cehil, ey Utbe, ey Şeybe, ey Amnofis, ey Ramses, ey İbnu’ş-Şems, ey Jul Sezar, ey Saddam, ey Kaddafî Özür dilerim, ben sizin şerrinizden kaçmış, bir yerde saklanmıştım; beni düşündünüz, size zahmet oldu, beyin yorgunluğu yaşadınız, kusura bakmayın, geldim ben!..” falan Yok, böyle bir şey.

Zalimin zulmünü kolaylaştırmak da bir yönüyle zulüm sayılır. Size haksızlık yapan insanın size karşı yaptığı haksızlığı kolaylıkla yapmasına fırsat vermeme, ayrı bir ibadettir. Zalimin eline geçmeme mevzuunda göstereceğiniz her gayret, o da ayrı bir ibadet sayılır. Bu ibadeti de ihmal etmeyin.

Bazılarına öyle ayrılma, “fârrîn”.. bazılarına saklanma, “muhtefîn”.. bazılarına bir yerde kendini anlatma, “nâtıkîn” Herkes durumuna göre, konumuna göre, bu hadiselerin cereyan ettiği anda yapması gerekli olan şeyi yapacak ama kat’iyyen durağanlığa düşmeyecek, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Hizmet gönüllülerine “terörist” diyen, teröristin ta kendisidir; onları “firak-ı dâlle” gösterenin kendisi dalalete düşmüş bir zavallıdır.

Bir gün o zindandakiler, Yusuf gibi çıkacaklar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Çünkü onlar, anarşistlerin, teröristlerin (!) Hani “terörist” de dediler. Bir vandal yazdı, başka vandallar da imza attılar. Karıncaya basmayan insanlara “terörist” dediler. İnsan, Allah’tan korkmuyorsa, hiç olmazsa insanlardan utanır. Yahu, Allah aşkına, haramiler gibi tepelerine bindiğiniz zaman, gidip mallarının üzerine konduğunuz zaman, alın teriyle kazandıkları mallarına konduğunuz zaman, yurt dışında olan paralarını bile bloke ettiğiniz zaman, Allah aşkına söyleyin, birisi size karşı tükürük attı mı?!. Yumruğunu sıktı mı?!. “Allah’tan korkun!” dedi mi?!. Demedi!.. Çünkü hakiki mü’min.. çünkü efendi.. çünkü centilmen.. çünkü karakterinin gereğini sergiliyor. قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “De ki; herkes, kendi karakterini sergiler!” Sen bu karakterde olan insana “terörist” diyorsan, teröristin teki senin kendindir. Sen, bu karakterde olan insana “firak-ı dâlle!” diyorsan, sen firak-ı dâllenin tâ kendisisin. Sen, bu karakterde olan insanlara “yeni bir din ” falan diyorsan, hayatında namazın sünnetini bile kaçırmamış, ağzına bir arpa kadar haram koymamış

Bunları söylemekte mahsur var mı? Fakir, altı sene idarecilik yaptım Kestanepazarı’nda. Orada talebelik yapan insanlar var, şu anda da içinizde varlar. Çıksın birisi bana desin ki, “Talebe için pişen yemekten bir kaşık aldın!” Aldımsa, Allah canımı alsın. Almadım. Çünkü vakıf idi o. Ben, kendi maaşım ile geçindim. Altı sene, orada, günde altı saat derse girdim. Mütalaada başlarında bulundum, yedi-sekiz saat. O günün talebeleri var içinizde bugün. Mesai yaptım. Fakat bir kuruş almadım. Çünkü oraya yardım edenler, vakfa yardım ediyorlardı. Milletin malından arpa kadar şey, ağzıma koyamam. Kıtmir’in levhalarda gezen sözüdür: “Allah’ım, Sana, ağzıma bir arpa kadar haramdan koymuş olarak gelmeme fırsat verme!..

Ben, hiç birinizi, bu anlayışın iki adım gerisinde görmüyorum. Hayatınızı bu çizgide sürdürdüğünüze dair, bütün kalbimi -Allah’ın izni ve inayetiyle- ortaya koyarım. Hayatını bu anlayış, bu mantık ve bu felsefeye bağlı olarak götüren insanlara, “terörist” diyen insan, dünyada en aşağı insandır. “Firak-ı dâlle!” diyen, bir vandal, mahlûktur. “Farklı bir din ortaya koymaya çalışıyorlar!” diyen

Nafileleri bile kaçırmayan.. hatta yirmi yaşına kadar kıldığı namazlarını kaza eden.. dört yaşından itibaren namaz kılan ama “Bazılarında belki istibraya dikkat etmemişimdir” diye yirmi yaşına kadar olanları kaza eden Oysaki dört yaşında namaz zaten farz değil. Büyük çoğunluğa göre on beş yaşında namaz farz oluyor. Ama kendi kendine “Madem sen yaptın onu, belki dikkatli yapmamışsındır” diyerek, o süre zarfında kıldığı namazları bile, her gün kırk rekât ilave ederek yeniden kılan Böyle bir insana sen “terörist” diyorsan, “firak-ı dâlle” diyorsan, dünyada senden daha alçak insan yoktur. O alçaklığınla haşrolacaksın. Evvela tarihe geçeceksin, tarihin sayfalarında, paragraflarında okuyanlar, o paragrafta senin yüzüne tükürecekler; sana, Ziya Paşa gibi, “Yufff!..” çekecekler. Vesselam..

Onun için ister “fârrîn”, ister “muhtefîn”, ister “mescûnîn”, ister “mevkûfîn” Dişini sıkıp herkesin sabretmesi lazım, Allah’ın izni ve inayetiyle..

Bugünün yarını var, yarın Hakk’ın divanı var. Hakk’ın divanına varalım, Allah deyü deyü. Biraz değiştirdim, Yunus Emre’nin sözünü: “Miskin Yunus var dostuna / Koma bugünü yarına / Yarın Hakk’ın divanına / Varam Allah deyü deyü.”

Diğerlerine, zalimler gelince; şahsî hakkımı helal ediyorum. Kime? “Terörist!” diyene, şahsî hakkımı helal ediyorum. Ama bir zümreye, bir cemaate, geçmişiyle-geleceğiyle “terörist” diyene, o hakkı helal etmek, benim haddim değil, Allah’a karşı terbiyesizlik olur. O terbiyesizliği irtikâp edemem ben. “Firak-ı dâlle!” diyen o zavallıya, şahsi hakkımı helal ediyorum ama bir zümreye “firak-ı dâlle” diyorsa, teker teker hepsinin elini öpüp “Hakkını helal et!” demedikten sonra, o hakkın helal edilmesi mümkün değil; o, “cuppp” diye Cehenneme düşecektir. Sürü halinde bunların arkasından sürüklenenler de, o gün yürekleri “cızzz” diye inleyecektir. Şahsî haklarımı helal ediyorum, kim olursa olsun.

Dua ile noktalayalım: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” İnsanlığın İftihar Tablosu ifadesiyle, يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَEy kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi İslamiyet’te sabit kıl! يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَEy kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbilerimizi dininde sabitleyip perçinle!.. يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ  “Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Izdırap, Izdırap, Izdırap

İnananların şiarı (Müslümanlık alameti/nişanı) sayılan dua ile başlayalım: رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ “Rabbim, yarlığa bizi, merhamet buyur; buyur ki, merhamet edenlerin en hayırlısı Sensin, Sen!” (Mü’minûn, 23/118) وَبِهِ نَسْتَعِينُ “Ancak Ondan yardım dileriz.”

Allah’tan uzaklaştıran nimet

Allah’ı unutturan nimet, nimet görünümlü bir nıkmettir (azaptır, cezadır), bir belâdır. Dünya saltanatı bile olsa, Allah’ı unutturduğu dakikalar, saatler adedince -hafizanallah- insanın başından aşağıya bela ve musibetler yağıyor demektir; o adım adım Cehennem’e doğru yürüyor demektir. Dünya saltanatı, bir dakika O’nu unutturuyor ise, bir saat O’nu unutturuyor ise…

Ama gel gör ki günümüzde insanlar, neyin “nimet”, neyin “nıkmet” olduğunun farkında değiller, bilemiyorlar. Dünya, bütün ufuklarını kapamış; Allah ile kendi aralarında öyle bir husûf (ay tutulması) yaşıyorlar ki?!. Kapkaranlık bir gece içindeler fakat farkında değiller. Sırtları güneşe dönük yürüyorlar, gölgelerine takılmış olarak, “Dünya, dünya, dünya!” diye… Bestesi dünya, güftesi dünya; hep dünya mırıldanıp duruyorlar; saltanat, debdebe, takdir, alkış, “Ben!” deme…

Cenâb-ı Hak, sizi böyle bir zift akıntısına sürüklenmekten muhafaza buyursun! Bugüne kadar belli ölçüde muhafaza buyurdu; o buyurmalarını devam ettirsin!.. Bu da hüsnüzannım; bu, Hak yolunda olanlar için, alnını yere koyanlar için, “Allah!” diyenler için, “Sübhânallah!” diyenler için hüsnüzannımın ifadesi. O kadar suizan, insanı tepetaklak götürür. Herkesi kendim gibi bata-çıka yürüyen birer insan gibi görüyorsam şayet, çok ciddî bir suizan gayyasına gömülmüşüm demektir. Onlar hakkında elimden geldiğince hep hüsnüzan etmeliyim.

Ama gel-gör ki toplum, tepeden tırnağa öyle bir levsiyât içinde; onun radyoaktif tesirlerinin, en temiz yuvalara ve en temiz vicdanlara dahi tesir etmemesi, onları kirletmemesi mümkün değil. En azından radyoaktif tesiri, gama tesiri onlar üzerinde de belli izler bırakır farkına varmadan. En azından şu olur: Yapılan o mesâvînin mesâvî derinliğini göremezler. İç içe cinayetler, müzâaf, hatta mük’ab cinayetler işleniyordur, zulümler irtikâp ediliyordur, kafirin yapmadığı şeyler yapılıyordur; Müslüman iniltileri ile, mazlum iniltileri ile fezâ inliyordur, zâlim hay-huyu ile fezâ inliyordur, ülke değişik belâ ve musibetler ile inliyordur. Hiç farkına varmadan bunları ahvâl-ı âdiye, ahvâl-ı tabiiye görme gibi -esasen, farkına varmadan- tebeî bir körlüğü herkes yaşayabilir, hafizanallah. Bu açıdan, herkesin kendine bakarken belki böyle bakması lazımdır.

Günümüzde ızdıraplı gönüllere ihtiyaç var

Burada antrparantez bir şey diyeyim: Günümüzde yaşanan bu fecâyi’ (facialar, felaketler) ve fezâyi’ (korkunç hadiseler) karşısında eğer her birerlerimiz günde bir, iki, üç saatimizi bu işe vererek ve bunun bir kısmını da Cenâb-ı Hakk’a tazarru, niyaz ve duada geçirerek -bu belâ ve devâhînin (âfetlerin) savulması adına- inlemiyorsak, farkına varmadan onun radyoaktif tesirinde kalmışız demektir.

Evet, bir tarafta, karşıda yangın… Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “İçinde evladım/imanım tutuşmuş yanıyor!” Eğer elimizde tulumba, o yangını söndürmeye koşmuyorsak, içinde yanan insanları ondan kurtarmaya koşmuyorsak, dünkü ve evvelki günkü hortumdan insanları kurtarma adına bir kısım tedbirleri alma nev’inden tedbirler almıyorsak, o iş için yüreklerimiz çarpmıyorsa, nabızlarımız atmıyorsa, zannediyorum, insanlığımızı mizanda öyle bir kefeye koyar tartarlar; “İşte siz, bu kadar insansınız!” derler, hafizanallah.

Esasen, eğer belâ ve musibetin genişliği/vüs’ati, ne kadar korkunç cereyan ettiği bilinemiyor ise -hafizanallah- biz de vicdanlarımızda o ölçüde üzüntü duymayız, ızdırap duymayız. Oysa ızdırap, insanların dualarının kabul edilmesi adına çok önemli bir faktördür. Bir muzdaribin duası, bazen bütün kasvet bulutlarının sıyrılıp gitmesine vesile olur.

Muzdarip ve muztarr… أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren Allah mı?” (Neml, 27/62) Muztarr, içini Allah’a döktüğü zaman, o belâ ve musibetleri savan ve sonra onlara yeni keşifler yaşatan, yeniden Güneş ile buluşmalarını sağlayan/temin eden Allah’tan başka kimdir?!. Bu, O’na yönelmeye bağlı.

İnsanlık, sefalet ve rezalet içinde inim inim inliyor. Bütün dünyada, hususan bazı yerlerde, bahusus sizin ülkenizde öyle fecâyi’ ve fezâyi’ yaşanıyor ki!.. Aynı zamanda ona “adalet” diyorlar, “hak” diyorlar, “istikamet” diyorlar, “Her şey yörüngesinde yürüyor!” diyorlar. Dolayısıyla bir kısım şuursuz, muhakemesiz insanlar da buna inanıyor ve üzüntü duymuyorlar, Allah’a teveccüh etmiyorlar, içlerini Allah’a dökmüyorlar/dökemiyorlar; çünkü onlar da -bir yönüyle- genel tablodan zehirlenmiş bulunuyorlar.

Burada yine antrparantez bir şey diyeyim: Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd u senâ olsun ki, sizi o kirli çağlayan, o zift akıntısı içinde bulundurmadığından dolayı, kendi farklılığınızın şuurunda olarak hayatınızı götürüyorsunuz. Yani “Elhamdülillah öyle değiliz!.. Zulmedenlerden değiliz!.. Zulmü görüp ses çıkarmayan dilsiz şeytanlardan değiliz!.. Sesini yükseltmeyen şeytanlardan değiliz!.. İtiraz etmeyen şeytanlardan değiliz!” diye, hâlihazırdaki konumunuz itibarıyla Allah’a hamd etme durumundasınız, zannediyorum. Bunun farkındasınız veya değilsiniz ama konumunuz bu. Allah’ın konumlandırdığı durumunuz bu. Cenâb-ı Hakk’ın ilettiği, sizin için hazırladığı, temin buyurduğu durum, bu. Cenâb-ı Hak, bunu geliştirsin, inkişaf ettirsin!..

Mağduriyetler karşısında immün sistemim

Mehmet Akif’in sözü: “Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan / Ey sıkılmaz, ağlamazsın; bari gülmekten utan!..” Evet… “Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan / Ey sıkılmaz, ağlamazsın; bari gülmekten utan!..” Dudakların geriye gitmesini, Allah’a karşı bir saygısızlık olarak göremiyor ve ızdırap çeken insanlara karşı bir alay mahiyetinde kabul edemiyorsan hâlâ, nasibin o kadar demektir senin. O kadar nasip… Cenâb-ı Hak, olup-bitenleri, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun duymaya/duyurmaya muvaffak eylesin!..

Ben de olup biten hadiseler karşısında iki büklümüm. Evet, ümidimi hiç yitirmedim, recâ duygumda hiç kayıp yaşamadım; Rabbime karşı ümidimde bir sarsıntıya maruz kalmadım. Ama şunu itiraf edeyim; immün sisteminin çökmesi karşısında, yirmi tane rahatsızlık ile yirmi dört saat inlediğim de muhakkak. İmmün sistemim, tamamen “Pes!” dedi bana; “Ben artık bu kadar fecâyi’ ve fezâyi’ karşısında -bir kısım vücuda musallat olan virüsler ve mikroplara karşı- mukavemet edecek güçte değilim!” diyor bana her ân, her dakika. İşte on dakika evvel de ayağıma refleksoloji ile alakalı takunyaları takmış, odanın içinde dolaşıyordum; “Gidemem galiba, namaza gidemem; bu arkadaşların huzuruna çıkamam!” diyordum. Fakat dişimi sıktım, her şeye rağmen…

Bu dünya, âhirette mutluluklara ulaşmanın koridoru -daha doğrusu âhiret yukarıda bir şey olduğundan dolayı- helezonudur. Dünya ne kadar denî (alçak, aşağıda) olursa olsun, o âlî makamlara insanları yükselten bir vesile, bir vâsıtadır. Esmâ-i İlahiye’nin tecellî ettiği bir yerdir; Cenâb-ı Hakk’ın tanındığı, tanınması gerekli olan şeylerin tanındığı bir yerdir. Bu dünya, öyle bir yerdir… Buraya takılıp kalanlar, esasen, onun bir vesile/vasıta oluşunu ihmal ettiklerinden dolayı, öbür tarafı tamamen karartmış olurlar; âhirette kendilerine sonu gelmeyen bir küsûf yaşatmış olurlar.

Şimdi burada insan, kendi dertleri ile meşgul ise… Biraz evvel min vechin tahammülü aştığından dolayı arz ettim; söylemek doğru değil, O’na karşı şikâyet olur. Fakat قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Hazreti Yakup, ‘Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum.’ dedi.” (Yûsuf, 12/96) O yüce peygamberin, “Dağınıklığımı ve tasamı Sana arz ediyorum Allah’ım!” dediği gibi, Rabbim, benimkini de öyle kabul etsin!..

Ama mü’minin işi, sadece böyle kendi ızdırapları karşısında inlemesi değildir. İnsanın, فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana/bize düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var.” (Yûsuf, 12/18) demesi; sabr-ı cemîl ile sabretmesi.. إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum.” diyerek halini Allah’a arz etmesi.. وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bu arada, önderler içinde Eyyûb’u da an, hatırla. Hani O, ‘Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!’ diye yalvarmıştı.” (Enbiyâ, 21/83) buyurulduğu gibi, “Bana zarar dokundu!” deyip inlemesi.. veya لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlâh, Senden başka yoktur ilâh. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) şeklindeki, Hazreti Yunus İbn Mettâ’nın niyazıyla dua etmesi… Bir insanın, kendi başına gelen şeyler karşısında bunları vird-i zebân etmesi… Hâşâ, dilimin ucuna kadar geldi “mırıldanma” kelimesi ama o tabirlere karşı saygısızlık olur diye durdum, tevakkuf yaşadım. Bunları vird-i zebân etmesi, diline dolaması mevzuu, şahsı adına güzel şeylerdir; Allah’a karşı arz-ı halde bulunma demektir.

Fakat bir de insanın çevresinde olup-biten hadiseler var; biraz evvelki mülahazalar çerçevesinde, bir yangın var ki, içinde iman tutuşmuş yanıyor. Anne-evlat, birbirinden koparılmış. Karı-koca, birbirinden koparılmış. Kimisi soluğu yurt dışında almış; teselli için kendilerine “Muhacir” diyorlar. İnşaallah muhacirdirler, inşaallah gittikleri yerlerde de ahlak bakımından “Ensâr” türü insanlar ile karşılaşırlar. Kendi ülkelerinde yedikleri tokat ve zılgıtları, karşılaştıkları insanlar sayesinde unuturlar, inşâallahu teâlâ. Bir de böyle ızdırap içinde, elem içinde kıvranan insanlar var…

İşte İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu belâ ve mesâibe maruz insanlar karşısında, مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertleri ile dertlenmeyen, o dertleri paylaşmayan, onların yaşadığı şeyleri vicdanında derinlemesine duymayan, onlardan değildir!” diyor. Yani, “Hakiki manada Müslüman değildir!”diyor. O ızdırabı, insanın, içinde duyması lazım; bir yangın karşısında, yanan insanın ızdırabını içinde duyması lazım.

Sizin temel felsefeniz içine girmiş; kim tarafından sokulursa sokulsun: Bencilce ifade edilmiş bir laf vardır milletimizde; “Yangın, nereye düşerse, orayı yakar!” Bizim felsefemize göre, “Yangın, nereye düşerse düşsün, beni yakar!” Felsefemiz budur. Myanmar’a düşen yangın, beni yakar!.. Şam’a düşen yangın, beni yakar!..

Evet, مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ Müslümanların dertlerini paylaşmayan, “Benim derdimdir!” demeyen, “Bu yangın, beni de yakıyor, onlarla beraber!” demeyen insan, o kategoride mütalaa edilmez. Öbür tarafta da onlarla beraber o güzelim muameleye tâbi tutulmaz; onlara verilecek o vâridata mazhar olamaz. Hafizanallah, “Hele siz ayrılın şöyle, şurada durun; kantara/teraziye girecek durumunuz yok sizin, tartılacak durumunuz yok!” denilir.

Gerçi herkes, belki kendisine öyle bakmalı, havf zaviyesinden. Biri öyle demiş: “Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Rahmân (Deyyân) / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan!” “Deyyân”, Fakir’e ait; o, “Rahmân” diyor. “Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan!”Terazi kırılır, bu günahlar ile Allah beni tartar ise orada. Hafizanallah, tartıya bile tâbî tutulmadan, haklarında “Lüzum yok bunlara; hayatlarını kirletmişler ve Berzah hayatını da kirli geçirmişlerdi. Arınmaları için bunların oraya gitmeleri lazım!” denilenler de var. Onların hepsi, hafizanallah, tepetaklak o gayyâlara yuvarlanacaklar.

Günde kaç kere dua ediyor ve ekliyorum

O duruma düşmemek için, burada o mağdur ve mazlumların çektiklerini arınma gibi görmek lazım. Fakat aynı zamanda, onların çektikleri şeyleri paylaşmak suretiyle, bizim için de o meselenin bir arınma vesilesi olduğunu görmek lazım, buna inanmak lazım. Biz de onunla arınıyoruz. Biraz evvel dedim; immün sistemi çökmüş, onun bedava gideceğini düşünemem ben!.. Cenâb-ı Hak, onu bir yere koyacaktır!..

Ben her gün aklımda o insanları sayıyorum; isimlerini bildiğim arkadaşları ismen zikredip, اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Allah’ım, onları bir anda kurtuluşa erdir; onları hürriyetlerine kavuştur.” Öyle sürpriz bir inayetle ki, بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Allahım, ‘Kullarıma öyle sürpriz nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiş!’ buyurduğun gibi, işte öyle sürpriz şekilde olsun.” Sürpriz olarak Allah’ım, salıver onları!.. Ali’yi salıver, Veli’yi salıver, falanı salıver!.. Hayat-ı içtimâiyedeki konumları itibarıyla tanıdığım insanlar… Onurlu yaşamış, iffetli yaşamış, izzetli yaşamış; fakat orada kapıkulu gibi, halayık gibi, belki onların bile maruz kalmayacakları şeylere maruz kalmış insanlar… İsimlerini bildiklerimi ismen anıyorum. Bilemediklerim ile alakalı da diyorum ki “Sen biliyorsun yâ Rabbî!” أَنْتَ تَعْلَمُهَا، أَنْتَ تَعْلَمُهَا، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “O isimleri Sen biliyorsun; o isimleri Sen biliyorsun; onları kurtar, onları hürriyetlerine kavuştur!..” Sürpriz olarak onları salıver!.. Salıver ve benim şu hafakanlarımı da dindir. Artık taşıyamıyorum; bu hafakanlarımı da dindir!..

Zâlim, zulme doymuyor; hâin, hıyanete doymuyor… Bunun karşısında sessiz kalma, alakasız kalma, insanlık adına ciddî kayıp sayılır. Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) -Kurban olayım!..- ifade buyurduğu şey, odur zaten. O, insanlık için, insanlığın öyle bir sû-i âkıbete maruz kalmaması için Cennet’e girmeyi bile tehir etmiştir. Abdülkuddûs’un ifadesi ile diyeceğim:

O Hüzün Senesi’nde, yani Boykot’tan sonra, o güne kadar kendisine arka çıkan, sürekli kendisini fikren destekleyen, mânen destekleyen, maddeten destekleyen Hadîce-i Kübrâ, mübarek annemiz, ruhunun ufkuna yürüdü. Antrparantez; o annemizin bu Hizmet ile çok alakalı olduğunu, bir ehl-i hak dostumuz söylemişti: Hadîce validemiz, Efendimiz’e soruyor: “Yâ Rasûlallah! Nasıl görüyorsun bunları?” “Ben, onlardan çok memnunum” diyor. Arada anamız vasıtalık, vesilelik, tercümanlık yapıyor. Ben, salât ü selâmlarımda, Ezvâc-ı Tâhirât’ı anarken onu anmamayı ona karşı vefasızlık sayıyorum. Hadîce-i Kübrâ, kurban olayım sana!.. Allah nasip etse de kirli başımı senin ayaklarının altına koysam!.. Anam!..

Çilesizlik ve ızdırapsızlık, insana musallat olmuş bir güve gibidir. İnsanı er-geç yer, bitirir. Evet, o, ruhunun ufkuna yürüyor. Bir yönüyle tam inanmamış, O’na saygı duyuyor ama tam inanmamış Ebu Tâlib’i de kaybediyor Allah Rasûlü. O seneye “Hüzün Senesi”, tasa senesi deniyor. Ve Allah (celle celâluhu), “Habibim! Sen çok üzgünsün. Bak, o üzgünlüğü sana unutturacak, değişik iltifatlarda bulunacağım!” diyor; O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kendi (celle celâluhu) Huzur-i Kibriyâsı ile şereflendiriyor. Bütün peygamberlerin makamlarından geçirerek, onlar ile görüştürerek, Mele-i A’lâ’nın sâkinleri ile buluşturarak Huzur-i Kibriyâsına alıyor, cemâl-i bâ-kemali ile -Kadı Iyâz’ın beyanına göre- şereflendiriyor. Kendisi ile bizzat konuşuyor; namazı Ümmet-i Muhammed’e iletmek üzere O’na emanet ediyor: “Bu emaneti, Sen de onlara intikal ettir!” diyor.

Çilesizlik ve ızdırapsızlık

Hazreti Mesih, oraya gitti ise, kaldı orada. Başka peygamberler de ruhlarının ufkuna yürüdü, kaldılar orada. Fakat senin, benim, cihanın efendisi, hatta peygamberlerin de efendisi, Efendiler Efendisi, Miraç’ta ulaşılmayacak şeylere ulaştı. Cennet’in binlerce sene hayatı, bir dakika rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ufkuna ulaştı. Rıza ufkuna ulaştı. İltifâtât-ı İlahiye ufkuna ulaştı… Ama geriye döndü. İnsanlığı düşündü, “Benim dünyaya dönmem lazım!” dedi ve döndü. Mekke dönemi, Bi’set-i Seniyye’nin sekizinci senesi. Hâlâ çölde bazı kimseler sırt üstü yatırılıyor, üzerlerine taşlar konuyor. Bazıları çarmıha geriliyor; bazıları öldürülüyor orada. O bunları gördükçe, yüreği yanıyor. Fakat dönüyor; insanları, ulaştığı ufka ulaştırmak için, “Ne olursa olsun katlanma pahasına, onların içine dönmem lazım!” diyor ve dönüyor.

İşte, büyük veli Abdülkuddûs diyor ki: “Hazreti Muhammed öyle makamlara yükseldi ki, Allah’a yemin ederim, ben oraya ulaşsaydım, vallahi, billahi, tallahi, geriye dönmezdim!” Al, senin Efendinin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ufkunu ve başkalarının ufkunu, mukayese yap!..

Başkaları için yaşama… Adanmışlık ruhu ile, esas, yaşatmak için yaşama… Sizin bundan başka -antrparantez- bir düşünceniz var mıydı?!. Yaşatma duygusundan başka bir düşünceniz var mıydı?!. Adanmışlık ruhundan başka bir mülahazanız var mıydı?!. “Her yere ulaşalım, herkesin elinden tutalım! ‘Gerçek insaniyet nedir?’ Herkese hâl ile, temsil ile sergileyelim; teşhir ediyor gibi edelim! Bu (hâl ve temsil dili), sözün tesirinden -semâvî bile olsa sözün tesirinden- daha müessirdir.” Siz, bu yolda yürüyordunuz. Birileri bu mevzudaki çarkı ve düzeni yıkmak/kırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor; etek etek paralar döküyor, mahkemeler oluşturuyor; insan kaçıran, gasp eden, paketleyen ve zulüm diyarına onları sevk eden yıkıcılar, tahripkârlar, eşkıya güruhu oluşturuyorlar.

Onlar (fesada kilitli o şerirler) karşısında, o mazlumiyet ve mağduriyete maruz kalanların dertlerini içinde paylaşmıyorsan şayet, onlar ile o derdi paylaşmıyorsan, sen onlardan (o mazlumlardan) değilsin!.. Öbür tarafta “Sen hele şöyle kenarda dur! Onlar, göreceklerini görecekler, alacakları mükâfatı alacaklar!” denecek. Bu, muhakkak; bunda kimsenin şüphesi olmasın!..

Çilesizlik ve ızdırapsızlık, insana musallat olmuş bir güve gibidir. İnsanı er-geç yer, bitirir. Çilenin elini öpmek lazım, ızdırabı alnından öpmek lazım!.. Veya başımızı onun ayaklarının altına koymamız ve “Izdırap, ızdırap, ızdırap!” deyip inlememiz lazım!.. Zira Süfyân İbn Uyeyne’nin ifade ettiği gibi, “Bazen bir muzdaribin duası ile Allah, bütün bir ümmeti, bir milleti bağışlar.”

Cenâb-ı Hak, bugüne kadar devam ettirdiğiniz hâlinize denk, böyle bir mülahaza ile gönüllerinizi mamur kılsın!.. Vird-i zebânınız olsun bu mülahazalar. Ve bu mülahazalar ile Kendisine kavuşmaya muvaffak eylesin!.. Vesselam.

Kadın, Hizmet, Entegrasyon ve Asimilasyona Karşı Surlar

Seferberlik mülahazasıyla hizmet

İçinde bulunduğumuz şartlar itibarıyla, konjonktür itibarıyla, zannediyorum meseleyi seferberlik şeklinde ele almak lazım; kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, herkesin yapabileceği şeyi yapması lazım.

Bizim dinimizin temel disiplinleri zaviyesinden bakacak olursak, bu (kadın erkek herkesin dine hizmeti) Asr-ı Saadet’te belki açıktı. Hani hadis ricâlini okurken görüyoruz: Âişe validemizden, ricâlden (hadis râvîsi erkeklerden) dünya kadar insan ilim alıyor; mübarek validemizden, beş bin kadar hadis rivayet ediliyor ki, o da (hadîsin şartlarına uygun bulunup) rivayet edilenler; bir de rivayet edilmeyen şeyler vardır. Sahih buldukları şeyleri alıp, kitaplarında, “Kütüb-i Tis’â” dediğimiz “dokuz kitap”ta (Buharî’nin Sahihi, Müslim’in Sahihi, Ebu Davud’un Süneni, Tirmizî’nin Süneni, Nesaî’nin Süneni, İbni Mâce’nin Süneni, Darimî’nin Süneni, İmam Mâlik’in Muvattâsı, Ahmet İbni Hanbel’in Müsnedi’nde) naklediyorlar. O dokuz kitapta, onun (radıyallâhu anha) o mübarek sözlerini, Efendimiz’den naklettiği şeyleri değerlendirmişler.

Tâife-i nisâ (kadınlar), hemşirelerimiz, bacılarımız, o günkü analarımız, zannediyorum erkekler kadar Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda hizmet etmişlerdir. Fakat sonra mesele belli bir dönemde çığırından çıkmış; belli bir dönemde de meseleyi militarizm kontrol altına almış; dolayısıyla tâife-i nisâyı eve kapamışlar, tamamen hayattan tecrit etmişler. Çok nadir sahneye çıkan -Hürrem Sultan gibi, Kösem Sultan gibi- kadınlar olmuş. Osmanlı Devleti’nde böyle olduğu gibi, hani ben Abbasîlere de, Emevîlere de bakıyorum, daha ziyade ricâl istihdam ediliyor.

Kadınların bazı hususiyetleri var belki, dolayısıyla onlardan sınırlı bir şey beklemek lazım; erkeklerden beklenen şey, onlardan beklenmemeli; onlara mukavemetleri, güçleri kadar vazife yüklemeli. Hemen her günlerinin -bir yönüyle- aktif bulunmaya müsait olması, ayrı meseleler… Bu hususları birer realite olarak görüp gözetmeli; fakat bunun dışında onları da mutlaka hayatın içinde -devr-i Risâletpenâhi’de olduğu gibi- mütalaa etmek lazım. Ne var ki, edilemedi.

Cumhuriyet döneminde de onlar -esasen- sadece kadını sahneye sürdüler; kadını hemen her hususta figüre ettiler; bağışlayın, başkalarını baştan çıkarma, çok özür dilerim hemşirelerimizden, insanları bohemliğe atma mevzuunda onu öyle kullandılar. Meşrutiyet yıllarında bu yanlışlık başladı, Cumhuriyet’te devam etti, gırtlağa kadar devam etti.

Ama meşrû dairede, kendi disiplinlerimize sımsıkı bağlı kalarak, bunu (kadınların hayatın her birimine katılımını) devam ettirmek, zannediyorum günün şartları ve konjonktürün de gereği. Bu açıdan da “seferberlik” dedim bu meseleye; yani umumî bir hareket, kadın-erkek… Nasıl Ebu Süfyân, Yermük’e hanımı ile gitmiş; hanım orada o kılıcı çekmiş, kocanın yanında düşmana karşı savaşmış!.. Aynen öyle bir mantık, öyle bir felsefe ile kadın-erkek bir seferberlik içinde bu işi yapmaları lazım. Birinci mesele, bu; âcizâne, haddim değil, onlar benden iyi bilirler o meseleyi ama kendi duygularım, düşüncelerim çerçevesinde ifade ediyorum.

Üslupta Hataya Düşmemeli!..

İkinci mesele: Bu mevzuda, yanlışlıklara düşmemek, üslup hataları ile insanları kaçırmamak. “Toplayalım, cem’ edelim; Allah’ı (celle celâluhu), Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdirelim!” mülahazası taşırken üslup hataları ile insanları kaçırmamak için meseleleri mutlaka müzakere ve müşavere süzgecinden geçirmek lazım. Öyle bir kalibrasyona tâbî tutmadan, herkes bildiği gibi konuşur ise, çok kırılmalar olabilir. Yemek yemenin de bir usulü var ise şayet, evvela çorba geliyor ise, salata geliyor ise, bunun dışında diğer yemekler geliyor ise, sonra börek geliyor ise, sonra kadayıf geliyor ise, baklava geliyor ise… Bu, çok ciddî meselede, Allah’ı, Peygamberi sevdirmede, dinimizi sevdirmede, ona imrendirmede, en azından kendi dünyamız içinde onun şehbal açması ve dalgalanması istikametinde bir şey yaparken, mutlaka meseleyi “ortak akıl” gücüne havale etmek lazım, emanet etmek lazım. Aksi halde, yanlış yapabiliriz; hani kör hâkime “Kör hâkim!” demek gibi ki bazen yanlışlık yaparak öyle diyebiliriz.

Şimdi asıl meselemiz, derdimiz nedir? Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı, Allah’ın kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin!” Şöyle bir rivayet yok: حَبِّبُوا رَسُولَ اللهِ إِلَى أُمَّتِهِ وإِلَى اْلإِنْسَانِيَّةِ، يُحْبِبْكُمُ الرَّسُولُ Onu da diyeyim, o da -mana itibarıyla- doğru olur: “Allah Rasûlü’nü ümmetine, insanlığa sevdirin ki, Allah Rasûlü de sizi sevsin!” Bu mesele, doğru; bu bir esastır, bir usuldür, bunu yapmak lazım, herkesin vazifesi; bu, herkese düşen bir sorumluluktur. Gücü, takati, aklı, mantığı, muhakemesi, branşı, hayat içinde aktif olma disiplinleri açısından farklılık arz etse de temelde mesele, herkes için aynıdır. Tâife-i nisâ, hemşirelerimiz, bacılarımız, annelerimiz için de öyledir; erkekler için de aynı şey, öyledir.

Evet, Efendimiz’i sevdireceğiz. Diyelim ki bir Hristiyan ile, bir Yahudi ile karşılaşıyorsunuz, bir Budist ile, bir Brahman ile, bir Konfüçyüsist ile karşılaşıyorsunuz; hemen Efendimiz’i öne sürdüğünüz zaman, onlara O’nu sunduğunuz zaman, tepkiye sebebiyet verebilirsiniz. “Neden Buda değil, Brahman değil? Neden Upanişad değil?!.” falan derler. Bu açıdan da üsluba dikkat etmelisiniz.

Düşünün, antrparantez arz ediyorum: Efendimiz, Mekke’de Peygamberliğinin ilk yılları esnasında, sokaklarda dolaşınca, her karşılaştığı insana قُولُوا لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، تُفْلِحُوا diyor; “Allah’tan başka Ma’bûd-i bi’l-hak, Maksûd-i bi’l-istihkak yoktur deyin, kurtuluşa erin!” diyor. Bakın Kendi adı yok; oysaki işte orada (tabloda) لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ bittiği yerde مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ var. Zayıf bir rivayette, Hazreti Âdem, kırk sene başını semaya kaldırmadı, hicabından dolayı, “zelle”den dolayı. Bir sürçmedir o sadece; yürüdüğü yer buz idi, farkına varmadan bir adımını atarken isabetli atamadı. İçtihad; dolayısıyla sürçtü. Ama kırk sene başını -bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’a teveccühünün ifadesi olarak semaya çevirmedi. Hep رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ dedi. “Allah’ım! Havva ve Ben, kendimize zulmettik. Yarlığamaz isen, mağfiret ve merhamet buyurmaz isen, hüsranda, ziyanda, kaybedenler içinde oluruz.” dedi, yalvardı. Bir zaman sonra aklına geldi bu; Cennet’ten uzaklaştırılırken, O’nu görmüş idi orada. “Yâ Rabbî, Hazreti Muhammed hürmetine beni bağışla, yarlığa!” dedi. Cenâb-ı Hak, O’na dedi ki, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” “Ben, Cennet’ten ayrılırken, baktım o Cennet’in kapısı -işte, kale kapısı gibi, enbiyâ-ı izama açık o kapı her neyse- üzerinde, Cennet kapıları üzerinde -levhalarda olduğu gibi- لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ yazılı. Baktım iki isim yan yana. Anladım ki nezd-i Ulûhiyetinde O’ndan daha kıymetli biri yok: Onun için O’nu şefaatçi yaparak Sana teveccüh ediyorum, Beni bağışla!” Bağışlanması adına o yalvarışlara bir kafiye koymak lazımdı; bu kafiyeyi koyunca, o da Cenâb-ı Hakk’ın o engin rahmetine, mağfiretine mazhar oluyor. -Antrparantez idi bu, arz ettim.-

Fakat bu insan, o ilk Mekke müşriklerine on üç sene “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtuluşa erin!” diyor. Esasen burada zımnen o nübüvvetini ifade ediyor. Sen kim oluyorsun, hangi salahiyet ile böyle “Şunu deyince insanlar, Cennete girer!” diyorsun?!. Şimdi bu mevzuda Sen, semaların bir vazifelisi, O’nun bir vazifelisi değil isen, bunu söyleyemezsin ki!.. Zımnen bunu diyor fakat karşı tarafta enâniyet âbideleri var. Günümüzün insanının her birisi bir enâniyet âbidesi kesildiği gibi, birer egoist, egosantrist kesildiği gibi, o günün o putperestleri, “Lât”çıları, “Menat”çıları, “Uzza”cıları, “İsaf”çıları, “Nâile”cileri de her birisi âdeta bir put; herkes, kendisine tapılsın istiyor. Günümüzdeki bazı kimseler gibi, “Dokunursan, ibadet olur!” deniyor, bayılıyor adam ona. “Sana tapıyorum!” deniyor, bayılıyor ona. “Bakara, makara!” deniyor… Bayılıyor onlara, hiç birine itiraz etmiyor. Bu, enâniyete yenik düşme, nefse yenik düşme, hevâya yenik düşme… Onlar, hevâlarına yenik düşmüşler; kalkar derler ki, “Abdulmuttalib’in torunu, yetim aynı zamanda, anasız-babasız büyümüş bir çocuk, kalkmış bize diyor ki: Muhammedun Rasûlullah! Ben, Allah’ın elçisiyim, semaların sözcüsüyüm; burada ben ne dersem, ona uyulması lazım!” Böyle derler. Fakat üslup, bu.

Esas nedir orada? لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Anahtar, o; işin içine girişin anahtarıdır. Açılmaz kilitleri, o anahtar açar ve insan, öbür âleme yürürken de onu söylediği zaman, Allah’ın izni-inayetiyle kurtulur. Kabre o anahtar elinde, onun ile girer ise şayet, Münker-Nekir de belki bakar ona, sadece sûret-i haktan söylerler: مَنْ رَبُّكَ، وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ “Rabbin kim; Peygamberin kim?” O da zaten diyeceğini biliyordur. Fakat o anahtar kelimenin -bir yönüyle- dişlerinden birini -o ilk dönemde- söylemiyor Allah Rasûlü; oysaki o, iki dişli bir anahtar orada: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Fakat onların enâniyetine dokunduğunuz ve üslup açısından hata ettiğiniz zaman, antipatiye sebebiyet verirsiniz.

“Umumun ızdırabını duyuyorum!..”

Yine farklı, küçük bir meseleyi arz edeyim: Hep kendi kendimi sorgularken diyorum ki: “Geçmişte şunu şöyle yapsaydık, bunu böyle yapsaydık… Herhalde yapamadık, idrakimiz o ufukta değildi. Dolayısıyla bazı hatalar yaptık. İçlerinde hazımsızlık taşıyan insanlar, hazmedemediler; bu şekilde zâlimâne, hâinâne, hâsirâne üzerimize geldiler. Dünya kadar insanı zulme uğrattılar, gadre uğrattılar, azlettiler. Türkiye’nin elli-altmış seneden beri kazanılmış elit sınıflarını tamamen yok etti, kendilerini cehalet çağlayanına saldılar. Şu anda öyle… Acaba onlara -“kemik” demeyelim de, insan nihayet onlar da- böyle ballı-kaymaklı bir lokma ekmek atsaydık… Falan… Hani bunu derken ne demek istediğimi anlarsınız siz; bir sürü müessese vardı; bir misyon, bir fonksiyon onlara da verilebilirdi; “Alın, bir ulufe gibi bunu da siz alın!” denebilirdi. Hani padişahların ulufeleri vardır, liyakati olmayan insanlar da bazen gelirler, tufeylî gibi oraya sığınırlar. El-Kulûbu’d-Dâria’da bu tabiri kullananlar var; çok, evliyâullahtan. İyi-kötü tefrik etmeden orada herkese mutlaka bir şey veriliyor. Siz de öyle bir şey verseydiniz, acaba!..

Ama arkadaşlarım diyorlar ki: Hiç onlara kanaat etmezlerdi. Tamamen inhisâr-ı fikir var; tahabbüb-i nefisten geliyor; nefislerine öyle tapıyorlar ki, kendilerinden başka kimseye teveccühün olmasına tahammülleri yok. Çekememezlik ve hased içinde yürüyorlar. Çekememezlik ve hased öyle bir hastalık ki, Üstad hazretleri de diyor: “Hâsid, herkesten evvel kendini yakar.” Hasan Basrî hazretleri de diyor ki: “Ben, hased edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim!” Hâsidden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim çünkü kendine ediyor esasen, huzurunu kaçırıyor. Evet, diğer bir ifade ile şöyle diyebilirsiniz: Bu çekememezlik, hazımsızlık öyle bir maraz ki, psikiyatri kliniklerinde bile tedavi edilemez, tımarhanelerde bile tedavi edilemez.

Şimdi insanlar, böyle bir ruh haleti taşıyorlar ise, ille hep “Ben!” diye Ramazan davulu gibi ses çıkarıyorlar ise, zannediyorum ne verirseniz veriniz onlara, hiçbir zaman seslerini ney sesine çevirmeyeceklerdir bunlar. Hep güm güm bir ses duyacaksınız onlardan. Bu; arkadaşlarımızın genel düşüncesi, bu.

Fakat ben kendimi sorgulamadan edemiyorum. Hani herkes kendi yakını, bildiği-ettiği adına, annesi-babası adına ızdırap çeker. Fakat Fakir; bir yönüyle hakkım olmadığı halde, ircâ’ mahalli olması itibarıyla el-âlem meseleyi size bağlıyor. Hani sizin adınıza “terör” dediler, falan… Dolayısıyla şöyle-böyle sizinle irtibatı olanları, iltisakı olanları derdest edip götürüyorlar. Hiç olmayacak şeylere müebbetler veriyorlar. Ve öyle oldu; çok kıymetli insanlar, çok elit insanlar şu anda o cendere içindeler. Bütün bunları birden düşününce, kendimi affetmiyorum. Neredeyse günümün yarısında bunlar benim kafamı meşgul ediyor. Bunu şikâyet mahiyetinde demiyorum. Hiç uyuyamadığım gün oluyor; yatakta deniyorum, yastığı bir öyle bir böyle koyuyorum, oturarak uyumaya çalışıyorum, ağzıma bir tane pastil alıyorum belki o bir şey yapar… Ama bir türlü bunları kafamdan atamıyorum. Onları kafamdan atamama neticesinde, kelâm-ı nefsî ile, iç konuşma ile bu defa onlara cevap vermeye başlıyorum; hep onu düşünüyorum, “Al sen de ağzının payını, al sen de ağzının payını!” diyor, gereksiz şeylere giriyorum; israf-ı zaman ediyorum, uykumu kaçırıyorum, gündüz yapacağım şeyleri de yapamıyorum; mesela, iki aydır ben kalemi elime alıp müsvedde kağıtlarımı önüme koyup bir yazı yazamadım, düşünün burada! Bunlar, benim zaafımdan, yetersizliğimden, güçsüzlüğümden belki, kadere rızasızlığımdan… Cenâb-ı Hak, beni de size bağışlasın, inşaAllah..

Ama tabiî böyle bir dönemde Efendimiz’in mukavemetini düşününce, saldım kendimi!.. Dedim: “Ben, Sen değilim ki yâ Rasûlallah! Sen, Cenâb-ı Hakk’ın hususî matmah-ı nazarısın, O’nun te’yîdi altındasın sürekli; hep Sana moral veriyor, ediyor, arkanda olduğunu söylüyor. Mesela, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا diyor, Sevr sultanlığında: “Dostum, tasalanma! Allah, bizimle beraberdir!” إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا “Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi.” (Tevbe, 9/40) diyor. Ben de öyle çok duygulanarak, “Ama ben Sen değilim ki!..” dedim. Bu açıdan da konumumu da bilmem lazım, zaafımı bilmem lazım, aczimi bilmem lazım. Burada ne kadarına dayanabileceksek, dayanmalıyız ona.

Bir Kere Daha Aktif Sabır

Durağanlığa girmemek lazım; günümüzü ifade için, günümüzdeki sabra “aktif sabır” diyoruz zaten. Falan-filan kötülük yapmış, zulüm etmiş, haksızlıkta bulunmuş; ee bir şey deme, katlan sen de ona ama durağanlık içinde… Hayır, öyle değil!.. Esasen şimdi bu şartlar, benim durumum, bu konumum, konumlandırıldığım bu durum neler yapmaya müsait ise, onları yapmalıyım. İşte, sizin -Allah’ın izniyle- yaptığınız şey de o; hem erkekler ile, gençler ile, hem bu hemşirelerimiz ile, sizin annelerimiz dediğimiz anneleriniz ile…

Bir gün bu mesele tabii bir hal alınca -belli bir dönemde o himmetlerin, o okul açmaların, o üniversitelerin, o üniversiteye hazırlık kurslarının, bu insanların ablaları ile, bunların ağabeyleri ile gerçekleştirildiği gibi, realize edildiği gibi- bunların da daha büyük şeyleri realize edeceklerine inanıyorum. Şu anda dünyanın değişik yerlerine serpiştirilmiş olma mevzuu, esasen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem bir isteğinin, hem de bir gâye-i hayalinin realize edilmesi açısından önemli bir adım gibi geliyor bana. Madem Allah saçtı, savurdu; işte üslupta hata etmeden, anlatacağınız şeyleri anlatmalısınız; bu pozisyonu iyi değerlendirip anlatmanız lazım. Herkes duydu, bu bir fırsattır. Dolayısıyla nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin -Kendi buyurduğu gibi- ism-i şerifleri, güneşin doğup-battığı her yerde bir bayrak gibi dalgalanacak.

Evet, böyle bir gâye-i hayale insanın kendini salması lazım; Allah, onu mutlaka deryaya ulaştırır. Sonra o da yolunu bulur oradan, bu defa buhar olur havaya çıkar damlalar halinde; pozitif-negatif yan yana gelir, yine yağmur damlalarına dönüşür, yine yerin bağrına akar; yine insanlığın imdadına koşar, nebatatın imdadına koşar, yine çağlayan olur, yine deryaya akar… Hani tıpta bir tabir vardır: “Fâsid daire”; şimdi “kısır döngü” diyorlar. Buna karşılık biz de buna “sâlih daire” diyoruz, “doğurgan döngü”; evet öyle bir şeye vesile olur, Allah’ın izni-inayeti ile.

Beslenme kaynaklarımıza odaklanmalıyız

Belki zaruretler karşısında “Yahu biraz daha dişimizi sıkıp bazı şeyleri mütalaa etmemiz lazım; Siyer felsefesine bakmamız lazım; Efendimiz’in hayat-ı seniyyesini bir kere daha gözden geçirmemiz lazım; Risaleler’e bir kere daha baştan bakmamız lazım; bu asrın, bu çağın sözcüsü; dolayısıyla çağın derdini en iyi keşfeden insanlardan birisi, o.” demeliyiz. Günümüzün nesilleri de o türlü şeyleri mütalaa etme zaruretini hissedeceklerdir; sorumlulukları, o insanları bu türlü şeylerde derinleşmeye sevk edecektir, zorlayacaktır; kendilerini mecbur hissedeceklerdir.

Ben bunu Komünizmin revaçta olduğu belli bir dönemde, Türkiye’de hep yaşadım. O kürsülerdeki o konuşmalara şahit olmuşsunuzdur. O gençler, bazıları abdestsiz-mabdestsiz, camiye gelirlerdi; böyle hep sorular sorarlardı; irticali, verilen cevaplardı onlar. Ee şimdi de, buradaki insanların dertleri, problemleri nelerdir? Dolayısıyla onlara makul ve onları ürkütmeyecek-kaçırmayacak şekilde cevap vermek için fikir cehdi ortaya konmalı. Günümüzde düşünen insanlar ne demişler, tabii onlara müracaat edeceğiz, bakacağız. Esasen zaman, şartlar, konjonktür, o insanları, bir yönüyle yaptıkları işe kendilerini ehil hale getirmeye zorlayacaktır. Bazılarının belki arkadan ittirmeye ihtiyaçları olur: “Kabiliyetin var, donanımın var, maşallahın var; maksadını da çok rahat ifade ediyorsun; böyle Firdevsî’yi okuyormuşsun gibi geliyor konuştuğun her şey, insanı bayıltıyor.” Böyle kabiliyetler var ise, bunları pozitif şeylere biraz arkadan ittirmek lazım, dürtmek lazım.

Dünyanın, bu sesi-soluğu duymaya ihtiyacı var. Çünkü eskiden beri bazıları zaten Müslümanları terörist görüyorlardı; şimdi dünyanın değişik yerlerinde Müslümanlığı, onun kaderini temsil eden insanlar, ona doğrudan doğruya “terörist” dedirttiler, Müslümanlığa “terörist” dedirttiler. Onun böyle olmadığını, onun esasen hümanizmin üstünde çok önemli semâvî bir din olduğunu anlatmak lazım. İnsanların o mevzuda kendi ihtiyarları ile seçeceği bir yolu seçmiş oldukları, kendi ihtiyarları ile yaşayacakları şeyleri yaşıyor bulundukları anlatılmalı. Hepsi, bu; hür irade ile, adalet mülahazası ile, hürriyet düşüncesi ile yapıyorlar. Bunun için, sistem ona göre sergilenmeli, adeta bir ütopya oluşturulmalı.

Entegrasyon

Bunda da belki en başta gelen şey, entegrasyon. Bulunduğumuz ülkede, kılığımız ile, kıyafetimiz ile, saçımız ile, sakalımız ile bir farklılık arz ederek din-i mübînin emirleri çerçevesinde yapacağımız şeyleri yaparız; hemşirelerimizin şu anda yaptıkları gibi, sizin yaptıklarınız gibi.

Fakat, hatta belki böyle bir şey (cübbe) ile görünme… Beni böyle görseler, yadırgamazlar veya burada mâbed gibi bir yerde görünce yadırgamazlar ama hayatın içinde böyle olduğunuz zaman yadırgayabilirler. Bence detaya ait bu meselelere takılıp kalmamak lazım; yoksa usulde kayba uğrarsınız.

Entegrasyon çok önemlidir. Aklı başında olan insanlar, genç nesiller, kadın-erkek hepsi, şebâben ve şuyûhen (genciyle ve yaşlısıyla) entegrasyonda kusur etmemeliler. Öyle ki o insanlar, “Bunlar bizden!” falan demeliler. Ancak konuştuğunuz zaman “Yahu siz, bizden değilmişsiniz!” falan diyebilmeliler. Bunun gibi…

Fakat bir diğer taraftan da bu kadar yakın durduğunuz zaman, bir asimilasyon yılanı, çıyanı baş gösterebilir bu mevzuda. Bu da daha ziyade -zannediyorum- böyle bir kısım hevâ-i nefsine uymuş gençler için, çocuklar için tesirli olur.

Asimilasyona Karşı Surlar

Buraya gelen Amerikalı akademisyenlerden birisi -Efendimiz’i de tanıyor, “Peygamber” olarak biliyor, “Muhammedun Rasûlullah!” diyor, sallallâhu aleyhi ve sellem- bize yalvarırcasına dedi ki: “Aman hocam, ne olur, Allah aşkına!.. Bakın, buraya gelmişsiniz; erimeyin bu toplum içinde!.. Ne iseniz, öyle devam edin!” Siz de duydunuz, değil mi? Evet, yalvardı, yalvarırcasına konuştu; arkadaşlar da şahit burada. “Sizden evvel gelenler, değişik yerlere dağıldılar; fakat immün sistemleri zayıftı, mukavemet edemediler; o çağlayana kendilerini saldılar, bir daha da kenara çıkmaya fırsat bulamadılar.” Yalvardı bize burada.

Şimdi onun için de esasen, birinci mesele, entagrasyon; ikincisi de asimilasyona karşı seralar oluşturma.

Bunun çâre-i yegânesi; mümkünse kabiliyetli, donanımlı, idealist, esasen kendini bu işe adamış insanları yönlendirmek, tayin etmek. Bizim bulunduğumuz bölgede/ülkede yok ise, başka yerlerde olan insanları transfer etmek lazım; kabiliyetli, donanımlı o adanmış insanlara, o işi yaptırmak lazım.

Bütün bunların yanında bir de bir araya geldiğimiz zaman, “Sohbet-i Cânân”. “Keşke sevdiğimi sevse, kamu halk-i cihan / Sohbetimiz her zaman sohbet-i Cânân olsa.” dediği gibi şâirin. Bence mesele Allah ile, Peygamber ile başlamak, dinimiz ile başlamak, “şartlandırmak” o insanları… Âdetâ onları duymaya içlerinde hâhiş uyarmak, istek uyarmak, hepsini teşne hâle getirmek… Öyle ki, keşke şu ufka ulaşılsa: “İstanbul’u fethedecekmişiz!” Bu tâlî derecedeki bir iş, ne olacak!.. Esas önemli olan şey nedir? Cenâb-ı Hakk’a imanı, Efendimiz’e imanı gönüllerde ihya etmektir. Gerçek diriliş, odur, gerçek “ba’s-u ba’de’l-mevt” odur. Üstad Necip Fazıl, o tabiri kullanırdı, “ba’s-u ba’de’l-mevt” tabirini kullanırdı. Ba’s-u ba’de’l-mevt… Bütün dünyevî meseleleri tâlî bir mesele haline getirmek; onda öyle yoğunlaşmak ki, gönlü tamamen ona bağlamak…

Hakikaten gönlümüzü ona bağlamalıyız; böylece bir gün belki biz de onu tabiatımıza mal ederiz. Buyuruyor ki Efendimiz: “Sizin cismanî hazlardan lezzet aldığınız gibi, Ben, Rabbime karşı teveccüh ve ibadetten lezzet alıyorum!” Bu, işin tabiata mal olması; insan tabiatının, manevî anatomisinin bir buudu/derinliği haline gelmesi demektir. “Manevî anatomi” nedir? İnsanın vicdanı, kalbi, hissi, ihsasları, iradesi, şuuru, idraki; bu, “maddî anatomi”mizin yanında. Bunun bir derinliği haline getirmek lazım onu; bir yönüyle sürekli -o “dürtü” tabirini bu büyük şeylerde kullanmak doğru değil fakat karşılığında başka kelime bilemediğim için- o dürtü ile hareket etmek lazım. Yani, delillere bakarak değil artık; tabiatımıza öyle sinmiş, öyle içtenleştirilmiş ki… Mesela namaz vakti olunca, ezan-ı Muhammedî’yi duymadan hemen harekete geçmeli; hep kalbimiz, kulağımız mâbette olmalı; “Yahu bir gelseydi, şu; bir secdeye kapansam, içimi bir kere daha Rabbime dökseydim!” falan demeli. Bu hale getirme meseleyi…

Bu, birden bire olmaz. Meselenin tâlibi/râgıbı olursanız, bir gün o zirveye ulaşırsınız. مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ “Bir insan, bir şeyin arkasına düşer ve ciddiyet ile onu takip ederse, talep ederse, mutlaka umduğuna nâil olur.” Diğer bir söz, atasözü yine, Arapça: مَنْ جَالَ، نَالَ “Bir insan, kendisini cevelana salar ise, bir şeyin arkasına takılır ise, sürekli küre-i arzın güneş etrafında dönüp durduğu gibi, o gâye-i hayâlin etrafında döner-durur ise, mutlaka bir gün umduğuna, hayal ettiği şeye -Allah’ın izni ve inayeti ile- ulaşır.”

Bu açıdan özellikle o tatil aralıklarını genç nesillere karşı, kadın-erkek çocuklara karşı bu surette değerlendirmek suretiyle, burada bir kayıp yaşamayız, Allah’ın izni-inayetiyle. Bir taraftan entegrasyon gerçekleşmiş olur; bir diğer taraftan da başka zeminlere kaymanın önünü bizim oluşturduğumuz seralar ile engellemiş oluruz, Allah’ın izni-inayetiyle.

Fakat, bunlar ara vermeden yapılmalı!.. En kötü şartlarda, hatta darbelerin olduğu dönemlerde, -arkadaşlar bilirler- arkadaşları rehabilite etme adına, belki moralize etme adına hep kamplar yapılıyordu. Askerler basıyorlardı o kampları ama günümüzdekiler gibi insafsız değillerdi. Basıyorlardı, bir şey değil, götürüp istintak ediyorlardı; bazen hemen bırakıyorlardı, bazen de belki bir-iki ay yatan oluyordu. Böyle “müebbed” filan yoktu o zaman. Evet, o tehlikeli günlerde dahi hakikaten okuma kampları, programlar artırıldı; zannediyorum bütün Türkiye’ye de yayıldı, her yerde yapılmaya başlandı. Sonra o mevzuda da modernizasyona geçildi, bu defa otellerde-motellerde yapılmaya başlandı.

Kim bilir, gelecek, bu gidişle, daha neler vadediyor; şimdiden kestirmek mümkün değil. Burada öyle donanımlı yetişmiş, aynı zamanda immün sistemi gelişmiş nesillerle… Mukavemeti gelişmiş, artık her türlü mikroba karşı vücudunun bir mukavemeti var; mikrop, kendini vücuda salınca, kendi kendini tehlikeye atmış oluyor; âdetâ sürekli antibiyotik alıyor gibi bir şey oluyor, Allah’ın izni-inayetiyle.

Burada yetişmiş nesiller öyle mukavemetli olacak. Bunu göreceksiniz!.. Biz gideriz öbür tarafa da geldiğiniz zaman sorarım ben size, “Nasıl oldu diye!” İnşaallah. Cenâb-ı Hak, beni size bağışlasın, orada bir araya getirsin inşaallah.

Evet, bu da meselenin diğer bir yanı idi; burada kendimizi, neslimizi korumak için bunları dedim. Sözü uzattım, baş ağrıttım; hakkınızı helal edin.

Cenâb-ı Hak, içtenliğiniz ile, vicdan enginliğiniz ile sizi pâyidar eylesin! Çok önemli hizmetlere vesile kılsın, Hizmet’te birlerinizi bin eylesin!..

Kahire Konferansı ve Arap Âlemine Açılım...

Malumunuz, geçtiğimiz günlerde Kahire'de "İslam Dünyasında İslamın geleceği: Fethullah Gülen Hareketi ile Karşılaştırmalı Tecrübeler" adıyla bir konferans tertip edildi. Hususiyle Arap dünyasıyla münasebetlerimiz açısından konferansla alakalı mülahazalarınızı lutfeder misiniz?

Kalb Kasveti ve İnkarcılarla Oturup Kalkma

Çay faslından hakikat damlaları: En iyisini yapmalı, “daha güzeli olabilirdi” diye bakmalı!..

  • Yapılması gerekli olan işlerde hiç kusur edilmemeli; irademiz, konum ve imkanlar neler yapmaya müsaitse eksiksiz ortaya konulmalı; sonra da “Galiba bu mevzuda yapılması gerekli olan çok doğru şeyler vardı, ihtimal onlar benim kabiliyetsizliğime, iradesizliğime ve bazı günahlarıma takıldı. Allahım yaptığım küçük şeyleri kabul buyur, yapmam gerekli olduğu halde bana ait bir kısım nakîselere takılıp realize edilemeyen şeylerden dolayı da beni bağışla!..” demeli. Zira, “yaptığım her şey milimi milimine isabetlidir” düşüncesi Firavunâne bir iddiadır. (01:00)
  • Cenâb-ı Hak şu ayet-i kerimeyle iyilik ve kötülükler karşısında mü’minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini ifade buyurmuştur:

    مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ
    Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük gelirse, o da kendindendir. (Nisâ Sûresi, 4/79)

    (03:35)
  • Buhari ve Müslim gibi en muteber kaynaklarda yer alan hadis-i şeriflere göre; Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt't-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: “Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. ‘Bu da benim gibi çok susamış!’ deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti.” (05:22)
  • Allah (Tebâreke ve Teâlâ), Kur’an-ı Kerim’de, “Zerre ağırlığınca hayır yapan onun mükafatını alır, zerre kadar şer işleyen de onun cezasını görür.” (Zilzâl, 99/7-8) buyurarak, en küçük bir hayır veya şerrin Hak nezdinde kaybolmayacağını ve mutlaka karşılık bulacağını beyan etmiştir. Her iyiliğin bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun için onlardan gafil olmamalı, en küçük bir iyilik fırsatı bile zayi edilmemelidir. Aynı husus kötülükler için de geçerlidir. Bazen küçük gibi görülen bir kötülük de insanın hüsrana uğramasına sebebiyet verebilir. Bu hususa da dikkat çeken ve ümmetini ikaz eden Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâba uğradı. Hayvanı eve hapsetmiş, ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkan vermemişti. İşte bu sebeple Cehenneme girdi.” buyurmuştur. (06:30)
  • Allah’ı unutturan ve O’ndan uzaklaştıran nimet, nimet görünümlü bir nikmettir (bela ve afettir); sabra ve Allah’a teveccühe sevk eden nikmetler ise, neticeleri itibariyle birer nimettir. Ekilen birden bin hasat etme, az bir bilgiyle çok hakimâne sözler söyleme, belli pâyeler elde etme, insanların teveccühüne mazhar olma, imkanlar, kuvvetler, tasarruf hak ve salahiyetleri, dediğini yaptırma gücü gibi nimetleri insan kendisinden bilir ve şımarırsa, onların her biri ayrı bir nikmet halini alır ve insanı felakete sürükler. (08:40)
  • Kur’an-ı Kerim, nimetlerle şımarıp küstahlaşan kimselerin âkıbetini şöyle haber vermektedir.

    فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتّٰى اِذَا فَرِحُوا بِمَا اُوتُوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ فَقُطِـعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذينَ ظَلَمُوا وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمينَ
    Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar. Böylece zulmeden o toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. (En’am, 6/44-45) (11:20)

  • “Mala, mülke mağrur olma, deme var mı ben gibi / Bir muhalif rüzgâr eser savurur harman gibi.” hakikatini gözetmeden yaşayıp nimetlerden dolayı ucub, gurur, kibir ve zulme düşenler sonunda perişan olarak ölüp giderler de arkalarından sadece “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur” denilir; böylelerine musalla taşındaki “iyi bilirdik” şehadeti ve “fatiha”lar da fayda vermez. (15:55)

Soru: 1) “Kalb kasveti” ne demektir, sebepleri ve çareleri nelerdir? (17:20)

  • Kasvet, sertlik ve katılık demektir; “kalb kasveti” tabiri ile kendi hesabına pozitif ürün vermeyen, hayvanî hayata takılıp kalan, ruh ufkuna yükselemeyen, âhirete ait hesapları bulunmayan ve Cenâb-ı Hakk’ın esmasıyla/sıfâtıyla alakalı tecellileri/hakikatleri hiç anlamayan gafil kalblerin katılığı, nasipsizliği ifade edilmektedir. (17:30)
  • Herkesin O’nunla alâka ve irtibatına göre, kulluk tavrı da, Hakk’ın muamelesi de farklı farklıdır.. ve aşağıdakiler, bir üsttekilerin Hak’la münasebetini ve Hakk’ın da onlarla muamelesini bilemezler. Ezcümle, avam halk, erbâb-ı basîret dediğimiz havâssın Hak’la irtibat ve alâkasını, Hakk’ın da onlarla muamelesini bilemedikleri gibi, havâss da, ehass-ı havâssın Hakk’a teveccüh ve tahsis-i nazarlarını, Hakk’ın da onlarla değişik mevârid ve mevâhib muamelesini bilemez; ehass-ı havâss da, Hakk’ın mükerrem ibâdı “muhlasîn” ve “mustafayne’l-ahyâr” dediğimiz mukarrabîn ve Akrabü’l-mukarrabîn’in esmâ ve sıfât ötesi Hazreti Zât’la olan irtibat derinliklerini ve O’nun da bu seçkinlere özel teveccüh ve ekstra muamelesini bilemezler; bilseler, Alvar İmamı’nın ifadesiyle “Araya kılıç girer”, nâsezâ, nâbecâ sözler söylenir ve istenmedik olumsuzluklar meydana gelir. (19:48)
  • Kalbin canlı kalabilmesi, başta iman-ı billah olmak üzere, amelde derinleşip marifete (kalb/vicdan kültürü) yürümeye, yakîne ulaşmaya, latife-i Rabbaniyeyi işletip ruh ufkuna yükselmeye, sonra muhabbete ve zevk-i ruhaniye ermeye bağlıdır. Sebepler planında, bunlara ne ölçüde muvaffak olunabilirse, kalbin canlılığı da o nispette korunmuş olur. (20:15)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, hadis-i şeriflerde insan vücudundaki eklemleri günümüzdeki tasnif ve tarife uygun şekilde 360 olarak bildirmiş; “Her birinizin her bir eklemi (ve kemiği) için bir sadaka gerekir. Binaenaleyh her tesbih sadakadır, her hamd sadakadır, her tehlil sadakadır, her tekbir sadakadır. İyiliği tavsiye etmek sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kulun kuşluk vakti kılacağı iki rek’at namaz bütün bunları karşılar.” buyurmuştur. Bu konuda, Sızıntı dergisinde Dr. Arslan Mayda Beyefendi’nin bir makalesi neşredilmişti: “Bir Mucize Daha: Her Ekleme Bir Sadaka” (21:10)
  • Sağlam bir imanın olmaması, marifet eksikliği, günahlar, hatalar, haram yemeler, elle ayakla gözle kulakla işlenen şeyler, hakkaniyeti gözetmeme, hak ve adalet içinde bulunmama ve istikameti takip etmeme kalb kasvetinin başlıca sebepleridir. (26:26)
  • Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir. Cenâb-ı Hak, “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)” (Mutaffifin, 83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur!” sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan “râne” kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve bir daha da kendine gelmesi, fıtrî saffetini elde etmesi çok zor olur. Hatta bazen yeniden özüne ermesi bütün bütün imkânsızlaşır. Gafleti ve fenalıkları yüzünden deformasyon geçiren bir insanın artık üst üste kaymalar yaşaması da kaçınılmazdır. Eğer günah tevbeyle çabuk silinmezse, Üstad’ın dediği gibi, bir günah, bir günah, bir günah daha derken ona inzimam eden diğer günahlarla kalbde hatm olur, hafizanallah, kalb mühürlenir. O kalb artık “şeytan patenti” taşıyor demektir. (27:12)
  • Kur’ân’ın mübarek mübelliği Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tıpkı şeytanın hilelerinden Allah’a sığındığı gibi, kalb katılığından ve göz kuruluğundan da Cenâb-ı Hakk’a ilticada bulunmuş; “Ürpermeyen kalbden, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah’ım!” yakarışını sık sık tekrar etmiştir. (29:44)

Soru: 2) Mevlânâ Hâlid hazretleri (kuddise sirruhu) müritlerine inkârcılardan uzak durmalarını, zira insanın münkirle karışıp görüştüğü, ilişkide bulunduğu ölçüde kalb kasvetine mübtela olacağını ifade ediyor. Hazret’in bu hükmü mutlak olarak mı anlaşılmalıdır, yoksa onun istisnalarından da bahsedilebilir mi? (30:15)

  • Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruhu), 1776 yılında Süleymaniye yakınlarında bulunan Şehr-i Zûr kasabasının Karadağ mahallesinde dünyaya geldi. Soyu anne tarafından Hazreti Ali (radıyallahu anh), baba tarafından Hazreti Osman’a (radıyallahu anh) dayanır. İslâm dünyasında Celaleddin Rumî’den sonra “Mevlânâ” (efendimiz, büyüğümüz) lakabıyla anılan ikinci kişidir. Ömrünün büyük bir kısmını Bağdat’ta geçirmesi sebebiyle Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî olarak şöhret bulmuştur. Yaşadığı asrın müceddidi kabul edilmiştir. Hazreti Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile Hazreti Bediüzzaman arasında çok büyük benzerlikler bulunmaktadır. Hazreti Üstad’ın talebelerinden merhum Hâfız Tevfik’in, Barla Lâhikasında, Bediüzzaman hazretleri ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri arasındaki benzerlik ve farklılıkları ele aldığı bir makâlesi yer almaktadır. (30:40)
  • Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri etrafa gönderdiği talebelerine devlet adamlarıyla oturup kalkmamalarını ve siyasetten uzak durmalarını tavsiye etmiştir. (31:35)
  • Âmir bin Şerahil, zenginlerle oturup kalkmayı şeytanla beraber olmak kadar çirkin görür. Bu, zenginliğin ve zenginlerin kötü olduğu manasına gelmez. Kötü ve çirkin olan, sadece malı mülkünden dolayı bir insanın karşısında temenna eylemek, boyun bükmek, tevazuda bulunmak ve minnet etmektir; çünkü bunlar insanı alçaltan ve Allah’la münasebetine dokunan tavırlardır. Diğer taraftan, fazilet bakımından ulemanın bile önüne geçen zenginler vardır. (31:56)
  • Ehl-i gafletin düşüncelerinde ve mütalaalarında sohbet-i Cânan yoktur; onlar adeta gülmek için bahane uydururlar, işleri gaflet içinde eğlenmektir. Dolayısıyla, onlarla beraber olanlar o kötü huyları üzerlerine bulaştırırlar. Bu açıdan da insan, dost ve arkadaşlarını seçerken “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle heman kıssâ-i cânân olsa!..” mülahazasına bağlı insanları tercih etmelidir. (32:55)
  • İmam-ı Şa’rânî “Bînamaz bir insanın yanında beş dakika otursam kırk gün namazımdan lezzet alamam.” der; hatta bu mevhibe, mevahib ve feyz kesilmesinin kırk sene sürdüğünü söyleyen de olmuştur. (34:35)
  • Şahsî hayatımız açısından, bir araya her gelişimizde bizim manen birkaç metre daha yükselmemize vesile olabilecek insanlarla oturup kalkmamız lazımdır. Bununla beraber, davamızı, düşüncemizi, mefkûremizi, gaye-i hayalimizi herkese duyurma adına -vazife açısından- başkalarıyla da görüşüp konuşmak ayrı bir ibadettir. Evet, mü’min kendisi gibi düşünmeyen insanlara nefretle yaklaşmaz, onlara karşı tavır almaz, kimseyle kavga etmez, kötü sözler söylemez; fakat kalbî ve ruhî hayatı adına kendisine bir şey ifade etmeyen insanlardan da uzak durmaya çalışır. Şu kadar var ki, vazife düşüncesiyle herkesle münasebet yolları araştırır; toplumun değişik kesimlerini birbiriyle kaynaştırmaya çalışır ve içtimaî huzur adına kendisine düşenleri yerine getirir. Geçenlerde de ifade edildiği gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletli, mükafatça daha üstündür.” (35:04)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Kalb Kasveti ve İnşirah Vesileleri

Soru: Her kabz hali bir günahtan dolayı mıdır? Kabz dönemlerini kısaltmak ne ile mümkün olur?

  • Kabz u bast, kalbe gelen değişik boy ve renkteki ilahî tecelli dalgalarının tesirinde, kalbin neşeyle atması veya kasvetle kasılması demektir. Kabz u bast, Yaradan'ın tasarrufunda, gecelerin gündüzleri, gündüzlerin de geceleri takip etmesi misillü birbirini takip eder durur.
  • Kabz ve bast dönemlerini uzatıp kısaltmak bir yönüyle insanın iradesine vâbestedir.
  • Kabz dönemini daraltıp kısaltmak ve bast dilimini de genişletip uzatmak her şeyden önce sağlam bir imana ve Allah'la irtibata bağlıdır.
  • İbadet ü taat de kabz karanlığını boğup ışık alanını genişleten faktörlerden birisidir.
  • Gönül darlığını aşmanın önemli bir vesilesi de yüreğini yırtarcasına dua etmek ve Cenâb-ı Hak'tan marifet, muhabbet, aşk u iştiyak istemektir.
  • Hadis-i şerifin ifadesiyle; insanı boğan gam, keder, tasa ve iç darlığı gibi huzursuzluklar günahlara biçilen cezalardandır. Öyleyse insan, herhangi bir günah çukuruna düşmemek için hata ve kusur alanlarından da uzak durmalıdır ki, masiyetten kaynaklanan tasa ve gam atmosferinde boğulmasın.
  • Bazı ham ruhlar, bast halinde gaflet ve gevşekliklere düşebilirler; kimileri de bir teyakkuz faslı sayılan kabzı yanlış yorumlayıp ümitsizliğe sürüklenebilirler. Halbuki gerçek mü'min, her hali kendi çerçevesi içinde değerlendirip semere almasını bilen insandır.

Kalb-i selîm ve gece

Kalb-i selîm ve gece

{autotoc enabled=yes}

Zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı...

Eğer günahından, zulmünden ve mesâvîsinden ötürü hemen herkes cürmünün ve günahının ölçüsünde tecziye edilseydi, yok edilebilecek nice “cism-i murdar”lar var ki, onların hemen yok edilmeleri gerekirdi. Ama o zaman yeryüzünde hiç kimse kalmazdı. (Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ “Eğer Allah, (şirkten daha başka hatalarına kadar) zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı bırakmazdı; fakat O, onları takdir buyurduğu bir vadeye kadar bekletmektedir. Vadeleri gelince, onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.” (Nahl, 16/61)

Çünkü herkesin şöyle-böyle türlü türlü inhirafları, zeyğleri, kaymaları, sürçmeleri, bilerek-bilmeyerek, açık-kapalı günahları, hataları ve -derecesine göre bazılarının da- “zelle”leri vardır. Bizim gibi “avam”lara göre “günah-ı kebâir”, bize göre günah-ı kebâirdir. Ne var ki, Hak dostlarına göre, zelle, bir günah-ı kebâirdir. Çok küçük bir zühul, bir zelle, bir nisyan onlara göre büyük günahtır. O mevzuda kat’i bir şey görmedim ama zannediyorum rüyalarının kirliliği bile kendilerini üzecek ve müteessir edecek kadardır; onların rüya kirliliğine bile tahammülleri yoktur. Evet, gayr-ı meşru bakışa, gayr-ı meşru kulak kabartışa, dil-dudak kıpırdatışa, el-ayak uzatışa rüyalarında bile tahammülleri olmayan temiz, pâk, âbide şahsiyetler vardır.

Onun için büyükler, حَسَنَاتُ الْأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrabîn için günah sayılır.” demişler. Siz çok şeyi güzel ve hasene olarak, dinin ruhuna uygun görürsünüz; oysaki onlar, o şeyleri en büyük günah kabul ederler. Hemen kalbleri titreyerek, “Beyt-i Hudâ”ya -Tasavvuf dilinde dilbent edilen, dillere pelesenk edilen Beyt-i Hudâ’ya- yönelir; hemen onu temizleme azm u cehdi ile metafizik gerilime geçer, bir an evvel temizlenmeye dururlar. “Ne ettim ki benim rüyalarıma bu türlü kirli şeyler girdi?!. Birine, uygunsuz, nâ-sezâ, nâ-becâ sözler söyledim; birine yumruk sıktım; birine dûnumdaki mahlûkata ait hususiyet ile tekme attım; birine ağzıma gelen her şeyi söyledim; birine kahredici bir bakış ile baktım veya hafife alıcı bir bakış ile baktım. Acaba ne halt karıştırdım ki benim manevî âlemlere açıldığım veya berzahî levhalarda dolaştığım o güzel hayatım bu türlü kirli şeyler ile kirlendi?!.” diye hemen kalkar Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurlar. Bir “kebire” (büyük günah) işlemiş gibi olur onların hali…

İnsan, böyle bir kalb temizliğine ulaşmazsa, zannediyorum, o kirli kalbiyle kendi dünya ve ukbasını kirlettiği gibi, etrafına da sürekli kir püskürtür. Onun gözünün içine bakan insanlar da o kirleri, misk u amber gibi alır, yüzlerine-gözlerine sürerler. Kitleleri, kitle ruh haleti ile hareket eden ve birilerinin arkasına takılıp sürüklenen insanları kirletenler, böyle kirletmişlerdir. Konumları itibarıyla aşağıdaki insanlara tesir edecek konumda olduklarından dolayı, kalblerindeki kirler, dillerinden dökülmüş ve başkaları da o dilbent -bağışlayın- o zevzek, o geveze insanların tesirinde kalarak onların arkasından sürüler gibi sürüklenmişlerdir.

O “mukarrabîn”e gelince, onların kalbleri gül gibidir. Kalb, gül gibi olmalıdır ki, insanın ağzından dökülen şeyler de ıtriyat gibi çevrede tesir icrâ etsin!.. Ağzını açıp konuştuğu zaman, herkes, nefesini tutsun, o güzel kokuları koklamaya dursun, teneffüs etmeye dursun. Ama gönül, şeytanî, nefsanî ve hevâî şeyler ile kirlenmiş ise, öyle bir gönül sahibi ağzını her açışında -bağışlayın- çöplüklerdeki levsiyat gibi etrafa levsiyat saçar ve çevrede o levsiyatın bulaşmadığı insan kalmaz. Göze bulaşır, dile bulaşır, dudağa bulaşır, üsluba bulaşır… Cerâid (yazılı basın, gazeteler, medya) bu türlü şeyleri sürekli püskürtüyorsa, etrafa zift püskürtüyorsa şayet, güzel kokular neşredeceği yerde zift neşreden bir zift yuvası, zift organizasyonu haline gelmişse, cahil, şuursuz, tesirde kalan kitlelerin ondan müteessir olmamaları mümkün değildir.

Yazık kalbini mâsivâdan pak eylemeyene

Onun için “kalb temizliği” öteden beri hep üzerinde durulagelen şeylerden olmuştur. “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka, hicab et!” Ruhun şad olsun, Nâbî!.. “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan.” İdrak aynasını, aklını ve kalbini, bir yönüyle vicdan mekanizmasının erkân-ı erbaasını mâsivâdan pâk eyle… Nâbî, onları bir haneye benzetip müteşabih olarak diyor ki, “Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka, hicab et!”Yani, Sultan oraya tecelli eder mi?! Sultan kendini orada ifade eder mi? Allah’tan utan, hicap duy! Kirli hâneye O (celle celâluhu) tenezzül etmez, teveccüh etmez; öyle kirli bir yer O’na (celle celâluhu) mezâhir veya meclâ olamaz.

Bir başkası diyor ki: “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan.” “Dil”, yani gönül. “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman, gecelerde.” Gecelerde sen, teheccüdün ile, duan ile, niyazın ile, tazarruun ile, iç döküşün ile, sızlayışların ile O’na (celle celâluhu) teveccüh ettiğinde, O (celle celâluhu) da oraya teveccüh eder. Teveccüh, teveccüh ile olur. Minnacık, damla teveccüh, derya teveccühe vesile olur; zerre teveccüh, güneş mikyasında teveccühe vesile olur. Siz O’na (celle celâluhu) teveccüh ederseniz cirminizce, O (celle celâluhu) cirimler üstü, bî-kem u keyf bir teveccüh eder ki, mest u mahmur hale gelir, “heyman”dan hafakanlara girersiniz.

Evet, Erzurumlu İ. Hakkı hazretleri, “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzul eyleye Rahman, gecelerde.” diyor uzun bir münâcaatında: “Ey dîde nedir uyku, gel, uyan gecelerde.” Bu çağrı, Kur’an’ın ruhuna uygun. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لأُولِي الْأَلْبَابِ*اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok deliller vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünür ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz.” (Âl-i Imrân, 3/190-191) Hazreti Aişe validemizin Sıhâh’ta nakledilen ifadesiyle, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm, uykusuz geçirdiği gecelerden birinde, semânın yüzüne baktı, gözleri doldu, ağladı ve “Veyl olsun, bu ayeti okuyup da ağlamayana, bunun hakkında tefekkür etmeyene!” buyurdu.

Gökler ve yer, bir “Kitab-ı A’zâm” gibi. Allah’ın, Kendisini anlatmak üzere, “Kudret” ve “İrade” kalemiyle yazdığı öyle net satırlardan, paragraflardan, cümlelerden, risalelerden ibaret ki!.. Bakıp da onlarda O’nu (celle celâluhu) görmeyene “Yuff olsun!” derler. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakıyor ve ağlıyordu. “Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde / Kevkeblerin et seyrini, seyran gecelerde.” diyor İbrahim Hakkı hazretleri; iki asır, iki buçuk asır evvel yaşamış insan. Hazreti Üstad da çam dağında, ağacın başında, “Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinini / Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş. / Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler: Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına / Birer burhan-ı nurefşânız vücud-u Sânia / Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.” diyor. Evet, bütün varlıklar kendilerine mahsus lisanlarıyla “Hû” diyorlar; hangisine bakarsanız bakınız, görürsünüz ki, O’na işaret ediyorlar. Şayet yorumlamada bu mülahazayı ortaya koymazsanız, çok yanlış bir yorumlamaya gitmiş olursunuz.

“Bak heyet-i âlemde, bu hikmetleri seyret / Bul Saniini, ol ana hayran/mihman gecelerde.” O (celle celâluhu), senin gönlünü bir “tecelligâh-ı İlahî” olarak bir hâne kabul etmişse, sen de -bir yönüyle- bir hamle yapıp O’na misafir olmaya bakacaksın, maiyyete koşacaksın. اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı diliyorum.” türünden dualar dudaklarından dökülecek. O’na (celle celâluhu) doğru seyr ü sülûk edecek; kendi ufkun itibarıyla, bu basamaklardan birine otağını kurmaya çalışacaksın. Maiyyet mi, maiyyet üstü bir şey mi? Tam bir hırz-ı hasîn ile masûn kalarak, bütün dünya ve mâfihâdan tecerrüd etmek mi? Aşk u iştiyâk-ı likâullah mülahazasına otağını kurmak mı?!.

“Bak heyet-i âlemde, bu hikmetleri seyret / Bul Saniini, o Sanatkârını; ol ana mihman gecelerde.”Ondan sonra diyor: “Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil / Ko gafleti, dildardan utan gecelerde.” “Ko” bırak demek, eski dil. “Ko gafleti, bari utan gecelerde…” En son mısrada da “Ey Hakkı, nihan aşk oduna yan gecelerde!..”diyor.

“Gece, sevdalı ruhların otağı; gece, âşıkların sırlı durağı!..”

Geceler, -bir yönüyle- O’na (celle celâluhu) doğru açılma rampaları ve rıhtımlarıdır. Geceyi ihmal eden, rıhtımı değerlendirememiş, açılan gemilere binememiş ve O’na doğru seyahata yelken açamamıştır. Gecesi olmayanın gündüzü de kapkaranlıktır!..

Kur’an-ı Kerim, değişik yerlerde geceyi nazara vermiştir; kaç yerde delaletin değişik türleri ile hep ona dikkati çekmiştir; fakat sarih olarak ifade ettiği yerler de vardır. Mesela İsra sûre-i celîlesinde şöyle buyurmaktadır: وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا “Gecenin bir kısmında kalk, sana ait nafile olarak onunla (Kur’an’la) teheccüd namazı kıl. Böylece Rabbinin seni, (çok yüksek, O’na en büyük yakınlık ve en kapsamlı şefaat makamı olan) Övülme Makamı’na eriştireceğini umabilirsin.” (İsrâ, 17/79) “Nafile” diyor. İnsan, farzlarla Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu) yaklaşır. Fakat nafile ile öyle bir kurbiyete ulaşır ki, -bu da yine müteşabih- Allah, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, onu doğruya yürüten iradesi/meşîeti olur. Bu hakikati anlatan hadis-i kudsîde müteşabih olarak “ayak” tabirini de kullanıyor İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Evet, وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا “Gecenin bir vaktinde de, sana ait bir nafile olmak üzere, teheccüd namazı kıl. Umulur ki, böylece Rabbin seni Makam-ı Mahmûd’a eriştirir.” (İsrâ, 17/79) Ezandan sonra okuyoruz ya, وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا “Allah’ım, O’nu Makam-ı Mahmûd’a ulaştır.”Ahirette makamların en yükseği olan, herkesin O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısında övgü ile dilbeste kesildiği bir makam; bakanları imrendiren/kıskandıran bir makam… Gerçi ötede/ahirette mü’minler için “kıskanma” meselesi söz konusu olmaz; çünkü o duygu, insanların sinesinden silinip gitmiştir. Fakat bir “teğâbün” -Teğâbün Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi- vardır: “Keşke ben de bu temaşaya mazhar olabilecek ufku ihraz edebilseydim?!. Keşke!.. Keşke!.. Keşke!..” Herkes -bir yönüyle- orada “Keşke!” diyecek. Zannediyorum “Keşke!” demeyenler, enbiyâ-ı ızâmdır, hususiyle Sultan-ı Enbiya’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Teheccüd… وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ “Gecenin bir vaktinde de, sana ait bir nafile olmak üzere, teheccüd namazı kıl.”(İsrâ, 17/79) Ne kadar unutulmuş!.. Teheccüd, peygambere vacib; ümmete sünnet. Bir yönüyle Berzah âlemlerine seyahat manasına gelen, âhiret âlemlerinin projektörlerinin düğmesi mahiyetinde sayılan, öbür âlemi aydınlatabilecek projektörlerin anahtarı mahiyetinde sayılan “teheccüd”, toplumumuzca, belki İslam dünyasında pek çok toplumlarca unutulmuş bir mi’ractır, bir basamaktır veya bir merdivendir. O’na (celle celâluhu) doğru yükselme ve maiyyetine ulaşma adına bir merdiven, bir mi’rac, bir asansördür.

İsrâ Sûresi’nde böyle buyuruluyor; Dehr (bir diğer ismiyle “İnsan”) Sûresi’nde de şöyle deniyor: وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلاً طَوِيلاً “Gecenin bir kısmında da O’na secde et, geceleyin uzun bir süre de O’na tesbîh ve ibadet et.” (İnsan, 76/26) Başını yere koy; kemâl-i ta’zimle, tevazuunu tam ifade edecek bir tavır ile O’na içini dök! وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلاً طَوِيلاً Upuzun bir gecede, sürekli hep O’nu (celle celâluhu) tesbîh u takdîs et!.. Noksan sıfâtlardan O, müberrâdır; sen de o tebriâtı dillendir. “Allah’ım! Sen, kemâl sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve Zât-ı Baht’ın ile bir Mevcud-u Mechûlsün; ihata edemeyiz!” mülahazalarıyla tesbîh et!.. وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلاً طَوِيلا “Geceleyin O’na secde et; O’nu geceleri uzun uzun tesbîh et.” (İnsan, 76/26)

Sonra, إِنَّ هَؤُلاَءِ يُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَيَذَرُونَ وَرَاءَهُمْ يَوْمًا ثَقِيلاً “Doğrusu şu (günahkâr kimseler,) peşin gelir olarak gördükleri dünyayı tercih edip onun peşinde koşmakta, fakat önlerinde kendilerini bekleyen çok ağır bir günü ise bir kenara koymaktadırlar.” (İnsan, 76/27) Ama gel gör ki, kalbi ölmüş, gözü kapalı, kulağı tıkalı kimseler sadece dünyanın peşinde koşuyorlar. Mesmûata karşı kapanmışlar, mübserâta karşı da kapanmışlar; ne tekvînî emirlerden bir şey anlıyorlar, ne de semâdan gelen, tekvînî emirlerin de tercümanı olan Kur’an-ı Kerim’den bir şey anlıyorlar. Onlar, körler, sağırlar, kalbsizler. Ölmüş kalbleri onların; kalbleri hareket ettiğinde hep aritmi var. Dolayısıyla -bir yönüyle- onların da huzuru yok. Etrafa zift püskürtüyorlar ve farkında değiller. İçinde bulundukları toplumu kirletiyorlar, farkında değiller. İnsanî duyguları öldürüyorlar, canavarlaştırıyorlar onları, farkında değiller. Zulmü alkışlattırıyorlar, zâlimi sevdiriyorlar, farkında değiller. Çünkü kalbleri ölmüş onların. لَهُمْ قُلُوبٌ لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ بِهَا “Onların kalbleri vardır, fakat onlarla meselelerin özüne inip gerçeği idrak edemezler; gözleri vardır, fakat onlarla görülmesi gerekeni göremezler; kulakları vardır, fakat onlarla duyulması gerekeni duyamazlar.” (A’râf, 7/179) Gözleri var, ama görmüyorlar. Kulakları var; fakat işitilecekleri işitmiyorlar. Kalblerine gelince, sebep-sonuç münasebeti ile esas bir neticeye, bir sonuca varamıyorlar; tenâsüb-i illiyet prensibine göre sebepleri tam bulup o sebeplere göre büyük büyük müsebbeblere dilekçe sunamıyorlar.

Allah Resûlü’nün teheccüdü

Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk gelen ayetler, Mekke’de ilk gelen sûreler, اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Oku yaratan Rabbinin adına ve O’nun adıyla!..” (Alak, 96/1) “Oku!” deyip, okumanın ne demek olduğunu O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlattıktan sonra teheccüdü nazara veriyor: يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ * قُمِ اللَّيْلَ إِلاَّ قَلِيلاً * نِصْفَهُ أَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَلِيلاً * أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلاً “Ey örtünüp bürünen (Rasûlüm)! Gecenin tamamını değil de, yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasını, yatmadan ibadetle geçir. Ve Kur’ân’ı tane tane oku!” (Müzzemmil, 73/1-4) “Ey örtüsüne bürünen İnsan! Kalk şu gece, örtünü at sırtından!..” O’na göre normal bir örtüye bürünmüş, normal bir insan olarak, bilmem kaç dakika, ne kadar kısa zamanlı bir dinlenme faslına yelken açmış; o kadar. “Kalk, geceyi ihya et!” diyor. “Örtünü at sırtından. Gecenin pek çoğunu Rabbinin karşısında kemerbeste-i ubudiyet ile geçir!” Elhak, O (aleyhissalâtü vesselam) da öyle yapıyordu.

İlk gelen vahiyler bunlar. Ondan sonra gelen sûrede: يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَأَنْذِرْ * وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ “Ey örtüsüne bürünen (şanı yüce nebi)! Kalk ve inzar et. Ve Rabbini yücelt.” (Müddessir, 74/1-3) İkinci vazifen, “Ey örtüsüne bürünen!..” Burada “disâr” diyor. Bu aynı zamanda O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) neye sarınıp ne ile yattığını göstermesi açısından da çok önemlidir. Sadece “tül” gibi bir şeyi üzerine alıyor; hasır gibi bir yerde, mübarek ayaklarını uzatmadan kıvırıyor; elini başının altına koyuyor, kıbleye müteveccihen duruyor; kaç dakika uyuyorsa uyuyor. O da öyle uyuyor ki, gözleri uyurken kalbi uyumuyor, melekût âlemine açık daima. Orada bile Allah ile münasebet içinde geçiriyor o mübarek, o nurlu, o nûr-efşân dakikalarını.

“El-Müddessir; disârına bürünen İnsan!” قُمْ فَأَنْذِرْ “Sana vahiy geldi; kalk, insanları, eğri yolun encamından sakındır!” Gittikleri yol, doğru değil; o bir zulüm yolu, o bir küfür ve küfran yolu, o bir i’tisâf yolu, o bir irtikâp yolu, o bir ihtilas yolu, o bir hak bilmezlik yolu, o bir adaleti ayaklar altında çiğneme yolu… İnsanlar, şirazeden çıkmış bir kitabın eczâsı gibi dağılmışlar etrafa; ahsen-i takvîme mazhariyeti ayaklarının altına almışlar ve esasen kendileri ayaklar altına alınmış, insanî kıymetlerini çiğnetiyorlar. Kalk, bu zavallı derbederleri inzâr et!. Kalk, günümüzün Müslümanları gibi, bu zavallı derbederleri, bu perişanları, bu manevî hayatları itibarıyla, manevî anatomileri itibarıyla kalbi ölmüş insanları veya kalbleri zift yuvası haline gelmiş insanları uyar. Kalk, zulüm yaparken gülüp duran, kahkaha atan -nezaketim müsaade etseydi, diyecektim- “edepsiz insanları” eğri yolun encâmından sakındır!..

Bir de وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ O büyük olan Rabbini, “Ekber” diye Kendini ifade eden Rabbini, sen de tekbir et! اللَّهُ أَكْبَرُ كَبِيرًا، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ كَثِيرًا، وَسُبْحَانَ اللَّهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا * لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَحْدَهُ، وَنَصَرَ عَبْدَهُ، أَعَزَّ جُنْدَهُ، هَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَهُ، لاَ شَرِيكَ لَهُ de ve O’nu (celle celâluhu) tazîm edebildiğin kadar ta’zim et!..

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine gelen emirler mevzuunda zerre kadar muhalefet şöyle dursun, muhalefetin rüyasını bile görmemiştir. O’na ruhlarımız, canlarımız kurban olsun!.. Allah, bizi O’nun vesayetinden, gölgesinden ayırmasın!.. Vakıa gölgesi yere düşmezdi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), Itrî’nin ifade ettiği gibi: “Sayesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tur’sun / Mihr-i âlemgîrsin baştan ayağa nursun.”O öyle birisiydi ama Allah, “gölge” manasına “vesayet”inden bizleri zerre kadar ayırmasın!..

İstemez misiniz, dünya onların olsun, âhiret de bizim!..

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) emirlere öyle riayet ediyordu ki, sabahlara kadar kemerbeste-i ubudiyet içinde ayakta duruyordu. Çok iyi bildiğiniz bir hadiseyi hatırlatayım: Mübarek anamızdan, anaların anası anamızdan, analarımızın da anası, nenelerimizin de anası, bütün ümmetin anası, Sıddîk’ın Sıddîkası, Allah Rasûlü’nün de Sıddîkası Hazreti Âişe’den… -Cenâb-ı Hak, o duygu ile bizleri serfiraz kılsın; bu mevzudaki sapık düşüncelerin ve sapık mülahazaların tesirinde kalmaktan bizleri muhafaza eylesin! Demiyorum kimler; onların kimler olduğunu söylemiyorum.- Anamız ifade buyuruyor. Örtüsü “disar” idi zaten O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), minnacık bir şeydi.

Hele o “îlâ” hadisesi sırasında bir hasır üzerinde yatıyordu; üzerine de incecik bir tül almıştı. Hazreti Ömer, kapının tokmağına sık sık dokununca, kapıda perdedarlık yapan Bilal-i Habeşî kapıyı açma mecburiyetinde kalmıştı. İçeriye girince, Rasûlullah’ın yanına gitmekten daha ziyade, kızı Hafsa validemizin üzerine yürümüş, “Ne halt karıştırdınız ki, Efendimiz’i rencide ettiniz?!.” demişti. Hazreti Ebu Bekir de, kerime-i mübeccele-i mukaddese-i münezzehesi üzerine yürümüş, Aişe validemizi itâb etmişlerdi.

Efendimiz cumbada, sizin ayağınızı çok rahat uzatamayacağınız bir cumbada, hasırın üzerinde, üzerinde sadece ince bir örtü, dinleniyor ve tefekkür ediyordu. Yatarken bile… Madem “gözleri uyuyor, kalbi uyumuyor”; “tefekkür”, “tedebbür”, “tezekkür” ile, yatarken bile hayatının derinlikleri peşinde koşuyordu. Zaten öyle bir kalbî derinliği vardı ki!.. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir “Hel min mezîd!” âbidesi idi; verilen şeyler karşısında “Ey nâmütenâhi olan Rabbim! Nâmütenâhilik istikametinde daha yok mu, daha yok mu?” diyordu. Çünkü Tasavvufçuların ifadesiyle, “Nâmütenâhi istikametinde seyr u sülûk, nâmütenâhidir, bitmez!”“Sona erdik!” diyen insanlar, yanılıyorlar; çünkü O (celle celâluhu), nâmütenâhîdir; Zât-ı Baht, nâmütenâhîdir: لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Cenâb-ı Hak, bu hakikatleri, mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine uygun idrak etmeye bizleri muvaffak eylesin!..

Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hazreti Ömer’in girdiğini görünce doğruldu. Hazreti Ömer, O’na ne kadar delice saygılı ise, İnsanlığın İftihar Tablosu da Ashabına karşı saygılı olmada, onların haklarını verme mevzuunda hayalî bir kusur bile etmezdi. Hemen doğrulup oturmuşlardı. O’nun mübarek vücudu/yanı, yattığı hasırdan dolayı âdeta delik-deşik gibi olmuştu; hasır, iz bırakmıştı. Koca Ömer, yiğit Ömer, mert Ömer, pek öyle değişik şeyler karşısında ağlamayan Ömer, gözyaşlarını tutamamış, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. “Niye ağlıyorsun yâ Ömer?!.” “Ey Allah’ın Rasûlü, Bizanslılar, Romalılar, Persler şöyle saltanat ve debdebe içindeler; Sen, sultan-ı kâinatsın; hele hâline bak!..” أَمَا تَرْضَى أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا الْآخِرَةُ “Yâ Ömer! İstemez misin, dünya onların olsun, âhiret de bizim olsun!..”

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Allah ne demiş ve ne dilemiş ise, onu delâletin bütün çeşitleriyle test ederek yerine getirmişti. Bu delalet, şunu ifade ediyor; bu da “dâll bi’l-ibâre”si, “dâll bi’l-işâre”si, “dâll bi’d-delâle”si, “dall bi’l-iktizâ”sı ile şunu gösteriyor. Hepsi değişik delalet yolları ile bir şey ifade ediyor. Bunların bütününe göre kendisini öyle ayarlamış, -o tabir kullanılacaksa- öyle “regüle” etmiş, öyle “kalibrasyon”dan geçirmişti ki, milimi milimine riayet ediyordu her şeye.

İşte bu kâmetteki Kâmet-i Bâlâ (sallallâhu aleyhi ve sellem)… O daracık hücresinde, cumba gibi hücresinde yatarken, bir insan yatıyorsa bir yatakta şayet, orada bir başka insanın namaz kılacağı kadar bile yer kalmazdı. Hayatını böyle geçirmişti. Ahh “Ben, Peygamberin yolundayım!” diyen sahtekarlar!.. Müzaaf yalancılar, düzenbazlar, dolandırıcılar, sahtekarlar!.. Şuursuz kitleleri “Müslümanım!” diye kandıran, “Müslümanlığı getireceğiz!” diye kandıran sahtekârlar… Binler ile, yüz binler ile mesâkinde (hânelerde/saraylarda/iskan edilecek yerlerde) ikameti bile kendileri için yeterli görmeyen düzenbazlar!.. Utanmazlar mı bundan?!.

İnsanlığın İftihar Tablosu, gece, sabaha kadar namaz kılıyor. Mübarek Âişe anamız buyuruyor ki, “Ayakta ne kadar duruyordu, bilmiyorum. Ben, istirahat ediyordum.” Mutlaka anamız da kalkıyordu; o annemiz de mutlaka teheccüd kılıyordu, mutlaka hayatının o nurânî dakikalarında çok şeyi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile paylaşıyordu. Ama anamız da bir insandı, istirahat buyuruyordu. Diyor ki: “Allah Rasûlü’nün ayakta ne kadar durduğunu bilemiyorum. Ben bir fasıl uyuyordum. Secde edeceği zaman, başını koyacağı yer olmadığından dolayı -her halde anamız da hasır üzerinde yatıyor- eli ile benim ayaklarımı kırmamı istiyor, ayaklarımdan boşalan yere alnını koyuyor ve secde ediyordu.”

“Ben, O’nun yolundayım!” diyen yalancılar, utansınlar bundan!.. Evet, bütün bu mülahazaları nazar-ı itibara alan Kaside-i Bür’e Sahibi, “Kaside-i Bürde” de deniyor, Kaside-i Bür’e sahibi, ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلاَمَ إِلَى * أَنْ اِشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ “Ben, o Peygamber’in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu!” Ama ben, gördüğünüz gibi, ne ayak şişmesi, ne diz ağrıması, ne kalça ızdırabı; aklıma geldiği zaman uzanıp yatıyorum. ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلاَمَ إِلَى * أَنْ اِشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ O’nun ızdırardan ayakları şişiyordu.

Şükreden insanlar ne kadar da az

Kaside-i Bür’e Sahibi, böyle diyor, Busîrî. Kendinden mi söylüyor? Sahih hadiste, Anamız diyor ki: “Bir gün dedim o Efendiler Efendisi’ne: Cenâb-ı Hak, Fetih sûresinde لِيَغْفِرَ لَكَ اللهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا buyuruyor; Allah, Sen’in, geçmiş ve geleceğe dair olması muhtemel bütün meselelerini af yörüngesine bağlamış. -Buna dikkat edin! Af yörüngesine bağlamış.- Neden kendine bu kadar zahmet ediyorsun; madem her şeyin -bir yönüyle- o yörüngede cereyan ediyor?!.” Allah Rasûlü, annemize şu zeberced sözler ile cevap veriyor: أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “Beni bu kadar nimetleriyle perverde eden (görüp gözetip besleyen, nimetlendiren) Rabbim’e karşı çok şükreden bir kul olmayayım mı?!.”

Şükür, nimete karşı metafizik gerilim içinde mukabelede bulunma demektir. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu tamamiyetin çok çok üstünde, “etemm” şeklinde, “etemmü’l-etemm” şeklinde yerine getiriyor. Ne haddine İmam Busîrî’nin kendine göre söz konuşması!.. Anamız, adeta böyle buyuruyor: “Allah, Sana ‘Geçmiş ve gelecek günahların yok!’ dedi. Geçmişte Sen günah işlemedin. Gelecek adına da günaha giden yolları Sana kerih gösterdi; o türlü şeyler Sana göründüğünde miden bulandı. Dolayısıyla tabii olarak o yollar Sana kesildi. Seni af güzergâhına sevketti. Hâlâ bu ölçüde ibâdet ü taat ve geceleri sonuna kadar ihya etmek suretiyle kendine eziyet etmenin anlamı ne?” diyor. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka şey söylemiyor: أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا “Ben, beni bu nimetlerle perverde kılan Rabbime, o ölçüde -şekûr, mübalağa kipi- çok şükreden bir kul olmayayım mı?!.”

Aslında Kur’an-ı Kerim, Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman ile alakalı bahisleri ifade ederken, اعْمَلُوا آلَ دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ “Ey Davud ailesi! Çalışın ve Bana şükredin! Kullarım içinde gerçekten şükredenler ne kadar azdır!” (Sebe, 34/13) buyuruyor. Allah’ın kulları arasında, Allah’a, Allah’ın azametine ve O’nun başkalarını nimetleriyle perverde etmesine mukabil, o ölçüde, mütenâsip şükreden kul sayısı, çok azdır!.. İşte o azlardan az olanların zirvesine otağını kuran zat, Allah Rasûlü’dür. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), nimetlerin kâmetine göre, Cenâb-ı Hakk’a karşı bi-hakkın mukabelede bulunandır.

Şükür, gelen nimetlere mukabelede bulunma ameliyesidir; kavlî, fiilî, hâlî, fikrî, hissî, mantıkî mukabelede bulunma tavrıdır. أَفَلَا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا Evet, kalb, bu ölçüde berrak bir “âyine-i Rabbaniye” olunca, bir de o kalbin sahibi onu sürekli “lebrîz” edip O’ndan (celle celâluhu) gelen değişik dalgaboyundaki tecelliler ile doldurup taşırınca nimetlere öyle mukabele edecektir. -“Lebriz”, taşacak kadar dolu, taşkın demek; Akif, bu lebrîz tabirini kullanır.- Kalbi öyle lebrîz edince, bu hale gelir; o kalbi taşıyan insan gezerken-tozarken, gezdiği her yerde, İbn Abbas’ın dolaştığı çarşılar gibi, “Acaba bir ıtriyatçı mı geçti!” diye herkesi merakla kapıya-pencereye sevkeder; “Acaba bir ıtriyatçı mı geçti!” diye. Evet, kalb bu ölçüde gül gibi olmuşsa; böyle bir kalb sahibinin dolaştığı her yerde de âdeta güller açar, etrafa gül kokuları saçılır.

Biliyor musunuz, maraz-ı kalbe mübtela oluşum beni kalb vadilerine sevketti; yoksa ne haddime kalbden bahsetmek!.. Biz “kalb” demişiz. Bazen ona “Latife-i Rabbâniye” demişiz. Bazen büyüklerin ufku itibarıyla, bir yönüyle münezzehiyete mazhariyeti açısından “Latife-i Sübhâniye” demişiz; yani “Tecellîgâh-ı İlahî” ve “Beyt-i Hudâ” olması itibarıyla, o tenzihi nazar-ı itibara alarak “Latife-i Sübhâniye” demişiz. Bazen de hassasiyeti, inceliği, değişik şeyler karşısında teessürü, teessür duyulacak şeyler karşısında teessürü, belki kırılacağı hadiseler karşısında kırılması itibarıyla da, belki bir buudu ve onun kendine mahsus bir derinliği açısından “gönül” demişiz. Nasıl Anatomide kalb değişik sistemlerden mürekkeb; yani, harekete geçiren sistemi var, harekete geçen yanı var, o hareketi ritme sevkeden yanları var; değişik mekanizmalardan meydana gelmiş, Anatomik bir yapıya sahip. Aynen öyle de, bedene nisbeten ruh nasıl ise, “Latife-i Rabbâniye” dediğimiz şey de, o maddî/sanavberî (çam kozalağı) nevindeki kalbe bir “ruh” mahiyetindedir. Latife-i Rabbâniye… “Kalb” dediğimiz şey, odur.

Evet, onun kendine mahsus bir derinliğine de fonksiyonları itibarıyla biz “gönül” diyoruz: “Koyma”, ondan oluyor: “Gönül koydu!” “Kırılma”, ondan dolayı oluyor: “Gönlü kırıldı!” Efendim, “tutulma”, dilbeste olma: “Gönül dilbeste oldu!” Onu çok iyi bilme, sevdasına tutulma: “Gönül âşina oldu!” O’nun için iştiyakla yanma: “Gönül, iştiyâk-ı likâullah oldu!” Böyle demek suretiyle o latife-i Rabbâniyeye ait ve ona mahsus ayrı bir derinliği -nüansları mahfuz- ifade edegelmişiz.

Sözlerimizi “kalb-i selîm” talebiyle noktalayalım: اَللَّهُمَّ أَفْئِدَةً سَلِيمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنِ الْغِلِّ وَالْغِشِّ “Allah’ım! Bize selîm kalbler ihsan eyle; her türlü gıll u gıştan âzâde ve müstağnî kılacak şekilde temiz gönüller lütfet!..” آمِينَ، أَلْفَ أَلْفِ آمِينَ، يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ “Âmin, binlerce, milyon kere âmîn. Kabul buyur ey bütün âlemlerin Rabbi!..”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.