• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Hatıralarla Hac ve Kurban

  • Hac; dini açıdan bakılınca taabbudi ibadetlerden birisidir, mali ve bedeni ibadetlerden birisidir.
  • Allah (cc) nasıl emretmişse sahibi şeriat tarafından nasıl temsil edilmiş talim buyurulmuşsa aynıyla yapılması gerekli olan herkes için farzdır.
  • Hacca umumi bir kongre gözüyle de bakılabilir.
  • Hac, alemi İslamın sıkıntılarının konuşulup giderilebileceği bir yer olmalıdır.
  • Hacca manası bilinerek gidilmelidir.
  • Hacc kelimesinde kastetme manası vardır bir şeye karşı koyma manası vardır mücadele manası çağrıştırır Allaha teveccüh manasını çağrıştır.

Hayatı Süzerek Yaşamak

Soru: Bütünüyle hayatı ve hadiseleri duyarak, hissederek yaşamanın önemi çeşitli vesilelerle vurgulanıyor. Günümüz insanı ise hep bir yerlere yetişme ve bir şeyleri yetiştirme telaşıyla koşturmaca bir hayat yaşıyor. "Hayatı süzerek yaşama" ne demektir ve hayatı bu şekilde idrak etme insanın marifet dünyası adına nasıl bir önem arz etmektedir? Süratle akan böyle bir hayatı, ifrat ve tefrite girmeden, süzerek yaşama nasıl gerçekleşebilir?

Hayırhah arkadaş ve Mâbeyn-i hümâyûn

Fethullah Gülen: Hayırhah arkadaş ve Mâbeyn-i hümâyûn

Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sohbetinde özellikle şu hususlara vurguda bulunuyor:

Herkes, kusurlarını kendisine söyleyebilecek hakperest bir arkadaş edinmeli!..

  • Her mü'min, zaaflarını bilen bir insan basireti ve idrakiyle, kendisine yer yer kusurlarını hatırlatacak bir arkadaş edinmelidir.
  • İzmir'e ilk gittiğim yıllarda Erzurumlu, hayatını Sünnet-i Seniyye çizgisinde sürdürmeye çalışan kıymetli bir arkadaşım vardı. Gözünün içine baktığınızda, onda size Allah'ı hatırlatabilecek mânâlar görürdünüz. Bu arkadaşıma bir gün şöyle bir teklifte bulundum: "Yanlışlarımı gördüğün zaman sen beni ikaz edeceksin. Senin bir yanlışın olduğu zaman da ben seni uyaracağım." Böylece çizgimizi bulma, Allah'ın bizi koyduğu yerde yörüngemizi takip etme ve yanlış yolda yürümeme adına birbirimize yardımcı olacaktık. İşte böyle bir mukaveleden sonra, namazın secde ve rükûlarında tesbihleri istenen seviyede söylememem karşısında bir gün yanıma geldi ve bana şöyle bir ikazda bulundu: "Falanlar gibi ne öyle namazı verip veriştiriyorsun. Allah'a en yakın olunan o hâli niye dolu dolu dua ile zenginleştirmiyorsun?" Onunla bu konuda bir kardeşlik mukavelesi yapmış bulunmamıza ve bunu da benim teklif etmiş olmama rağmen kemal-i teessüfle itiraf etmeliyim ki, fren yemiş araba gibi sarsıldım. Ancak, Rabbime hamd olsun ki, hemen kendi içime dönerek, "Gerçek sabır ilk anda gösterilen tahammüldür. Şimdi iradenin hakkını verme zamanı. Bu onun vazifesi olduğu için benim mukabelede bulunmamam gerekir. Zaten ben de bunu hak etmiştim. Namazda böyle bir hususa dikkat etmeliydim." dedim.
  • Eğer kendi kendimizi göremiyorsak, mutlaka bize bazı yanlarımızı hatırlatabilecek, "Bakışlarında, irisinde okuduğuma göre sende az kibir var gibi, tepeden bakıyorsun!" diyebilecek arkadaş edinelim. Böyle dediği zaman da rahatsız olmayalım. Çünkü bu iç dünyamız itibarıyla bizi tamire sevk eder.
  • Arkadaşlık hukukunda da usûl ve üsluba riayet edilmelidir!..

  • Hayırhah arkadaşı, bir eğri büğrüyü, bir kırık döküğü haber verdiği zaman insan darılmamalı; fakat o da üslup açısından muhatabını tepkiye sevk etmeyecek bir üslup kullanmalı; usûlü üsluba feda etmemeli. Denmesi gerekli olan şeyi mutlaka söylemek bir esastır; ama onu, rencide etmeyecek ve reaksiyona sebebiyet vermeyecek bir tarzda söylemek de üsluptur. Bu açıdan bu tür durumlarda söylenecek şeyleri usûlüne göre söylemeliyiz. Karşımızdaki insanın karakterini iyi okumalı, ne ölçüde tepki verebileceğinin tespitini yapmalı ve işte buna göre alternatif üsluplar bulma yoluna gitmeliyiz. Aksi takdirde kusurları düzeltelim derken, insanları rencide edip incitirsek üslupta yapacağımız böyle bir hatayla her şeyi yıkıp yerle bir eder ve hiç beklemediğimiz sonuçlarla karşılaşırız.
  • Herkesin bir hayırhah arkadaşa olan ihtiyacını o büyük sultanlar şeyhülislamlarını dinleyerek gidermişlerdir. Kanunî gibi büyük bir sultan adımını atarken bile Şeyhülislam Ebussuud Efendi'ye soruyordu. Fatih, Akşemseddin'in ve Molla Hüsrev'in gözünün içine bakıyordu. Onlar gibi, hakkın hatırını âlî tutan ve "Hünkârım, bu doğru değil!" diyecek kadar hakperest olan insanlardan birer mâbeyn-i hümâyûn oluşturmuşlardı.
  • Hazreti Fatih'in adalet karşısında boyun eğişi ve Hızır Çelebi'nin hakperestliği

  • Büyük sultanların hak karşısında boyun eğişlerine misal sadedinde şu hadise anlatılır: Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, daha yirmi bir yaşında iken Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) övgüsünemazhar olup en muallâ mevkiye ulaşan bir ulu sultandır. O, İstanbul'u fethettikten sonra, yaptıracağı caminin belli bir sayıda sütuna oturtulmasını ister ve mimar Sinan Atik'e bu mevzuda talimat verir. Ne var ki mimar, bu talimata uymayarak sütun sayısını eksik tutar ve Fatih'e göre önemli bir mimarî hata işler. Bunun üzerine Fatih, onun elinin kesilmesini veya kırılmasını emreder. Cezası uygulanan Sinan Atik, mahkemeye müracaat eder ve mahkemece davasında haklı bulunur. Derken, Fatih mahkemeye celb edilir ve Hızır Çelebi'nin hâkimliğini yaptığı mahkemede Fatih'in de elinin kesilmesine ya da kırılmasına karar verilir. Hükmü öğrenen büyük sultan, gayet mütevekkil bir şekilde cezalandırılmayı kabul eder. Bu manzarayı gören Sinan Atik, hemen meseleye müdahale eder ve bu adaleti gördükten sonra, ailesinin geçinebileceği nafakayı Fatih'in vermesi şartıyla davasından vazgeçer. Böylece Fatih kısastan kurtulmuş olur. Sultan Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi'ye döner ve "Eğer Allah'ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla/topuzla senin kelleni indirecektim!" diye kükrer. Bu kükreyiş karşısında Hızır Çelebi de, "Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de sana aynı şeyi yapacaktım!" sözleriyle karşılık verir ve sakladığı hançeri çıkarıp padişaha gösterir.
  • Hazreti Bediüzzaman, Allâme Hamdi Yazır ve Mehmet Akif de Mâbeyn'in gazabına uğramışlardı!..

  • Ertuğrul Düzdağ Bey der ki: "Esas Abdülhamid'in (cennet-mekân) başına gelen o gailelerin arkasında mâbeyn-i hümâyûn vardı." Mâbeyn-i hümâyûn dediğimiz o kalem-i mahsus (özel kalem) müdürleri, danışmanlar, mütebasbıs insanlar çevreyi sarınca, hiçbir hakikat doğrudan doğruya merciine ulaşmıyordu. Düşünün ki, Hazreti Üstad yüz sene önce güneydoğuda, doğuda üniversite yapma meselesini teklif etmişti. Doğunun problemi cehaletti, ilimle giderilecekti; ihtilaftı, ittifakla giderilecekti; fakirlikti, millete kazanma yolları gösterilmekle giderilecekti. Bediüzzaman bu reçeteyle gelmiş, mâbeyn-i hümâyûna müracaat etmişti. Heyhat, sesi yukarıya çok farklı ve çarpık aksettirilmiş; neticede hakkında deli denmiş ve Hazret tımarhaneye gönderilmişti. Bu, mâbeyn-i hümâyûnun, o çevrenin, o danışmanların, o kalem-i mahsus müdürlerinin gazabına uğrama demekti.
  • Dolayısıyla o dönemde Abdülhamid'e (Mekânı Cennet olsun, ona karşı hürmetim yürektendir) alerji duymayan, ondan rahatsız olmayan bir elit yok gibiydi; hemen herkes rahatsızdı ondan. Mesela büyük müfessir Allâme Hamdi Yazır küstürülmüştü; Sultan hal' edilirken fetvanın metnini o yazmıştı. Mehmet Akif gibi bir insan diyor ki, hal edildikten sonra, "Ne melunsun ki rahmet okuttun ruh-u iblise!" Siz zannediyorum sıradan bir insan için bile kullanmazsınız bu tabiri. "Yıkıldın gittin ey mülevves devr-i istibdad" şiirinde açıktan açığa "Ne melunsun ki rahmet okuttun ruh-u iblise!" diyor. Fakat bunu dedirten nedir? O mâbeyn-i hümâyûn. O her dediğine "Efendimiz, ne buyuruyorsanız, doğrusu odur! Nasıl ferman ediyorsanız, ne dediyseniz mahz-ı hikmettir efendim, mahz-ı maslahattır efendim, mahz-ı istihsandır efendim; siz kat'iyen yanlış söylemezsiniz!.." diyen kimselerdir.
  • "İstişare etmeyen hüsrandan kurtulamaz; iktisat etmeyen de fakirlik cenderesinden sıyrılamaz."

  • Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâl ediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Efendimiz, şöyle buyuruyordu: "İktisat eden fakir olmaz. İstişare eden de hüsrana uğramaz, pişmanlık yaşamaz." Bunun mefhum-u muhalifi şudur: İstişare etmeyen haybetten, hüsrandan kurtulamaz; iktisat etmeyen de fakirlik cenderesinden sıyrılamaz.
  • Hudeybiye Antlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi. Aslında bu ağırdan alma, Allah Rasûlü'ne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbe'yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye Antlaşması'ndaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı. İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve zevcesi Ümmü Seleme validemizle istişarede bulundu. Bu ufku geniş annemiz, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki, Allah Rasûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi; ne ki, böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu. Validemiz, Allah Rasûlü'ne şu mealde sözler söyledi: "Yâ Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez sana itaat edeceklerdir." Allah Rasûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. Onu böyle gören sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı.
  • "Sen ne olmuşsun böyle?!."

  • Fert planında hayırhah arkadaş edinmeden, toplum çapında da işler hakperest mâbeyn-i hümâyûnla götürülmeden hatalar sarmalından kurtulmak mümkün değildir. Kendilerine yahşi çeken, "Sen yahşisin, herkes yaman!" diyen kimselerin dürtülerini fikir kabul eden muhakemesiz insanlar ümmetin başına musallat oldukları sürece de ümmet, başındaki gailelerden, problemler sarmalından katiyen sıyrılamaz. Hem fert hem aile hem de toplum planında yanlışımızı hatırlatıp düzeltebilecek, yanlış yola girmemize meydan vermeyecek ve şehrahta yürümemizi sağlayabilecek hakikatbîn (hakikati gören) yol göstericilere ihtiyaç var.
  • Talebelik arkadaşlarımdan biri, bir Ramazan-ı şerifte Edirne'ye uğramıştı. Ziyaretime geldiği bir gün pencerenin kenarına dayanmış konuşuyorduk. Ben bir münasebetle, "Hazreti Muhammed böyle buyuruyor, Hazreti Muhammed şöyle buyuruyor..." gibi bir-iki söz ettim. Haddizatında, bugün çoğu kimse öyle bir ifadeyi saygı sayıyor, kimi İlahiyatçılar dahi "Peygamber" deyip geçiştiriyor. Fakat son dönemde "Sen kimsin?" diye bağıran birine adeta "Sahi, Sen kimsin?" diyerek ilk cevap verenlerden olan o arkadaşım yüzüme garip garip baktı, gözlerini gözlerime dikti ve "Yahu, sen ne olmuşsun böyle! O senin babanın oğlu mu ki, O'ndan bu kadar rahat bahsedebiliyorsun?" dedi. Böyle bir ikaz karşısında, ilk anda fren yemiş araba gibi biraz zangırdadım. O anda içimde hâsıl olan sarsıntıyı tam ifade edemem; fakat çok sarsıldığımı söyleyebilirim. Ne var ki, biraz düşününce, -Rabbim şahit- içimden ona "Allah senden razı olsun! Gerçekten ben ne olmuşum!.." dedim. Evet, söylediğim sözlerde, şimdikilerin hürmet ifadesi için fazla bile buldukları "Hazret" tabiri vardı; ama o, benim nazarımda Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'i (aleyhi ekmelüttehâyâ) tebcile yetmemeliydi ve medrese arkadaşım haklı olarak beni ikaz etmişti.
  • Böyle arkadaş edinin eksiğinizi gediğinizi usulüne göre söylesin; siz de bu sayede kendinizi okuma fırsatını elde etmiş olun.
  • Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Hazreti Davud hanedânı, Sebe’, sel ve ağaç kurdu

Fethullah Gülen: Bamteli: Hazreti Davud hanedânı, Sebe’, sel ve ağaç kurdu

Çay faslından hakikat damlaları: “Hâlimi sana şikayet ediyorum!..”

  • İnsan, başına gelen olumlu olumsuz her şeyi iyi değerlendirmek suretiyle her zaman kazanabilir; el verir ki, tavır ve davranışlarını karşılık getirecek şeylere bağlasın. Sen tavır ve davranışlarını rızaya bağlayınca, sürekli rıza sağanağıyla sırılsıklam olursun. (00:40)
  • İnsan kendisini ister hadiselerin ekşi yüzlerine bakıp ekşimek, isterse de bazı insanların tavırlarından dökülen ekşilikle ekşimek fasit daireleri içine salarsa, onlardan bir daha kurtulamaz. Onların içinde tatlıyı, güzeli arayıp bulmak lazım. (03:20)
  • İbrahim Hakkı Hazretleri, “Hiç kimseye hor bakma / İncitme, gönül yıkma / Sen nefsine yan çıkma... / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler...” der. İnsan, hor ve hakir görmeyi kendinin bir kısım sıfatlarına bağlar ve “Ah, ne yapsam ki ben bunlardan sıyrılsam!” der, meşguliyet alanı olarak onu seçer ve “Aslında benim dışarıda gördüğüm şeyler, çirkin gören ruhumun dışarıya aksedişleri!” diye düşünürse, başkalarının kusurlarıyla uğraşmaktan kurtulur ve kendi arızalarından da sıyrılma yollarını arar. (04:18)
  • İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashâb-ı Kirâm’ın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat, Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınmıştır. Ezcümle; bir ümitle gittiği Tâif’ten taşlanarak kovulunca, o müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk’a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir:

    اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ
    “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahud hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

    Hâşâ, biz Nebiler Serveri’nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O’nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat, O’nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, nefsini yerden yere vurduğunu, meseleyi -hâşâ ve kellâ- kendi yetersizliğine bağladığını ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığındığını görürüz. (07:00)
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Tâif dönüşü o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail’in gelip “Ya Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesi karşısında adeta tir tir titremiş; “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inlemişti. (11:02)
  • İnsan gösteriş ve alayiş sayesinde bugün bazı kimselere kendisini alkışlatabilir; fakat, bugün samimiyetsiz alkışlayanlar yarın “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur” derler. Halbuki insan şu sözlerin hakikatine uygun bir ömür sürmelidir: “Yâdında mı doğduğun günler / Sen ağlardın gülerdi hep âlem / Öyle bir ömür geçir ki, olsun / Mevtin sana hande, halka mâtem.” (Ebu Said Ebu’l-Hayr) (15:44)
  • Kur’an-ı Kerim, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (aleyhissalatü vesselam) “üsve-i hasene” olarak nazara vermiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

    لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً
    “Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21)

    “Üsve-i hasene”, en güzel örnek demektir; “nümûne-i imtisal”, yolunda gidilmeye, kendisine uyulmaya ve adım adım takip edilmeye layık, örnek alınabilecek en mükemmel model manalarına gelir. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci kahramanıdır. Fakat, o İnsan-ı Kâmil, yapıp ettiği kulluğu hep az buluyordu. İnsanlığın İftihar Tablosu, öyle derin bir kulluk ortaya koymuştu ki, dahası olmaz. Onun, sabahlara kadar ibadet ettiğini gören Hazreti Âişe Validemiz, “Senin hiç günahın yok ki!” manasına “Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik. Bu da Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması, sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, seni dosdoğru yola hidâyet etmesi ve sana şanlı şerefli bir zafer vermesi içindir.” (Fetih, 48/1-3) ayetlerini okuyunca, Allah Rasûlü, “Beni onca nimetlerle serfiraz kılan Rabbime çok kulluk yapan, çok şükreden bir kul olmayayım mı?” şeklinde cevap veriyor ve yine kendine yakışan bir tavır sergiliyordu. (17:40)

Soru: Sebe’ Sûresi’nde, Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman’a (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam) verdiği büyük nimetlerden hemen sonra Sebe’ halkı ve başlarına gelen sel felaketi anlatılıyor. Bu kıssalar arasındaki münasebet noktalarını ve onlardan alınması gereken mesajları lütfeder misiniz? (20:39)

  • Sebe’, Yemen’de yerleşmiş bir kabile adı olup kurucusunun ismiyle anıldığı rivayet edilmektedir. Başkentleri Ma’rib, bugünkü San’a civarında yer alıyordu. Kurdukları üstün medeniyet dillere destan idi. Hazreti Süleyman vesilesiyle mânen de yükselen bu millet, daha sonra şirke ve tefrikaya mâruz kaldı. Rivayetlere göre, (Allahu a’lem) M.Ö. 5. asırda ünlü Ma’rib barajının çöküşü ile bu ülkenin yıldızı da söndü. (21:09)
  • Sebe’ Sûresi’nde, Cenâb-ı Allah’ın Hazreti Davud’a ziyade lütuflarda bulunduğu, mesela “Ey dağlar! Ey kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, şevke gelip Allah’ın yüceliğini terennüm edin.” buyurulduğu, demirin onun için yumuşatıldığı (ona demiri şekillendirme kudreti verildiği); Hazreti Süleyman’ın emrine de rüzgârın musahhar edildiği, onun istifadesi için, erimiş bakırın kaynağından sel gibi akıtıldığı, cinlerden bazılarının kaleler, havuz büyüklüğünde çanak ve leğenler, sabit kazanlar gibi şeyler yapmak üzere onun önünde çalıştırıldığı ve bütün bunlara mukabil Davud hanedanından şükür gayreti istendiği anlatılıyor. (22:55)
  • Cenâb-ı Hak, Sebe’lilere de çok büyük lütuflarda bulunmuştu ama onlar şükretmemiş, aksine küfür ve nankörlüğe düşmüşlerdi. Kur’an onların halini şöyle anlatıyor: “Gerçekten Sebe’ halkına, oturdukları diyarda bir ibret dersi vardı. Onların meskenleri sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi. Peygamberleri kendilerine dedi ki: ‘Allah’ın nimetlerinden yiyiniz, içiniz, O’na şükrediniz. Ne hoş bir diyar! Ne iyi, ne müsamahalı ve bağışlayıcı bir Rab!’ Fakat onlar bu dâvete sırtlarını döndüler, Biz de onların üzerlerine kükremiş, hırçın mı hırçın, bendleri yıkan bir sel gönderdik. O güzelim bahçelerini, içinde sadece buruk yemişli, ılgınlık, biraz da dikeni çok, meyvesi az ağaçlardan ibaret bozulmuş bahçelere çevirdik. Biz inkârları ve nankörlükleri sebebiyle onları böylece cezalandırdık. Zaten nankörlükte çok ileri gidenden başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe’ Sûresi, 34/15-17) (26:40)
  • Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb (teşvik etme, isteklendirme, imrendirme) ile terhîbin (uyarma, tedbir aldırma, uzaklaştırma) her zaman birbirini takip ettiği görülecektir. Uzun surelerde makta’ların (belli bir meseleyi ele alan daha kısa bölümlerin) birisinde imrendirme ve teşvik ihtiva eden bir mevzudan bahsediliyorsa, genellikle öbüründe uyarma, tedbir aldırma ve kötü akıbetten alıkoyma manalarını da barındıran bir konu anlatılmaktadır. Hatta peşi peşine gelen kısa sureler arasında da aynı münasebet söz konusudur; önceki surede özendirme varsa, sonrakinde sakındırma bulunmaktadır. Sebe’ Sûresi’nde de Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam) kıssalarıyla şükre ve kulluğa tergîb, Sebe ve Sel hadisesiyle de küfür ve nankörlüğe karşı terhîb vardır. (34:58)
  • Hazreti Süleyman’ın ruhunun ufkuna yürümesinde bir ağaç kurdundan, Sebe’nin barajının yıkılmasında da (rivayetlere nazaran) bir fare ya da köstebekten bahsediliyor. Bu meseleyi öncelikle şu hakikat açısından değerlendirmek lazım: Cenâb-ı Hak, çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü'l-Esbâb'ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. (37:00)
  • Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

    فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِهِ إِلاَّ دَابَّةُ اْلأَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَأَتَهُ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهِينِ
    “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” (Sebe sûresi, 34/14)

    Her şeyden evvel Kur’ân’ın bu âyeti ile anlatmak istediği, cinlerin gaybı bilmediği gerçeğidir. Cinler gaybı bilmediğine göre, onlardan gaybe dair haber alanlar da gaybı bilmiyorlar ve bilemeyecekler demektir. İkinci bir husus; âyet-i kerimede anlatıldığı gibi hakikaten cinler Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) emrinde çalışmışlar mıdır? Bazı modern yorumcular, Kur’ân’da hikâye edilen bu ve benzeri âyetleri, mecaz ve istiareye hamlederek bu türlü ifadelerin hakikat olmadığını iddia etmişlerdir. Bence, Kur’ân’ın anlattığı bu kabîl bütün olaylar, aynen cereyan etmiştir ve hakikatleri muraddır. Şimdi bunlardan alınacak derse gelince, o pek çok derinlikleri olan bir husus olsa gerek.. meselâ, bu âyet ile alâkalı olarak şöyle denilebilir: Kâinat ilâhî irade ile kurulmuş ve yine ilâhî meşîet çizgisinde devam eden âdeta iç içe girmiş bir sistemler mecmuasıdır. Hiçbir sistem ve onunla alâkalı hiçbir harekette tesadüf söz konusu değildir. Şimdi Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) dayanmış olduğu asânın kurtlar tarafından yenmesi de hem bir hakikattir hem de tesadüf değildir. İhtimal bununla bize anlatılmak istenen ise, bir gün mutlaka Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) da saltanatının dağılacağıdır. Nitekim Hazreti Süleyman’ın vefatını takip eden yıllarda, o saltanat dağılmış, toplum içinde ciddî inşikaklar yaşanmış ve yeniden Hazreti Davud öncesi kaoslara dönülmüştür. Evet hiç beklenmedik bir anda, dağlar cesametindeki saltanatlar bile yerle bir olur, yerinde yeller esmeye başlar.. o saltanata munkad boyunlar da kendilerini yeni bir vetirede bulurlar. (40:55)
  • Batılıların bir İslamfobya yaşadıkları gibi bazıları da bir cemaatfobya yaşıyor ve yaşatıyorlar. Ahh keşke bilseler, “cemaat” yapmıyor, “hareket” yapmıyor, “hizmet” yapmıyor, Allah yapıyor. Ama O’na binlerce hamd ü sena olsun ki bu nesl-i cedidi böyle güzel işlerde istihdam buyuruyor. (45:25)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Helâk Olan Kim?

Soru: 1) Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in “İnsanlar helâk oldu diyen, helâketin en şiddetlisine uğramıştır!” beyanının manası mutlak mıdır? Bu nebevî ikazın şümulüne dahil bedbahtlardan olmamak için, genel manada toplumdaki, hususi planda da Gönüllüler Hareketi’ndeki bir takım eksiklikler dile getirilirken hangi hususlara dikkat edilmelidir?

عن أبي هُريرةَ رضي اللَّه عنْهُ أنَّ رسُول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَال
إذا قال الرَّجُلُ هلَكَ النَّاسُ، فهُو أهْلَكُهُمْ

  • Hazreti Ebu Hureyre’nin (radıyallahu anh) naklettiği bir hadis-i şerifte, Rasûlullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: Bir kimse “İnsanlar helak oldu!” dediği zaman, kendisi onların helâketin en şiddetlisine uğrayanı olur.” (Müslim, Birr 139, (2623); Muvatta, Kelam 2, (2, 989); Ebu Davud; Edeb 85, (4983) (01:09)
  • İnsanları helak olmuş görmenin ardında her şeyden önce bir su-i zan ve kendini beğenmişlik vardır. (01:38)
  • İyi niyet, müsbet düşünce ve güzel görüş, insanın gönül saffetinin ve vicdan enginliğinin emaresidir. İnsan, bir kere başkalarını sorgulamaya başlayınca sanık sandalyesine oturtmadık hiç kimse bırakmaz; daha baştan hüsn-ü zanna yapışmazsa, herkesi ve her şeyi yargılamaktan uzak kalamaz. Dolayısıyla, her fert nefsiyle hesaplaşırken –ye’se düşmemek şartıyla– kendini yerden yere vurmalı; fakat, diğer insanlar söz konusu olduğunda hüsn-ü zanna sarılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmak daha hayırlıdır. (02:25)
  • Aynı mefkureye gönül vermiş insanlar arasında hüsn-ü zannın ve güvenin ana unsurlar olduğu; kesin bilgilere dayanmayan haberlerden, sudan bahanelerden, bir kısım şüphe ve vesveselerden dolayı kardeşlerin birbirlerine karşı asla itimatsızlık etmemelerinin gerektiği unutulmamalıdır. Bununla beraber, herkesin yüce mefkuremize gelmesi ve bu salih daireden istifade etmesi konusundaki hırsımız sebebiyle vizesiz davrandığımız ve serbest bölge politikası uyguladığımızdan dolayı, bir kısım şerli insanlar, bizim hüsn-ü zan ahlakımızı bir zaaf gibi görüp suiistimal ederek tahrip düşüncesiyle içimize girebilirler. İşte, böyle bir tehlike ihtimaline binaen, gerektiğinde “insanların zaaflarına karşı tedbirli olmak ve mülahaza dairesini açık bırakmak” manasına kullandığımız “adem-i itimad” prensibini işletebiliriz. (05:07)
  • Mü’minler, Kur’an’ın talim buyurduğu üzere öncelikle kendilerinin bağışlanmasını, daha sonra da anne babalarından başlamak suretiyle bütün müminlerin gufrana mazhar olmasını arzu eder ve bunun için dua dua yakarırlar. Bununla beraber, diğer insanların hidayetlerini de dileyebilir ve Cenâb-ı Hakk’ın yüce adının, Allah Rasûlü’nün güzel yâdının, İslam’ın engin hakikatlerinin dünyanın dört bir yanındaki insanlar tarafından da duyulması, hüsn-ü kabul görmesi için de dua edebilirler. (08:39)
  • Mü’minin, mü’mine karşı yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiğiyle alâkalı Asr-ı Saadet’te yaşanan canlı bir misali nakletmek istiyorum: Bedir’de bulunduğu da rivayet edilen bir sahabi, içki yasak edilmiş olmasına rağmen koruk gibi meyve ve usarelerden içmeye devam ediyordu. Pek çok defa sarhoş olarak mescide gelmiş ve cezalandırılmıştı; bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirilerek te’dib edilmişti. Yine böyle bir durumdan dolayı o, Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi, “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” türünden sözler sarf etmişti. Bunu duyan Allah Resûlü, “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Resûlü’nü sever.” buyurdu. İşte Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir mü’min hakkındaki ölçüsü buydu. (10:49)
  • Bir hadis-i şerifte vurgulandığı üzere; bir mü’min kardeşini herhangi bir hata, kusur ya da (tevbe ettiği) günahından dolayı kınayan kimse, aynı ölçüde ayıplanmadıkça ölmez. Kimileri bizzat kendilerinin başına gelen bir musibetle aynı şekilde kınanırlar; kimileri de aile fertlerinden birisi sebebiyle ayıplanmaya düçar olurlar. (13:30)
  • Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, “Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.” buyurmuş; hâlis niyetli, müsbet düşünceli ve güzel görüşlü olmayı İslam’ı hazmetmenin, onda derinleşmenin ve Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına bağlı yaşama enginliğinin bir alâmeti saymıştır. (14:35)
  • Bir mü’min, diğer mü’minler hakkında mutlaka hüsn-ü zan etmeli ve iyi duygular taşımalıdır. Daha sonra, bu güzel ahlakını diğer insanları da içine alacak ölçüde enginleştirip herkes hakkında hidayet duasında bulunabilir. Ezcümle, elli senedir aleyhimde yazılar yazan insanla alâkalı “Cehenneme girsin” diye aklıma geldiğinde her defasında “Hayır ya Rabbi, Cehennemle azab etme, ne olur bahtına düştüm, kalbine iman koy, onu da imanla serfiraz kıl!” diyorum. (15:00)
  • İmana, Kur’an’a ve evrensel insani değerlere hizmet eden bir câmiâ hakkında “Entelektüel yetişmiyor, seviyesizlik var, hareket çok fazla bir şey ifade etmiyor; yarına çıkar mı çıkmaz mı, ikindi sonrasına ulaşır mı ulaşmaz mı belli değil!” mülahazaları içinde bulunanlar, Hazreti Gazali’ye yüz sene talebelik yapsalar, İzz ibn Abdisselam’a yüz sene talebelik yapsalar, İmam-ı Rabbânî hazretlerine yüz sene talebelik yapsalar, yine baş aşağı yine baş aşağı yine baş aşağı gayyaya giderler. (16:20)
  • Başkaları niye düşmanlık yapıyor, komplo kuruyor ve her fırsatta bu harekete dil uzatıyorlar? Burada biraz da kendimize bakmamız lazım. Acaba bizim usul hatalarımız mı, üslup hatalarımız mı var? Bize olan bakış; yanlış yaklaşımlarımızdan mı, ihmallerimizden mi, o insanları ‘karşı cephe’ olarak görmemizden mi kaynaklanıyor? Bunları düşünmeden, bir yönüyle kendimizle yüzleşmeden, kendimizi sorgulamadan, hemen insanları, kabahatlerinin mahkûmu haline getirmek doğru değil. (17:30)
  • Hazreti Üstad diyor ki: “Ben, birkaç gündür bir duamı değiştirdim. Şimdiye kadar bazen yüz defa tekrarla “veğfirlenâ” veya “veffik” gibi dualarda”...talebete resâili’n-nûri’s-sâdikîn” cümlesinden “es-Sâdıkîn” kelimesini kaldırdım tâ ki ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının verdiği evham ve me’yusiyet cihetiyle zâhirî inkâr ve çekinmekle azimet ve sadakate muhalif hareket eden kardeşlerimiz o dualardan mahrum kalmasınlar.” (18:45)
  • Keşke o insanlar da bizim iyiliğimizi isteyerek, bizler için ‘daha iyi olsalar’ mülahazasıyla ve insafla, izanla neyimiz eksik ise onu söyleseler. Biz de kendimizi Allah karşısında hesaba çekerek, kendimizle yüzleşerek, ‘neyimiz eksik, bu mevzuda ne yapsak’ desek. Okuma mı, müzakere mi, mukayeseli okuma mı, fedakârlık mı, ne eksikse bunlar bize rencide etmeden, kırmadan söylense. Biz bu yaklaşımı, irşat sayarız. Eksikliklerimizi giderme adına, bu hareketin içindeki insanların eksikliklerini giderme adına bir irşat sayarız. Bize irşat adına elini uzatan insanların elini öperiz, çok rahatlıkla... (21:13)

Soru: 2) Kur’an-ı Kerim’de, insanın başına gelen iyiliklerin Allah’tan, kötülüklerin ise kendi nefsinden olduğu ifade buyruluyor. En büyük musibetler peygamberlere ve mukarrebîne geldiğine göre, bu hakikati nasıl anlamalıyız? Ayrıca, her bela ve dert mutlaka bir hatanın neticesi midir; yoksa, mahza terakkî vesilesi olan musibetlerden de bahsedilebilir mi? (22:35)

  • Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

    {مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللهِ شَهِيدًا}

    “Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir. Ey Resulüm! Seni bütün insanlara elçi gönderdik. Allah’ın buna şahit olması yeter de artar!” (Nisa, 4/79) (23:06)
  • Diğer bir ayet-i kerimede şu hakikat nazara veriliyor:

    {وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ}

    “Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şûrâ, 42/30) (24:55)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, şöyle buyurmuştur: “Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhârî, Merdâ 1, 3; Müslim, Birr 49) (25:09)
  • Maruz kaldığımız belâların işlediğimiz günahlar sebebiyle geldiğini düşünmeliyiz ki kadere taş atmayalım, başka suçlular aramayalım ve atf-ı cürümlerde bulunmayalım. Allah’tan kopuk kimseler, olup biten olumsuz hadiselerde hep atf-ı cürme sarılır, suçu başka sebeplerde arar ve başkalarını suçlarlar. Hiçbir zaman, “Bu problem benim kusurumdan kaynaklandı!..” demez ve hâdiselere bu perspektiften bakmazlar. Dolayısıyla da, istiğfar etme ihtiyacı duymaz, hatalarını telafi etme heyecanı yaşamaz ve Allah’a tazarruda bulunmazlar. Meseleyi kendilerine bağlamadıkları için asıl suçluyu asla bulamaz, başkalarında günah arama vebalinden de hiç kurtulamazlar. (25:33)
  • Bazıları, “Ne günahımız var ki, musibetleri kendimizden bilelim?” şeklinde düşünebilirler. Aslında, “Ne günahım var ki?” mülahazasının kendisi çok büyük bir günahtır; böyle düşünen bir kimse en büyük haltı işlemiş demektir. Çok günahkâr bir insan, nedametle iki büklüm olup yarlığanma dilediği zaman bağışlanma yoluna girmiş olacağı gibi, “Ne günahım var ki?” diyen bir kimse de işte bu sözle felaket çukuruna yuvarlanmış sayılır. Zira, günahının farkında olanın tevbe ve istiğfarla arınma ihtimali her zaman vardır; kendisini ak kaşık sananın ise, önemsemediği küçük günahlardan oluşan koca koca veballerin altında kalıp ezilmesi kaçınılmazdır. Evet, “Benim ne günahım var?” sözü günahın ne olduğunu bilememenin ifadesidir ve faydasız bir şekilde kadere taş atmak sayılır. (26:14)
  • Bir sahih hadiste, “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir.” buyuruluyor. (Tirmizi, Zühd 57) Zira, Sultan’a yakınlık bir yönüyle ateştir. Kurbete ermiş birinin her hareketinin hareme uygun olması gerekir. Gayri o, sokakta değildir, giriş kapısında değildir, koridorda ya da bekleme salonunda da değildir; harem dairesine girmiş, otağını sarây-ı hümâyunun merkez noktasına kurmuştur. İşte orada, oturma da başka türlü olur kalkma da, konuşmanın da keyfiyeti değişir susmanın da.. harem dairesindeki tavır ve davranışlar tamamen hususîdir. Hatta, çoğu zaman orada dili tutmak yetmez, o makam gönlün meyillerini de zabtetmeyi gerektiren bir makamdır. (27:03)
  • “Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn - Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.” demişlerdir. Evet, bazı kimseler vardır ki, onlar konumları itibarıyla, daima hıfz u inayet altındadırlar ve onların da bu himayeye karşı vefalı davranmaları beklenir. Bu itibarla, avam ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınırken, ebrar makam ve derecâtı muhafaza duygusuyla O’nda fâni olmaya çalışırlar; fakat, mukarrebîn halkasındakiler O’ndan başka her şeye karşı kapanma peşinde olmalıdırlar. Sıradan bir insan, içinden geçen duygu ve düşüncelerden dolayı sorumlu olmayabilir; fakat, gözlerinin içine yabancı bir hayal girmemesine azmetmiş mukarreb bir kul, ihtimal tahayyüllerinden dolayı da hesaba çekilir. (29:05)
  • Bu seviye insanları, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden çok korkar, kalbde yoğunlaşıp basîret ufkunu sarabilecek büyük-küçük her gafletten kaçar, himmet kanatlarını açıp sürekli Hakk’ın rahmet ve inâyetine sığınma cehd ü gayretiyle oturup kalkarlar. Dahası, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan bütün mâsivâyı benliklerinin derinliklerinden söküp atmaya ve Cenâb-ı Hak ile münasebetlerine yakışan bir duruş sergilemeye çalışırlar. Çünkü, subjektif mükellefiyetin bu seçkin temsilcileri, konumlarına yakışmayan her düşünce ve hareketten dolayı hemen cezalandırılabilirler. Sıradan kimseler günah sınırına varıp ulaşmayan hataları sebebiyle mücâzat görmeseler bile, belli mertebenin insanları sehivlerinden dolayı da tecziye edilirler. Dolayısıyla da sıradan insanların başına gelen musibetlerle Enbiya ve mukarrebînin başına gelenleri aynı çizgide değerlendirmemek gerekir. Bela türünden ilahî ikazlar, bazı hususî lütuflara mazhar olmuş insanlara konumlarını hatırlatmakta ve onların durmaları gerekli olan yeri gözden geçirmelerini sağlamaktadır. Aynı zamanda, konumlarının hatalara bile tahammülü olmadığını ve marifet ufuklarına yakışmayan davranışlarının bir şefkat tokatına sebebiyet verebileceğini vurgulamaktadır. (31:11)
  • Haddizatında belanın mânâsında bir yetiştirme ve olgunlaştırma da mevcuttur. Bela ve musibetler bahar fırtınaları gibidirler; bunlar insanda bir kısım istidatları inkişaf ettirirler. Hatta bir insan belalarla pişmemişse, kendisinde her zaman bir kısım hamlıklar görülebilir. Ayrıca, dinde, insanın başına gelen musibetler menfi ibadet şeklinde yorumlanmıştır. Allah (celle celâluhu), içinde riyanın ve gösterişin bulunmadığı menfi ibadet dediğimiz hususlarla kendi salih kullarını serfiraz kılar. Bunlarla enbiya-i izamı, evliya-ı fihamı ve ulema-i kiramı safileştirir, kurb-i huzuruna almaya layık hale getirir. (33:04)
  • Diğer taraftan, Cennet yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir: Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır. (Bakara, 2/214) (33:30)
  • Dahası, her bela ve musibetin ahiret hesabına kazandırdığı öyle mükafât vardır ki, bunlar ancak oraya gidildiği zaman anlaşılacaktır. Bu hususta, şehitlerin burada çektikleri bazı eziyetlere mukabil ötede hangi payelere erdikleri ve nasıl bir ruhanî lezzete mazhar kılındıkları düşünülebilir. (34:14)

Helal-haram hassasiyeti ve zehirli lokmalar

Soru: Haram karşısında hassas olmama onun kalb ve ruhta açtığı yaraları bilmemeden mi kaynaklanmaktadır? Haram-helal mevzuuna gerektiği kadar dikkat edilmeyişinin sebepleri nelerdir?

  • Sabah namazını aksatan ne düşünmeli?
  • Helal de belli haram da.. ya aralarındaki şüpheli alan?..
  • Vakfa ait bir halının üzerinde namaz kılmak
  • Münker-nekirden korkan kadın ve mezar komşusunun sorgusu
  • Hesabı sorulacak yanlışlardan çarpıcı örnekler
  • İsrafın da hesabı sorulacak
  • Hocamızın kendi hayatından haram-helal hassasiyetiyle alakalı misaller
  • Vakıf müesseselerinde yemek yeme, oraların imkanlarını kullanma
  • Haram lokmaların cezasını çeken/çektiren çocuklar

Her Bela ve Musibet Bir Ceza mıdır?

Yol, gösterilmiş; güzergâh, belli; işaretler var, patikaya çıkmamak için… Öyle ihtimam ile bir yol hazırlanmış ki, yürümesini azıcık biliyorsan, hiç sağa-sola toslamadan, patikalara düşmeden, Allah’ın izni-inâyeti ile hedefine ulaşırsın. Fakat kendine azıcık takıldığın zaman, zikzaklar yaşarsın; bu defa tökezlersin, yüzükoyun hâle gelirsin, hiç farkına varmadan.

İnsan, hiçbir zaman Allah'a karşı küsme tavrına girmemeli

Onun için ne yapıp yapıp insan, iradesi ile hep O’nun murâd-ı Sübhânîsini hedef almalı. O (celle celâluhu) mutlaka insan için hayır murad buyurur. Hatta sizin zâhiren “şer” gibi gördüğünüz şeylerde de hayır vardır. “Her işte hikmeti vardır / Abes bir iş işlemez Allah!” Kur’an-ı Kerim buyuruyor: وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Nice sevmediğiniz şeyler vardır ki, o sizin için hayırlı olabilir. Ve nice sevdiğiniz şeyler de vardır ki, sizin için şerli olabilir. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)

Nice nâhoş gördüğünüz şeyler vardır ki, sizin için mahzâ hayırdır. Bunların bazılarını bize ait bir kısım kusurlardan/hatalardan, bizden beklenen tavrı sergileyemediğimizden dolayı tedip için “şefkat tokatları” şeklinde algılamakta yarar var. Böylece içten -“Kelâm-ı nefsî” mi diyeyim, yoksa “hiss-i nefsî” mi diyeyim, ne diyeyim; onunla- dahi olsa (her şeyin) Sahibine (celle celâluhu) karşı “küsme” ifade edecek tavırlardan fevkalade sakınarak, “Acaba ne haltımıza binâen Cenâb-ı Hak bizi böyle tokatladı?” demiş oluruz. Zira مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen iyilik/güzellik, Allah’tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir!” (Nisa, 4/79) buyuruluyor.

Size gelen iyilikler hepsi Allah’tandır; ekstra, karşılık olmadan, meccanen… Fakat bir kötülüğe maruz kalmış iseniz şayet, o da sizdendir. Ama her başa gelen şey karşısında, “Biz acaba büyük bir halt mı karıştırdık?!” demeliyiz. -Kusura bakmayın “halt” dedim.- “Büyük bir halt mı karıştırdık ki başımıza bunlar geldi?!” Ferden ferdâ (teker teker, her fert açısından), meseleyi o şekilde ele almakta yarar var. O, biraz evvel bahsettiğim o ince duygu, içten küsme, “Böyle değil de keşke şöyle olsaydı! Acaba niye böyle yapıyor ki?!.” düşüncelerine de mani olur.

İşlerinde, icraât-ı Sübhâniyesinde böyle kelâm-ı nefsî ile bile, tahayyül ile bile O’nu sorgulamaya hakkımız yoktur. Evet, Yunus diliyle, çok iyi biliyorsunuz, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” demek düşer bize. “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!..” diyor Ketencizâde hazretleri. “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!..” Şakır şakır belâlar başımdan aşağıya yağsa, gam eylemem izhâr! Fakat bir ikinci mısrası var ki, hafif O’nu sorguluyor gibi bir manaya geldiğinden, Kıtmîr -Ne haddine o büyük insanların sözlerini değiştirmek; fakat işte o ince hesaptan dolayı- değiştirme lüzumunu duyuyorum. Birinci mısra şu: “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!”Cehennem’e koy, kalleşim eğer gam izhâr ediyorsam!.. “Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” “Çarh-ı cefakâr” neye diyorsun? O, icraât-ı Sübhâniye, kader programı ise… Öyle diyeceğine şöyle desen olmaz mı? “Yakma beni nâr-ı ağyâra ey Gaffâr u Settâr!” Yakarsan, Kendi ateşin ile yak, ağyâr ateşine yakma beni!..

Bunu şunun için dedim: Bir iç küsme dahi, hafif bir küsme dahi, O’na karşı ciddî saygısızlık ifade eder. Maruz kalınan, dünya kadar şeyler var, bugün de… “Niye bunlar başımıza geldi?” İnsanın içine gelebilir. İnsanız, üzülebiliriz. Fakat hemen geriye dönüp bu meselenin hesabını yapmamız lazım: “Acaba biz, olumsuz bir davranışta bulunduk veya olumlu (yapılması gerekli olan) şeyde kusur ettik de onun için mi bunlar başımıza geldi?!.” Öyle ise, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Bir milyon estağfirullah yâ Rabbi!” demek suretiyle iyiliği Allah’tan, kötülüğü kendimizden bilmemiz lazım. İsterse aslında, nefsü’l-emirde öyle olmasın…

Bela ve musibet, sadece bir yanlışın cezası veya bir kötülüğün neticesi değildir

Evet, “İyiliği, Allah’tan; olumsuz şeyleri, kendinden bil!” Böylece maruz kaldığın şeyleri ikinci bir musibete, ikinci bir belâya vesile yapma! Şayet öyle bir iç küsme olursa, hafizanallah, tokadı biraz daha şiddetli olur; böylece adeta “Aklınızı başınıza alın! Benim size merhametim çok engindir.” buyurur. Kudsî hadis-i şerifte, إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي “Şüphesiz rahmetim, gazabıma sebkat etmiş, onu geçmiştir.” ve bir ayet-i kerimede وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) buyurduğu gibi… “Benim rahmetim, her şeyden daha vâsi’dir. Ve rahmetim, gazabıma sebkat etmiştir. Ben, sizin için katiyen olumsuz şey düşünmem!..” -Estağfirullah, Zât-ı Ulûhiyet söz konusu olunca, ona “düşünme” denmez.- “Takdir etmem; sizin hakkınızda öyle hüküm vermem!”

Çünkü Allah (celle celâluhu) Erhamü’r-râhimîn’dir. O’nun hakkında terbiye, saygı, edep her zaman korunmalı. Allah hakkında hep edepli olunmalı. Yaradan, O (celle celâluhu); meccânen (karşılıksız).. insan yapan, O; meccânen.. mü’min yapan, O; meccânen.. Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet yapan, O; meccânen.. âhirzamanda “Kardeşlerim!” dediği zümre içinde sizi yaradan, O; meccânen.. kıymetimizin çok üstünde değişik hayırlı işlere muvaffak kılan, O, meccânen… Bütün dünya çapında açılımlara vesile olabilecek yolları açmış, şehrâhlar oluşturmuş ve siz yürümüşsünüz O’nun lütfuyla… كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan.” Kur’an-ı Kerim diyor: قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “(Ey Resûlüm) de ki: Hepsi Allah’tan.” (Nisa, 4/78) Hepsi, Allah’tan; bu hayırların hepsi, Allah’tan…

Dolayısıyla hiçbir şeyi, bu iyiliklerin hiçbirini kendimizden bilmeyelim ama fenalıklarda kendimize ayıracak payı da unutmayalım. Bu, bizi bir taraftan tevbeye sevk edecek; bir taraftan da eksiğimizi/gediğimizi tamir etmeye zorlayacak; istiğfara, tevbeye, inâbeye, evbeye zorlayacak ve bunlar da bizim için birer arınma kurnası olacak. Çünkü O, bizi çok seviyor; sevdiğinden dolayı, arınmış olarak huzur-i Kibriyâsına çıkmamızı istiyor. Bazı şeyler ile bizi ikaz ediyor. Babanın-annenin, çok şefkatli oldukları halde, istikametleri adına çocukların kulağını çekmeleri, “Seni gidi yaramaz!” deyip, böyle yapmaları (başlarını hafif okşamaları) gibi… Bunlara “rahmetin tokadı” diyebilirsiniz.

Hazreti Pîr de “şefkat tokadı” diyor. Şefkat tokadı… O “Şefkat Tokatları”nda da evvelâ kendisinin yediği üç tane tokadı anlatıyor. Yemiş mi o; o tokat mı, değil mi? Fakat başkalarının tokatlarını anlatma adına, beraat-ı istihlal (güzel bir başlangıç; nazım ve nesirde maksada ve muhtevaya işaret eden kelime ve deyimlerin yardımıyla konuya ilgi çekici güzel bir üslûpla başlama sanatı) nev’inden kendisiyle başlıyor. “Bakın, ben de âzâde olmadım o tokatlardan, ben de yedim tokadımı. Onun için sizin yediğiniz şeylere ‘tokat’ deyince, sakın sizleri hafife alıyorum, tahkir ediyorum zannetmeyin!” diyor adeta; basiret insanı, idrak insanı, Allah ile münasebetinin farkında olan insan… Baş ağrıttım; meselenin birinci yanı, bu.

İkincisi: Çok değişik vesileler ile min gayr-ı haddin, Kıtmîr kadar, ifade ettiğim üzere, bu peygamberler yolunda hiç kimse bu türlü şeyleri çekmekten âzâde kalmamıştır. İsterseniz gidin Hazreti Âdem’e… Cennet’te yaratılmış, mâyesi tertemiz. Havva validemiz de orada yaratılmış, mâyesi tertemiz. Fakat Cenâb-ı Hak, onları da imtihan etmiş, sonra yeryüzüne indirmiş. Neler çektiklerini Allah bilir!.. Kendi neslinden gelen insanlardan… Düşünün ki çocuklarından birisi diğerini, Kâbil Hâbil’i öldürüyor. Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilmiyor; fakat evlatlarından bir tanesi, diğerini öldürüyor. Diğeri “Beni öldürsen bile, sana elimi kaldırmam! Allah, seni yaptığın şey ile Cehennem’e sokar!”diyor ve ölüme razı oluyor, elini kaldırmıyor.

Ee Hazreti Nuh’a bakacak olursanız, öyle… Neler çekmiş, tahammül-fersâ… Hazreti Hud; o da onun kadar çekmiş.. Hazreti Salih, Semûd’a; o da onun kadar çekmiş.. Hazreti Lût (aleyhisselam) Sodom’a, Gomorro’ya, Hazreti İbrahim tarafından, Allah’ın peygamberi olarak gönderilmiş, Hazreti İbrahim’in Suhuf’u ile. Fakat orada bir fenalığın önünü alamamış. Sonra Allah, onların altını üstüne getirmek için melekler göndermiş; ona da “Ayrılın buradan!” demiş. Neler çekmiş, neler!..

Hazreti İbrahim, yurdunu, yuvasını terk etmiş.. Babil’de neş’et etmiş; babasından yüz bulamamış, dayısı tarafından yüz bulamamış, çok önemli bir konumda olmasına rağmen. Burası Kenan ilidir, burası Mekke’dir, burası Medine’dir; dolaşıp durmuş, değişik yerlerde bir ikametgâh aramış o yüce peygamber, Allah’ın halîli, dostu. İnsanlığın İftihar Tablosu’na “Allah’ın halîli!” dedikleri zaman, Hazreti İbrahim’in hakkına saygının ifadesi olarak “Halîl, Hazreti İbrahim’dir!” der. Konumu bu; yani gerçek manada, mutlak manada “Allah dostu!” denince, akla gelen insan. “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” diye bir söz var; evet, “Allah dostu!” denince Hazreti İbrahim akla gelmeli. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da “Allah’ın halîli” olduğunda şüphe yok, sizin de şüpheniz olmasın! Allah Resûlü’nün öyle buyurması, O’nun kendine mahsus terbiyesi ve saygısından. Bir de arkasındakilere -sizlere, sizden öncekilere, sizden sonrakilere- terbiye adına talimden ibaret bir şey; esasen, “İşte böyle davranın sizler!” demiş oluyor. Yoksa O, Halîller Halîli’dir, sallallâhu aleyhi ve sellem.

Çağın elleri kuruyası zalimlerine de yuf olsun!

O da neler çekmiş?! Yirmi üç senelik peygamberlik döneminin on sekiz senesi, çekme ile geçmiş. Akla-hayale gelmedik şeyler… Şimdi diyoruz ki, “Bazı kardeşlerimiz zindanlarda işkence görüyorlar. Bazıları şehid oluyorlar. Anne-baba, birbirinden ayrılıyor. Yavru, anneden ayrılıyor… Bunların hepsi muzaaf şekilde O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde olmuş. Ve Kendi de neler çekmiş!.. Öz amcası, Efendimiz’in kızlarını kendi oğulları ile evlendirmiş. Fakat O, peygamberliğini ilan edince, Ebu Leheb, oğullarına “Boşayın O’nun kızlarını!” demiş. وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلأَقْرَبِينَ “Önce en yakınlarını uyar!” (Şuara, 26/214) “En yakınlarını inzâr etmek ile, eğri yolun encâmından sakındırmak ile işe başla!” dendiğinde, O, kavim ve kabilesini toplamış. O’nun o mevzudaki mesajını dinleyince, Ebu Leheb تَبًّا لَكَ demiş, hâşâ ve kellâ. Yeğenine, o güne kadar bağrına bastığı ve süt emmek istediği zaman süt emzirdiği yeğenine -hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ- “Tebben” demiş. “Helâk sana, yuf sana!” demektir, bu. Dolayısıyla, Tebbet Sûresi, onunla (Ebu Leheb ile) alakalı nâzil oluyor. تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ “Esasen Ebu Leheb’e yuf olsun (elleri kurusun, kurudu da)!..”

Bütün Ebu Leheb’lere yuf olsun!.. Her dönemde işkence yapanlara.. Müslümanlara eziyet edenlere.. İslam adına yürünen yolu tahrip edenlere.. köprüleri yıkanlara.. insanlık adına diyalog için koşan insanları düşman ilan edenlere.. onlara “terörist” diyen şom ağızlara, salya atan ağızlara yuf olsun!.. Allah, böylelerinin ağızlarına fermuar vursun; daha büyük kötülükler yapmaktan onları muhafaza buyursun!. Yaptıkları, canavarlıktır; onun ötesinde esasen yapacak bir şeyleri de yoktur. “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi / Ebr-i Nisandan ef’î, sem; sadef, dürdâne kapar.” كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Herkes, seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi; ebr-i nisandan (nisan yağmurundan) ef’î (yılan), sem (zehir kapar); sadef (de), dürdâne kapar.” demişler; denizin dibindeki mercanlar, mercan balıkları, onlar da mercan kapar.

Evet, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekmesine gelmiştik. Mesela bir şey var ki; çok ağır geliyor o. Zannediyorum, kırk-elli gün uykusunu kaçırıyor O’nun. Zaten çok uyuduğu da yok ya!.. Sabahlara kadar ayakta, geceleri kemerbeste-i ubudiyet içinde geçiriyor. Onun için diyorlar: ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلَامَ إِلَى * أَنِ اشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ “Ben, o Peygamber’in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu. Ama ben öyle yapmadım, uykum geldiğinde yan gelip kulağım üzerine ‘şey’ gibi yattım!” diyor Bûsîrî, Kaside-i Bürde’sinde. Bununla beraber Efendimiz öyle rahatsız oluyor ki, meleklerden daha mübarek, daha mâsum, daha temiz, daha nezih; ümmet-i Muhammed tarafından “Sıddîka” diye çağırılan annemize iftira karşısında!.. Hazreti Ebu Bekir’e “Sıddîk” deniyor. İki tane peygamber için Kur’an-ı Kerim’de bu tabir kullanılıyor. Hazreti Ebu Bekir’e de “Sıddîk” deniyor ve kızına, kerime-i mükerreme-i mualla-i muhtereme-i mümtâzesine de “Sıddîka” deniyor.

Âişe-i Sıddîka… Hayata gözlerini açtığı zaman, bir talebe gibi İnsanlığın İftihar Tablosu ile yüz yüze geliyor. Burada antrparantez şunu arz edeyim: Bazıları o meseleyi erken evlenme mevzuunda değerlendiriyorlar. Onu (Hazreti Âişe validemizi) İnsanlığın İftihar Tablosu keşfediyor. Annemiz, çok zeki. Düşünün ki dinin yarısına dair hadisler, onun rivayeti ile geliyor; dinin yarısını ifade eden hadisler… Efendimiz’den en fazla hadis rivayet eden sahabiler arasında birinci derecede Ebu Hüreyre, ikinci derecede mübarek, mualla, mümtâze validemiz Hazreti Âişe-i Sıddîka. Konumu, bu. Allah Resûlü, onu keşfediyor. Ama yanına alıyor onu; tabii nikâh olmayınca, haram olur O’na. Dolayısıyla Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mümtaz dimağ ile alakalı elin-âlemin şu veya bu şekilde olumsuz değerlendirmelerine karşı, onu nikâh altına alıyor.

O’nun o türlü şeylere hiç ihtiyacı yok. Hadice Validemiz, bi’set-i seniyyenin sekizinci senesinde vefat ediyor. Hicret’ten bir-iki sene sonra izdivaç yapıyor. Beş sene… Evli bir insanın beş sene bekâr kalmasını düşünün. O’nun o türlü şeyler ile alakası yok. O “Ezvâc-ı Tâhirât” dediğimiz mübarek annelerimizin her biri bir kabileden. Esasen, çok önemli; o kabilelere, onlar vasıtası ile nüfuz etme.. sağanak sağanak vahiy sağanağını bulundukları kabilelere taşıma.. onlar ile Allah Resûlü arasında irtibatı sağlama… Sonsuz Nur’da (ve yetmişli yıllarda sorulan bir soru üzerine Asrın Getirdiği Tereddütler-1’de) zannediyorum arîz ve amik olarak üzerinde duruluyor bunun. Keşke benim dar idrakim ile anlatılmasaydı; aklı daha geniş, daha kapsamlı olan birisi tarafından daha derince, meselenin felsefesi ortaya konarak anlatılabilseydi!.. Ama o bile çok şey ifade ediyor zannediyorum.

“O iftiracılara gelince...”

Bu mübarek, bu muallâ, bu mümtâze validemize iftira ediyorlar. Münafıklar, meseleyi büyütüyorlar. Hani şimdi dünyada bir kısım kirli zift medyası var. Hiç olmayacak şeyleri, yalanları, iftiraları, tezvirleri allayarak, pullayarak neşretmek suretiyle birilerini itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar ya!.. Aynen, münafıkların karakterleri… قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ Herkes, karakterinin gereğini sergiler!.. Yadırgamayın çok!..

İyi bir fırsat (!) Peygamberi arkadan hançerleme… Âişe validemiz hakkında “Şu oldu!” filan… Vahiy geleceği âna kadar… إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لاَ تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ “O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.” (Nur, 24/11) Nûr sûre-i celîlesinde; hususî ayet nâzil oluyor.

Öyle ki, o iftira karşısında, iffet âbidesi, tıpkı Hazreti Meryem gibi “Keşke bundan evvel ölseydim!” diyor. Oysaki Cenâb-ı Hak, Hazreti Meryem validemize ruhu nefhetmiş; ondan Mesih dünyaya gelecek ve dünyanın yarısına -bir yönüyle- hayat üfleyecek. Ama ona öyle ağır gelmişti ki kocası olmadan, birden bire hamile olma mevzuu, “Keşke daha evvel ölseydim!” demişti. Sonra alttan gelen bir ses, bir yönüyle onu teselli etmişti. Daha çocuk iken, Hazreti Mesih konuşmuştu, Allahu A’lem. Melek de deniyor tefsirlerde. Fakat Kıtmîr’in mülahazası: Hazreti Meryem’in, daha sonra “Bu çocuk nereden?!” falan dendiğinde, çok rahatlıkla, “Kendisine sorun!” demesi için, daha evvel Allah (celle celâluhu) hazırlamıştı onu. Ayaklarının dibinde konuşunca orada, “Bu çocuk yine konuşacak.” itminanı hâsıl olmuştu. Ee ne demişti: قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللهِ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا “Bebek dile geldi ve konuşmaya başladı: Ben Allah’ın kuluyum; O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.” (Meryem, 19/30) Vukuu muhakkak olan şeyler, mazi kipi ile ifade edilir; Arapça’da bir hususiyet. Daha Peygamber olmamış, peygamberlik gelmemiş, Kitap gelmemiş ama آتَانِيَ الْكِتَابَ “Allah, muhakkak, bana Kitap verdi!” diyor. وَجَعَلَنِي نَبِيًّا “Beni peygamber olarak görevlendirdi.” وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا “Beni mübarek kıldı.” أَيْنَ مَا كُنْتُ “Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı.” Fakat önce Hazreti Meryem böyle bir şey ile, böyle bir imtihan ile karşılaşınca, öyle ağır bir şeye maruz kalmıştı ki, “Keşke ölseydim!” demişti.

İfk hadisesindeki iftira da Hazreti Âişe validemizi öyle çarpmıştı ki annemiz yatağa düşmüştü. Ve nihayet Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına geldi onun. Kim bilir çend defa yanına geldi-gitti?!. Hazreti Ebu Bekir, en sevdiği insan; o, yıkılmış bir yönüyle.. hanımı, yıkılmış bir yönüyle.. kardeşleri, Muhammed, Abdurrahman yıkılmış bir yönüyle. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayakları titreye titreye geliyor oraya; “Yâ Âişe, ne olur?!.” diyor, “Ne olur?!.” İşte o esnada vahiy iniyor orada. Mübarek validemiz, “Bu, Senin tezkiyen mi; yoksa Cenâb-ı Hakk’ın mı?” O (aleyhissalâtü vesselam), “Allah’ın seni tezkiyesi!” deyince, mübarek validemiz bir taraftan canlanırken, bir taraftan da minnetini Cenâb-ı Hakk’a sunuyor. Ben öyle diyorum. Orada hafif, az, Efendimiz gibi kendisinin de “efendi” bildiği bir insana, hafif sitem edâlı bir şey söylüyor ama minnet ve şükranını Cenâb-ı Hakk’a karşı sunuyor.

Hangi Hak dostunun hayatını inceleseniz, hal diliyle şöyle dediğini işiteceksiniz

Niye dedim bunu? O büyük insanlar hep çekmişler; büyüklükleriyle mebsûten mütenasip olarak çekmişler. Ebu Bekir, çekmiş; Ömer, çekmiş; Osman, çekmiş; Ali, çekmiş… Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızlarını boşamış amcasının (Ebu Leheb’in iki) oğlu ve onlar vefat edip gitmişler. Erkek çocukları vefat edip gitmişler. Arkada bıraktığı bir Fatıma validemiz var; onun ile teselli oluyor. Bütün Ehl-i Beyt, ondan dünyaya gelecek. O da Efendimiz’den altı ay sonra ruhunun ufkuna yürüyor. Dayanamıyor herhalde o yokluğa. Ben, yaşını da şöyle tahmin ediyorum: Zannediyorum, evlendiği zaman -Hicret’ten sonra evlenmişlerdi- on yedi, on sekiz yaşlarında var ise, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde, yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarında vardı. Efendimiz’den altı ay sonra vefat etti, dayanamadı.

Evet, türbe-i Nebeviyeyi ziyaret ettiğinde demişti ki:

مَاذَا عَلَى مَنْ شَمَّ تُرْبَةَ أَحْمَدَا * أَلاَّ يَشُمَّ مَدَى الزَّمَانِ غَوَالِيَا
صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبٌ لَوْ أَنَّهَا * صُبَّتْ عَلَى اْلأَيَّامِ صِرْنَ لَيَالِيَا

“Efendimiz’in mübarek merkadının toprağını koklayan birisine, başka güzel kokuları koklamaya artık ne gerek var?!. Üzerime öyle musibetler döküldü ki, gündüzlerin tepesine dökülseydi, hepsi birden gece olurdu!..” “O’nun mübarek toprağını koklayan bir insan için artık başka ıtriyatı koklamaya lüzum yok!” diyor; kokluyor onu orada, içi yanmış olarak. “Başıma öyle musibetler döküldü ki…” صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبٌ لَوْ أَنَّهَا * صُبَّتْ عَلَى اْلأَيَّامِ صِرْنَ لَيَالِيَا “Eğer gündüzler üzerine, o musibetler dökülseydi, bütün gündüzler, geceye inkılap ederdi!” diyor. Bu, o mevzuda, O’nun hicranına dayanamamayı ifade etmenin çok zengince bir misalidir. Tam Peygamber kızı olmaya mahsus bir ifade… Ve altı ay sonra da bir “Şeb-i arûs!” deyip yürüyor, önce Babasının yanına; sonra O’nun elinden tutuyor, yürüyor Huzur-i Kibriyâ’ya. Cenâb-ı Hak, o mübarek annemize bizi de bağışlasın!..

Çekmiş… Hazreti Hasan, zehirlenerek çekmiş.. Hazreti Hüseyin, Kerbelâ’da, Revan nehri kenarında, yanındaki yirmi-otuz insan ile, aile efradı ile o günün Yezîd’i tarafından çekmiş.. ve Müslümanlar, Haccâc tarafından çekmiş; seksen bin insanı, Emevîlerin emriyle, Abdülmelik’in emriyle şehid etmiş, öldürmüş; “Benim saltanatımı kabul edeceksiniz!” diye, “Beni kabul etmiyorsanız, sizin hakk-ı hayatınız yok!” Resim benziyor mu günümüzün tiranlarına?!. Hususiyle çağımızda tiran enflasyonu yaşanıyor; toprak, tiran bitirmek için gayet mümbit!..

Şâh-ı Geylânî, çekmiş.. Muhammed Bahâuddin Nakşibendi, çekmiş.. Necmeddin-i Kübrâ, Moğol işgalinde savaşarak şehid olmuş, büyük veli, Aktâb’dan bir insan.. İmam-ı Rabbânî, zindana atılmış, Müceddid-i Elf-i sânî, Hicri ikinci binin müceddidi. Teker teker o büyükleri ele aldığınız zaman, çekmeyen tek bir insan yoktur; hep çekmişler. Ama son çeken insan var bir tane, Çağın Sözcüsü… Zannediyorum çektiklerini öyle unutmuş ki, hep söylüyorum bunu, çektiklerini anlatırken seneleri eksik söylüyor.

Çağın Sözcüsü de çok çekmiş ama

1925 senesinde Şeyh Said hadisesi oluyor. O zaman ne kadar dişe-tırnağa dokunur insan var ise, hepsini toplamaya karar veriyorlar. O (Hazreti Bediüzzaman) da Erek dağında mağarada inziva yapıyor. Kendi başına orada; her halde yiyecek-içecek götürüyorlar. Van’da… Esas kendisi Bitlis’te dünyaya geliyor, Nurs köyünde; fakat Van’da uzun zaman Tahir Paşa’nın yanında da kaldığından, bir dönemde orada talebe okuttuğundan ve o Van Kalesi’nde kaldığından dolayı, yine orada kalmayı tercih ediyor. O eski talebeleri de herhalde -o mevzu ile alakalı net bir şey bilmiyorum, herhalde- sefer tasları ile bir şey götürüyorlar; orada, bir-iki yudum alıyor, geçiniyor. “Sen de bir şey yapabilirsin!” ihtimali ile onu da alıyorlar. Bakın, bütün paranoyaklar aynı şeyi yapıyorlar: “Sen de bir şey yapabilirsin!”

Şeyh Said, bir şey yapmıyor. Bir düğünde, halk etrafında toplandığından dolayı, kalabalık… O günün serkârı kim ise şayet, “Onlar bir şey yapabilirler!” diye üzerlerine gidiyorlar. “Seni almak istiyoruz!” deyince, o seven insanlar da “Hayır, onu vermeyiz!” diye, orada bir yönüyle meşrû müdafaa gibi bir şey yapıyorlar. Ama mesele “devlete karşı gelme” gibi kabul ediliyor. Derdest ediliyor, öldürülüyor. Tabiî onunla yetinilmiyor, Diyarbakır’daki Şeyh Abdulkadir’e de kıyılıyor. Bir de duyuyorlar, işitiyorlar Erek Dağı’nda bir Said Nursî var imiş, “Bu da bir problem olabilir!” falan diyorlar. Onu da alıyorlar, sürüyorlar. Şeyh Said’e yaptıkları gibi, Vanlılar etrafına toplanıyorlar, “Efendi! Seni teslim etmeyelim!” diyorlar. “Hayır, ben, milletimin bağrına dönüyorum!” diyor. Hep “Milletim!” diyor, Anadolu insanına “Milletim!” diyor. Ve burada arkadan gelen, orada bölücülük yapan insanlara da bir mesaj veriyor, bir reçete veriyor. Hatta o millet için, “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım! Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur!” diyor.

Şimdi, bazı yerlerde “yirmi beş sene” kaydıyla diyor ki: “Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’ edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’ etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”

Çekmedik şey kalmıyor. Düşünün, Demokratlar iktidar oluyorlar. Mahkemelerden bir tanesi, 58’dedir; Ankara’da o mahkeme oluyor. O mahkemede bile esasen çok ağır ithamlarda bunuyorlar ama salıveriyorlar. İşte iki sene sonra da ruhunun ufkuna yürüyor; 60 senesinde, ruhunun ufkuna yürüyor. O konuda da dediği oluyor: “Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek!” Ağzın şeker-şerbet yesin, Kevser içsin; Peygamberin eliyle lokmalar yesin! Ne kadar doğru demişsin! Hakikaten de öyle olmuş. Ondan sonra vefalı talebeleri, daha sonra da talebelerinin talebeleri, daha sonra da talebelerinin talebeleri… Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz? Talebelerinin talebeleri, talebelerinin talebeleri bütün dünyada ses-soluk oluyor; uykuda olanları bir ezan sesi ile, âdetâ Sabâ nağmesiyle “Kalkın namaza!” diye uyarıyorlar..

Evet, milletinin imanını selamette görme adına her şeye katlanıyor ama çekiyor ve katiyen o millete de küsmüyor, giderken de dargın gitmiyor. Fakat ceddi olan -Seyyid olduğundan dolayı Hazreti İbrahim ile de irtibatı var.- Hazreti İbrahim’in anavatanı Urfa olduğundan dolayı, orada vefat etmeyi düşünüyor ki, Urfa’ya varıyor. Otelde… Vardığı gün… Ben has talebelerinden, rahmetlik -Makamı cennet olsun!- âbide şahsiyet Bayram Ağabey’den dinlemiştim: “Otel odasında, yatakta hep inleyip duruyordu. Öyle ızdırap çekiyordu ki?!.” Tâ Isparta’dan oraya kadar onca yolu araba ile kat’ etmişti. “Hep inleyip duruyordu. ‘Ah ne olur şu iniltiler bir dursa da bir uyusa; bir görsem, bir ferahlasam, içim bir rahat etse!’ diyordum. Bir aralık iniltiler kesilince sevindim; ‘Elhamdülillah, uyudu demek ki!’ dedim. Ama dizimi çektiğim zaman gördüm ki ruhunun ufkuna yürümüş!” O da öbür âleme gitmiş… Çekmiş, çekmiş, çekmiş… Fakat hiç şikâyet etmemiş, hep katlanmış. Arkasındaki o sâdık bendeleri de hepsi o işe katlanmışlar. Çünkü Peygamber Yolu’nun gereği, bu…

Allah (celle celâluhu) mü’minleri -bir yönüyle- dünyadan küstürüyor, arzu ve iştihalarını âhirete karşı kamçılıyor. Size Cenâb-ı Hak böyle bir kamçı vurmuş ise, kendinizi bahtiyar sayın, elhamdülillah!.. “Dünya nimetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır!”diyor Hazreti Üstad. Bence bu elemli lezzetten ise, elemi olmayan lezzeti tercih etmek lazım; o da öbür âlemde…

Her hakkı gözeten Peygamber ufku

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Tevhidi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: اَلْمُؤْمِنُ الَّذِي يُخَالِطُ النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ، أَعْظَمُ أَجْرًا مِنَ الْمُؤْمِنِ الَّذِي لَا يُخَالِطُ النَّاسَ وَلَا يَصْبِرُ عَلَى أَذَاهُمْ “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletli, mükâfatça daha üstündür.” Halvet yolunu seçmeme, insanların içinde yaşama, onların eziyetlerine katlanma/sabretme, ecir ve mükafat açısından, sadece başının çaresine bakıp, bir halvethaneye çekilip, “Adam!.. Karışma kimsenin işine!” deyip sadece kendini düşünmekten daha üstündür; o eziyete katlananlar, öbürlerinden kat kat daha hayırlıdırlar.

Bu açıdan da eziyet göreceksiniz, cefaya maruz kalacaksınız; belki sürekli içinizde Şâir Eşref’in (v. 1910) sözleri kendisini hissettirecek;

“Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.
Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.
Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm.
Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.”

İçinizde sürekli bu duygunun köpürdüğünü duyacaksınız; “Olsun!” diyeceksiniz, “Benim Efendim, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) benim çektiğimin yüz katını çekti!..” O Ebu Bekir’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Ali’ler, yüz katını çektiler; çektiler ama bir adım değil, ayağın yarısı kadar dahi geriye adım atmadılar. Başlarına inen balyozlar karşısında, biraz daha hızlandılar. Metafizik gerilimleri bir kat daha arttı. Daha bir hızlandılar, Allah’ın izniyle; beş senede realize edilebilecek bir şeyi, iki seneye sığıştırdılar.

Büyük cihad

Bir taraftan, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) dışa dönük hayatına bakacak olursak, o başımızı döndürecek kadardır. Savaşlardaki stratejileri, o işin içinde var; evsâf-ı âliye-i Nebeviye, o işin içinde var, anlatılıyor: İnsanlığa karşı tavır ve davranışları, aile ile münasebeti, zevceleriyle münasebeti, insanlarla münasebeti, genel tavrı, âbide şahsiyeti, gerçek insan-ı kâmil olmak hususiyeti

Bir diğer taraftan da O’nun iç dünyasından süzülenler ve ortaya koyduğu ubudiyet de başlarımızı döndürecek kadardır. Onun içindir ki, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) çok önemli bir savaştan dönerken, رَجَعْنَا مِنَ الْجِهَادِ الأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ الأَكْبَرِ “Şimdi cihâd-ı esgardan cihad-ı ekbere (küçük cihaddan büyük cihada) dönüyoruz.”buyuruyor. Aynı zamanda kendi iç dünyasıyla da o kadar yaka-paça bir insan. Hâşâ, o bizim tahayyülâtımıza, tasavvurâtımıza, taakkulâtımıza gelen şeylere mâruz değildi. Fakat “mukarrabîn”e has kendi ufku açısından, Allah ile münasebetini değerlendiriyordu. Sürekli konsantrasyon mu istiyordu, ne idi? Sürekli, seyyidina Hazreti Musâ ile alakalı anlattığı gibi, “Başım arşın örtüsünün altında olmalı!..”düşüncesi veya onun da ötesinde bir beklenti adına “Tam hakkını veremedim!” mülahazası mıydı, ne idi? O “ekrabü’l-mukarrabîn” olma hususiyetine göre kendi derin muhasebesinin ifadesi miydi veya nazarı “ufuklar ötesi ufuklar”da bulunduğundan dolayı, “Ben tam onun hakkını veremedim!” mülahazasına bağlı bir cümle miydi, neydi?!.. İnsanlığın İftihar Tablosu, “Cihâd-ı esgardan cihad-ı ekbere dönüyoruz” diyordu. Bu, bir.

İkincisi de O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir cemaatin önünde idi; arkasında insanlar vardı; ne yaparsa, o yapılıyordu; ne derse, ona riâyet ediliyordu. Efendimiz, bu beyanıyla da “Ha, işte böyle düşünün!..”demiş oluyordu: “Şimdi, düşmanla yaka-paça olduk, Allah’ın izniyle ya yere serdik veya geldi kabul ettiler. Evet, ya ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah’لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dediler veya “Teslim oluyoruz! İnsanî değerler etrafında bir araya geliyoruz; bizden ne istiyorsunuz, cizye mi, haraç mı, onu da veriyoruz. Amma bizi sıyanet edin, bizim için de sera olun!” dediler. Bu durumlardan hangisi gerçekleştiyse gerçekleşti. Böyle bir mücahededen dönünce “Cihad-ı esgardan cihad-ı ekbere dönüyoruz! Nefis ile mücadeleye.. hislerimizle mücadeleye.. hiçbir zaman yakamızı bırakmayan şeytan ile mücadeleye dönüyoruz!”demek suretiyle, arkasındaki insanlara “İşte böyle düşünün! Böyle davranın! Bu anlayış içinde bulunun! Her zaman ciddî bir metafizik gerilim içinde bulunun! Bazen yaptığınız iyilikleri bile sorgulayın, ‘Acaba içine bir şey karıştı mı?’ deyin!..”buyurmuş oluyordu.

İns ü cinnin, Arap ve Acem’in, dünya ve ahiretin Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem)

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) sürekli işte böyle bir aktivite içindeydi. Kurban olayım O’na!.. Farklıydı.. O’na bakarken, efendim, beşerdi ama beşer gibi değildi. Hak dostu, “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir beşerdir, fakat diğer insanlar gibi değildir. O, (bazı) taşlar arasında bir yakuttur.” diyerek bu hakikati ifade etmektedir. İmam Busîrî, Kaside-i Bürde’de şöyle der: مُحَمَّدٌ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَالثَّقَلَيْنِ وَالْفَريِقَيْنِ مِنْ عَرَبٍ وَمِنْ عَجَمِ “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın ve âhiretin, göze görünür ve görünmez ins u cin bütün yaratıkların, Acemi ve Arabıyla topyekûn insan topluluklarının efendisidir.” هُوَ الْحَبِيبُ الَّذِي تُرْجَى شَفَاعَتُهُ * لِكُلِّ هَوْلٍ مِنَ الْأَهْوَالِ مُقْتَحَمِ “O, Allah’ın Habîbi, gönüller sevgilisi öyle biridir ki, sinelere gelip çarpan her türlü korkuya karşı O’nun şefaati umulur.” (Bazı nüshalarda مُقْتَحِمِ şeklindedir.) Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem),öyle birisiydi fakat dışa karşı bütün bunları yaparken, aynı zamanda aile hukukuna riayette de o kadar hassas idi.

Bununla beraber, aile fertlerinin de bir kısım beklentileri oluyordu. Hani, onlar da birer insan nihayet; bu türlü beklentileri olabilirdi. Dahası, dünya açısından adeta fakr u zaruret içinde bulunuyorlardı. Âişe validemiz.. anam benim, kurban olayım.. başımı onun ayaklarının altına koyayım!.. Diyor ki: “Bazen bir hilal biterdi, bir hilal daha, bir hilal daha, yani kamerî üç ay geçerdi de bizim evimizde sıcak su kaynamazdı.” Hazreti Urve (yeğeni, Esmâ validemizin ikinci oğlu, Abdullah’ın küçüğü) diyor ki: “Hala, ne ile geçiniyordunuz?” Hazreti Âişe validemiz cevap veriyor: “Vallahi, iki-üç tane hurma ve bir de soğuk su ile geçiniyorduk!

Şimdi bir taraftan savaşlar da oluyor, ganimet de geliyor ve herkese dağıtılıyordu, Ensar’a ensarca, Muhacirîne muhacirce dağıtılıyordu. Efendimiz’in tasarrufuna da humus (beşte bir) kalıyordu; Allah Rasûlü onu bakıp görmesi gerekli olan kimselere sarf ediyordu. Bir kere Suffe’de bir hayli insan vardı, Ebu Hüreyre gibi; bazen bunların sayısının yüzü aştığından bahsediliyor. Bu insanlar, fakir-fukara, dünyanın değişik yerlerinden gelmiş, tahassun etmişler, kendilerini ibadete vermişler, kulakları O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) lâl ü gûher kelimelerinde, mübarek yüzünün çizgilerinde Dini absorbe etmek ve ondan sonra gelecek nesillere onu ifâza etmek, bütün dertleri bu. Dolayısıyla, Allah Rasûlü onlara bakıyor; ona veriyor, ona veriyor, ona veriyor. Veriyor, veriyor Hani var ya:

Bir şahıs gelip O’ndan bir şey istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, O yine vermişti. Başka biri istediğinde ise, verecek bir şey kalmadığı için Allah Rasûlü “Vallahi benim elimde de bir şey yok, inşaallah gelince veririm!” deyip vaad etmişti; yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Hazreti Ömer bu duruma fevkalâde üzülmüştü. Allah Rasûlü’nün bu derece rahatsız edilmesi karşısında dizleri üzerine doğruldu ve “İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler vaad ettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma yâ Rasûlallah!” dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasûlü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Ver, yine ver, yine ver, yine ver, elinde bir şey kalmazsa da, “Gelirse vereyim!” de Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfetü’s-Sehmî ayağa kalkmış ve أَنْفِقْ يَا رَسُولَ اللهِ، وَلاَ تَخْشَ مِنْ ذِي الْعَرْشِ إِقْلاَلاً “Ver, hep böyle bol bol infak et ey Allah’ın Rasûlü, sakın Arş Sahibi Allah’ın Seni fakir bırakacağını ve Senden nimetlerini kesivereceğini zannetme, bu konuda endişeye girme!..”demişti. İki Cihan Serveri tebessüm buyurdu ve ardından şöyle dedi: هَكَذَا أُمِرْتُ “İşte Ben de bununla emrolundum.” Kurban olayım Sana!.. Kurban olayım!.. Ayağını bastığın toprağı, misk ü amber gibi gözüme sürme çekeyim!.. Benim Efendim!..

“Tercihimiz sensin, senden vazgeçmeyiz ya Rasûlallah!..”

İnsan bu Mal-mülk, dünyalık geliyor, geliyor; ezvâc-ı tâhirâta bir damla, başkalarına -bir yönüyle- derya. “Azıcık bize de olsa!” diyorlar. Allah Rasûlü, bu talep karşısında hiçbir şey demiyor. Mübarek cumbasına çekiliyor, -canım çıksın- ve bu haber dışarıya da sızıyor: “Mübarek annelerimiz hafif bir şey istemişler, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da bu istekten hoşlanmadığı için, cumbaya çekilmiş!” Tabii bu mevzuda, yine en hassas olan Hazreti Ebu Bekir’dir, Hazreti Ömer’dir. Ömer radıyallahu anh, daha heyecanlı. Kızı da o hânede, Hafsa validemiz. “Benim kızım, Efendim’e ne yaptı ki, benim Efendim darıldı, bir yönüyle, i’lâ yaptı!..” Kapıya geliyor, “Ben Efendimiz ile görüşmek istiyorum!” diyor. Hazreti Bilal perdedâr, “İzin yok!” diyor. Çok ısrar ediyor; O’na (aleyhissalâtü vesselam) haber gidince, “Gelsin!” buyuruyor. Gidiyor Hazreti Ömer; yukarıya, cumbaya çıkıyor. Döşeği yok -canım çıksın-, hasırın üzerinde yatıyor; kalkınca, hasır yanlarında izler bırakmış. “Ya Rasûlallah, Bizans şöyle.. Persler şöyle.. Sen cihanın sultanısın, bu haline bak!..” Efendimiz şöyle buyuruyor: أَمَا تَرْضَى-يَا عُمَرُ- أَنْ تَكُونَ لَهُمُ الدُّنْيَا وَلَنَا اْلآخِرَةُ  “Razı olmaz mısın, istemez misin yâ Ömer, dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!

Sonra, Allah Rasûlü, şu ayet-i kerimenin emri mucebince eşlerine bir teklifte bulunuyor: يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحًا جَمِيلاً * وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ الآخِرَةَ فَإِنَّ اللهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا “Ey (Nübüvvetin en büyük temsilcisi olan) Peygamber, eşlerine şöyle de: Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle serbest bırakayım. Yok, eğer Allah’ı, Rasûlü’nü ve Âhiret yurdunu istiyorsanız, o takdirde bilin ki Allah, içinizden O’nu görüyormuşçasına dikkatli davranan ehl-i ihsan için çok büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/28-29) Efendimiz diyor ki: “Ey peygamber kadınları, gelin; şayet dünyayı istiyorsanız, sizi bırakayım, gidin, ne istiyorsanız alın onu. Yok, Allah’ı, âhireti istiyorsanız, halinize razı olun!” İlk defa en sadık arkadaşının kerimesi, Âişe validemize meseleyi arz ediyor; “Allah böyle buyuruyor! İstersen, sen bu meselede kendin karar vermeden bir babanla annenle de görüş!” diyor. Onun önemini de vurguluyor. “Ya Rasûlallah!” diyor anam!.. Benim anam!.. Sana kurban olayım!.. “Ya Rasûlallah! Bunu anama-babama mı danışacağım!.. Ben Seni tercih ediyorum!” diyor. Evet, üç ay ocak yanmamış, su kaynamamış; soğuk su ve hurmayla geçinmişler; içlerinde hafif bir talep belirmiş.. ve Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle bir tavır içine girmiş. Buyuruyor ki annemiz: “Vallahi benim dediğim gibi, hepsi de öyle dedi!”Bu ne büyüklüktür, bu ne inceliktir, bu ne nezâkettir!..

Hiç kimseyi ve hiçbir hakkı ihmal etmemenin yanında kullukta da zirve peygamber ufku

Savaşlar öyle, tabiyeler öyle, stratejiler öyle İnsanlara karşı tavrı öyle, eşlerine karşı tavrı öyle, torunlarına, küçük çocuklara karşı tavrı öyle Mübarek kerimesinin kızını omuzuna alıyor namazda, secdeye giderken indiriyor. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimizi, kucağında minbere çıkarıyor Hiçbir kimse “Ben şu kadar bekliyordum da bulamadım!” diyemiyor, meşru dairede. Herkesin hukukuna kılı kırk yararcasına öyle riayet ediyor ki, “İhkâk-ı hak etmek için, hakkın âbidesini ikame etmek için gelmiş bu insan!” dedirtiyor. Çok yönlü. Bu da meselenin ayrı bir yanı.

Bütün o savaşlar, o aile efradını gözetme, o insanları idare etme, o herkese bağrını/vicdanını açma, o vicdana girmek, misafir olmak isteyenlere kat’iyen ayakta kalmama emniyet ve güveni verme gibi hususiyetlerinin yanı başında, Allah Rasûlü’nün bir de ibadet ü tâatinde bir hassasiyeti, bir inceliği vardı ki!.. Namaza durduğu zaman, namazlaşıyor, adeta kendinden geçiyordu. Başını secdeye koyduğu zaman, bazen ağlıyordu, tâ arkada hıçkırıkları bir sinerji şeklinde başkalarında da o heyecanı, o cuşişi (coşkunluğu) meydana getiriyordu.

Görüyorsunuz; İnsanlığın İftihar Tablosu, Allah karşısındaki tavrı itibariyle, insanlarla muamelesi itibariyle, ibadet ü tâatteki inceliği itibariyle, ihsan şuuru, ihlas düşüncesi, yakîn anlayışı, tefviz ve tevekkül keyfiyeti itibariyle öyle iç içe incelikler yaşıyor ki, insanın başını döndürür. Hiçbir tavrı, hiçbir davranışı, melekler tarafından bile “Şöyle olsaydı daha iyi olurdu!” falan denmeyecek şekilde bir hassasiyet, bir incelik sergiliyor. Her mübarek tavrı, melekler tarafından temaşaya koşulacak bir tavır oluyor. Cenâb-ı Hak, onun damlasını mı diyeyim birkaç damlasını mı, kalb katılığına müptela olmuş günümüzün insanlarına da lütfetsin. (Ondan da Allah’a sığınıyor, “Kalb katılığından, Allah’ım, Sana sığınırım!” diyor.) Onu lütfetmek suretiyle, bizi kalb katılığından, kuruyan gözyaşlarından, ürpermeyen kalbden, insanlara insanca davranmayan anlayıştan kurtarsın, halâs eylesin.

Efendimiz’in hiçbir hakkı ihmal etmeyip herkese karşı hukuku gözetişinin şerhini gerektiği gibi diyemedim de bir tahşiyede bulundum. O’nu şerh etmek, O’nu tam anlatmak için mücelletler yetmez. Fakat ömrümüz vefa ettiği sürece O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatmak suretiyle, Cenâb-ı Hak bizi de şereflendirsin. Ve dünyanın dört bir yanına O’nu anlatmak için giden kardeşlerimizi, arkalarına takılan, onları şakî gibi takip eden şeytanın avenesinin şerrinden de muhafaza buyursun!.. Vesselam.

اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ، وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَآلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ

“Allahım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, mübarek ailesine ve güzide ashabına salât ü selam ederek bunu diliyoruz; kabul buyur Rabbimiz!..”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Her şey O’ndan!..

Fethullah Gülen: Bamteli: Her şey O’ndan!..

Çay faslından hakikat damlaları: Nefis muhasebesi ve İbrahim Edhem Hazretleri

  • Allah (celle celalühu) ve Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz tarafından belirlenen mükellefiyetlerde insanın seçme hakkı yoktur; onlar mutlaka yerine getirilmelidir. Fakat, bir başkasının da yapabileceği ya da rıza-yı ilahiye uygun olup olmadığı tam kestirilemeyen işlerde bir seçme hakkı bulunabilir. Şu kadar var ki, bir işi yapıp yapmama mevzuunda iç içe, karışık hisler ve mülahazalar olabilir. Cenâb-ı Hakk’ın muamelesi ise niyetlere göredir. (00:40)
  • Acaba bir işi isteyerek yapmak mı yoksa -şartların müsait olmadığı bir yerde abdesti tastamam almak gibi- içten gelmese de vazife şuuruyla yapmak mı daha faziletlidir? Benim de böyle konuşma yapmak içimden hiç gelmiyor. Hatır için yapıyorum; hatır için yapınca da bu işin içinde Allah rızası olup olmadığına dair şüphem var. (02:55)
  • Acaba bizim ruhsuz, anlamsız içten gelmeyen, sözlerimizden dolayı mı bu insanlar hep oldukları yerde kalıyorlar? Ciddi bir aşk u heyecan yok.. ciddi bir canlılık yok.. ciddi bir adanmışlık yok.. ciddi bir kendini vakfetmişlik yok.. ciddi bir beklentisizlik yok.. “Ben ölüp ölüp dirileyim burada, hiç önemli değil, elverir ki Müslümanlığa ait en küçük şey ölmesin! Ben bin defa yurdumla yuvamla, çoluk çocuğumla, aile efradımla zir u zeber olup gideyim ama dinin en küçük emri ayaklar altında olmasın ” Bu heyecan, ruhlarda hasıl olmuyorsa insan bunu kendinden bilmeli. (05:01)
  • Cenâb-ı Hak Hazreti İsa’ya,

    يَا عِيسى عِظْ نَفْسَكَ فَإنِ اتَّعَظَتْ بِهِ فَعِظِ النَّاسَ وَإلاَّ فَاسْتَحْي مِنِّي
    Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et; o, bu nasihatı tuttuktan sonra başkalarına hayırhâh olmaya çalış; yoksa benden utan.

    buyurur. (06:14)
  • Kendini yerden yere vurmayan bir insan bazen kaderi yerden yere vurur bazen de başkalarını. Oysa ki kabahat kendinden kaynaklanmakta, etrafına taşmakta ve çevresine de bulaşmaktadır. İnsan kendiyle yüzleşmeli ve her zaman “Tevbe ya Rabbi! Hata râhına gittiklerime. Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime!” (M. Naci) demelidir. Özellikle içinde bulunduğumuz enaniyet asrında bu mülahazaya çok ihtiyaç var; zira, kendisini böyle bir yere koyan insan, durması lazım gelen yeri de belirlemiş olur; yoksa o, zamanla hiçbir hatasını göremez hale gelir. (08:30)
  • Kendini bir şey sayan lâşey demektir. Her şey bir şeydir, en densiz şey bile bir şeydir, fakat kendini bir şey sanan hiçbir şeydir. Kendini lâşey görmelisin ki nezd-i ulûhiyette bir şeye tekabül edebilesin. (11:20)
  • Rivayetlere göre, İbrahim Edhem (rahmetullahi aleyh) Belh’in padişahıymış. Bir gece, yumuşacık yatağına uzanmış yatarken aynı zamanda kendi kendine mırıldanıyormuş; “Allahım beni maiyyetinden mahrum etme; şu aciz kulunu Firdevs’inle şereflendir. Allahım, beni Peygamberine komşu eyle!..” türünden sözler söyleyerek dua ediyormuş. O sırada çatıda birinin yürüdüğünü fark etmiş, ayak sesleri duymuş. Hemen, “Kim var orada, sen kimsin?” diye bağırmış. Çatıdaki adam, “Merak etmeyin efendim; bir zarar verecek değilim, devemi kaybettim de onu arıyorum!” demiş. İbrahim Edhem, “Be adam, çatıda deve aranır mı?” deyince, aklını başına getiren şu cevabı almış: “A be sersem; sen Allah’ın maiyyetini yatakta arıyorsun ya!.. Peki yatakta Allah aranır mı, uzanmış yatarken Peygamber aranır mı!” İşte, bu sözler İbrahim Edhem’e yetmiş. Demek ki, kalbi ölmemiş ve vicdanı felç olmamış bir insanmış; duyduğu bir iki cümle onu kendine getirmeye kifayet etmiş. O gün malı-mülkü, makamı-mansıbı elinin tersiyle itmiş, saltanatı terketmiş ve varıp Mescid-i Haram’a kendini ubudiyete vermiş. (12:15)
  • İbrahim Edhem hazretleri bir gün, “Allahım, Senin uğruna her şeyi terkettim; burada rahmetinin tecellilerini ötede de Cemâlini görebilmek için yurdu-yuvayı arkada bıraktım; artık aşkınla beni parça parça etsen de, şu kalbim Senden başkasına kaymayacaktır.” mülahazalarıyla dopdolu olduğu bir sırada, metafta (Kâbe’nin etrafında tavaf yapılan yerde) oğlunu görür. Nasılsa, oğlu da onu görüp tanımıştır; göz göze gelir ve bir süre bakışırlar. Senelerin verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. İhtimal, onca sene ayrılıktan sonra, öyle bir karşılaşma Hazret’in his dünyasına büyük bir tûfan halinde tesir eder, onun gönlünde bir fırtına meydana getirir ve Hak dostu az da olsa içinin aktığını hisseder. Oğul kendini babasının kucağına atınca, o da yılların hicranıyla oğluna sarılır. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir: “İbrahim, bir kalbde iki sevgi olmaz!” İşte o an İbrahim Edhem’den bir çığlık kopuverir: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” Az sonra da oğlu ayaklarının dibine yığılır kalır. (16:00)
  • İbrahim Edhem hazretleri münacaatında önce “teşbib” (her şeyden önce sevgiliden bahsetme, ona karşı sevginin büyüklüğünü ortaya koyma ve talebi sona bırakma sanatı) yapıyor ve şöyle diyor:

    هَجَرْتُ الْخَلْقَ طُرًّا فِي هَوَاكَا وَأَيْتَمْتُ الْعِيَالَ لِكَيْ أَرَاكَا
    وَلَوْ قَطَعْتَنِي فِي الْحُبِّ إِرْبًا لَمَا حَنَّ الْفُؤَادُ إِلَى سِوَاكَا

    Ya Rabbi, Sen’in aşkına tutuldum da Sen’den gayrı her şeyi terk edip huzuruna geldim. Seni göreyim, Seni duyayım diye bütün aile efradımı yetim bıraktım. Eğer hiçbir şeye yaramıyor diye beni koparıp atacaksan, vallahi kalbim Sen’den başkasına asla teveccüh etmez, parça parça etsen bile Sen diye inlerim ben!

    إِلَهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي أَتَاكَا مُقِرًّا بِالذُّنُوبِ فَقَدْ دَعَاكَا
    وَإِنْ تَغْفِرْ فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَا وَإِنْ تَطْرُدْ فَمَنْ يَرْحَمْ سِوَاكَا

    İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; (dağlar azametindeki) günahlarını ikrar edip, ellerini Sana açıyor ve sadece Sana açar. Şâyet Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Sen’in şânındandır; kovarsan dergahından, beni Sen’den başka kim affedebilir?!.

    وَإِنْ يَكُ يَا مُهَيْمِنُ قَدْ عَصَاكَا فَلَمْ يَسْجُدْ لِمَعْبُودٍ سِوَاكَا
    Kapına gelmiş ve Senin şefkatine nâil olmayı uman bu zayıf bîçârenin günahlarını affet. Her ne kadar defteri isyanla dolu olsa da, ey Müheymin, Sen’den başkasına secde etmedi, etmeyecek.

    17:31)

Günümüzün karasevdalılarının şimdiye kadarki hizmetlerinin gerçekleşebilmesi için binlerce vesilenin bir araya gelmiş olması gerektiği ve bunu Müsebbibü’l-esbâb’dan başkasının yapamayacağı; dolayısıyla, muvaffakiyetleri sahiplenmenin akıl dışı bir davranış olduğu ifade ediliyor. Her şeyi kendinden bilme ve şımarıklığa düşme hastalığına maruz kalmamamız için hep hatırda tutulması gerekli görülen bu hakikatin şerhini bir kere daha lütfeder misiniz?

  • Hazreti Nûh ve Hazreti Musa (ala nebiyyina ve aleyhissalatü vesselam) gibi peygamberlerin hayatlarına bakılınca sevk-i ilahi ve hıfz-ı Rabbanî çok açık şekilde görülecek, Müsebbibü’l-esbâb’ın her devirde kendi yolunda hizmet edenlere sebepleri nasıl halk ettiği anlaşılacaktır. (23:20)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in nurlu hayatlarında da Cenâb-ı Hakk’ın hıfzı, inayeti, sevki ve sebepleri halk edişi çok açıktır. Kur’an-ı Kerim müşriklerin komplolarını anlatırken şöyle buyurur:

    وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ
    Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan. (Enfal, 8/30)

  • Evet, onca komplo ve entrikaya rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) risalet vazifesini bihakkın eda etmiştir.
  • Ukbe bin Nâfi, Atlas okyanusuna kadar bütün Afrika’yı zabt u rabt altına almış ve atını Arab’ın “Karanlık Deniz” dediği okyanusa sürmüş; sonra da, “Allahım, bu deniz önüme çıktı, çıkmasa idi, Senin ism-i şerifini denizler aşırı ta ötelere götürecektim!” demiştir. Ondan Osmanlı’nın Söğüt’ün bağrında başlayıp cihan devleti oluşuna kadar bütün İslam büyüklerinin sergüzeştinde hep aynı ilahî hıfz, sevk ve inayeti görmek mümkündür. (26:30)
  • Hazreti Pir, en karanlık günlerde bile hep ümit soluklamış ve yeni bir nesli müjdelemiş; “Ümitvar olunuz şu istikbal inkılabatı içerisinde en yüksek ve gür seda İslamın sedası olacaktır.” demiş; yine, “Ümidim var ki, istikbâl semâvât u zemin-i Asya / Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-i İslâma!” gibi beyanlarıyla herkese ümit aşılamıştır. (27:48)
  • Günümüzün karasevdalıları dünyanın dört bir yanında ellerindeki mumlarla sürekli mum tutuşturmaya çalışıyorlar. Arkada durup da önde görünen bazılarımızın hatalarından dolayı bazı yerlerde geçici problemler yaşansa da onlar gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul görüyorlar. Onların gidişlerinden hüsn-ü kabul görüşlerine ve onca hizmete muvaffak oluşlarına kadar hemen her adımda biraraya gelmesi gereken onca sebep/vesile lazımdı ki ihtimal hesaplarına göre bütün o vesilelerin beraberliği neredeyse imkânsızdı; fakat Müsebbibü’l-esbâb sebepleri halketti. (29:15)
  • Orta Asya ülkelerinde çözülmeler başlayıp oralara yolların açıldığı aynı dönemde Cenâb-ı Allah, okullarından yeni mezun olmuş çiçeği burnunda delikanlıları lutfetti. Bu “deliler” adını bile bilmedikleri ülkelere koşa koşa gittiler. (31:10)
  • Bir devlet büyüğünün de anlattığı ve çağrıda bulunduğu gibi “Daüssıla çok zordur.” Benim Türkiye’de kaldığım yerler var; o yurtların üstünde kirasını vererek kaldığım yerler var. Aklıma gelince gözlerim doluyor, hemen ondan kaçıp başka bir duyguya dalıyorum. Yoksa kendimi salacağım.. o salma, o ağlama Allah’a karşı şikayet olur diye korkuyorum. Bu gençlerin de kendi ülkelerinde kalma gibi bir arzuları olabilirdi. Fakat bu delikanlılar daha hayatın baharında öyle bir şeye kapılmadılar ve panik yaşamadılar. İlklerin isimlerini yazıp külahımın içine koydum, kuralarını çektiler ve kime neresi çıktıysa oraya gitti. Gitmeyen kimse hatırlamıyorum. (32:10)
  • Dahası, annenin ve babanın isteği vardı: “Oğlum ben bugüne kadar seni okuttum; dizimin dibinde olmanı, bana bakmanı, benim de sana bakmamı arzu ediyorum.” Nasıl onları ikna ettiler, nasıl yumuşattılar, nasıl ayrılabildiler? (33:38)
  • O arkadaşların yarıya yakını olmasa bile üçte ikisi nişanlıydı, nişanlılarını bırakıp gittiler, neden sonra onları yanlarına alabildiler. (34:00)
  • Diğer taraftan bütün o hizmetlerin gerçekleşebilmesi için finansörler lazımdı. İslam Enstitüsü’nün kurulması esnasında fabrika fabrika dolaştık. Fakat, oradan yirmi lira buradan elli lira ile olmazdı bu işler. Dolayısıyla, ilk defa bir masanın dört tarafını dolduracak kadar birkaç insana “himmet” mevzuunu anlattık. Daha sonra himmet duygusu gelişti, genişledi ve hatta fedakâr insanlar şayet o türlü toplantılardan haberdar olmamışlarsa, “Beni neden himmete çağırmadınız?” deyip sitem eder hale geldiler. (35:06)
  • Bozyaka’nın üst katında yapılan bir himmet toplantısında bir şeyler anlattım; herkes de bir şeyler taahhüt etti. Utanıyordum da.. kendime istemiyorum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine de utanıyordum. Tabiatımda istemeye karşı bir utanma var ama hizmetin hatırına o dilenciliğe de “eyvallah!” Odama çekilmiştim ki astsubaylıktan emekli olmuş bir insan kapımın tokmağına dokundu; elinde şangır şangır anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu, evimin anahtarlarını veriyorum!” dedi. Bu ruh oluşmuştu. (37:25)
  • Sadece öğretmen, anne baba, o yerlerin müsait olması, konjonktürün uygunluğu değil, bir de bu civanmert Anadolu insanı.. elli defa bir yönüyle bir milletin kaderini değiştirmiş Anadolu insanı Bir kere daha değiştirsin Allah’ın izin ve inayetiyle (38:30)
  • İşte sayılan bütün vesilelerin bir araya gelmesi lazımdı ki, bugünkü açılım gerçekleşsin. İhtimal hesaplarına göre de bu milyonda bir ihtimaldir. Bu itibarla da, milyonda bir ihtimalle gerçekleşen bir meseleye falanın dehası, filanın kiyâseti ve falanın yüksek aklı, mantığı, muhakemesi, stratejik gücüyle bu işe sahip çıkması mümkün değildir. Allah’ın (kudret) eli bu işin içinde olmayınca, meselenin bu şekilde realize edilmesine imkân ve ihtimal yoktur. Olan her şey, Allah’ın inayet ve riayetiyle oldu. (38:58)
  • Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer “Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum.” demişti. (39:55)
  • Bugüne kadar olan şeyleri Cenâb-ı Allah’ın riâyetinin bir tezahürü, inayetinin bir tecellisi, teveccühünün değişik dalga boyunda bir yansıması görmek lazım. Bunlar bizim hamd ve şükür duygumuzu tetiklemeli ki bu nimetler o şükrün bereketiyle artarak devam etsin. Yoksa, başında bulunduğumuz bazı birimler itibarıyla o başarıları kendimizden bilirsek Allah bizi dar gücümüzle, kuvvetimizle, irademizle başbaşa bırakır.. ve bugüne kadar çok hâlisâne ellerde gelen bu mübarek emanet bizim böyle dememizle bir hıyanete maruz kalmış olur. Yazık etmiş oluruz; emanete ihanet etmiş oluruz. (42:23)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Heyecan Yorgunluğu...

Bazı arkadaşlarımız değişik sâiklerle bir yorgunluğa, küskünlüğe düşebiliyor ve yapabileceği işlerin pek çoğunu askıya alıp vaziyeti idare etme ruh haletine girebiliyorlar. Bu durumdaki insanların yeniden aslî hüviyet ve heyecanlarına kavuşabilmeleri için hem kendilerine hem de hizmet arkadaşlarına düşen vazifeler nelerdir?

Hiç durmadan yürüyeceksiniz!..

Fethullah Gülen: Bamteli: Hiç durmadan yürüyeceksiniz!..

  • Kimden gelirse gelsin sıkıntılar olgunlaşmanın en önemli yollarındandır. Öyle olmasaydı, Allah en sevdiği ibâdını adeta bir hamur teknesinde yoğurmaz ve yoğrulmalarına meydan vermezdi. (00:40)
  • Tazyikler, ezilmeler, sıkıntılar ve arzumuza göre yaşama imkânlarından mahrum bırakılmalar karşısında Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı sübhânîsini arzularımıza tercih etmemiz lazım. (01:45)
  • Zât-ı Ulûhiyet’in takdirini memnuniyetle karşılamanın yanında, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nübüvvetine ve İslam dinine kanaat etme de çok önemlidir. Fiilî ve kavlî duadan sonra -netice ne olursa olsun- kader ve kazayı gönül hoşnutluğuyla karşılama bu kanaatin de gereğidir. Bundan dolayıdır ki, sabah akşam okunması sünnet olan dualar arasında şu ikrar da mevcuttur:

    رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينـــــاً وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولاً
    “Rab olarak Allah’tan (celle celâluhu), din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.”

    (02:13)
  • Esasen, insan aklı, insan mantık ve muhakemesi -bunların hepsini tek bir şey kabul etmek de mümkündür- nübüvvet ve onun vaadettiklerini kabullenip, bu feyyaz kaynaktan tam yararlanabildiği müddetçe, bir yandan kendi alanının serhaddine ulaşma yoluna girerken, diğer yandan da başkalarını aldatan birer vasıta durumuna düşmekten kurtulmuş olur/olacaktır. Her şeyden evvel, böyle davranmada, bütün varlık ve eşyaya hükmeden sonsuz kudret ve muhit ilme teslim olma gibi bir husus söz konusudur. İsterseniz siz buna, akıl ve mantık ürünlerini, akılla, mantıkla elde edilen değişik projeleri ve farklı alanlardaki araştırmaları, tecrübeleri, yani bütün arzî olanları semavîleştirmek, arazî olanlarda da cevherin ruhunu aksettirmek için her şeyi vahye test ettirme de diyebilirsiniz. Aslında aklı yaratan da Allah’tır, ona vahiy ile derinleşme yolunu gösteren de Allah, akılla insanların gözünü açmış, vahiyle de aklın doğru görüp, doğru düşünmesini sağlayarak, ona daha geniş bir muhakeme alanı hazırlamıştır; hazırlamış ve o kuşatıcı beyanıyla insanlar üzerinde bağlayıcı hüccetini ikame etmiştir. Tabir-i diğerle Allah, bütünü birden kucaklayan vahiy müessesesini, her zaman dağınık ve birbirinden kopuk bir durum arzeden akıl ve muhakemenin farklı yollarını birleştirecek ve bunların mukayese ürünlerini de test edebilecek bir laboratuar haline getirmiştir. (07:30)
  • Başlangıçtan itibaren Ashâb-ı kiramın ve sonra selef-i sâlihînin Kur’an ile hadis mevzuunda sergiledikleri hassasiyet ve gösterdikleri takdire şâyân gayret sayesinde neyin sahih, neyin mevzû olduğu apaçık ortaya çıkmış; Kur’ân gibi sünnet de

    إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
    “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” (Hicr Sûresi, 15/9)

    âyetinin şümulü içine girmekle ilâhî sıyânet altında bugünlere gelmiştir. Evet, zikri geçen beyan-ı ilahîde, Cenâb-ı Hakk’ın kibriya ve azametinin vurgulanmasıyla beraber, Müsebbibü’l-Esbab’ın, bazı icraatına sebepleri vesile kıldığına da işaret edilmektedir. Kur’ân’ı indiren de, onu koruyan da Hazreti Allah’tır. Fakat, Rabb-i Hakîm, Kur’ân’ı indirirken Hazreti Cebrâil gibi bir elçiyi vazifelendirdiği gibi, Yüce Kitab’ını korurken de vahiy katiplerini, onların yazdığı nüshaları ve daha sonra da onun her harfine vakıf hafızları vesile olarak kullanmıştır/kullanmaktadır. Ahmed bin Hanbel gibi muhaddislerin büyüklüğüne bakıldığında bu hakikat daha güzel anlaşılacaktır (10:14)
  • Kitap ve Sünnet endazesinden geçmiş ve İcma’ya muhalefeti görülmemiş bir şekilde irşad hizmeti ve mefkureyi ikâme gayreti devamlı olmalıdır. Yurtiçi ve yurtdışındaki eğitim müesseseleri böyle bir hizmet anlayışının neticesi ve problemleri “hal ile halletme” çabasının meyvesidir. (13:00)
  • Lügat manası, Allah’ın kelimesini yüceltmek demek olan “i’lâ-yı kelimetullah”, ıstılahta Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhid akîdesini şanına uygun bir biçimde yüceltip yayma manasına gelir. Bu terim “cihat” kelimesiyle de ifade edilmektedir. Peygamber Efendimiz, gerçek manada Allah uğrunda cihat edenin kim olduğu sorusuna cevap verirken şöyle buyurmuştur: “Sadece Allah’ın adı yüce olsun diye (i’lâ-yı kelimetullah için) cihat eden kişi Allah yolundadır.” Allah’a îman ve O’nun nâm-ı celîlîni i’lâ etme gayreti müminlik şiarıdır. Aslında, Allah’ın adı zatında yücedir, o her zaman âlîdir. Fakat, “O’nun adını yüceltme” ifadesini kendi idrakimiz itibariyle, kendi ufkumuzu aydınlatma açısından kullanıyoruz.. i’lâ-yı kelimetullah derken, kararmaya yüz tutmuş kalblerin kir ve lekelerinden arındırılarak asıl sahibine hazır hâle getirilmesini, gönül tahtının Mâlikü’l-Mülk’e, Melikü’l-Mülûk’e arz edilmesini ve Yaratıcı ile kullar arasındaki engellerin kaldırılmasını kastediyoruz. İşte bu niyetle yola çıkmış ve bir kısım hizmetlere azmetmişseniz, meselenin Kur’an ve Sünnet’e uygun olmasına bakıp kim ne derse desin yolunuza devam etmelisiniz. Unutmamalısınız ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hiçbir tavrı yanlış değildi; fakat, O’nun bile bir sürü muhalifi vardı. (16:12)
  • Kur’an, “Mûsâ (aleyhisselam) Tevrat’ı almak için ayrıldıktan sonra ümmeti, zinet takımlarından, böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp tanrı edindiler. Görmemişler miydi ki o heykel onlara hitap edemiyordu, kendilerine yol da gösteremiyordu. Fakat buna rağmen onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular.” (A’raf, 7/148) der. Demek ki, atmosferin büyük ölçüde eşrâra kalması ya da ferağı, İsrailoğulları’nda buzağı düşüncesinin hortlamasına müsait bir zemin oluşturmuştu. Kendi iç âlemlerinde sessiz uyuyan o gulyabâni gibi düşünceler, birden hortlamış ve buzağı olarak şekillenmişti. Orada Sâmirî’nin –ki o da İsrailoğullarındandır– söylediği şey ise sadece kuru bir mazeretti; Hz. Musa’nın “Senin zorun nedir ey Sâmirî?” demesine karşılık o“Ben onların görmediklerini gördüm.” cevabını vermişti. Çoğu müfessir, meseleye, Sâmirî, Cibrîl’in bastığı yerden bir avuç toprak aldı ve onu buzağı yapımında kullandı şeklinde yaklaşmışlardır ki, bu gerçekten öyle de olabilir; evet o, nasıl gönüllerin ve ruhların dirilmesine vesile olan ilâhî vahyi taşıyordu; cansız cesetlerde hayat kaynağı da olabilirdi. Bu açıdan da onun ayağını bastığı yerler yeşerebilir, oradan alınan bir avuç toprakla bütün ölüler dirilebilir. Ne var ki, bunun doğruluğunu gösteren sağlam bir hadis bulmak mümkün değildir. Buradaki asıl husus, Kur’ân’ın Hazreti Musa’nın diliyle ifade ettiği gibi, bunun bir fitne ve imtihan olmasıdır. (18:30)
  • İffetsizliğe düşme insanı dağınıklığa götürür. Dağınık insanların rüyaları da kirlidir, hayalleri de kirlidir. Tevhid-i kıble etme, sadece O’na yönelme, öyle bir konsantrasyon, insanın zekasını öyle keskinleştirir ki, o mevzuda bin tane dâhinin halledemediği meseleyi halleder. Enbiya-yı izam öyleydiler, onların iffetlerine, ismetlerine, fetanetlerine, idraklerine, büyüklüklerine aklımız ermez. Fakat, buna rağmen onlara da itiraz ediyorlardı. (20:48)
  • Önemli olan mesele, Allah ne demişse onu yapmaktır. Bunu yaparken de falana muarız olma, filanın rağmına davranma, birilerine engel çıkarma veya “birileri bir şey yaparken biz niye onları bu güzergahta tek başlarına bırakıyoruz” gibi kıskanma/rekabet etme mülahazalarıyla yapmamalıdır. Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Sahiha’nın sabit disiplinlerine uygunluk içinde yapılırsa, orada tereddüt yaşamamak ve engellemeye çalışan kim olursa olsun, onları görmezden gelmek lazım. “Bir kapı bend ederse bin kapı eyler kuşad / Hazreti Allah, efendi, Müfettihu’l-ebvab’dır.” (Şemsî) (21:29)
  • Şimdiye kadar ben çok samimi bir müslüman olduğumu iddia edemem ama işin doğrusu hayatımı O’ndan başka bir şeye bağladığımı söylersem, Allah’ın o mevzudaki teveccühüne karşı saygısızlık yapmış olurum; bu da tahdis-i nimettir. Elli defa engeller olmuştur. Kendimi bildiğimden bu yana hiç presler arasında ezilmeden kurtulduğumu görmedim. Buradaki de öyle bir şey. Her zaman üzerime geldiler. Cenab-ı Hak aldı, bir yerden bir yere koydu, bir yerden bir yere koydu.. sizi de öyle Hep böyle olagelmiştir. Fakat bunlar kat’iyen ye’se atmamalı, bizi inkisara uğratmamalı, yapmamız gereken şeylerden bizi geri koymamalı. (23:28)
  • Bütün âleme kabul ettirmek, sevdirmek bizim işimiz değildir. Allah Teala, Peygamberine (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile

    إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
    “Sen dilediğin kimseyi/sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini doğruya ulaştırır. O, hidâyete gelecek olanları pekiyi bilir.” (Kasas, 28/56)

    Hidayet sizin aklî, fikrî, ihtisâsî bütün letâifinizi hakikati arama istikametinde kullanma sonucu, Allah’ın sizin içinizde yakacağı bir meşaledir. Siz esbaba tevessül edersiniz, Allah o meşaleyi içinizde yakar, tutuşturur, projektör gibi.. her şeyi doğru olarak görürsünüz, O’na ait bir şeydir. Sa’d-ı Taftazani’nin ifadesiyle, “İman, Cenâb-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği birnurdur.” (24:36)
  • Üstad Hazretleri, bu mevzuyla alâkalı Celâleddin Harzemşah’ın bir mülâhazasını nakleder: Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” Şe’n-i rububiyetin gereğine karışmam, ne dilerse onu yapar. (25:18)
  • Her mü’min bu mülahazaya bağlı, Kitap ve Sünnet çerçevesinde yapması gerekli olan şeyleri yapmalı, ne dostun vefasızlığından, ne de düşmanın cefasından sarsılmamalı. Kimseyi de karşısına almamalı, garazî hareket etmemeli, yaptığı şeyler tepki edalı olmamalı; bunlar ihlası yıkan, götüren şeylerdir. Fakat, doğru bildiği şeyin müdafaasından da geriye durmamalı. Aksi takdirde doğruya karşı saygısızlık yapmış olur. (26:36)
  • En zor şey gönüllere girmektir; bir yerde yaptığı hizmetler bitince, kenarda oturmayı istemeyip yeni bir vazife daha talep eden insanlara bunu biz yaptırtabilir miyiz? Belli ki burada bir meşiet-i ilahi var. İyilik yapıyor, iyiliğe doymuyor, “Hel min mezîd-Daha yok mu?” diyorlar. Akl-ı selim, hiss-i selim, ruh-u selim diyor ki: “İnsanlık adına bir şey yapacaksak, yol bu, yöntem bu!..” (31:16)
  • Çok kötü şeyler duyabilirsiniz; rica ediyorum ben, aynıyla mukabelede bulunmamak lazım. Şimdilerde Twitter denen şeyler var; iyi şeylere tercüman olursa, Allah’ın rahmeti; insanları birbirine düşürüyorsa, Allah’ın belası şey. İnsanlar birbirine atıp duruyorlar. İnsanlar bu atmalara geliyor, bu defa da onlar atıyorlar. Birisi diyebilir ki “Maske düştü!..” A be birader, sen mü’minsin, yapma bunu. Eğer Kıtmirin maskesi olsaydı kırk seneden beri ehl-i dalalet onun yakasından elini çekerdi. 1960, 1970, 1980 ve 28 Şubat’ta preslendim. Ama sana demiyorum, “Niye senin yakana elini uzatmıyor?” Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Peygamber Efendimiz (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam) yakalarını başkalarından kurtarabildiler mi? Bence senin kendi durumunu bir kere daha gözden geçirmen lazım. Ama ben, bana kalırsa, bu kadarcık da olsa bunları dememeliyim. İncinsek de incitmemeliyiz, kırılsak da kırmamalıyız. Hep gönül alıcı bir tarzda hareket etmeli, nazargâh-ı ilahi olan kalblere kat’iyen dokunmamalıyız. Bize düşen şey “Eyvallah!..” etmektir. (32:56)
  • İlle herkes tarafından kabul edilmek, tahsin edilmek, hüsn-ü kabulle karşılanmak, takdir görmek.. bu türlü beklentilere girmemeli. Yapacağı şeyleri belli beklentilere bağlamış insanlar, hayatta başarılı olamamışlardır. Muvakkaten bazı şeyler sergilemiş olsalar bile bir muhalif rüzgâr karşısında savrulup gitmişlerdir. Beklentilere işi bağlamamak lazım. Bizim beklediğimiz bir şey var, o da Allah’ın hoşnutluğu ve bizim o meseleyi ihlasla O’na karşı sunmamızdır. Ne kin ne garaz ne nefret, ne kimseye firavun deme ne Nemrut deme ne de tiran deme!.. Fakat söylenen sözleri bazıları biraz numara/droba bakarak, güzergâh takip ederek üzerlerine alıyorlarsa, kendi yanlış te’villeriyle, tefsirleriyle meseleyi yanlış yorumluyor, kendilerine karşı saygısızlık yapıyorlar. (37.26)
  • Unutulması gerekli olan şeyler dünya ve dünya nimetleridir. Dünya debdebesi dünya saltanatıdır. Allah’ın ekstradan verdiği kimseler de “Al sana bir okul, bir yurt, bir okuma salonu ” diyorlar. Size bu kadar güven duyuluyorsa, bu sizin kredinizdir. Bence kendi hesabınıza ondan bir şey koparmak suretiyle o krediyi kaybetmeyin; bu defa o yol tıkanır ve bypass yapmakla da açamazsınız onu. Güven sarsılmamalı, herkes sizi nasıl biliyorsa öyle bilmeli, ruhunuzun ufkuna yürüyeceğiniz ana kadar Dünyaya çıplak olarak geldiniz; kefeniniz için sağa-sola koşmalı, “Acaba bu garibe bir kefen bulabilir miyiz?” demeliler. (38:54)
  • Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

    فَفِرُّوا إِلَى اللهِ إِنِّي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ مُبِينٌ
    “O halde, Allah’a kaçın, çabuk Allah’ın himayesine koşun! Zira ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen âşikâr bir elçiyim.” (Zâriyât, 51/50)

    (40:47)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Hicret edin, hayat bulun!..

Fethullah Gülen: Bamteli: Hicret edin, hayat bulun!..

Yurtdışında yaşayan insanların bazı hassasiyetlerini ve metafizik gerilimlerini kaybedebilecekleri kaygısını taşıyor musunuz? Değişik vesilelerle, "Keşke bir milyon insan hicret etse!.." demiştiniz; kimlerin hicret etmesini istiyorsunuz? Bu dileğiniz uzun süreden beri yabancı bir ülkede yaşayan kimseler için de geçerli mi?

  • Mü'min küfür, ilhad ve din düşmanlığı gibi çirkin sıfatlara karşı tavır almalı; fakat, bu bataklıklara düşen kimselere sadece acımalı ve mümkünse onları boğulmaktan kurtarmaya çalışmalıdır. (00.50)
  • Yabancı ülkelerde yaşayan bazı insanlar hiç farkına varmadan başkalarının değerler mecrasına kapılabilir ve kendi değer ölçülerine karşı yabancılaşabilirler. (02.06)
  • Farklı kültürlere açık yerlerde bulunan kimselerin korunabilmelerinin yegâne vesilesi bir mefkureye bağlı yaşamalarıdır. Gaye-i hayal, insanı her zaman temkinli olmaya sevkeder. (02.54)
  • Dünyanın dört bir yanına hicret eden karasevdalıların örnek hayatları, evrensel değerler istikametindeki gayretleri ve Pakistanlı bir yetkilinin takdirkâr ifadeleri... (06.30)
  • Yeryüzünün her köşesinde sulh adacıkları kuran sevgi kahramanlarının asimile olmaları söz konusu değildir; Allah'ın inayetiyle, onlar bulundukları yerde kendilerine göre bir petek oluşturuyor, o ülkenin çiçek özlerine dalıp peteklerini dolduruyor ve farklı farklı ballar üretiyorlar. (08.10)
  • Kendini durgunluğa salmış herkes yeniden canlanmak için hicret etmeli; elden geliyorsa bir milyon insan muhacir olmalı!.. Mümkünse, eli ayağı tutan her hizmet eri hicret edebileceği bir diyar bulmalı ve yola koyulmalı!.. (08.43)
  • Kutlu Doğum programları düzenliyoruz ama hakkını vermemiz gereken diğer bir tarihi, yani "Kutlu Hicret"i ihmal ediyoruz. Oysa, Ashab-ı Kiram efendilerimiz insanlığın yeniden doğuşu sayılan Viladet gününü bile değil, hicreti takvim başlangıcı yapmışlardır. Bu tayinde çok mühim bir mesaj vardır. (09.39)
  • Hicret edin, hayat bulun!.. Hicret edin, ölümden kurtulun!.. (10.25)
  • Herkesin hicret etmesi gaye-i hayalim benim. Hicret, yüce bir davaya gönül vermiş insanlardan bir özrü bulunmayan hemen herkesin de gaye-i hayali olmalıdır. (10.54)
  • Arzu ettiğim hususlardan birisi de, bilhassa işadamlarının hicret etmeleri ve gittikleri yerlerde hem kendi işlerini yapmaları hem de oradaki eğitim müesseselerine yardımda bulunmalarıdır. (13.33)
  • "Keşke bir milyon insan hicret etse!.." temennisini kesretten kinaye olarak söyledim. Bu sayı iki-üç milyon da olabilir. Türkiye'de yeteri kadar düşünen kafa var; birkaç milyon insanın kendi değerlerimiz hesabına dünyaya açılması bir kayıp olmaz, aksine hem ülkemiz hem de insanlık adına büyük yarar sağlar. (16.06)
  • Ey Hâbil'in torunları!.. Yeryüzü, mirasçılarını bekliyor; hicret edin ve mirasınıza sahip çıkın!.. (16.50)
  • Şayet işleri ve halleri elveriyorsa, uzun süredir Almanya, Fransa, Hollanda... gibi ülkelerde bulunan insanlar da başka bir yere hicret edebilirler. En azından senenin birkaç ayını diğer bir ülkede geçirebilir; orada bir iş kurmanın yollarını aramanın yanı sıra mefkurelerinin gereğini de yapmaya çalışabilirler. (17.05)
  • Hele günümüzde hicret mevzuunda tekasül asla affedilmez. (18.19)
  • Gidin!.. Gidin!.. İllâ celb mi çıkaralım!.. (19.11)

Hicret ve Cihâd-ı Ekber

Pek çoğu itibarıyla bu arkadaşlar, kendi ülkelerinde/vatanlarında, toprağını tûtiyâ gibi gözlerine sürmek istedikleri kendi yurtlarında/yuvalarında kendilerine yaşama hakkı verilmediğinden, kendi ülkelerini terk edip başka yerlere “cebrî hicret” etmiş arkadaşlar. Bazıları da daha önceden “ihtiyârî” olarak böyle bir hicreti yapmış, Avrupa ülkeleri, Amerika dâhil dünyanın değişik yerlerine açılmış insanlar… Olup biten şeyler olup biteceği, en son o senaryo realize edileceği âna kadar, arkadaşlar, ihtiyarî olarak, kendileri isteyerek, hür iradeleri ile dünyanın değişik yerlerine hicret ediyorlardı. Daha sonra cebrî hicretler başladı.

Kur’an-ı Kerim’de, bu hicrete delâlet eden çok âyet var: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا، وَالَّذِينَ هَاجَرُوا Bazı yerlerde, وَجَاهَدُوا diyor. Hatta bir sûrede iki defa, hemen hemen bir iki kelime farklılığı ile geçiyor: “Hicret ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler ve aynı zamanda orada kendilerini cihâda verdiler, mücâhedeye verdiler.” deniyor.

Evet, “cihâd” kelimesini dillendirdiğimiz zaman, insanın aklına sadece “karşısına çıkan düşman ile savaş” meselesi geliyor. Bu, radikalizmin kullandığı bir malzeme ve başkalarının da gelip gelip hep ona takıldığı bir mesele… Oysaki mesele, siyakı ile, sibakı ile ele alındığı zaman onların anladıkları gibi değil.

Hicret ettiler, göç ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler; ondan sonra da mücâhedede bulundular… وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ buyuruluyor ayet-i kerimede; “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davranan ihsan ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 29/69) فِينَا deniyor; “Allah için, lillâh, livechillâh, li-rızâillah, li-şe’nillah ve li-hukuki Rasûlillah.” diyeyim ben. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Hizmet etme adına onlara yol yol üstüne, yollar yöntemler lütfettik…

Bir yol değil; değişik ülkelerin farklı kültür ortamlarına göre Allah (celle celâluhu) onları istihdam etti orada, farklı yöntemler kullandılar. Bir yol; temel disiplinler açısından çizgi korundu; Peygamberler güzergâhına riayet edilmeye çalışıldı. Fakat oradaki şartlar, konjonktür, küçük farklılıklar, nüans ve üslup farklılıkları ile farklı yollar… Esas/usûl değil, üslup farklılıklarıyla, “Değişik yollar/yöntemler hidayet ettik!” diyor Allah (celle celâluhu).

Cihâd-ı asgar, cihâd-ı ekber

Şimdi (Kur’an’daki “Cihâd” kavramında sadece) gittiğiniz yerde dal-kılıç, millete karşı maddî mücadele etmenizden bahsedilmiyor, gördüğünüz gibi… Meseleye derinlemesine baktığınız zaman, delâletin hiçbir çeşidi ile ona delalet etmediği görülüyor. Ama cihâdda aynı zamanda o mesele de söz konusu; ona “maddî cihâd” deniyor. İnsanlığın İftihar Tablosu da böyle bir cihâddan döndüğü zaman, “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!” buyuruyor.

Ona (maddî mücadele ve harbe) “cihâd-ı asgar” diyor. O (cihâd-ı asgar), kendine mahsus bir kısım şartlar muvacehesinde tahakkuk ediyor. O, insanın “Usûl-i hamse” dediğimiz şeyleri, nefsini, neslini, ülkesini koruması adına, başkalarına karşı, muhakkak veya kaviyyü’l-ihtimal olan bir kısım hadiseler karşısında başvurduğu bir yöntemdir. Buna Abdurrahman Azzam “tedâfuî savaş” diyor; bu sözüyle -esasen- meseleye itiraz edilmeyecek şekilde bir çözüm, bir yorum getiriyor; tedâfuî, yani esas “müdafaa savaşları” bunlar. Ya mutlak, size karşı yola çıkmışlardır; mesela, Roma’dan kalkmış tâ Ürdün’e kadar gelmişlerdir, geleceklerdir, gelme ihtimalleri vardır. Yermük ve Tebük, o mülahazalar ile gerçekleşmiştir. Bir dönemde Ebrehe’nin ordusunun geldiği gibi ki Persler onları/Habeşleri tahrik etmişlerdir. Belli bir dönemde daha sistematik olarak gelmeyi planlıyorlar Müslümanlar üzerine, tamamen yok etmeye niyetlenerek. Evet, ya öyle muhakkak bir karşılaşmaya veya böyle kaviyyü’l-ihtimal bir karşılaşmaya karşı biraz evvel işaret ettiğim şeyleri (usûl-i hamseyi) müdafaa adına tedâfuî savaşlar…

Ama bu, bir, arada bir cereyan ettiğinden dolayı; iki, belli şartlara bağlı olduğundan dolayı; üçüncüsü, burada bu işin içine nefis de karışabildiğinden, “küçük cihâd” olarak adlandırılmış. Bazen, ganimet elde eder insan, kahraman olur, gazi olarak geriye döner… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toptan, hepsini birden nazar-ı itibara alarak “cihâd-ı asgar” diyor; “Küçük cihâd… Ondan, büyük cihâda dönüyoruz.”

Bir: O küçük cihâdın ruhlarımıza şöyle-böyle bıraktığı izleri silme adına, nöronlarımızda bıraktığı izleri, tozu-toprağı silme adına… Hâşâ sahabînin dimağında, nöronlarında, hipofiz bezinde, Talamus bezinde böyle bir kirlenme olmaz. Ama Kur’an-ı Kerim’in bu mevzudaki ifadeleri, kıyamete kadar gelecek insanlara göre olduğundan, Efendimiz’in ifadeleri kıyamete kadar gelecek insanları nazara alarak ona göre hitap olduğundan dolayı, meseleyi “ashâb” çerçevesinde ele almamak lazım.

Şimdi öyle bir cihâddan döndüğü zaman, insanlar ganimet ile dönüyorlar; belki bazıları yeni İslamiyet’e girmiş, henüz o işin âdâb u erkânını tam bilemiyorlar. Bunların zihinlerinde de hafif, tahayyülî bir kısım toz-duman olabilir. Bu, küçük bir şey… Esasen bundan büyük bir şey vardır: Burada alınan bu şeyler var ise, toz-duman var ise, hayal kirlenmesi var ise, nöronlara bulaşan bir şey var ise, esasen bunlardan arınma mevzuu… Ona da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “cihâd-ı ekber” diyor; “büyük cihâd” diyor. O, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanına karşı, şeytanın şerarelerine karşı, sinyallerine karşı…

O, belli sinyaller gönderir, şifre çözücü gibi; nefis de onu çözer. İnsanın hevâ-i nefsine de uygun gelir o, hiç farkına varmadan. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ “Nefsini/hevâsını ilah ittihaz etti.” sözü ile ifade ediyor onu Kur’ân, neûzubillah. Ne demek bu? O (nefis, hevâ-i nefis) ne diyor ise, onu yapıyor insan: “Eğil!”, eğiliyor.. “Kalk!”, kalkıyor.. “Yat!”, yatıyor.. “Rükûa var!”, varıyor.. “Secdeye var!”, varıyor… Hevâsı ne diyor ise, onu yapıyor, hevâ-i nefsi ilah ittihaz eden…

 Ağızlar, her ne kadar لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dese de, tavırlar ve davranışlar o mevzuda hangi heyecan ile mızrap yemiş ise, onun gereğini yerine getiriyorlar. Hangi duygu, hangi düşüncenin mızrabını yemiş ise şayet… “Dil” değil esasen; esas “dil” dediğimiz, Farsçada “gönül”dür. Meseleler, bir yönüyle “gönül”den çıkıp “dil-dudak” arasına gelince, biz de ona en uygun bir kelime bulmuş, “dil” demişiz; Arapça’da karşılığı “lisan”. Esprisi bu, meselenin…

Efendimiz’in “cihâd-ı ekber” dediği şey, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanın sinyallerine/şerarelerine karşı, hafizanallah, halkın takdir etmesine karşı, alkışlamasına karşı, dünyanın câzibedâr güzelliklerine karşı, hezâfirine karşı, tûl-i emele karşı, tevehhüm-i ebediyete karşı, dünyada ebedî kalacakmışçasına, bilerek dünyayı âhirete tercih etmesine karşı…

İnsan sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına almaz ise şayet, kaybeder; o savaşta kaybeder insan… Dolayısıyla bu, süreklidir; çünkü insan, her gün bir şey ile karşılaşır. Bir yerde takdire bahis mevzuu olan bir konu ile karşılaşır.. bir yerde bir alkış ile karşılaşır.. bir yerde bir makam ile karşılaşır; bir paye ile karşılaşır.. bir yerde “Ona elini sürdüğün zaman ibadet sayılır!” takdiri ile karşılaşır.. bir yerde “Allah’ın bütün evsâfını câmî bir zât-ı mümtaz (!)” takdiri ile karşılaşır… Hiç farkına varmadan, bu şeytan sinyalleri karşısında mağlup olur; o zavallı, Peygamberler güzergâhında düşe-kalka yürüyordur fakat farkında değildir. “İslam!” diyordur fakat deyişi -esasen- kalbin yediği bir mızrap ile bir ses değildir, bir soluk değildir; dile-dudağa emanet, gayet yavan, gayet zayıf, sadece güftügû’dan ibarettir… Güftügû, dedikodu demektir. Dedikodu Müslümanlığı…

Bu itibarla, bu, sürekli olduğundan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bundaki başarıyı, öbüründeki başarıdan çok daha büyük görüyor ve o başarıya göre buna “cihâd-ı ekber” diyor.

Hakk’a adanmış ruhlar

Şimdi, arkadaşların durumları, işte böyle bir “cihâd” durumu… Allah (celle celâluhu), bir dönemde iradî olarak hicret ile onları tavzif etti. Bazıları da arkada kaldılar, onları desteklediler; kuvve-i maneviyelerini desteklediler, imkân açısından desteklediler, “Gidin, yolunuz açık olsun!” dediler, yollarına su serptiler, “Gitsinler, dönsünler, gelsinler!” dediler. Böyle karşılıklı “teâvün” oldu, “tesânüd” oldu, bir yönüyle “mesâînin tanzimi” oldu, Allah’ın izni-inayetiyle. Cenâb-ı Hak da bu vifâk ve ittifaka çok engin tevfîklerde, muvaffakiyetlerde bulundu. İslam’ın güzelliklerini hâl ile ve temsil ile başkalarının ruhlarına da nefh etme.. âdetâ bir sûr ile üflüyor gibi.. sûr değil, Mevlânâ’nın “ney”i ile seslendiriyor gibi tatlı tatlı nağmeler ile… Yerinde “Sabâ” ile, yerinde “Uşşâk” ile, yerinde “Hüzzâm” ile, yerinde “Rast” ile, yerinde “Hicaz” ile… “Burada bu gider, burada bu gider, burada bu gider!” dediler. Mizaçlara göre, mezâklara göre, kültür ortamlarına göre, Allah’ın izni ve inayeti ile, hâl ve temsil diliyle anlatacaklarını anlattılar.

Şimdi elektronik tabloya yansıdığı gibi, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sevr sultanlığında… “Tasalanmayın, Allah, bizimle beraber!” Allah, beraber olduğunu gösterdi, hissettirdi. Öyle yerlere gittiler ki, o yer ile alakalı bir seminer dersi almamışlardı. Nereye? Zannediyorum haritayı önlerine koysaydınız: “Gideceğin şu yerin nerede olduğunu hemen, derinlemesine çok düşünmeden, parmağınla bana işaretle, ben de sana Nobel ödülü vadediyorum!” deseydiniz, bilemezlerdi. Sordular, gidip havaalanına, sordular; “Falan yere nereden gidiliyor, nasıl gidiliyor; uçak oraya gidiyor mu?!” falan… Öyle gittiler oraya. Ve giderken beş kuruşları yoktu. Belki sermaye olarak sadece karakterlerini, temsil güçlerini, hâl güçlerini ortaya koydular, Allah’ın izni-inayeti ile.

Cenâb-ı Hak da kale kapıları gibi kalblerin kapılarını açtı onlara. Hiçbir devlete müyesser olmayacak şekilde onlara hizmet ettirdi. Allah’ın izniyle, hâlâ da devam ediyor; onca tahribata rağmen devam ediyor. Evet, Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunalım -antrparantez- Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar devam ettirsin. Çünkü o devamı işaretleyen, aynı zamanda gayb-bîn gözüyle görüp olacağını haber veren veyahut da bir hedef olarak gösteren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm idi, sallallâhu aleyhi ve sellem: “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecek.” diyor. Gecenin bitmediği, gündüzün bitmediği yerleri düşünün; penguenlerin dünyasından Kuzeyde bilmem nereye kadar… “Nerede Güneş doğup-batıyor ise, oraya kadar Benim nâmım ulaşacak!..” diyor.

Cenâb-ı Hak, onu çok kısa zamanda lütfetti, yaptırdı, biiznillah, biinâyetillah. Fakat o meselenin mahiyet-i nefsü’l-emriyesini bilmeyen nadanlar… “Nâdanlar, eder sohbet-i nâdan ile telezzüz / Divânelerin hemdemi, divâne gerektir.” “Sohbet-i nâdân, alâmet-i nâdânist.” Sâdî diyor, Gülistan’ında. Öyle, nâdanlar ile arkadaş olmak, onlar ile düşüp-kalkmak, arkalarından sürüklenmek; bu, cahillik alametidir.

Evet, arkadaşlarınız gittikleri her yerde -böyle- manevî cihâd ile mücâhede ettiler. Bir kere daha tekrar edeyim: “Cihâd” dediğimiz zaman, bir, maddî cihâd; biraz evvel arz ettiğim gibi, usûl-i hamsenin -“Hürriyet”i de ilave eden Usûlcüler var, “usûl-i sitte” olur o zaman.- muhakkak tehlikeler karşısında korunması, onlara karşı verilen savaşta maddî mukabelede bulunulmasıdır ki, buna “cihâd-ı asgar” deniyor. Fakat “cihâd-ı ekber”e gelince, o, devam ve temâdî ediyor. Bunun devam ve temâdîsi de insanın kendini sürekli iç kontrolüne tâbî tutması, kendi ile yüzleşmesi; sürekli -son yazılarda anlatıldığı üzere- kendiyle yüzleşmesi.. bir yönüyle, Allah ile münasebetini tekrar ber-tekrar gözden geçirmesi.. kendisini İslam’ın temel disiplinleri ile birkaç defa her gün test etmesi.. “Allah ile münasebetim nerede, acaba Ben nerede duruyorum? Nerede durmam lazım geldiği halde, şimdi neredeyim?” demesi… Bütün bunları, hem de kendini gördüğü yerin de birkaç adım gerisinde olarak kendini mütalaaya alıp gözden geçirmesi… Mesela, Cenâb-ı Hak, bir yere götürmüştür; bir el işareti ile kocaman bir belde, nûr-i iman ile tenevvür etmiştir. Fakat birkaç adım geriye çekilerek, “Ben olmasaydım, herhalde bu mesele çok daha ileriye gidecek idi!” mülahazasına bağlı, “Bir yönüyle bu mesele, bana bağlı gittiğinden dolayı, bana ait takılmalardan ötürü, takılma oldu!” demesi…

Ah bunu bir bilselerdi!..

Evet, وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ * اَلَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!.. O muhacirler, (inançlarından dolayı başlarına gelenlere) sabretmişlerdir ve ancak Rabbilerine dayanıp güvenmektedirler.” (Nahl, 16/41-42) Bakın, diyor ki: Zulme uğradıktan sonra bunlar, hicret ettiler. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً Dünyada, Biz, onlara mutlaka güzellikler hazırlayacağız. Ama onun ile yetinmeyecek sadece, وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ Âhiretin ecrine gelince, o, çok daha büyük!..

Aynı sûredeki ilgili ikinci ayette ise -Zannediyorum yukarıdaki ayetten birkaç sayfa sonra, Nahl sûresinde.- diyor ki: ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)

İmtihana tâbi tutuldular, bundan dolayı hicret ettiler; imtihana tâbi tutuldular, cebrî hicrete maruz kaldılar. Ama gittikleri yerde boş durmadılar; mücâhedede bulundular, manevi mücâhede ile gönüllere otağlar kurdular. Allah (celle celâluhu) kalblere vüdd vaz’ etti. Cibril, bütün gök ehline duyurdu: “Allah, falanları seviyor, siz de sevin!”Efendimiz buyuruyor. Sonra Cenâb-ı Hak, onlara yeryüzünde gönüllerde alaka, sevgi ve vüdd vaz’ etti. Sonra gittikleri yerlerde sıkıntılara maruz kaldılar: Kamp sıkıntısı çektiler.. vize sıkıntısı çektiler.. geçim sıkıntısı çektiler.. muâvenetlere muhtaç oldular.. himmetlere muhtaç oldular… Ama dişlerini sıkıp “aktif sabır” içinde sabrettiler. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır, kurtuluşun sihirli anahtarıdır.” Sabrettiler, şikâyet etmediler…

Buna bir şey ilave ediyoruz: Aktif Sabır. Durağanlığa kendilerini salarak değil; o, insanı dağılmaya götürür, saçılmaya ve savrulmaya götürür. Hareket halinde sabır… “Ben, buradayım; şartlar, ne yapmama müsait? Konjonktür, bana ne kadar müsaade ediyor, vize veriyor?” Ona göre… إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bundan sonra artık, şüphesiz Senin Rabbin… Hem de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celiline izafe edilerek… Muhatap olarak O’nu alarak: “Senin Rabbin…” Yani, Kendi ufkun itibarıyla, nâ-kâbil-i idrak; o nâ-kâbil-i idrak Zât-ı Baht var ya!.. O, لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ var ya!.. İşte o Senin tam bildiğin, başkalarının bilemediği Zât var ya!.. O, Senin Rabbin, مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bütün bunlardan sonra… Bir de “Lâm-ı Te’kîd” var; لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Günahları yarlıgayıcı… Mübalağa kipi ile; günahları yarlıgamada eşi-menendi yok!.. Bir de Rahîm; merhamet etmede de eşi-menendi yok!.. 

Hususiyle bu “Rahîm” kelimesi, رَحْمَنُ الدُّنْيَا، رَحِيمُ اْلآخِرَةِ denmesi de gösteriyor ki, kemâli ile âhirette tecelli ediyor; Cennet şeklinde, ırmaklar şeklinde, Hûriler şeklinde, Gılmanlar şeklinde… Ama zannediyorum, sizler, Hazreti Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi kimselerin mülahazasıyla, estağfirullah, daha arkalara giderek, anamız, büyük anamız Râbia Adeviyye mülahazasıyla -Ne kadar saygı duyduğumu zannediyorum kendisi bile bilmiyordur, Rabia validemize ne kadar saygı duyduğumu!..- “Ne helva, ne selva; illa Rü’yet-i Mevlâ!” dersiniz. Zannediyorum, ne Cennet’in ırmakları, ne köşkleri, ne villaları… Ama onlar, Allah tarafından birer atâya olduğundan dolayı, “Veren”in (celle celâluhu) hatırına, tahdîs-i nimet kabilinden kabul edilir. “Yâ Rabbi! Bundan dolayı da teşekkür ederiz, fakat gönlümüzü kaptırdığımız şey bizim, başkaydı; o da Senin cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek!..”

Cennet’in binlerce sene hayatı, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek… Dünyada, ukbâda, bütün sistemlerde, trilyonlarca sistemde, Senin serpiştirilmiş güzelliklerinin hepsini bir anda müşahede etmek… Bu, öyle bir şey ki, gördükleri zaman, bayılacaklar… Çok tekrar ettiğim gibi, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Gördükleri zaman onlar, Cennet nimetlerini unutacaklar. Yazıklar olsun o ehl-i İ’tizâl’e ki, görmeyi inkâr ediyorlar. Yuf olsun onlara!” diyor, Bed’ü’l-Emâlî’de. Evet, şimdi bunlara dilbeste olmuş, Allah’ın izni-inayetiyle, yürüdüğü yolda yürüyor ve yaptığı o manevî cihâdı da yapıyor. Öyle birine karşı, bu ayette de ifade buyrulduğu gibi, Allah, Gafûr’dur, Rahîmiyeti ile orada tecelli edecektir.

Burada çektikleriniz ötede tatlı birer menkıbeye dönüşecek

O, Kendisi ifade buyurduğu gibi, bir kudsî hadiste de -O Kudsî hadise tercüman olan Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) da canımız kurban olsun!- Allah şöyle buyuruyor: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin de tasavvur edemediği nimetler hazırladım.” Sâlih kullarıma… Yaptığı her şeyi arızasız, gıllügışsız, içine bir şey bulaştırmadan; şöhret, nam, nişan, dünyevî ad, istikbal, yaşama zevki, bohemlik duygusu, rahat hissi, dünyayı bilerek âhirete tercih etme duygusu bulaştırmadan yapan… Bütün bunları elinin tersiyle itmiş; hep neye tâlip olacak ise şayet, ona olmuş. Bunların hepsini terk etmiş; bir yönüyle, “Tâlî şeyler bunlar, benim için!” demiş. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ Sâlih kullarıma… Arızasız, kusursuz…

“İbadet” mi, “Ubudiyet” mi, yoksa “Ubûdet” mi? Cenâb-ı Hak, o zirveyi (ubûdet zirvesini) cümleye müyesser kılsın. O yolda olanlar, “Ben oraya ulaşacağım!” diye o niyet ile yürüyorlar ise, Allah, onunla mükâfatlandırır. Niyeti sağlam tutmak lazım; o niyete göre adım atmak lazım. O ufku yakalama adına kanatlanmak, üveyikler gibi kanatlanmak, ona doğru yürümek lazım!.. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ Hiç göz, görmemiş… وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ Kulak işitmemiş… وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ Hiç kimsenin de tahayyül, tasavvur dünyasına gelecek gibi değil; insanın tahayyül edeceği, aklına geleceği gibi şeyler değil bunlar. Ben, sâlih kullarıma onları hazırladım.

Şimdi o salah korunduğu takdirde, tamamen her şey O’nun için yapıldığı takdirde, Allah (celle celâluhu) öyle şeyler lütfediyor ki, zannediyorum burada çekilen şeyler, o sıkıntılar, hani o imtihanlar, o iptilalar filan, öbür tarafta -Kur’an-ı Kerim’in başka bir ayeti ile ifade ettiği gibi- karşılıklı koltuklarda oturup anlatacakları menkıbelere dönüşüyor. Bizim geçmişte olan şeyleri anlattığımız gibi…

Ben 27 Mayıs’ı da gördüm, onun tokadını yedim; 12 Mart’ı gördüm, onun da tekmesini yedim; 12 Eylül’ü gördüm, onun çift tekmesini (çiftesini) yedim; 28 Şubat’ın hem tekmesini hem yumruğunu yedim. Fakat şimdi oturmuş bunları birer menkıbe gibi anlatıyoruz; rahat, Bedir’i anlattığımız gibi, bilmem nerede Ukbe İbn Âmir’in zaferini anlattığımız gibi, Perslere karşı zaferini anlattığımız gibi anlatıyoruz. Dudaklarımız ister istemez geriye gidiyor, meseleler artık bir menkıbe durumuna düşmüş gibi oluyor. Dolayısıyla bugün bu çekilen şeyler, Hak yolunda olanlar için, öbür tarafta insanların karşılıklı birbirine anlatacağı menkıbeler haline gelecek. Ve sonra dönüp bakacaklar: “Bu işleri bize yapan insanlar acaba neredeler?”

İnşaallah öbür tarafa (Cehennem’e) gitmezler; inşaallah, Araf’ta da kalmazlar. Orası da ayrı bir şey: Bir oraya bakma, bir beri tarafa bakma. Onun hakkında farklı yorumlar var: Sonradan girenler… Önce girememişler demek. Ama o tarafı da görüyorlar, bu tarafı da görüyorlar. Öbür tarafa bakınca, endişe ile titriyorlar; beri tarafa bakınca da sevinçle, inşirah içinde şahlanıyorlar. “Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım!” diyorlar. اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، وَآلِهِ اْلأَطْهَارِ، وَأَصْحَابِهِ وَأَتْبَاعِهِ وَأَتْبَاعِ أَتْبَاعِهِ اْلأَخْيَارِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, O’nun tertemiz aile fertleri, ashâbı, onları takip edenler ve sonrakiler arasında adım adım onların izinden gidenler hürmetine.”

“Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Dünya, bundan ibaret: “Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir / Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir / Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda / Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?” Bırakın birileri saraylarda mecnunluk yaşasınlar, villalarda mecnunluk yaşasınlar, filoları olmakla mecnunluk yaşasınlar! Bence “akıllıca” yaşamak, tamamen öbür âleme kilitlenmektedir.

Ha, Cenâb-ı Hak, dünyada da dünyevilikler ihsan edebilir size. Ticaret yapıyorsunuzdur, zenginlik verebilir. Hazreti Osman’a vermiş, Abdurrahman İbn Avf’a vermiş. Radıyallahu anhüma; ikisinden de Allah, trilyon defa, katrilyon defa razı olsun, Allah razı olsun!.. Ama vermesi gerektiği bir yerde, lazım olduğu bir yerde -öyle diyorlar- beş yüz tane deveyi yükü ile vermiş. Beş yüz değil mi?!. Evet, yüküyle vermiş. Bu ne demek, biliyor musunuz? Günümüzde başları döndüren o zırhlı arabalar var ya; işte onların beş yüz tanesini birden verecek kadar… Kalbi o kadar açık; içine o kadar sokmamış o meseleleri, o kadar dışında dönmüş, o kadar meselenin emanetçisi gibi bakmış. Hazreti Pîr de bu meseleyi -anahtar ifadelerden bir ifadedir- şöyle vurgular: “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Abdurrahman İbn Avf, Hazreti Osman ölçüsünde… İhtimal… Aşere-i Mübeşşere’den; hâşâ bir tırnağı olamam ben. Cenâb-ı Hak lütfetse, ben de onların arkasından kuyruk sallayarak bir fino gibi gitsem!.. Başımı -çok rahatlıkla- ayaklarının altına koyarım Abdurrahman İbn Avf’ın!.. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Abdurrahman İbn Avf’ı, Cennet’e sürüklenerek girerken gördüm.” “Sonradan giriyor.” diyor, servetinden dolayı… Bunu duyunca Hazret, bütün servetini Allah yolunda infak ediyor. Demek hiç gönlüne girmemiş onun.

Şimdi bu açıdan, meşru dairede kazanılan şeyler, verileceği yerde rahatlıkla verilmeli!.. Sizin insanınız, yani kardeşleriniz, o Anadolu’nun mübarek insanı, kafaları bozulacağı âna kadar… Değişik yerlerde, hiç anlamayan insanlar bile cömertlik sergilediler. Adını vermeyeceğim; anlamayan, bu işlerden anlamayan biri vardı. O dönemde herkesin kapısına gittik, tek bir yerde olumsuz bir tavır görmedik. Çok farklı insanları, ateist, deist, materyalist, pozitivist, bilmem ne, herkesi ziyaret ettik; hiç olumsuz bir tavır ile karşılaşmadık. Yine bu duyguya yakın birisinin yanına gitmiştik. Daha o zamanlar beş-altı tane okul vardı. Ben, onların nasıl yapıldıklarını anlatınca, öyle şahlandı ki adam, “Yahu, hocam, bir tane de ben yapayım!” dedi.

Keşke anlayabilselerdi!..

Farkında değil bu insanlar!.. Yok bilmem Cemaat bir şey yapmış da!.. Yok, Kıtmîr, milyarlar ile meşgul oluyormuş da!.. Kıtmîr’in kitaplarının telifinden gelenden başka şeyi yok; emekli maaşı bile almıyor. Vaizlik… Vaaz etmediğim dönemde, emekli maaşımı almadım; bir fakire veriyordum ben onu. Çünkü vaaz ederken bile sorarak maaş aldım. Çünkü vaaz etme, esas, emr-i bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münkerdir; dolayısıyla şüphelendim. İmamlık yapıyordum. Fukahâ, müteahhirîn ulema, imamlıkta maaş almayı tecviz etmişler; fakat ben vaizlikte maaş almayı tecviz edene rastlamadım. On yedi, on sekiz yaşında iken, vaizlik-müftülük imtihanını kazanmıştım. Askerliğimden üç sene evvel Edirne’ye gitmiştim, o imtihanı kazanmış olarak gitmiştim.

“Acaba vaiz olsam, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerden maaş mı almış olurum? Yahu Allah’ın emrini emredeceksin, nehiylerini yasaklayacaksın, sonra da para alacaksın?!. Bu iş, bedava yapılır.” Sordum ben, Çağın Sözcüsü’nün önde gelen talebelerinden birisine sordum: “Ağabey!” dedim, “Bana vaizlik teklif ediyorlar ama ben bundan şüpheleniyorum!” Dedi ki: “Aynen senin gibi birisi geldi; Hazret-i Pîr-i mugân, Şem’i tâbân ve Ziyâ-i himmete dedi ki: ‘Efendimiz! Bana vaizlik teklif ediyorlar, yararlı olacağımdan bahsediyorlar. Ama ben, alacağım maaştan şüpheleniyorum. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker karşılığı maaş alınır mı?’ Buyurdular ki: ‘Ona ihtiyacın var ise, al onu. Ona ihtiyacın yok ise, aldığını başkalarına infak et!’” Kıtmîr de vaizlikten çekildiği zaman, bir fakir aileye veriyordu. Sağ olsun (!) bunlar geldiler; bunlar çok hayırhah olduklarından (!) dolayı, “Sen, vaaz etmekte maaş almayı tecviz etmiyordun; vaaz etmediğin bir dönemde onu başkalarına yedirmen de caiz değildir. Seni -böyle- bir günahtan kurtarmak için, o maaşı da kesiyoruz!” dediler. Efendim, işin doğrusu bu fıkha da bayılmamak mümkün değil (!)

“Milyarlara hükmediyor!” diyorlar. Aslında teşvik… “Kur’ânî Makuliyet”te bir araya gelme… Bu tabir kime ait biliyor musunuz? Tâbiîn dönemindeki el-Muhâsibî diye birisine; kılı kırk yararcasına yaşayan bir insana… Kılı kırk yardığı zaman bile “Yahu bunlardan, bu kırk tanesinden bir tanesini de yine kırka yarabilir miyim?” diyecek kadar ince yaşayan bir insana… Kılı kırk yarma değil, kırkta birini bile kırka yarma hesabı ile oturup kalkan birisine: el-Muhâsibî. Onun için günümüzdeki teologlar hoşlanmazlar ondan. Neden? Yaptığı teklifler öyle ağır ki, onun karşısında kendilerine “Müslüman!” diyemezler, ondan dolayı. Dolayısıyla “Onun kitapları okunmasın!” derler.

“Kur’ânî Mantık” etrafında insanlar, bir araya geliyorlar. Siz diyorsunuz ki: Günümüzde insanlığın çok önemli dertleri/problemleri var. Mesela, ilhad problemi var. Hal ile, temsil ile bu işi ortaya koyabilecek insan kahtından dolayı, insanlar inanca karşı uzak duruyorlar. Hele bir de günümüzdeki radikalleri görünce… IŞİD gibi; Allah ıslah eylesin!.. Boko-Haram gibi; Allah, ıslah eylesin!.. Murâbıtîn gibi; Allah ıslah eylesin!.. Onlara silah yardımı yapanları, dolayısıyla onların çizgisinde olanları da Allah ıslah eylesin!.. Bakın, ne kadar, Allah’ın ıslahına ihtiyacı olan insan var!..

Evet, materyalizme inhimak gibi problemler var. Düşünün belli bir boşluk değerlendirilerek, Marksizm, toplumun hayatına hâkim oldu; Leninizm, toplumun hayatına hâkim oldu… Daha çok farklı cereyanlar, toplumun hayatına hâkim oldu. Deizm, şimdi çok yaygın, Türkiye’de de yaygın; toplumun hayatına hâkim oldu. Bu, bir toplum için önemli bir problem. İnanç, çok önemli, insanı şahlandıran kanat; ona mukabil bunlar, o kanatları kıran, insanı felç eden faktörler, sebepler. Bunlara karşı makul yol nedir? Şayet insanları bu türlü dertlerden iyi reçetelerle uzaklaştırmak mümkün ise, onu uygulamalı!.. Metastaz yapmış kanser gibi, AIDS gibi olmuş bu problemleri izale etmenin yolu, şayet eğitim ise, eğitim yolu ile bu problemleri izale etmeli!..

İkinci bir problem nedir? İnsanların ihtilafı, birbirini yemeleri; canavarlar gibi, yamyamlar gibi birbirlerini yemeleri… Bu ihtilafa ve tefrikaya karşı, değişik yerlerde açacağınız okullar ile, siyahı, beyazı, turuncuyu yan yana getirerek, esasen, insanlık çapında kardeşlik düşüncesini tesis etme… Dünyanın problemlerini halletme adına yapılması gerekli olan bir şey de bu…

Diğer bir problem nedir? Cehalet… İnsanları, Allah’a doğru giderken, o güzergâhta, Peygamberler şehrâhında, düşe-kalka hale getiren faktörlerden bir tanesi de cehalettir. Bunu izâle etmenin yolu da yine “eğitim” yoludur.

Şimdi siz bunları anlattığınız zaman, “İhtilafa çâre… Cehalete çare… Fakirliğe çâre… Ve dolayısıyla ilhâda çare… Birbirini yemeye çare… Bunların hepsi, eğitim reçetesi ile, mektep reçetesi ile, aynı zamanda pozitif ilimler ile, size ait değerlerin hallaç edilerek beraber sunulması sayesinde, Allah’ın izniyle, zâil olacak!..” dediğiniz zaman, siz bunları söyleyince, el-âlem meseleyi makul buluyor. Muhâsibî’nin ifadesine göre “Kur’ânî Makuliyet”. Sünnetî Makuliyet, yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunun makuliyeti çerçevesinde bir araya geliyor; herkes o istikamette saçılıyor, dökülüyor; dolayısıyla elinde-avucunda ne var ise, veriyor, Allah’ın izni-inayetiyle.

“Kim gönül yıkar ise, iki cihan bedbahtı…”

Ve öyle oldu; öyle gelişmeler oldu. Gün geldi, dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde bin dört yüz tane okul oldu. Bunu görmezlikten gelmek, hem “basar”sızlık, hem de “basiret”sizliktir, körlüktür.

Diğerini ifade etmek için ise, sözlüklerde, ansiklopedilerde kelime bulamıyorum ben. Bunu görmezlikten gelme değil, bunu yıkma cehdi içinde bulunma… Böyle canavarlığın, böyle bir şenaatin, böyle bir denâetin hangi isim ile anılacağını bilmiyorum. İsterseniz, “Diyanet İslam Ansiklopedisi” var, bilmem kaç cilt, otuz küsur cilt mi ne? Alın ona bakın. Bu tabloyu ifade edebilecek kelime bulamazsınız. “Vahşet” deseniz, “Yahu bana hakaret ediyorsunuz!” der. “Denâet” derseniz, “Yahu hakaret bu, benim için!” der. “Şenâat” deseniz, “Hakaret!..” “Şeytanî şerâre” deseniz, “Yahu hakaret bana!” der. Şeytan der ki “Yahu bunu bana nispet etmeyin. Benim yaptığım şeyler belli, sınırlıdır. Bunlar öyle şeyler ki, benim yapmayı planladığım şeyleri çoktan geçti.” Evet, böyle derler.

Kur’ânî makuliyet ile teessüs etmiş şeylere karşı “cihâd-ı asgar” ilan etmek ve bunu “Sevap kazanıyorum!” diye yapmak, “cihâd-ı ekber” hakikatinden habersiz nâdanların işidir. “Nâdanlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Divânelerin hemdemi divane gerektir.”

Elektronik tabloya şu yansıdı: “Gönül Çalab’ın tahtı / Çalap, gönüle baktı // Kim gönül yıktı ise…” Yunus Emre’nin ikinci mısraını değiştiriyorum biraz: “Kim gönül yıktı ise / O, iki cihan bedbahtı.”

Evet, yıkılan gönül sayısı ne kadar? “Kim gönül yıktı ise…” Şu anda ben kendi kafamda, böyle ihtimalî hesaplar ile kendime göre değerlendiriyorum; on beş milyon insanın gönlü kırılmış!.. Neden? Çünkü bir milyona yakın insan mağduriyet yaşıyor ise, annesi, babası, amcası, dayısı, teyzesi, halası, komşusu, akrabası, aynı masada oturduğu sınıf arkadaşı, öğretmeni/muallimi, talebesi… Biri, yirmi ile çarpacaksınız; bir milyon ise, yirmi milyon insanın içine sürekli kan damlıyor demektir.

Bu, öyle bir cinayettir ki, şeytan, öbür tarafta bu cinayeti gördüğü zaman -Zaten bazı yerlerde o kaçamak diyalektiğini yapıyor; Kur’ân-ı Kerim ifade ediyor.- diyecek ki: “Vallahi, billahi, tallahi; ben bunların hiç birini yapmamıştım!”

Hicret ve emniyet

Soru: 1) Tarih boyunca “boyayayım derken boyanan insanlar”ın da olduğu görülüyor. Peygamber Efendimiz’in insibağına erdiği ve Habeşistan’a hicretle şereflendiği halde, Ümmü Habibe validemizin ilk eşi Ubeydullah b. Cahş ve Sevde validemizle nikahlanan Sekran b. Amr gibi bazı kimselerin irtidat ettikleri naklediliyor. Bu hususu, mefkure muhacirleri açısından değerlendirir misiniz?

Hicret, ric'at ve mukaddes hüzün

Soru: Bir mü'min, i'lâ-yı kelimetullah gayesiyle bir beldeye hicret ettikten sonra bazı sebeplerden dolayı geri dönse, bu dönüş talihsiz bir ric'at mı sayılır, yoksa yeni bir hicret mi? Bir göçün Hak nezdinde hicret kabul edilmesi hangi hususlara bağlıdır?

  • Mi'rac semaya doğru bir göç idi; hicret de, bir yönüyle onun iz düşümüdür ve murad-ı ilahi kasdıyla bir yerden daha önemli bir yere göçtür. (01.20)
  • Peygamber Efendimiz, "Gerçek muhacir, günahlardan hicret eden, Allah'ın yasak ettiği şeylerden uzak kalan kimsedir" buyurur. Dolayısıyla, en büyük muhacir günahlardan uzaklaşan ve Allah'ın yasakladığı şeylere girmenin muhtemel olduğu yerlerden ayrılıp helallere açık atmosferlere sığınan kimsedir. Bu açıdan, günahları terk etmekten kıyamete kadar cereyan edecek olan hak yolundaki yolculuklara kadar bütün mukaddes göçler hicret çerçevesinde değerlendirilebilir. (02.55)
  • Yola çıkarken aynı ölçüde halis bir niyete muvaffak olamayıp Allah rızası değil de makam, mansıp, mal, mülk gibi dünyevî menfaatler elde etme gayesi güdenler için de fırsat bütün bütün kaçmış değildir. Onlar da, hicret gibi amellerde başlangıç itibarıyla niyet şart olmadığından dolayı, tashih-i niyetle hicret sevabını elde edebilirler. Bir insan hayatı boyunca ne zaman Allah'ın rızasını ve Resûlü'nün şefaatini gözeterek i'lâ-yı din uğrunda göç ederse etsin, o muhacir olarak değerlendirileceği gibi, başlangıçta hicret niyeti taşımasa da sonradan niyetini tashih eden kimseler de -inşaallah- muhacirler safında sayılacaklardır. (05.40)
  • Ashab-ı Kirâm efendilerimizin yaptıkları gibi, günümüzün muhacirleri de, geri dönme telaşına düşmeme, hizmet beldesini terketmeme ve vazifeyi yarıda bırakıp oradan ayrılmama azmiyle hicret etmelidirler. Dönmek bir yana, onlar hicret mahalleri dışında bir yerde vefat etmekten bile korkmalı, başka yerde ölmeyi hicreti eksik bırakma olarak görmelidirler. (10.16)
  • Hicret yurdu ancak başka bir hicret diyarı niyetiyle terk edilebilir. Adanmış bir ruh, tercih ve takdirlerini kendi tercih ve takdirlerinden daha kıymetli saydığı, değerlendirmelerine itimad ettiği rehberlerinin, dostlarının ve arkadaşlarının vazife ve yer değişikliği hususundaki tavsiyelerine uyup onların işaret ettikleri başka bir beldeye gidebilir. Şu kadar var ki, yeni yerine giderken de yine "ölüm anına kadar hicret beldesinden ayrılmama" esasına uygun şekilde niyetini gözden geçirmelidir. Bu esasa bağlı kalan bir insan, her göçüyle yeni bir hicret sevabı kazanır. (14.33)
  • Sa'd İbn-i Ebî Vakkâs (radıyallahu anh) Vedâ Haccı senesinde Mekke'de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Orada vefat etmekten çok korkmuş ve kendisini ziyarete gelen Peygamber Efendimiz'e şöyle demişti: "Yâ Resûlallah! Arkadaşlarım gidecek de ben kalacak mıyım; yoksa ben burada mı öleceğim?" Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona, "Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah'tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak Allah rızası için güzel işler yapacak ve yükseleceksin; kimi insanlar (mü'minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecekler." demiş; "Allahım! Ashâbımın hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!" diye dua etmişti. Sa'd İbn-i Havle'nin Mekke'de ölmesine üzüldüğünü de ifade buyuran Efendimiz sözlerini şöyle bitirmişti: "Acınacak durumda olan Sa'd İbn-i Havle'dir, yazık onun haline!" (16.08)

Soru: Bir hadis-i şerifte, Kur'an-ı Kerim'in hüzünle indiği ve hüzünle okunması gerektiği ifade ediliyor. Kur'an'ın hüzünle inmesi ne demektir? Hüzn-ü mukaddesten maksat nedir? (19.55)

  • İnanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat, onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Çünkü, o korku ve endişelerin arkasında, mücerred, kuru bir imana güvenmeme duygusu ve imanı daha sağlam bir teminat altına alma ihtiyacı vardır. İnsanın kendi ameline güvenmemesi, imanını koruma altına almak için emin yollar araması ve her an düşebileceği endişesiyle Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine iltica etmesi de yine imandan kaynaklanan bir hüzün halidir. (21.30)
  • Bir insanın, ahiret hesabına korkması ve kendi akıbetinden endişe etmesi çok önemlidir. Çünkü bu endişe, onu Allah'a yönelmeye ve günahlara karşı tavır almaya sevkeder; gelecekte tehlikeli hallere maruz kalmaması için, teyakkuza geçmesini ve uyanık olmasını sağlar. (22.14)
  • Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste "İki korkuyu ve iki emniyeti bir arada vermem." buyurmaktadır. Evet, dünyada ahiretinden endişe etmeyen ve öteler için hazırlık yapmayanlar, orada korkularla kıvranacak; burada havf (korku) içinde yaşayanlarsa, ahirette emniyet ve huzur içinde olacaklardır. (25.25)
  • Korku ve akıbet endişesinin derecesi imanın derecesini de gösterir. "Rab'lerine döneceklerine inandıklarından kalbleri titreyenler, O'nun yolunda mallarını harcayanlar, evet, işte onlardır hayırlara koşanlar ve o işlerde öne geçenler!" (Mü'minûn, 23/60) meâlindeki ayet münasebetiyle, Hazreti Aişe validemiz buyurur ki: Bu ayet nâzil olunca "Korkudan tir tir titreyenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?" diye Resûlullah'a sordum. Allah Resûlü, "Hayır yâ Âişe, ayette anlatılanlar, namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği halde, amelinin kabul olup olmadığı endişesiyle tir tir titreyenlerdir." buyurdular. (26.10)
  • İnsan, hayatının son dakikasında bile olsa, o tek dakikayı değerlendirip Allah'a dönebilir, O'na yönelip kurtulabilir. Dolayısıyla, endişeleri deşeleyecek hadiseler ve günahlar karşısında ye'se düşmek ve karamsarlığa kapılmak değil, recâ duygusuyla tevbeye ve salih amellere yapışmaktır esas olan. Bir Müslüman, Allah'ın engin rahmeti varken asla ye'se düşmez; Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine teveccüh ederek, yitirdiği şeyleri bulmaya ve kaçırdıklarını telafi etmeye bakar. (27.30)
  • Hüzn-ü mukaddes ve Hazreti Ali (kerremallahu vechehu)... (27.50)
  • Allah Kelamı'na muhatapları açısından bakacak olursanız, Kur'an-ı Kerim'in insanlar üzerine adeta ağladığını görürsünüz. O, bir yandan Cennet'i, bir taraftan da Cehennem'i göstererek sürekli "Amanın, amanın, amanın!.." diye inlemektedir. (30.47)
  • Kur'ân'la münasebetimiz açısından asıl mesele kalb, şuur, irade, idrak ve hislerimizle ona yönelebilmek ve benliğimizin bütün buutlarıyla onu duyabilmektir. İşte böyle bir yöneliş ve duyuş sayesinde Allah'ın (celle celâluhû) bize seslendiğini hisseder, suya ve ziyaya ulaşmış rüşeymler gibi birdenbire yeşeririz. Okuduğumuz ayetin her kelimesinde, her cümlesinde farklı derinliklere erer; aynı anda bir yandan ruhumuzun atlasını temaşa ederken, diğer yandan göklerin haritasını müşahede etme ufkuna ulaşırız. (31.55)
  • Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; "Bu Kur'an hüzünle inmiştir. O'nu okurken ağlayın. Şayet ağlayamıyorsanız, kendinizi ağlamaya zorlayın." Bu tesbitten hareketle, güzel vasıfları kazanmada da başlangıçta sun'i ve tekellüflü adımlar tabii görülmelidir. Başlangıçta insan biraz zorlanabilir; tekellüflere girebilir. Fakat unutmamak lâzımdır ki, her mutâvaat, tekellüfün bağrında yeşerir, gelişir, kök salar ve bir çınar haline gelir. Evet, insan tabiatının bir mesele karşısında boyun eğmesi ve onu kabullenmesi (mutâvaat), biraz zorlanma ve az sun'îliklere girme (tekellüf) sonrasında mümkün olur. (33.08)
  • Hazreti Üstad'ın namazı duyma gayreti ve Allah karşısındaki hali... (33.42)

Hicretimizi tamamla Allahım!..

Fethullah Gülen: Bamteli: Hicretimizi tamamla Allahım

Soru: 1) Sa'd İbn-i Havle'nin Mekke'de ölmesine üzüldüğünü ifade buyuran Efendimiz'in "Allahım! Ashâbımın hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!" diye dua etmesi zaviyesinden, günümüzde adanmış ruhların hicretlerinin tamamlanması hangi hususlara bağlıdır?

  • Hicret, "mutlak zikir kemaline masruftur" esprisi zaviyesinden, Mekke'den Medine'ye hicrettir. Dünyada daha sıkıntılı, ızdıraplı ve çalımlı göçler olmuş olabilir; fakat, bunların hepsi ona nisbeten zıllî ve tâbi birer hicrettir. Hicret biraz da muhacirin kâmet-i kıymetiyle doğru orantılı olarak değer ifade eder ki o asıl hicretin başında Muhacir-i Hakiki Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz vardır. (00:55)
  • Sa'd İbni Ebî Vakkâs (radıyallahu anh) Vedâ Haccı senesinde Mekke'de şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Orada vefat etmekten çok korkmuş ve kendisini ziyarete gelen Peygamber Efendimize şöyle demişti: "Yâ Rasûlallah! Arkadaşlarım gidecek de ben kalacak mıyım; yoksa ben burada mı öleceğim?" Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona, "Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah'tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak Allah rızası için güzel işler yapacak ve yükseleceksin; kimi insanlar (mü'minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecekler." demiş; "Allahım! Ashâbımın hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!" diye dua etmiş ve Sa'd İbn-i Havle'nin Mekke'de ölmesine üzüldüğünü de ifade buyuran Efendimiz sözlerini şöyle bitirmişti, "Acınacak durumda olan Sa'd İbn-i Havle'dir, yazık onun haline!" (03:55)
  • İ'la-yı kelimetullah ve nâm-i celîl-i nebevî'nin şehbal açması yolunda Allah için yurtlarını yuvalarını geride bırakıp hicret edenler, gittikleri yerden geri dönmeme niyetini taşımalıdırlar. Ashab-ı Kirâm efendilerimizin yaptıkları gibi, günümüzün muhacirleri de, geri dönme telaşına düşmeme, hizmet beldesini terketmeme ve vazifeyi yarıda bırakıp oradan ayrılmama azmiyle hicret etmelidirler. Dönmek bir yana, onlar hicret mahalleri dışında bir yerde vefat etmekten bile korkmalı, başka yerde ölmeyi hicreti eksik bırakma olarak görmelidirler. Ancak daha yüksek bir gayeyi gerçekleştirme söz konusu ise, o zaman bir hicret beldesinden ayrılıp diğer bir beldeye yeni bir hicret yapmak makbuldür. Nitekim, Ashâb-ı Kiram Efendilerimiz bu niyetle Medine'den de ayrılıp dünyanın dört bir yanına mukaddes göçler gerçekleştirmişlerdir. (05:15)
  • Bazı kimseler "şark hizmeti" deyip mecbur kaldığından göçe katlanır ve mahrumiyet mahalli sayarak gittiği yerde o çileli dönemi bir an evvel bitirip daha rahat bir beldeye tayini sabırsızlıkla bekler. Halbuki, bir muhacir hicret ederken o türlü duygu ve düşünceleri kafasından söküp atar, meseleyi seneye bağlamaz; oradaki hizmetlerine ve yeni hizmet zeminlerine göre hareket eder; mesela Azerbaycan'da edindiği tecrübeyi Kırgızistan'da değerlendirmesi gerekirse, oraya gitmeye de hazır bulunur. Orada işini bitirince belki Kazakistan'a, oradan da icap ederse Çin'e gitmeye âmâde olur. (06:40)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Rasûlü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Rasûlü'ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir." (09:30)

Soru: 2) Anne babanın ya da eş ve çocukların dönüş arzuları hicret beldesinden ayrılmak için yeterli bir mazeret teşkil eder mi? Bir hicret beldesi hangi mazeret ya da niyetlerle terk edilebilir?

  • Dinimizde valideynin hukuku o kadar önemlidir ki, Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem), bir soru üzerine "Cihada denk bir amel bilmiyorum" demesine rağmen, huzuruna gelerek cihada katılmak istediğini söyleyen sahabiye "Annen, baban sağ mı?" diye sormuş, "evet" cevabını alınca da, "Git, anne-babana hizmet et. Senin cihadın onların yanında." buyurmuştur. (11:20)
  • Hizmet mülahazası ve hicret düşüncesi çok önemli olsa da, anne-babayı ihmale sebebiyet vermemelidir. Sevgi erleri engin bir şefkatle bütün insanlığın saadeti adına diyar diyar dolaşırken, kendi anne-babalarını, aile fertlerini ve akrabalarını da unutmamalıdırlar. Ne var ki, meseleler sadece anne-babanın ve ailenin isteklerine göre götürülürse, hicret de olmaz hizmet de. Bu itibarla da, adanmış ruhlar belki iki vazifenin de hakkının beraberce verebilecekleri hizmet zeminleri ve imkanları oluşturmaya çalışmalıdırlar. Hicret ve mücahededen asla geri durmamalı ama elden geldiğince anne babalarının da gönüllerini almalı ve onları hoşnut etmelidirler. Şüphesiz valideynin gönüllerini almak hicrete ve mücahedeye ayrı bir derinlik kazandırır. (12:52)
  • Hicret yurdu ancak başka bir hicret diyarı niyetiyle terk edilebilir. Adanmış bir ruh, tercih ve takdirlerini kendi tercih ve takdirlerinden daha kıymetli saydığı, değerlendirmelerine itimad ettiği rehberlerinin, dostlarının ve arkadaşlarının vazife ve yer değişikliği hususundaki tavsiyelerine uyup onların işaret ettikleri başka bir beldeye gidebilir. Şu kadar var ki, yeni yerine giderken de yine -benzer bir tavzif olmadığı müddetçe- "ölüm anına kadar hicret beldesinden ayrılmama" esasına uygun şekilde niyetini gözden geçirmelidir. Bu esasa bağlı kalan bir insan, bir ihtiyaca binâen kendi ülkesine bile gönderilse yine hicret etmiş ve her göçüyle yeni bir hicret sevabı kazanmış olur. (14:55)
  • Bir yerde elde ettiği tecrübeleri bir başka yerde daha mükemmel şekilde değerlendirmek için yer değiştirme hizmette makuliyetin ifadesidir. İnsanların hepsini iradelerini son kertesine kadar kullanacakları şekilde meşgul etmek lazımdır. Kokuşmaya karşı en faydalı reçete, insanın kabiliyet ve istidadına göre bir işin altına girip ölesiye gayret göstermesidir. (16:47)
  • Bir yerde uzun süre kalınca heyecan yorgunluğuna düşme söz konusu olabilir. Dolayısıyla da, muhacirin bir beldeye dönmemek üzere gitmesi ile kendisini oranın vazgeçilmez parçası, yerlisi, yerinden oynatılamaz ferdi bilmesi çok farklı şeylerdir. Muhacir için çok önemli bir esas da kendisini yerli kaya gibi zannetmemesidir. O, hicret mahallinde bir emanetçi gibi bulunmalı ve her zaman mütevellinin gözünün içine bakmalıdır. Şayet daha aktif ve canlı olabileceği yeni bir muhacer (hicret diyarı) gösterilirse, hemen oraya gitmeye de hazır durmalıdır. (18:25)
  • İslâm'da aslolan insanın çalışabildiği müddetçe işinde, mesleğinde çalışmaya devam etmesidir. Hele Allah yolunda yapılan hizmetlere gelince, bu mevzuda hiç mi hiç bir emeklilikten, işi-gücü bırakıp bir kenara-köşeye çekilmekten bahsedilemez. Çünkü din yolunda hizmet bir yönüyle ubudiyet gibidir ve bundan dolayı insan, ruhunu teslim edeceği âna kadar Allah'a kullukla mükellef olduğu gibi Allah yolunda hizmet etmekle de mükelleftir. (19:36)
  • Yaşar Tunagür Hoca'dan bizzat dinlediğim bir hatırasını size nakledeyim: İyice yaşlanan Hüsrev Hoca, sırt üstü yatarak dahi olsa talebelerine ders vermeye devam eder. Fakat son zamanlarında artık kitabı bile elinde tutamaz hale gelir. Onun bu hâlini gören talebeleri, bu durumun mâkul bir mazeret teşkil ettiğini söyleyerek hocalarının ellerinden kitabı almak isterler ama o vazifesine devam edeceğini söyler. Nihayet bir gün iyice takatten kesilen ellerindeki kitap kayar ve yere düşer. Hüsrev Hoca ellerini kaldırıp "Allah'ım beni mazur gör, bırakmak istemiyordum ama artık dayanamıyorum." der ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya durur. (19:48)
  • Hicrete karşı direnmeyi, gitmesi gerekirken gitmemeyi tasvip etmemek lazım. Kimse hakkında "Niçin oldukları yerde duruyorlar?" deyip suizan etmemeli fakat tasvip de etmemeli. İnsanlar her zaman hicrete açık bulunmalılar. (24:15)
  • İlk dönem itibariyle farz mesabesinde kabul edilen hicret Mekke'den Medine'ye göç şeklinde gerçekleşmiş ve bitmişse de, niyet ve Allah yolunda cehd yönüyle o kıyamete kadar devam edecektir. Mukaddes göç, insanlığın İslam dinine eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu şu dönemde eski devirlere nisbeten daha da önemlidir. Evet, tohum atılmadık hiçbir yer kalmamalı.. hatta buzullara bile tohum saçılmalı.. sonra da netice Allah'a bırakılmalı... (25:25)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

His felcinin sebepleri

Soru: Bazılarımız itibarıyla dünkü hassasiyetlerimizi bugün kaybetmekte olduğumuz ve bir ölçüde duyarsızlaştığımız görülüyor. Tanıma bahtiyarlığına erdiğimiz ulvî hakikatleri herkese duyurmaya gayret ederken farkında olmadan başkalarına benzemeye başlıyoruz. Bu hal, hizmet dairesinin genişlemesine ve dünyaya açılmasına nazaran normal mi karşılanmalıdır, yoksa nasıl değerlendirilmelidir?

  • Kur'an hizmeti hesabına yapılan bütün hayırlı faaliyetler Allah'ı daha iyi tanımak ve O'nun marifetinin hasıl ettiği heyecanı her gün daha canlı duymak içindir. Şayet, yazıp çizdiğimiz şeyler ve yapıp ettiğimiz işler bizi marifet yolunda bir-iki adım daha ileri götürmüyorsa, onların hepsini bir çukura dökmek ve üzerine de taşlar yığmak gerekir. Çünkü, o zaman işin şeklî ve surî yanını öne çıkarmış, özünü ve ruhunu unutmuşuz demektir.
  • "Heyecan yorgunluğu" ve "his felci" sözleri hangi manalara gelmektedir?
  • Allah yolunda yürüyenler marifet, aşk ve iştiyakın sarhoşları olmalıdırlar; fakat, maalesef bugün çokları alkışların sarhoşu oluyorlar.
  • İnsan nasıl çarpılır; kaç türlü çarpılma vardır?
  • "Ben" diyenler rahmet kapısından içeri giremezler. Nitekim, birisi kapıya vurup "Kim o?" sualine muhatap olunca "Ben ben" dediği için Allah Rasûlü ona kapıyı açmamış ve onu içeriye almamıştır.
  • Gerçek dava adamının dünya düşüncesi ve maddî-manevî beklentisi olmaz; bir insan dinine hizmet karşılığında bir beklentiye ve korunup kollanması gerektiği mülahazasına girerse, o kudsî vazifeyi kirletmiş sayılır.
  • Amerika'da kariyer yapanlar arasında takdire şayan biricik insan kim?
  • İslamiyet helal ve haramdan ibarettir; helal-haram bilmeyen bir kimse "Ben Allah'a ve ahirete inanıyorum!" diyorsa, yalan söylüyor demektir.
  • Vatana-millete hizmet ediyor olmak hizmet müesseselerinden yiyip içmeyi helal kılmaz; ahirete inanan insan hakkı olmayan bir şeye asla el uzatmaz.
  • Senelerce talebe okuttum ama karşılığında bir çay bile beklemedim; talebeye ait yemekten bir kaşık olsun yemedim. Hatta öz kardeşlerimin evinde yediğim yemeğin dahi parasını verdim. Hakkım olmayan bir şeyi yemekten ve ötede onun hesabını verememekten korktum.
  • Osmanlı, bir mefkure topluluğuydu. Osman Gazi hazretleri yoklukta varlık cilvesi gösterdi; Fatihleri, Yavuzları, Kanunileri netice veren bir nesil yetiştirdi ama kendisi bir çadırda ruhunu Allah'a teslim etti.
  • Dünyanın dört bir yanına giden ilk sevgi kahramanları da bu beklentisizliği ve mefkûre ruhunu ortaya koydular.
  • Herhalde bana bir mağaraya çekilip hayatımın geri kalan kısmını orada geçirmek düşüyor!..
  • Biz gerçekten müslüman mıyız?
  • Şefkat Peygamberi'nin (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim hakkımızdaki endişesi neydi?
  • Kur'an-ı Kerim'in füruata ait meselelerde detaya girmesinin ve tavzihte bulunmasının hikmetlerinden biri...
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in zahidâne hayatı, mütevazı hane-i saadeti.. Zübeyr Gündüzalp gibi Kur'an talebelerinin hasbîlikleri.. ve halimiz!..

Hizmet mâzeret değil!..

Soru: Bazen Kur'an hizmeti bahane edilip eşlerin birbiri üzerindeki haklarını da içine alan aile hukuku çiğnenebiliyor. Dinin hakkı ile ailenin hukukunu birbirini ihlal etmeyecek şekilde gözetebilmenin esasları nelerdir? Bu hususta eşlerin tavır ve davranışları nasıl olmalıdır?

  • Yirmi Dördüncü Söz'de ifade edildiği gibi; "Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız." Bu açıdan, kulluk adına ne yaparsak yapalım, yine de Allah Teâlâ'nın üzerimizdeki haklarına layıkıyla mukabelede bulunmuş olamayız.
  • Cenâb-ı Hak, omuzlarımıza üzerimizdeki hukukunun büyüklüğü ölçüsünde bir vazife yüklemiyor; bizden -objektif olarak- altından kalkabileceğimiz bir kulluk çizgisi tutturmamızı talep ediyor.
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, zamanını çok iyi tanzim ediyor ve ailesinin bütün fertlerinin haklarını mutlaka gözetiyordu.
  • Hazreti Selman-ı Fârisi, sürekli oruç tutan, yatağa hiç girmeyen, neredeyse gecenin tamamını kıyamda geçiren Ebu'd-Derda Hazretlerine Peygamber Efendimiz'den işittiği şu nasihatı hatırlatır: "Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver."
  • Ne olur, iman ve Kur'an hizmetini bazı hakları ihmal etmek için bir mazeret olarak kullanmayın! Ne olur, bir sürü hukuku çiğneyip de "hizmet" kisvesi altına sığınmayın; sığınıp kendinizi kandırmayın! Hizmet etmek anne-babanın hukukunu gözetmeye ya da eş ve çocukların haklarına riayet etmeye asla mani değildir.
  • Rehber-i Ekmel Efendimiz'in, Allah'la kavî münasebetine ve sorumluluklarının ağırlığına rağmen, eşlerinin ve çocuklarının haklarına karşı fevkalâde hassas davranmasını kendimize örnek almalıyız!.. Hiçbirimiz O'nun kadar meşgul değiliz; bahaneleri bırakmalıyız!.. Ne hizmet, ne sohbet ve ne de istişare üzerimize terettüp eden ailevî hukuku çiğnememize mazeret olamaz!..
  • Saatlerce süren istişarî toplantılar hak anlayışımıza uygun mu? Mefkûre insanı istişare süresini nasıl tanzim etmeli? Şayet, evine gecikmesi zarurî olacaksa ne yapmalı?
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.