• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Mütrefîn

Mütrefîn

Hârun olma iddiasıyla ortaya atılıp hiçbir ölçü ve kural tanımadan ve hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan dünyevî zevkler peşinde koşup şımararak Kârûn’laşan kimseler hemen her dönemde mevcuttur.

Kendi zevk ü sefasına düşkün, hayatını kendi hesabına yaşayan, kendi hesabına değerlendiren, dünya adına hiçbir şeye doymayan, sürekli tûl-i emel peşinde koşan, hep tevehhüm-i ebediyet ile yaşayan kimselere “mütrefîn” denir. Bunlar, doyma bilmeyen, bir hadis-i şerifin ifadesiyle, iki dağ altını olsa, bir üçüncüsünü -Kârûn gibi- isteyen insanlardır.

Kârûn, Hazreti Musa’nın kavminden; fakat bir fırsat buluyor, aklını değerlendiriyor veya ayak oyunlarıyla çok zengin oluyor. İhtikârın, ihtilâsın, irtikâbın her türlüsünü kullanıyor. Günümüzün insanına çok benziyor; el öpüyor, etek öpüyor, ayaklara kapanıyor, bir şey koparıyor; yerlere kapanıyor, bir şey koparıyor; eğiliyor, bir şey koparıyor; rükûda, bir şey koparıyor; secdede, bir şey koparıyor; “Daha var mı eğilmem adına!” diyor, yine bir şey koparıyor. Ve bir gün geliyor, hazineleri oluyor. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ “Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki, anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir grup insan ancak taşırdı.” (Kasas, 28/76) Hazinelerinin anahtarlarını, ancak on kişilik bir heyetin taşıyabileceği kadar zengin oluyor.

Hırsı sadece hazineleri bir yerde yığmada değil; “Ne olur ne olmaz, hazine tek yerdeyken soyarlarsa, hepsi soyulmuş olur; en iyisi ben onu beş-on yerde gizleyeyim ve hepsinin kapısına da beş-on tane kilit vurayım; birine uydurma anahtarlar uydururlarsa, diğerine uyduramasınlar!..” Şimdi, Kur’ân’ın bu mevzudaki ifadesini nasıl anlayacaksınız? On kişilik bir cemaat ancak anahtarlarını taşıyor hazinelerinin!.. Onca zaman sonra arıyor, buluyorlar, buluyorlar; yine “Kârûn’un hazinelerini bulduk!” diyorlar.

Kârûn, Hazreti Mûsa’ya iltihak ederken Hârun gibi iltihak ediyor; yani, bir gecekondudan geliyor. Sonra kendisine bir pâye verilince, bir saraya konuyor; “ak” dese de, “kara” dese de saray, saraydır. Sonra filoları filolar takip ediyor; villaları villalar takip ediyor. “Hârun” olarak, Hârun rolü oynayacağı iddiasıyla sahneye çıkıyor; fakat “Kârûn” oluyor ve Allah tarafından, öylece yerin dibine batırılıyor. فَخَسَفْنَا بِهِ وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرِينَ “Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik. Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip onu kurtarabildi ne de kendi kendisini savunabildi.”(Kasas, 28/81) Yerin dibine batırdık onu ve ârâm eylediği sarayını; Allah’tan başka onu, ondan kurtaracak kimse de yoktu, olamazdı da!..

Emsalleri de aynı âkıbete maruz kalmaya mahkûm namzedidirler; bundan hiç tereddüdünüz olmasın!.. Kim öyle mahiyetinin üstünde, kabiliyetinin üstünde, Cenâb-ı Hakk’ın verdiklerine kanaat etmenin üstünde, değişik şeylere gözünü dikmiş ise, Allah onu alçaltır. مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ، وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ  “Allah için yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” Kim, Allah’ın büyüklüğünü kabul eder, kendi küçüklüğü ile yerlere kadar eğilir ve kapanırsa, tâbir-i diğerle, tevazu kanatlarını yerlere kadar indirirse, Allah, onu yükselttikçe yükseltir! Fiil kipi ile ifade edilmesi, “teceddüd”e delalet ediyor; bir yükseltmek ile kalmaz, bir arş-ı kemâlâta, bir arş-ı kemâlâta, bir arş-ı kemâlâta daha yükseltir.

(“Tevâzu” için “tefâ’ül” (تَفَاعَلَ) kipi kullanılmasına mukabil) وَمَنْ تَكَبَّرَ sözünde fiil, “tefe’ül” (تَفَعَّلَ) kipinden geliyor; bu da kibirdeki tasannu ve zorlanmayı ifade ediyor. Esasen büyüklük, Allah’ın sıfatıdır. Cenâb-ı Hak, bir kudsî hadis-i şerifte, الْعَظَمَةُ إِزَارِي، وَالْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي، فَمَنْ نَازَعَنِي فِيهِمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ buyuruyor: “Azamet izârım, kibriya ridâm Benim; bunları Benimle paylaşmaya kalkanı, derdest ettiğim gibi, tepetaklak Cehennem’e atarım!”Allah’a mahsus iki tane sıfat, bunlar. Dolayısıyla, esasen o fâniye ait urba değil, numara-drobu ona uymuyor; fakat tekellüf ile onlara sahip çıkmaya çalışıyor, zorlanıyor. Fiilin kipinden bunlar anlaşılıyor. وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ Orada da Allah, batırdıkça batırıyor, batırdıkça batırıyor, batırdıkça batırıyor; “esfel-i sâfilîn”e kadar yolu var o işin.

Her dönemde Kârûn ve Sâmirî gibi kimseler Firavun ve benzerlerinden daha tehlikeli olmuşlardır; zira Hazreti Musa ile Firavun arasında kırmızıçizgiler vardır; diğerleri ise, ehl-i nifaktır.

Böyleleri -esasen- deyip ettiklerinde hiçbir zaman samimi değillerdir, münafıktırlar bunlar. Ve münafıklar, kâfirlerin de altındadırlar. إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar (dibindedirler). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) Evet, Cehennemde en aşağı derekededirler onlar.

“Mütrefîn”, karakter itibarıyla bu türlü insanlardır; dünya adına doymayan ve Hazreti Pîr ifadesiyle -Hayır, Kur’an’ın ifadesine, onun şu şekilde yorum getirmesiyle- “bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih eden”kimselerdir. Hazreti Üstad, bu zamana, “bilerek dünya hayatını ahirete tercih edenler asrı” diyor ve işaret ettiği ayetin, ebced hesabı ile de bu asrı gösterdiğini belirtiyor. Bilerek dünya hayatını, âhiret hayatına tercih edenler… Sokaktaki insan, nahiyedeki müdür, kazadaki kaymakam, vilâyetteki vali, daha üstündeki ekâbir (büyük başlar) ve senâdîd (önde görünenler); bütün bunlar, bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih ediyorlar. Böyle bir asırda yaşıyoruz.

En tehlikelisi nedir? Bir inkârcı, bir mülhid, bir mütemerrid, bir Materyalist, bir Natüralist bunu yapıyorsa, aklınız biraz kabul edebilir. Fakat “Allah birdir!” diyenler, “Dinin ruhunu ikâme etmek istiyoruz!” diyenler, “İdareye, o ruhu katmak, onun ile o idareyi -bir yönüyle- bir dantela haline getirmek, göz kamaştırıcı bir seviyeye ulaştırmak istiyoruz!” diyenler, bunu yapıyorlarsa (dünya hayatını ahirete bilerek tercih ediyorlarsa) çok aldatıcı olur. Yığınlar, sürüler gibi, koyun sürüleri gibi bu kurtların arkasına takılır giderler. Bilemezler ki, esasen o, tenha bir yere sevk ediyor; birer birer onların hakkından gelmek için onları o tenha vadiye celbediyor. Mesele, dinî argümanların kullanılması olunca camideki cemaat de inanır, Beytullâh’ı tavaf eden de inanır, Ramazan’da oruç tutan da inanır, “savm-ı Dâvud” (günaşırı oruç) tutan da inanır, bütün malını sadaka olarak veren de inanır, “Ben ruhumu Allah için vermeye teşneyim, şehit olmaya âmâde bulunuyorum!” diyen de inanır, varsa şayet!.. İnanırlar, çünkü kullanılan argümanlar, bir yönüyle insanları inanmaya mecbur ediyor.

Rica ederim, biri gelip imamın arkasında, “Aman ön safta, tam imamın arkasında durayım; imama inen sevabın hemen ikincisini ben alayım; onda onu imama indi, onda dokuzu da bana insin!” diyen biri gibi, o hissi sizde uyarmak için imamın arkasında duruyorsa şayet, siz inanmaz mısınız ona?!. Şimdi bu, abdestli mi, abdestsiz mi belli değil ama bu türlü şeyleri gördüğünüz zaman inanırsınız. Onlar da sizin bu inancınızı, bu temayüllerinizi, bu zaafınızı, “hüsnüzan, adem-i itimat”sız tavrınızı değerlendirmesini bilirler; ulaşmaları gerekli olan yere, Makyavelist mülahaza ile ulaşırlar. Bütün gayr-ı meşru vesileleri kullanarak, hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.

Dolayısıyla bunlar, kâfirden daha tehlikelidir. Kârûn, Firavun’dan daha tehlikelidir. Sâmirî, Firavun’dan daha tehlikelidir. Çünkü kırmızıçizgiler vardır, Firavun ile Musâ (aleyhisselam) arasında. Fakat birisi böyle İsrailoğullarından görünüyor ama ayak oyunları ile başka bir yolda yürüyor ise, farklı bir yolda yürüyor ise, aldatıcı bir yolda yürüyor ise, o daha tehlikelidir. O açıdan günümüzde böyle bir tehlike ile -hakiki mü’minler- karşı karşıya bulunuyorlar. İşte, bunun adı “münâfıklık”tır ve belki önemli bir yazıya mevzu yapılması yerinde olur.

Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl öyle bir münafık idi ve belki üç yüz tane de arkadaşı vardı; bunlar, pek çoğu -pek çoğu, hepsi değil- âlem-i İslam’ın “havz-ı kebîr”i içinde eridiler. Ama Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl gibi kimseler, saflarda önde göründüler, Efendimiz Medine’ye teşrif buyurduğunda -edâlı bir ses tonuyla- “Bize buyurun Efendimiz!” dediler. Fakat bildikleri yoldan katiyen ayrılmadılar ve ölünceye kadar da o temerrütlerini devam ettirdiler. Onun için oğlu -Ashâb-ı Bedir’dendir, Abdullah İbn Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl- geldi; “Yâ Rasûlallah! Babamın cenazesine…” dedi. Allah Rasûlü, o münafığın oğlunun hatırına cenazeye iştirak etmek için adım attı; Allah (celle celâluhu) “Dur!” dedi: وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ“Onlardan (münafıklardan) ölen hiçbir kimse için sakın cenaze namazı kılma ve hakkında dua etmek maksadıyla asla kabri başında da durma!..” (Tevbe, 9/84) Evet, “Onun namazını kılma, kabri üzerinde de durma!” dedi, durdurdu; çünkü öbür tarafa kâfir olarak gitmişti.

Ne kadar zaman?!. Yedi-sekiz sene, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-Enâm’ın, en mütemerrid insanları değiştiren, değiştirip farklı bir formata sokan o güçlü “insibağ”ı, o münafığa tesir etmemişti. Münafık, öyle tehlikelidir. Onun için, Kur’ân إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar (dibindedirler). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) buyurur. Onun için Hazreti Pîr, “Münafık, kâfirden (eşeddir) daha tehlikelidir!” der.

Şayet bir ülkenin ileri gelenleri nimet, refah ve lüks içinde şımarıkça yaşıyorlarsa, azap o beldenin üzerine hak olur.

Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki: وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُوا فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا “Bir beldeyi/ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar. Böylece o ülkeye (azap edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.”(İsrâ, 17/16)

“Biz, bir karyeyi helak etmek istediğimiz zaman…” Cenâb-ı Hakk’ın helak etmeyi istemesi, esasen -şart-ı âdî planında- o istikamette ortaya konacak bir kısım sebeplere muallaktır. Yani “O sebepler var olacak, Ben de o karyeyi helak edeceğim!” demektir; bu, cebrî helak etmek demek değildir. Allah, cebren bir karyeyi helak etmez; fakat o insanlar, şart-ı âdî olarak, iradelerini kullanırlar, daha doğrusu iradelerinin hakkını vermezler; bağışlayın, hayvan gibi hareket ederler. إِنْ هُمْ إِلاَّ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلاً “Doğrusu onlar yolu şaşırmada davarlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar.” (Furkân, 25/44) Dolayısıyla da helaki istihkak ederler.

İşte öyle kimselerin bulunduğu yerle alakalı olarak, Allah (celle celâluhu), وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا “Biz, onların (o karyenin) o mütrefîn olan ehline emrederiz!” diyor. فَفَسَقُوا فِيهَا “Onlar, o mevzuda fısk u fücûra girerler, istikametten ayrılırlar.” “Füsûk”u biliyorsunuz; doğru yolda istikametten ayrılma demektir. “Fevâsiku’l-büyût”, evlerde yaşayan yılanlar, çıyanlar, -bağışlayın- fareler ve sairelere denir. Deliklerinden dışarıya çıktıklarından, kendileri için mahdut olan sınırın dışına çıktıklarından, sınırlarını aştıklarından dolayı, onlara “fevâsık” (fâsıklar) denir. Fâsık; kendisi için takdir edilen sınırın dışına çıkan insan demektir.

Ahsen-i takvîme mazhar olan insana düşen şey, her zaman Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunmaktır; onu yeterli bulmayıp rükûa varmaktır; onu da yeterli bulmayıp, alnını yerlere sürmektir. Sonra “Bu da yetmedi!” deyip bir kere daha âdetâ Cenâb-ı Hakk’ın yüzüne bakıyor gibi kalkmaktır. Efendim, “bî kemm u keyf” bakıyor gibi; bî kemm u keyf… “Benden daha ne istiyorsun? Niye iki tane secde?” Bir kere daha secdeye kapanma.. sonra kalkıp O’na selam veriyor gibi, التَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ  “Bütün kavlî (tahiyyât), bedenî (salavât) ve malî (tayyibât) ibadetler Allah’a mahsustur.”deme… Bütün bunlar, O’na karşı tâzimât u tekrimât u tebcilât u takdisâtı ifade eden kelimelerdir/hallerdir.

İşte, fâsık, bunu yapmıyor, esasen ahsen-i takvîme mazhariyetin hakkını vermiyor, ahsen-i takvîme mazhariyet çizgisinin dışına çıkıyor. أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا “Biz, onlara emrederiz, o mütrefîne.” فَفَسَقُوا فِيهَا “Onlar, o sebeple iradelerini o istikamette kullanırlar.” “Fâ”, “o sebeple” manasına “fâ-i sebebiye” veyahut da “fâ-i tâkibiyye”, “Bizim öyle yapmamızın arkasından onlar fıska girerler; kendileri için mukadder dairenin dışına çıkarlar; şehrâhı bırakır, kendilerini patikaya salarlar.” Bir de arkadan bir “fe” geliyor, onun da “fâ-i sebebiye” olması daha kat’î: فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ “Dolayısıyla da o karye…” Zamirin müennes olması da, “karye”ye râci; فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ “Artık o karye hakkında bizim hükmümüz, kazamız, hüküm vermemiz, hak olur!” Hakk’ın hakkı; ihkâk-ı hak, bu. Ne olur o zaman? فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا “Hak olur da, Biz onun arkasından, onların altlarını üstlerine getiririz!”

Mustafa Sabri Bey, “Bir mübtedînin Mutezilî olmaması ve bir müntehînin de Cebrî olmaması mümkün değildir.” der; fakat en güzeli İmam Mâturidî’nin orta yolunu esas almak olsa gerektir.

Şimdi ayetin icmâlen mealine bakınca, meselenin hangi çizgide cereyan ettiğini görüyorsunuz. Yani; mesele geliyor gidiyor, yine insana, insanın iradesine, onun temayüllerine, o mel’un olan “nefs-i emmâre”sine ve “hevâ”sına bağlanıyor. Daha doğrusu, kalbin menfezlerinin şeytana açık bulundurulmasına, melekûtî âleme ve meleklere kapalı bulunmasına -bir yönüyle- bir ceza olarak altları üstlerine getiriliyor.

Biz, “cebr”e inanmıyoruz. “Kul, fiilinin hâlıkıdır.” da demiyoruz. Onu demediğimiz gibi, “İnsanın iradesi yoktur; insan, eli-kolu bağlı bir ‘mecbur-i mutlak’tır, mutlak bir cebir içindedir!” de demiyoruz. “Cebr-i mutlak” deniyor ona. Onun bir hafifi “cebr-i mutavassıt” ki, Eş’arîlerin esas aldıkları görüş oluyor.

Antrparantez: İnsanların belli bir ufku aştıktan sonra, bir yönüyle kendi iradelerinin minnacıklığı, damla olması ve Meşîet-i İlahiyenin esas, derya olması hakikatini, kendi iradelerinin bir zerre olması ve Meşîet-i İlahiyenin bir güneş olması gerçeğini vicdanlarında tam, derinlemesine duyduklarından dolayı meseleye bakışları farklı olabilir. Mustafa Sabri Bey’in “Mevkifu’l-Akl ve’l-Âlem Min Rabbi’l-Âlemîn”kitabında ifade ettiği gibi veya “Tahte Sultâni’l-Kader” kitabında ifade ettiği gibi, “Bir mübtedînin Mutezilî olmaması ve bir müntehînin de Cebrî olmaması mümkün değildir.”

Bir mübtedînin, bir çocuk akıllının Mutezilî olmaması zordur. “Ben yaptım, ben ettim! Benim yaptığımı onlar, rüyalarında bile görememişlerdir! Bakın neler kazandırdım, neler kazandırdım!” Bu, mübtedî, çocuk akıllı, bir akılsız, ahmağın tekidir; bunun Mutezilî olması kaçınılmazdır. “Kul, fiilinin hâlıkıdır!” diyor bu.

Fakat bir müntehînin, bir yönüyle, en azından cebr-i mutavassıt olması da kaçınılmazdır! Neden? Gerçekten görüyorsun ki esasen sana düşen, şart-ı âdî planında, bir şeye hafif bir temayül. Hafif bir temayül; yani tarafeyn arasından bir tanesini tercih etme gibi, “tesâvi-i tarafeyn”den (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”den -Yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücûd ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsâvîdir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün bulunandan) ibaret olan “iki şey ortasında birini tercih etme” gibi bir şey.. bir kader-dengi değerlendirme gibi bir şey. Bunu görünce de diyorsun ki: “Ben, Mutezilî değilim; demek ki benim bir katkım var burada; bu minnacık katkıma karşılık, Allah (celle celâluhu) Kendi azametine uygun bir tasarrufta bulunuyor!”

Yine antrparantez ifade edeyim; zaten Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraât-ı sübhâniyesi de böyle değil mi? Rica ederim, şimdi muvakkat bir hayata mukabil lütfedileni düşünün. Elli sene, altmış sene, ortalama yaş, şimdiki insanlar için. Eskiden ne kadar yaşıyorlardı, bilmem; şimdiki insanlar için altmış, yetmiş, seksen, doksan. Dünyada yüz otuz, yüz kırk yaşına giren bir insan varsa şayet, o, gazetelere mevzu oluyor. Altmış-yetmiş sene nedir? Şimdi o yaşta, Fakir’in yaşında olanlara sorsanız -Halk ifadesiyle diyeyim mi; diyeyim mi, sıkılır mısınız?- “Vız gelir, tırıs gider!” diyeceklerdir. Hiç farkında değilsin; sen dün annenin kucağında tekme vuruyorsun, “Meme, meme!” diyorsun; bir gün memeyi mamaya çeviriyorsun; bir gün mamayı yemeğe çeviriyorsun; hiç farkına varmadan, bir gün de bakıyorsun ki, öbür âlemin ışıkları yanıp sönmeye başlamış. Bir diyâr-ı âhere, bir meyelân-ı şevk-engiz, senin içinde uyanmaya başlamış, hiç farkına varmadan.

Şimdi böyle muvakkat bir hayat… Fakat bu, değerlendirildiği zaman ne büyük netice lütfediliyor. Bakın muvakkat hayat değerlendirildiği zaman Allah, Cenneti ihsan ediyor ki “Dünyanın bin sene mesûdâne hayatı, o Cennet hayatının bir saat hayatına mukabil gelmiyor.” Dünyanın binlerce sene -“binlerce” deyince, milyon, milyon, milyar sene- hayatı Cennetin bir saatine mukabil gelmiyor.

Evet, bu dünyanın milyonlarca senesi, Cennetin bir saatine mukabil gelmiyor. Şimdi neye, Allah, neyi veriyor?!. Sen ne veriyorsun, O (celle celâluhu) sana ne veriyor?!. Onun ötesinde de buyuruyor ki: “Ben, size şunu, şunu, şunu verdim; Benden istediğiniz başka bir şey var mı?” Bayılmış, kendilerinden geçmişler. Bir dünyanın zevkine, sefasına, debdebesine bakıyorlar, bir de Cennete. Âdetâ bir Kârûn gibi veya Zülkarneyn gibi ya da Büyük İskender gibi, şarktan garba gûna-gûn dünyada hâkimiyet bayrağı dalgalandırmış insan bile bir Cennete bir de bütün geride kalanlara dönüp bakınca, diyor ki “Bunun bir dakikasına mukabil gelmez! Ne isteyeceğiz ki biz, her şeyi vermiş!”

Allah (celle celâluhu) engin rahmet ve keremiyle bir damlaya deryaları lütfediyor, bir zerreye güneşler vermekle mukabelede bulunuyor.

Bununla beraber, Hazreti Rahman ü Rahîm, “Ben sizden razıyım!” diyor. İşte o “Ben sizden razıyım!” demesi, nasıl bayıltan bir nimet ise, insan vicdanının duyması açısından!.. Yani, şimdi bî kemm u keyf, Cenâb-ı Hak, size “Sizden razıyım!” dese; enbiya-ı ızâma ve bazı büyüklere dediği gibi; mesela Cüneyd-i Bağdâdî’ye, mesela İsmail Hakkı Bursevî’ye. O, “Netâicü’l-Efkâr”ında ifade ediyor; Cüneyd-i Bağdâdî de ifade ediyor. Cenâb-ı Hak, tenezzülât-ı Sübhâniyesi ile dese ki, “Ben, sizden hoşnudum! Sizi Ben, maiyetime, riâyetime, kilâetime, vekâletime alıyorum!” Bunu doğrudan doğruya duysanız, kanatlanır uçarsınız o zaman. İşte orada, oraya göre, o vicdanın derinliği ile duyacaksınız, buraya göre değil.

Orada maddî yapınız nasıl değişiyor?!. İhtiyarlamayan bir maddî yapı.. Cehennemde yanarken, cayır cayır yanarken, kül olmayan bir yapı… Ne ise, o?!. Buradaki atomlardan, elektronlardan, nötronlardan, protonlardan, partiküllerden değil. Neyden yaratıyorsa sizi, madde-i asliyesiniz ne ise, “eter” ötesi şeylerden, “esir” ötesi şeylerden, âdeta gen gibi kendi hususiyetinizi esas almak üzere yaratıyor. Siz, sizin, siz olduğunuzu hissederek, siz gibi tecessüm ederek var ediliyorsunuz; fakat Allah (celle celâluhu) ayrı maddeler kullanarak, sizi, siz ediyor. “İlm-i İlahî”de vücudunuz farklı şekilde idi; fakat haricî vücûd nokta-i nazarında farklı şekilde oldu. “Ruh âlemi”nde farklı şekilde idiniz, “Kâlu: Belâ!” (“Dediler ki: Evet, Rabbimizsin!”) zamanında; fakat bu hâricî vücûd nokta-i nazarından farklı oldunuz. Bir farklılık da orada yaşayacaksınız.

Şimdi öyle bir hayatı duyacaksınız ve diyeceksiniz ki: “Dünyanın milyonlarca sene hayatı, bunun bir saatine mukabil gelmez!” Bu neyi gösteriyor? Huluk-i İlahîyi gösteriyor: Allah (celle celâluhu) bir damlaya deryayı lütfediyor. Derya ne? Deryaları… Bir zerreye güneşi… Güneş ne? Kehkeşanları, Allah (celle celâluhu) lütfediyor. Bu, bir âdet-i Sübhâniye.

Şimdi şart-ı âdî planında, “Tesâvi-i tarafeyn”den (veya mütesâvi’üt-tarafeynden) ibaret bir yerde, kader-dengi değerlendiriyorum!” mülahazası ile, bir insanın bir tercihte bulunması sadece… Fakat o, isabetli tercih ise şayet, o isabetli tercihte bulunmasına karşılık, Allah, kabirde, ona ayrı bir mutluluk yaşatıyor. Münker-Nekir geldiğinde, “Yahu buna ne soracaksınız? Adam cevabını hazırlamış, gelmiş; dili hep o cevap ile لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ ikrarıyla dönüyor.” diyorlar. Hayata gözlerinizi kapadığınız zaman ve o zamana kadar لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demişseniz, öyle gidersiniz ve oraya gittiğiniz zaman vird-i zebân olarak da hep diliniz onu tekrar eder.

Rahmetli Ahmet Feyzi gibi, tebessüm ederek gidersiniz: Herhalde Hazreti Azrail’i gördü: “Ben geldim!” “Aman efendim, hoş geldin, safâ geldin! Ben de bu ânı bekliyordum zaten. Bir diyâr-ı âhere, öyle bir meyelân-ı şevk-engiz vardı ki içimde!.. Bir an evvel… Sevdiğime ne zaman kavuşacağım, o şeb-i arûsu ne zaman yaşayacağım!” Mevlana için diyorlar ya hani!.. Dolayısıyla, tebessüm ettiğini bizzat gördüklerini iki zat bana söyledi; kendi kendime, “Gidip neden bakmadın o temiz çehreye bir!” dedim. Cenaze namazını da ben kıldırdım o zâtın.

Evet, öyle bir çehre ile oraya girmiş insana melekler bakınca, ne soracaklar ona? “Yahu arkadaş, biz çekip gidelim, bu adam dopdolu gelmiş zaten buraya!” diyecekler herhalde. Belki yine diyeceklerini diyecekler ama alacakları cevabı da Allah’ın izni ve inayetiyle alacaklar. Ve bu, o Berzah hayatı -“Elli bin sene” deniyor bir yerde, o Berzah hayatına- O’na (celle celâluhu) ulaşma adına bir yönüyle bir pusula olacak; aynı zamanda bir peyk olacak, bir projektör olacak. Öyle mü’minler, hep o aydınlık içinde sürekli O’na doğru yürüyecekler, tâ Mahşere kadar O’na doğru yürüyecekler.

Oraya gidince de zaten bir yönüyle ümitleri tam olarak gidecekler. Amelleri terazinin bir kefesine konunca, Allah’ın izniyle ağır basacak. إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلاَئِكَةُ أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ * نَحْنُ أَوْلِيَاؤُكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِي أَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَدَّعُونَ * نُزُلاً مِنْ غَفُورٍ رَحِيمٍ “Buna karşılık, ‘Rabbimiz Allah’tır’ diye ikrarda bulunup, sonra da (bu ikrarın gereği olarak inanç, düşünce ve davranışta) sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine zaman zaman melekler iner. (O melekler, dünyada onları korur, Âhiret’te ise hem dostluk izharında bulunur, hem de onlara şu mesajı iletirler: (Azap görür müyüz diye) endişe etmeyin, (dünyada iken işlediğiniz ya da işlediğinizi düşündüğünüz günahlar, yapamadığınız iyilikler sebebiyle de) üzülmeyin; size va’d olunan Cennet’le sevinin! Biz, dünya hayatında olduğu gibi (burada) Âhiret’te de sizin yakın dostlarınızız. O Cennet’te canınız her neyi çekerse onu hazır bulacak, orada istediğiniz her şeyi elde edeceksiniz; affı, bağışlaması ve bilhassa mü’minlere karşı hususî merhameti pek bol Allah tarafından bir ikram olarak!..” (Fussilet, 41/30-32 ) Bunlar ile, melekler, muştulayacaklar onları.

Cenâb-ı Hak, öyle etsin!.. O küçük irademizi, minnacık irademizi, deryaları peyleme istikametinde değerlendirmeye Allah muvaffak eylesin!.. Birilerinin, deryalar kadar zannettikleri kendi iradelerini damla istikametinde kullanmalarına mukabil.. yani; ucuza, bir mahluk gibi ucuza peylenmelerine mukabil.. daha net; bir saraya, bir villaya, bir filoya kullanmalarına mukabil, onu Allah’ın rızasına, Cenâb-ı Hakk’ın likâsına iştiyak istikametinde kullanmak, öyle bir kazanımdır ki bin tane dünya verilse, bunun yerini tutmaz!

“Lezâiz çağırdıkça ‘Sanki yedim!’ demeli; ‘Sanki yedim!’i düstur eden, bir mescidi yemedi!” Hususiyle günümüzde iktisat etmeli ve muhtaçların imdadına yetişmeli!..

Esas “mütrefîn”, onlar. Bu cemaate “mütrefîn” nazarıyla bakmak, doğru değil. Fakat bir yönüyle, “israf” da “itrâf”a (aşırılık ve lükse) açılan bir yoldur. Bir insan, sadece vücudunun ihtiyacı olan kaloriyi/vitamini almalı; bunun dışında… Onun için, Hazreti Pîr iki cümle ile ifade eder meseleyi: “Tatmaya izin var, doymaya izin yok!” Hazreti Ruh u Seyyidi’l-Enâm’ın ifadesiyle de “Alacağın gıda senin, vücudunun ihtiyacı kadar olmalı!.. Ve midende suya da yer bırakmalısın, havaya da yer bırakmalısın!” Zannediyorum bu, hıfzıssıhha açısından, hekimlerin de üzerinde duracağı bir husustur esasen. Ve günümüzde bu “çok yeme”, “çok içme”, “çok yatma” mevzuu, insanlık için çok ciddî problemler oluşturmaktadır ve değişik hastalıklara sebebiyet vermektedir. Bu açıdan, hani bize ve cemaatimize dense dense, şöyle denir; Allah sorsa, onu sorar: “İsraf ediyordunuz. Günde iki defa yemek vardı.. veya üç defa yiyecekseniz, sadece açlığı giderecek iki kaşık alsaydınız!”

Hususiyle günümüzde binlerce insan -bin-ler-ce in-san- ihtiyaç içinde. Bunlar, içeriye atılmışlar; gelirleri varmış, kesilmiş. Çocukları var evde, hanımları var evde veya hanımlarını çocuklarıyla beraber içeriye atmışlar, beyleri dışarıda. Bunların beş kuruşluk gelirleri yok. Bir yerden kendilerine bir şey ulaştırılmazsa, onlar -zannediyorum- o bir lokmayı bile bulamıyorlar, bir lokma ekmeği bile bulamıyorlar. Şimdi böyle bir dönemde, tam bir iktisat ile yaşamak lazım. İktisat Risalesi’nde Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, tam bir iktisat düşüncesiyle, sadece açlığı giderecek kadar, vücudun ihtiyacı olan vitamini, proteini, kaloriyi alacak kadar bir şeyle iktifa etmek lazım. Hani, “Sanki Yedim” camii var ya!.. Hazreti Üstad, onu yaptıranla alakalı “O adam ‘Sanki yedim!’ demeyi adet/düstur edindi, koca bir camiyi yemedi!” diyor.

Efendim, “Sanki yedim!” demeli, “Sanki yedim!” demeli, “Sanki yedim!” demeli… Ve bir miktar ayırarak, muavenet duygusuyla, inayet duygusuyla, o aç, susuz, hiçbir şeyi olmayan kardeşlere ulaştırmalı!.. Böyle bir dönemde, onların imdadına koşmalı!..  Efendimiz’in de çok defa, Ashâb-ı Suffe’nin imdadına koştuğu gibi… Eline bir şey geçince, hemen Hazreti Ebu Hüreyre’yi çağırıp, “Çağır fakirleri!” diyor. Yüz tane mi, iki yüz tane mi, üç yüz tane mi, Suffe’de kalanları çağırıyor. Bazen sayıları o kadar bile olmuş; “Çağır onları, yesinler!” buyuruyor. “Çağır onları, yiyecekleri şeyden yesinler!” mülahazasıyla hareket etmek, “Peygamberler Yolu”dur. Böyle bir dönemde, birileri açken, susuzken, ızdırap içindeyken.. onların giyecek bir elbiseden başka bir şeyleri yokken.. o da yırtıldığı zaman yenisini alacak imkânları yokken… Bizim kat kat elbisemizin olması, gardıroplarımızın birkaç elbise ile donatılmış bulunması, aynı zamanda ambarlarımızın dopdolu olması, teknelerimizin her an bizim için hamurlar ile dolup taşması, çanakların fokur fokur bizim için kaynaması, Cenâb-ı Hakk’ın affedeceği şey değildir. Ve bu, “itrâf”a açılan bir yoldur. İnsan, bu istikamette “teref”e (rahatlığa, bolluğa ve şımarıklığa) açılır ise şayet, hafizanallah, gider o “mütrefîn”den olur ve Allah da helak eder.

Şimdi bunun kadrini bilerek, bu dönemde o kardeşlerimizin imdadına koşmalı, Allah’ın izni ve inayetiyle. Kendi yememizi-içmemizi de, bir kaba, bir öğüne veya kaşığın ucuyla bir şeyden bir tane, öbür şeyden de bir tane -onun da hatırı kalmasın- almaya göre ayarlamalı. Çünkü alışmamışız; ona alışacağımız âna kadar!.. Bir çorba yeter; bir un çorbasının içine ekmek doğrarsın, yersin; vitaminini de alırsın, proteinini de alırsın, kalorini de alırsın, Allah’ın izni ve inayetiyle. Bir de bunun yanında bir çay içersen, bir de içine bir şeker atarsan bunun, o zaman glikozunu da alırsın. Alırsın ve bunun dışında eline geçen şeyleri de senin için “ebedî bir sermaye” olabilecek bir yolda kullanırsın!..

Verirsin, verirler; verirsin, verirler!.. Bu “Verirsin!”de seninki yine damla; “Verirler!” ise, derya; verirsin zerre, verirler güneşler, kehkeşanlar!.. Cenâb-ı Hak, böyle yaşamaya muvaffak eylesin!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Muvakkat uzlet ve okuma programları

Çay Faslından Hakikat Damlaları… (00:30)

  • Selim ve sâlim kalb mevzuu çok mühimdir, çünkü Kur’ân-ı Kerim onu mal ve evlâdın karşısına koymuş ve “O gün ki ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda eder. O gün insana fayda sağlayan tek şey, (kalb-i selim) Allah’a teslim ettiği selim bir gönül olur. (Şuarâ, 26/88-89) buyurmuştur. Bağdatlı Ruhî, bu mazmunu şu mısralarla ne hoş seslendirir: “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / “Yevme lâ yenfe’u”da kalb-i selîm isterler.” (00:48)
  • Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. Hücumât-ı Sitte gibi çağımızın vebası sayılabilecek pek çok virüs vardır ki bunlar kalb-i selim için birer öldürücü tuzaktır. Günümüzde şöhret ve makam sevgisi, insan gönlünü felç eden şeytanı tuzakların başında gelmektedir. (01:45)
  • Üstad Hazretleri bu meseleyi ifade sadedinde, “Şöhret, ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar… O belâ ve musibete düşersen, إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, o belâdan kurtul...” diyerek bize hem şöhret afetini, hem de ondan kurtulma yolunu gösterir. (06:15)

Soru: 1) Hakiki uzlet ve makbul halvetin, halktan kaçış değil, muvakkaten yalnız kalıp donanımını tamamladıktan sonra yeniden vazifeye koşmak için bir geriye çekilme hareketi olduğu ifade ediliyor? Bu açıdan birkaç haftalık okuma programları bir nevi uzlet ve halvet sayılır mı? (10:43)

  • Özellikle nübüvvet mesleğinin varisleri için halvet ve uzlet değil celvet ve ülfet esastır. İrşad erleri, kendilerine ait itibarî değerlerden sıyrılıp bütün müktesebâtlarıyla hizmete koyulmalı; ancak başkalarını ebedî mutluluğa yönlendirmek suretiyle kurtulacaklarına inanarak hep insanlarıın içinde bulunmalıdırlar. Miraç Şehsuvarı (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in veraların verasına seyahat ettikten sonra beşeri de o ufka taşımak için tekrar insanların arasına dönmesini bir ölçü kabul ederek, adanmış ruhlar da Allah’ın iman, Kur’an ve dava düşüncesi televvünlü lütuflarını başkalarını O’na ulaştırma yolunda değerlendirmeye bakmalıdırlar. (10:43)
  • Bazı dönemlerde, içtimaî hayattaki çalkantılar ve özden uzaklaşmalar sebebiyle genel atmosfer insanların kalbî ve ruhî terakkileri için namüsait bir hal almaktadır. Seyr ü sülûk-i rûhâniyle hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bırakarak kalb ve ruhun derece-yi hayatına yükselme o türlü hallerde neredeyse imkansız olmaktadır. Umum insanların alabildiğine serâzad, oldukça lâubâli ve çok çakırkeyf bir hayat tarzına alıştıkları böyle dönemlerde, gönülleri Allah’a yönlendirmek için mecburen halvet yolunu tercih etmek gerekmektedir. Dolayısıyla, dünden bugüne benzer şartlar altında bazı mürşitler çıraklarını uzlete çağırmışlar, onlara halveti işaret etmişler ve hatta belli kaideler çerçevesinde Halvetiye mesleğini başlatıp geliştirmişlerdir. (12:40)
  • Tasavvuf büyüklerinin kıllet-i kelâm, kıllet-i taâm ve kıllet-i menâm şeklinde formüle ettikleri hususlar halvetin riyâzet yanını oluştururken, onun diğer yanını da “uzlet ani’l-enâm” teşkil etmektedir. Hak yolcusu, ölçülü yeme-içme, zaruret miktarı uyuma ve çok az konuşma kasdıyla insanlardan uzak, tenha bir mekana kapanır. Allah’a kurbet kapısı sayılan bu halvethânede bedenî ihtiyaçlarını en aza indirir; hatta cismânî arzularını büyük ölçüde unutmaya çalışır.. ve gece-gündüz durup dinlenmeden sürekli zikr u fikirle meşgul olur. Halvetin temeli zikrullahtır; halvethâneye kapanan kul kendisini her türlü geçici heveslerden ve dünya nimetlerinden kurtararak Hakk’a yönelmeli ve sürekli zikirle nefes alıp vermelidir. Kimileri kırk günlük fasıllarla böyle bir yolu denerlerken bazıları da uzleti bir hayat tarzı olarak benimser ve hep halktan ayrı yaşamayı tercih ederler. (14:32)
  • Günümüzde, geçici olarak geriye çekilip donanımını tamamladıktan sonra yeniden vazifeye koşan bir kerrâr hareketi ve zâhiren bir inziva ve halvet, niyette ve hakikatte ise celvete yürüme azmi esas olmalıdır. Enerji toplayıp yeniden vazifeye dönmek için “muvakkat uzlet ve halvet” diyebileceğimiz programlar yapılmalıdır. (19:28)
  • “(O hâlde) bir işten boşalınca hemen (başka) bir işe koyul.” (İnşirah sûresi, 94/7) mealindeki âyet-i kerimesi, Müslümana önemli bir hareket felsefesi ve bir hayat düsturu sunuyor. Evet, mü’min her zaman hareket hâlinde olmalıdır. Çalışırken hareket, dinlenirken de hareket.. bir diğer ifadeyle o, mesaisini öyle tanzim etmelidir ki, hayatında boşluğa hiç yer kalmamalıdır. Gerçi mukteza-i beşeriyet olarak dinlenmeye ihtiyaç duyduğunda o da dinlenecektir ama böyle bir dinlenme de yine aktif dinlenme şeklinde gerçekleşmelidir. Meselâ, dimağı okuma ve yazma ile meşgul olan ve yorulan biri, dinlenirken yan gelip yatabileceği gibi, pekâlâ meşguliyet değiştirerek dinlenebilir; Kur’ân okuyabilir, namaz kılabilir, kültürfizik yapabilir, musâhabe ve mülâtefede bulunabilir ve hâkeza. Bunlarla yorulduğunda da döner tekrar kitap mütalâasına başlar. Hâsılı, sürekli hareket, sürekli iş çizgisini bir meşgaleyi bırakıp diğerine geçmek suretiyle değiştirme.. böylece “Çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma” metoduyla hareket etme mü’mince bir davranış olsa gerek. (23:10)

Soru: 2) Günümüz insanlarının haftada bir iki saatlik sohbetlerde ve senede on onbeş günlük tatillerde ancak biraraya gelebildiği düşünülürse, müzakere meclislerimizi ve okuma programlarımızı insanlığı bütün derinlikleriyle duyma yolunda bir uzlet ve halvet olarak değerlendirebilmemiz hangi hususlara bağlıdır? (24:53)

  • Eski kamplarda arkadaşların her birisi bir köşeye çekilip, günde 200-300 sayfa kitap okurlar, grup halinde kitap okuyup değişik meseleleri müzakere ederlerdi. Bazen iki üç ay bir arada kalır, cemaatle namaz kılıp gürül gürül tesbihât yaparlardı. Hatta alıştırma maksadıyla teheccüdleri bile cemaatle kılarlardı. Ayrıca, her akşam toplu ders olurdu. Bu renklilik, okunan kıymetli hakikatlerin ülfet ve ünsiyete kurban gitmesinin önüne geçerdi. Böylece, hemen herkes kendisini daha farklı duyar ve her an yeni bir endinliğe yelken açardı. (25:30)
  • Bütün boş zamanları -insanlığı kendi derinlikleriyle duyma yolunda muvakkat uzlet ve halvet yapmak suretiyle- müzakere meclisleriyle ve sohbet-i Cânân’la değerlendirmek lazımdır. (29:20)
  • Ders ve müzakere meclislerinde rehberlik yapacak kimseler, anlatacakları hususlara çok ciddi hazırlanmalı; bir ders için belki on gün çalışmalı; işin sancısını çekerek meseleleri alabildiğine renkli sunmanın yollarını aramalı ve ne yapıp edip sinelerde iman hakikatleri, İslam esasları ve kalb-ruh ufku ile alakalı aşk u iştiyakın husulüne vesile olmalıdırlar. Unutulmamalıdır ki, insanların gönüllerinde aşk ve heyecanın uyarılabilmesi -sebepler planında- ancak aşk ve heyecan temsilcisi mürşitler sayesinde gerçekleşir. (31:00)
  • Bir mürşidin tesirli olabilmesinin vesilelerinden birisi de bildiğiyle amel ediyor olmasıdır. Asıl olan, sadece bilmek değil, aynı zamanda bildiğini uygulamaktır. Kişi bildiğiyle amel ettiği sürece Allah Tealâ ona bilmediklerini de öğretir. (35:32)
  • Muhterem Hocaefendi vaaz günlerindeki ruh haletini, manevî hazırlıklarını ve kürsüye çıkacağı esnadaki mülahazalarını anlatıyor. (37:38)

Namazlaşma Yolu

/>Soru: Namaza karşı ülfeti kırıp onu tam duyabilme ve ikame edebilme düşüncesiyle son haftalarda Zât-ı âlînizin işareti üzerine hutbede birkaç paragraf da olsa namazdan bahsediliyor. Fakat çaresi aranan hastalığın umumi olduğu görülüyor. Bütün müminlerin namazı namaz olarak duyup eda edebilmeleri için neler tavsiye edersiniz?

Ne güzel yol, ne iyi arkadaşlar!..

Ne güzel yol, ne iyi arkadaşlar!..

Öbür tarafta Sırât’ı rahatlıkla geçebilmek, burada sırât-ı müstakîm üzere yaşamaya bağlıdır!..

Ötede, Sırât’ı rahat geçecek olanlar, burada sırât-ı müstakîm üzere yaşayan insanlardır! Sırat-ı müstakîm, yani “doğru yol” üzere yaşamak lazım. Kur’an-ı Kerim, bu yolun yolcularını şöyle anlatıyor: وَمَنْ يُطِعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا “Allah’a ve Rasûlüne itaat eden kimseler, işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar kıldığı nebîler, sıddîklar, şehitler, sâlih kişilerle beraber olacaklardır. Ne güzel arkadaşlardır bunlar!..” (Nisâ, 4/69) اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ beyanının tefsirinde -yukarıdaki ayete de işaret edilerek- hep bu söyleniyor; hemen hemen tefsirlerde ittifak halinde denebilir.

“Sırât-ı Müstakîm” nedir? Dosdoğru, eğrisi-büğrüsü olmayan şehrâh.. herkesin çok rahatlıkla gözlerini kapayıp yürüyeceği kadar rahat yol.. tepesi, tümseği olmayan yol. O, sırât-ı müstakîm. İfrat ve tefrite düşmeden yürüme, Allah’ın (celle celâluhu) emrettiği gibi yürüme ve Nebî’nin arkasında inhiraf yaşamadan yürüme: Sırât-ı Müstakîm.

O yol, kimin yolu? فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ Allah’ın in’âmına mazhar olanların… أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ diyor. Nimetsizlikten, nimet haline Allah’ın i’lâ buyurduğu insanlar; sağanak sağanak nimetlerini onların başlarından yağdırdığı insanlar. Bakın, bu beraat-i istihlal bir merak uyardı: “Allah Allah, kim bunlar?” أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ Allah’ın, in’âmât-ı sübhâniyesini -insanların utûfet-i şahânesini, lütf-u şahânesini değil, Kendi utûfetini- sağanak sağanak başlarından yağdırdığı insanlar.. o sırât-ı müstakîm erbabı.. burada o yolu öyle düzgün götürenler.

Kim bunlar? فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ O in’âm-ı İlahîye mazhar olanların bir kısmını “Nebîler” teşkil ediyor. Âyet-i kerimede geçen “min” (مِنْ) harf-i cerri, (“onlardan bir kısmı” manasına gelen) “teb’îz” için değil, (“onlar şu kimselerdir” manasına gelen) “beyan” içindir. Nebîlerin bütünü kastedilmektedir. Onun (Allah’ın nimetlerine mazhar olanların) bir kısmını nebîler teşkil ediyor, demektir.

Fakat nebîlerde kıskançlık ve hased yoktur. “Bu yolda sadece biz yürürüz, siz yürüyemezsiniz!” filan değil; arkalarında yürüyenlere de yollar açık, bilmem nereye kadar. Onun için, مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ Peygamberler topluluğu zikredildikten sonra, arkadan “sıddîkîn” geliyor; Allah’a karşı sürekli sadâkat içinde bulunanlar…

Nübüvvetten sonraki en büyük mertebe

Onlardan bazıları, peygamberleri adım adım izliyorsa, diğerleri de her dönemde yaşayan sıddîkları öyle takip ediyorlardır. Her halde, Hazreti Âdem’in yanında da öyle bir sıddîk vardı; mesela, kardeşine “Ben sana elimi uzatmam!” diyen Hâbil de herhalde öyle birisi idi. Hazreti Nuh’un gemisine binenler arasında, öyle bir sıddîk vardı. Hazreti İbrahim’in yanında, Hazreti Lût vardı, amca çocuğu; Sodom-Gomore’ye gönderildi, Allah onu da peygamberlik ile serfirâz kıldı.

Sıddîk… Hazreti Musa’nın yanında, Mü’min-i Âl-i Firavun vardı. O, Firavun ordularının başkomutanı, Âsiye validemizin de ağabeyi idi. Hazreti Musa’ya bir kötülük yapılacak diye o güne kadar imanını -Kur’an diyor- ketmetmiş, sağlam saklamış. Halk arasında âdetâ halvet yaşamış; fakat kalbi hep Allah için çarpmış ve hep Hazreti Musa’nın yanında bulunmuş. Onların tuğyan ve dalaleti karşısında da en son sözü şöyle olmuş: فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللهِ إِنَّ اللهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ “Bugün size söylediklerimi çok geçmeden hatırlayacak (ve bana hak vereceksiniz). Ben ise, tam bir teslimiyet içinde işimi Allah’a bırakıyorum. Allah, elbette kullarını çok iyi görmektedir.” (Mü’min, 40/44) Hani, onun için bir âkıbet görünür gibi oluyor. Ne var ki, orada, rivayet muhtelif. Bazı zayıf rivayetlere göre, ona bir şey yaptılar. Kuvvetli rivayetlere göre ise, ona bir şey yapmıyorlar; seyyidinâ Hazreti Musa, Beni İsrail’i yanına alıp da Mısır’dan ayrıldıktan sonra, Mısır’ın kaderine o hâkim oluyor.

Diş sıkıp sabredenler… مَنْ صَبَرَ ظَفِرَ Sabreden insan… Doğru, bu ifadede, biri hariç, bütün harekeler fetha; hepsi fetha, fetha, fetha: Fütuhât. Ondan sonra karşı tarafın belini kırar: Kesre. Aynı zamanda, kendi zaferini ortaya koyar, yine sonunda “ra” harfinde fetha.

Hazreti Îsâ’nın yanında da var öyle sıddîklar… فَلَمَّا أَحَسَّ عِيسَى مِنْهُمُ الْكُفْرَ قَالَ مَنْ أَنْصَارِي إِلَى اللهِ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ أَنْصَارُ اللهِ آمَنَّا بِاللهِ وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ “Ne zaman ki Hazreti Îsâ onların inkârlarında ısrar ettiklerini hissetti, ‘Allah’a giden yolda bana yardım edecek kim var?’ dedi. Havârîler: ‘Allah yolunda yardımcılar biziz. Biz Allah’a iman ettik. Ey Îsâ, bizim Müslüman olup Allah’a itaat ettiğimize sen de şâhid ol!’ dediler.” (Âl-i Imrân, 3/52) Böyle diyorlar, göğüslerini geriyorlar, o Sultân-ı Zîşân’a (aleyhisselam) kanat açıyorlar; kanatlarını geriyor, koruyor, sıyânet altına alıyorlar O’nu. O’nun nezdindeki sâdıklar da, onlar idi.

Evet, مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ İkisi de çoğul. Yine kıskançlık yok; مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ Onlardan sonra da şehitler geliyor. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir.”Kılıcın kınından çıkıp meselelerin -biraz- kılıç ile, mızrak ile, ok ile, yay ile halledildiği dönemde, o mevzuda göğsünü gererek güle güle ölüme yürüyen insanlar… Hani bir İbn Cahş heyecanıyla bir sahabî heyecanını değerlendirebilirsiniz. Uhud’da bir kayanın dibine sinmiş. Arkadaşlarından bir tanesi yanına sokulduğunda, “Allah’ım! Bir kılıç darbesiyle bir kolumu koparsınlar, öbür kılıç darbesiyle de öbür kolumu. Bir kılıç darbesi ile bacağımı kessinler; öbür bacağıma da bir kılıç darbesi indirsinler. Sonunda, boynumu koparsınlar. Nezd-i Ulûhiyetine geldiğim zaman, ‘Abdullah, sana ne oldu?’ diyesin. Ben de ‘Senin yolunda, Allah’ım!..’ diyeyim!” diyor. Ölesiye savaşıyor orada; göğsünü geriyor, Allah Rasûlü’nün önünde. Ve dilediği/istediği o şeyler, başına geliyor. Mus’ab İbn Umeyr ile beraber, âdetâ melekler hızında, Allah’a yükseliyor.

Şehit… وَالشُّهَدَاءِ deniyor. مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ Nâm-ı Celîl-i İlahî şehbal açsın ve nâm-ı celîl-i Muhammedî dört bir yanda câmi minarelerinde asılan mahyalar gibi, hep pırıl pırıl parıldasın diye mücâhede eden.. ve dünyanın dört bir yanına şedd-i rihâl için çantasını eline alıp ama ihtiyârî ama cebrî göç eden, dört bir yana tohumlar gibi saçılan, saçılıp toprakta çürüyen, çürüyüp başaklara yürüyen insanlar: الشُّهَدَاءِ

Maddî kılıcın kınına girdiği günümüzde selâm ruhu bizim tek sermayemiz

Günümüzde maddî kılıç kınına girdiğinden dolayı, Kur’an’ın elmas düsturları ile, o elmas düsturların hâle intikali ile, tabiatın bir derinliği haline gelmesi ile, hâl ve temsil diliyle doğru Müslümanlığı anlatmak esastır. İnsanlar, sazınıza, sözünüze, neyinize, nayınıza (sazınıza) bakarak değil, sizi gözleriyle temâşa ederek, tavırlarınızda sizi okuyarak Müslümanlığı tanımalılar. Ama bir sene, iki sene, üç sene, dört sene, beş sene… Çizgi aynı, hiç değişmiyor. Kalb, aynı ritimde hep, yetmişin üzerine geçmiyor; gayet ritmik, aritmi yok o kalbde. Nabzı tutuyorlar, aynen; her şey sağlam. Öyle bir inandırıcı tavır sergiliyorlar ki!.. İşte, o hal diliyle, temsil diliyle anlatmaktır. Allah, öyle anlatmada sâbit-kadem eylesin!..

“Tenzîl dili”ne, tebliğine mukabil, Allah Rasûlü’nün gürül gürül ayrı bir ikinci dili vardı; o da “temsil” dili. Hayat-ı seniyyelerinde kendine “Emîn” dedirtmişti, “Sâdık” dedirtmişti. Peygamberlerin sıfatları “sıdk”, “emanet”, “tebliğ”, “ismet”, “fetânet” diyebilirsiniz. Bir de “ayıplardan münezzehiyet/müberreiyet”; arkasında olan insanların tiksinti duymayacakları şekilde kıvamında insan olmaları; edalarıyla, endamlarıyla, görkemleriyle hep imrendiren tipler. Evet, bu da şimdiye kadar kabul edilen şeylerin dışında altıncı bir sıfat oluyor onlar için.

Sıdk ve sadâkat içinde, Allah Rasûlü, kendisine yüklenen o büyük, o ağır, o dağları paramparça edebilecek sorumluluğu her şeye katlanarak mübarek omuzlarında taşıdı. Omuzuna değil, O’nun ayaklarının altına kurban olayım!.. Kuddûsî’nin dediği gibi, “Ol Medine izi-tozu bu Kuddûsî’nin yüzüne tûtiyâdır.” Ayağını bastığı yerleri, İmam Mâlik gibi… Ayakkabısız gezerek, “Buraya belki basmıştır! Ama ben ayakkabı ile oraya basamam!” Medine’de, “Buraya basmıştır belki, buraya basmıştır!..” diyor. “Ol Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır!”

Evet, Allah Rasûlü’nün temsili öyle müessir olmuştu ki, “Emîn” diyorlardı, “Sâdık” diyorlardı, “Vazifesini bihakkın yapıyor!” diyorlardı. Aynı zamanda, “Mâsum” idi; o gayr-ı meşru hiçbir şey karşısında eğilmemişti, Allah’ın izni-inâyetiyle; onlar da itiraf ediyorlardı bunu. Fakat hazımsızlıkları, başka şeyden dolayı idi: Onlar, öyle bir pâyeyi başkasına, mesela Velid İbn Muğîre’ye ve Tâif’teki Urve İbn Mes’ûd es-Sakafî’ye yakıştırıyor; “Nübüvvet olacaksa, bunlara gelmeli!” diyorlardı. Urve, Haccâc-ı Zâlim’in dedesi. Oğlu, Müslüman oluyor da, o olmuyor; Haccâc’ın babası, Müslüman. Kur’an-ı Kerim, ifade ediyor: وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ عَلَى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ“Ve şunu da söylediler: Bu Kur’ân, şu iki şehirden önde gelen büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhrûf, 43/31) Yani, siz belirleyeceksiniz Allah’ın takdirini?!. Hâşâ ve kella; O’ndan iyi bileceksiniz?!.

Maddî kılıç, kınına girdiğine göre, bundan sonra insanlar, anlatacakları şeyleri, hâl dili ile anlatacaklar. Millet, kulak kesilecek, onları “hal”leri ile dinleyecek; kulak kesilecek, onları “temsil”leri ile dinleyecek, onları “yaşayış tarzları” ile dinleyecek, onları “yürüdükleri yol” itibarıyla dinleyecek, onları haram-helal mülahazalarıyla dinleyecek. İslamiyet, “haram-helal” mülahazasını bilmeye bağlıdır. O mevzuda ne kadar hassaslar?!.

Sizin kardeşleriniz.. dünyanın değişik yerlerine sizden evvel açılanlar.. onlardan evvel açılanlar.. yirmi beş, otuz sene evvel açılanlar… Gittikleri yerlerde dikili bir taşları olmadı. Bunu görenler -bağışlayın- aptal değil; diyorlar ki: “Allah Allah! Bu insanların dünya adına bir beklentileri olsaydı, burada bir şey yaparlardı; bir makam kaparlardı, bir mansıp peşinde koşar dururlardı. ‘Üç beş kuruş bir şey elde edelim, dünya adına birkaç yere, birkaç tane taş dikelim!’ derlerdi. Hiç birini yapmadılar. Ya bu insanlar çok aptal!.. Fakat yaptıkları şeye bakınca, çok akıllılar. Zira yabancı bir ülkede eğitim faaliyetleri adına açtıkları okullar sürekli birinci oluyor. Talebeler, dünya birinciliğine seçiliyor. Aynı zamanda dünya olimpiyatlarında birbirleriyle sarmaş-dolaş oluyorlar ki, Hümanistler o meselenin rüyasını bile görmemişlerdir; ütopyacılar öyle bir meselenin rüyasını bile görmemişlerdir. Allah Allah! Bu adamlar, deli ise, deli bunu yapamaz! Bu adamlar, akıllı ise, dünya namına hiçbir şey arkasında koşmuyorlar. Demek ki bunlar, birer vefâ âbidesi, sadakat âbidesi, emanet âbidesi, ismet âbidesi, îsâr kahramanı… Yaşatmak için, dünyanın dört bir yanına açılıyorlar. Yaşamayı, buzdolabına koymuş; yaşatma hissi ile mahmuzlamışlar nefislerini. Koşmuşlar dünyanın dört bir yanına; dört bir yanı, tek bir yan haline getirmek için, öldürücü/kahredici kavgaları durdurmak için, boğuşmaları durdurmak için, insanca yaşama ufkunu göstermek için!..”

Yakın dönem şehitleri

Bakın, nereden geçtik buraya; مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ dedik. Şehitler… Şehitler, o dönemde oluyordu; şimdi de şehit olabilir. Evet, antrparantez ifade edeyim: Bu cebrî hicret içinde ve baskılar altında, Meriç’te boğulanların yanında, daha başka yollarda da tedavi imkânı bulamayan, hatta üzüntüden vefat eden insanlar oldu. Belki üzüntü de -zannediyorum- stresler de, anguazlar da metastazı hızlandıran sebeplerdir. Böyle olup vefat eden kahramanlar/şehitler oldu. Çok şehit oldu; zannediyorum Uhud şehitlerinin birkaç katı şehit oldu. Çocuk, şehit oldu; anne, şehit oldu; baba, şehit oldu. Zulüm diyarından başka bir diyara giderken -serbest nefes almak için, üç-beş yudum oksijen yudumlamak için, rahat bir hayat yaşamak için giderken- hayatından oldu bir hayli insan. Yüzlerce… Evet, onlar da yine şehit.

Ayet-i kerimede, şühedâdan sonra وَالصَّالِحِينَ deniyor bir de. Şehitlerin arkasında geliyor bunlar; şehit olmamış fakat aynı yolda koşmuşlar. “Yolumuz, peygamber yolu, başka yolda yürümek, bize haram olsun! Yaşama zevki, bize haram olsun! Allah, yaşatma duygusunu, şeker-şerbet gibi bize duyursun!” demişler; evet biz de diyelim. Dediler, diyeceğiz inşaallah, demeye devam edecek ve o yolda da yürüyeceğiz.

Zira zaten baştan kazanmış oluyorsunuz. Yola çıkarken, size vaad edilenler yazılmış oluyor: “Bunlar, geldikleri zaman, kapıda vize sormayın, içeriye alın!” Kazanmış oluyorsunuz. Üç-beş dakikalık dünya hayatında kaybettiğiniz şeylerin ne önemi olur?!. Öbür tarafa geçtiğiniz zaman, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, karşılıklı koltuklarda oturacak, birbirinize dünyada olan -Hazreti Pîr’in ifadesiyle- muhavereleri tekrar edeceksiniz: “Allah Allah! Ne komik şeyler idi. Bir kısım Şeddâdlar, zâlimler, Saddamlar, Kazzâfîler, Hitlerler böyle zulmediyorlardı. Ne komik adamlardı onlar! Hani biz de ayrılıyorduk ama yolumuzdan ayrılmıyorduk. Sevdiğimiz ülkeden, toprağının her parçasını gözümüze sürme diye çekebileceğimiz bir yerden ayrılıyorduk, içimiz sızlıyordu ama Sen’in için ayrılıyorduk. Ve ilk ayrılan da biz değildik zaten!”

Hazreti Nuh, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Hazreti İbrahim, Ulû’l-azim peygamber, Babil’de idi; o da ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Seyyidinâ Hazreti Musa, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? Hazreti Lût, ayrılmış mıydı, ayrılmamış mıydı? İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), -Ayağının tozuna kurban olayım!..- doğduğu maskat-ı re’sinden ayrılmış mıydı ayrılmamış mıydı?!. Kâbe’nin/Beytullâh’ın tev’emi/ikizi. Kâbe, Sidretü’l-müntehânın izdüşümü; Allah Rasûlü de onun ikizi. Dünyada, o yerden daha mukaddes bir yer olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu, orada dünyada gelirdi; Âmine Hatun, orada olurdu; Hazreti Abdullah, orada olurdu; Abdulmuttalib, orada olurdu; Hâşim, orada olurdu. Orası idi; o mübarek yer, orası idi; orada dünyaya gelmişti. O da bir insandı; onun için orayı terk edip ayrılacağı zaman, emniyet alanına ayak bastığı ân, döndü, Kâbe’ye baktı, Mekke’ye baktı; gözleri dolu dolu oldu ve ağladı; “Çıkarmasalardı, çıkmayacaktım!” dedi. O da cebrî hicrete mecbur olmuştu.

Her devirde, Ebu Cehiller olmuştur, Utbeler olmuştur, Şeybeler olmuştur, İbn Ebî Muaytlar olmuştur. Yol, hep o olmuştur ve bu yol “peygamber yolu”dur. Ama -çok duyduğunuz, çok tekrar edilen bir söz- “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var!..” Aşılması çok zor tepeler var, gâileler var, belâlar var, musibetler var, handikaplar var; var oğlu var… Ama O (celle celâluhu) var; size ebedî bir varlık vadeden Allah var! Cem Karaca ifade etti: “Allah, yâr!..” Allah, yâr; Allah, yâr; başkası, ağyâr; Allah, yâr!.. O, yâr olduktan sonra başka ayrılıklar ne ifade eder ki?!. Cenâb-ı Hak, Kendi “yâr”lığıyla bizi sâbit-kadem kılsın!…

Ve sâlihler… وَالصَّالِحِينَ Ha, siz de esas o meseleye teşne; yürümüşsünüz, “Ne gelirse gelsin! Gelsin başımıza, ne gelirse gelsin!” diyerek. Ama kimilerine sizden evvel öbür tarafa, ruhlarının ufkuna yürüme müyesser olmuş; kimilerine de olmamış. Ee canım, herkese müyesser olsa, o bayrağı oraya kadar taşımak mümkün olmaz ki! Sahabe-i Kirâm’dan da şehit olanlar oldu, Allah Rasûlü döneminde; aşağı-yukarı yüz yetmiş insana yakın insan, şehit oldu. Ama her biri dünyaya bedel insandı onların; bunları hafife almamak lazım.

Burada -antrparantez- Allah Rasûlü’nün savaşlarının tedâfuî savaşlar, müdafaa savaşları olduğunu bir kere daha hatırlatalım. Peygamber fetâneti ile, çizdiği stratejiler ile öyle savaştı ki, kan dökmeden hedefine ulaştı, her defasında; akıl almaz.

“Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun; benimçün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!”

Fakat günümüzde Allah (celle celâluhu) size hayatınızı bağışlıyor ve gittiğiniz yerlerde bir şey yapma imkânı veriyor. Vüdd vaz’ edilmiş; millet, hüsnükabul gösteriyor. Dünyanın değişik yerlerinde, o küçük küçük kümeler, doğruyu kâmet-i kıymetine uygun, doğruluk içerisinde sergiledikleri zaman… Belki kendileri o âkıbeti görecek veya göremeyecekler. O mülahazalarını da şuna bağlayabilirler: “Sen, tohum at git! Kim hasat ederse etsin!” Bir gün mutlaka bastıkları yerler, o hâristanlar, bâğistana, gülistana, bostana dönecektir. Ve dünya, birer yâd-ı cemîl olarak yâd edecektir sizi, sizden öncekileri ve sizden sonrakileri; Allah’ın izni-inâyetiyle.

Varsın birileri kendileri adına Cehennem çukuru kazsın dursunlar. Yolunuz, Peygamber yolu olduğuna göre -hedefinizde de Cennet var, Cemâlullah var, Rıdvan var- kazanmışsınız, emin olun!.. Kur’an’ın düsturları, bunu söylüyor; bakmayın başkalarının mübalağalı ifadelerine.

Gönlümüzü kırmışlar, haysiyet ve şerefimizle oynamışlar, -yine Türkçe’mize gelmiş oturmuş, otağını kurmuş yabancı bir kelimeyle diyeyim- onurumuzla oynamışlar; varsın olsun, varsın olsun!.. “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun!”Sebk-i Hindî tarikiyle olduğundan dolayı, orada bir oyun oynuyor şâir; “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı…” diyor. Zaten yıkık olan, harabe olan benim hatırımı yıkan insanlar, yâ Rab, şâd olsun!.. “Benim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!” Vird-i zebânınız olsun: “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımızı -yâ Rab- şâd olsun / Bizim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, bermurâd olsun!”

Allah, Kendisini tanıttırmakla o zâlimleri de bermurâd eylesin! O yalancıları da bermurâd eylesin! Sabah, ayrı bir yalan; öğle, ayrı bir yalan; ikindi, farklı renkte bir yalan; akşam, farklı renkte bir yalan; söylememiş bütününü, bazılarını tehir etmişlerse, “Yatmadan evvel şunu da söyleyelim!” diye, yatmadan evvel söyledikleri yalan… Tenakuzlar dünyasında düşe-kalka yürüyen insanlar; varsın onlar, o bataklık içinde düşe-kalka yürüyedursunlar.

Fakat, Allah (celle celâluhu) onların da gözünü açsın! Kalblerinde şeytanlara açık kapıları kapasın! Ruhânîlere açık yeni -kale kapıları gibi- kapılar açsın! Kalbleri hep meleklerin konağı haline gelsin, ruhânîlerin konağı haline gelsin!..

Evet, hiç endişe etmeyin!.. Bunu da söyleyeyim: “Hak, tecelli eyleyince, her işi âsân eder / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder!..”Bunu görünce, hepiniz vicdanlarınız ile, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ der misiniz, demez misiniz?!. “Hepsi, Allah’tan. Bütün hayırlar, Allah’tan!” Varsa bizim biraz sürçmemiz veya az yüzüstü düşmemiz ya da bazı imkânları rantabl değerlendirmemiş/değerlendirememiş olmamız, Allah Teâlâ bunlardan dolayı kulak çekme mahiyetinde, Hazreti Pîr ifadesiyle şefkat tokadı.. veyahut da huzur-i Kibriyâsına tertemiz, arınmış olarak gitmemiz için -bir yönüyle- belâ kurnalarından geçiriyor, belalar ile bizi arındırıyor. Bu açıdan sabredersek, -başa döndük yine- مَنْ صَبَرَ ظَفِرَ Fethadan fethaya, fethadan fethaya, fethadan fethaya; sonra bir kırılma ama o kırılmadan sonra yine fetha.

Musibetlerin ilk şoku yaşanırken sabırlı olmak ve istikameti korumak gerektir

Bela ve musibetler sağanak sağanak geldiği zaman, bazen insanın duygu ve düşüncesi, daha doğrusu “istikamet mülahazası” kayabilir. Bir yönüyle, o istikamet mülahazasını koruyacak şey de kalbdir, kalbin ruhânîlere ve melekûtî âlemlere açık olmasıdır. Melekûtî âlemlere açık olması lazım ki, mülkî âlemlere kapalı kalsın; melekûtî âlemlere açık olmalıdır ki, melekler, sürekli orayı kontrol altında tutsun ve şeytan oraya nüfuz etme imkânı bulamasın. Kalb, ciddî sıyanet altına alınmalı ve korunmalı. Fakat bazen hadiseler, öyle şok tesiri yapar ki, insan, işte o hadisenin şoku ânında orada istikametini koruyamayabilir.

Şok anında düşünce istikametini koruma, kalb selametini koruma, Allah ile münasebetini koruma çok zor olduğundan, İnsanlığın İftihar Tablosu, اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى buyuruyor, “Sabır, hâdisenin şoku yaşandığı ândadır!” diyor. Hadisenin şoku yaşandığı ânda, özellikle o zaman, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalaletten başka, her hale hamd ü senâ olsun!” demeli. Değişik musibetler karşısında “aktif sabır” demek, dişini sıkıp katlanmak; o hadisenin şokunu yediği ânda, orada dengeyi korumak…

Fakat bazen o zayıf iradelerin -benim gibi iradesi zayıf olan insanların- aklına öyle -İlahî takdiri tenkit ifade eden düşünceler- gelebilir. Onu hemen savmaya bakmak lazım. Bir nöron zehirlenmesi denebilir ona; bir zihin zehirlenmesi denebilir.

Evet, hadisenin şoku yaşandığı ân, denge korunamayabilir. Zannediyorum, milletine çok bağlı, değerlerimize çok bağlı, benim de candan sevdiğim M. Akif’in o sözü: “Yok musun ey adl-i İlahî?!.” Öncesinde de  “Ağzım kurusun!” diyor: “Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî / Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i İlahî?!.”Hatta söylerken, böyle evvelâ istiğfar edip sonra günah işleme… Oysaki mesele aksinedir; günah işlemekten uzak durmak lazım; işlemiş ise, sonra “Estağfirullah! Ağzım kurusun; keşke ağzımı o istikamette kullanmasaydım!” diyebilir. Bazen latife-vâri bunu da arz ediyorum.

“Nûr istiyoruz, Sen, bize yangın gönderiyorsun,
‘Yandık!’ diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun.
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında
Yâ Rab, o cehennemle bu tufan arasında,
Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!”

Tarihin, yerin altına gömdüğü o putlar, bütünüyle bir kere daha hortlayacak. Ee Hazretin dediği de olmuş; bütün putlar hortlamış. Mahrutî bakış ile, bütüncül bir bakış ile bakınca, hadiselerin yoğunluğu onun üzerinde öyle bir tesir icrâ etmiş ki!.. Fakat hani ondan sıyrıldığı dönemler var, onu alıp bir kenara elinin tersiyle ittiği ânlar da var.

“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Ye’s öyle bataktır ki, düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar…”

Bir de böyle gürlediği, ezan sesiyle gürlediği, bir yönüyle her tarafta sesi mâkes bulacak şekilde gürlediği, yankılanacak şekilde sesini yükselttiği ânlar var.

İşte bizim de değişik şeylere maruz kaldığımız zaman, hadisenin şoku yaşanırken, ona sabretmemiz lazım. Yaramıza bir neşter vuruyorlar, bir bıçak vuruyorlar; burada bazen “Of!” dememek mümkün değildir. Onun için “Of!” dedirtmemek için, narkozluyorlar insanları, yarayı duymasın diye. Ee biz de bilemiyoruz, o meseleye karşı nasıl narkoz olacak? Bir de hele günümüzde olduğu gibi, böyle belâ sağanağı gelirse şayet, “Haydi şunun için narkozluyorlar; ya diğer bela?!.” Mesela müesseselerinizi kapattıkları ân beyninize bir balyoz iniyordu, narkozladılar sizi.. muallimleri içeriye attılar, bir daha narkoz.. karıyı-kocayı birbirinden ayırdılar, bir daha narkoz.. şu kadar yüz çocuğu, bin çocuğu içeriye attılar, bir daha narkoz.. narkoz, narkoz, narkoz… Zannediyorum narkozu icat eden insanlar, “Vallahi yetiştiremiyoruz artık!” diyeceklerdir. Evet, narkoz yetiştiremeyeceğiz o bela sağanağına.

“Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!”

Bu açıdan da aklımıza gelen şeyleri, Cenâb-ı Hakk’a olan güvenimiz ve itimadımız ile tadil etmeliyiz. Ne pahasına olursa olsun!.. Diyoruz ki, “Bugüne kadar lütfettiği şeyler, bugünden sonra lütfedeceği şeyler adına en önemli referanstır!” O (celle celâluhu) sizi, bir doğru yola hidayet buyurmuşsa, O’na doğru yürüyorsanız, O’na doğru yürüyenleri, O, hiçbir zaman yolda yüzüstü bırakmamıştır: Hazreti Âdem’i bırakmamıştır, Hazreti Nuh’u bırakmamıştır, Hazreti İbrahim’i bırakmamıştır, Hazreti Yakûb’u bırakmamıştır, Hazreti Musa’yı bırakmamıştır, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bırakmamıştır. Çekmişler, çektiğinizin yüz katını; fakat lütuflara mazhar olmuşlar ki, mazhar olduğunuz lütufların bin katı; bin katı…

O en son dalgalarla bugün hâlâ bir dirilik sergiliyorsak şayet, o ne müthiş bir kazanımdır?!. Hâlâ bugün, şöyle-böyle, taklidî dahi olsa, o camilerde el-pençe divan durup اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ diyorsak, ani’l-merkez o nûr tayflarının bize doğru gelmesi, ne müthiş bir hadisedir ve O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) için ne büyük bir kazanımdır!.. Allah’a sizi yaklaştırma adına ne büyük bir kazanımdır! “Bir” çekmiş fakat Cenâb-ı Hak, “bin” lütfetmiştir.

Bu açıdan, meselelere böyle bakarak, muvakkat musibet dönemlerine sabretmek lazım; bir ay mı olur, iki ay mı olur, bir sene mi olur, iki sene mi olur?!. Ashâb-ı Kirâm, üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykota maruz bırakıldılar. Hem de içlerinde inanmayanlar bile vardı; sadece mensubu oldukları kabileden dolayı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mensup olduğu kabile Benî Hâşim’e mensup olduklarından dolayı boykota maruz kalmışlardı. Fakat bir tek kelime ile şikâyet ettiklerini bilmiyorum. Bazılarını ölüm çağlayanı önüne katmış, almış götürmüştü; oradan ayrıldıkları zaman, bizim bildiğimiz Ebu Tâlip ve mübarek validemiz, valideler validesi büyük vâlide, “Kübrâ” diyoruz, Hadîcetü’l-Kübrâ.

O nebîler, sıddîklar, şehitler ve sâlihler refakati adına nelere katlanılmaz ki?!. Balyozların değil, tankların paletleri altına atsınlar.. Bilâl-i Habeşî gibi, üzerinize kocaman kocaman taşlar koysunlar.. insanın beynini kaynatan o sıcakta, çölde, kumun üzerinde sizi yatırsınlar.. sizi tehdit etsinler, ölüm ile tehdit etsinler.. ve yanınızda ölen insanlar olsun… Yine her şeye rağmen, “Ehad, Ehad, Ehad!” (أَحَدْ، أَحَدْ، أَحَدْ) (celle celâluhu) diyeceksiniz; evet, “Tek, Sen’sin! Çifti olmayan tek, Sen’sin! Ehad’sin!”

Belâ ve musibetler sağanağı karşısında, o şokun olumsuz tesirini böyle kırıp Hazretin muvakkaten söylediği, “Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî / Ağzım kurusun, yok musun, ey Adl-i İlahî!” demeyelim. Bizim için de söz konusudur ve Kıtmîr de çok korkuyor. “Allah’ım! Islah eyle onları!” diyor; “Kötülük yapanları, kalben ölmüş insanları, nefis ve enâniyet cihetiyle hortlamış insanları, Allah’ım, insanlık ufkuna hidayet eyle! Gönüllerine lüyûnet lütfeyle. اَللَّهُمَّ لَيِّنْ قُلُوبَهُمْ، لَيِّنْ قُلُوبَهُمْ لِلْإِيمَانِ، وَاْلإِسْلاَمِ، وَاْلإِحْسَانِ، وَالصَّدَاقَةِ، وَاْلاِسْتِقَامَةِ، وَالْمَحَبَّةِ، وَإِلَى خِدْمَتِنَا، وَحَرَكَتِنَا، وَجَمَاعَتِنَا، وَمُؤَسَّسَاتِنَا؛ وَإِلاَّ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ “Allah’ım kalblerini yumuşat; iman, İslâm, ihsan, sadâkat, istikamet ve muhabbete karşı, hizmetimize, hareketimize, cemaatimize, müesseselerimize karşı kalblerini yumuşat! Şayet muradın bu değilse, Allah’ım onları Sana havale ediyoruz!..” diyoruz. اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ، اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ “Allah’ım onları Sana havale ediyoruz! Allah’ım onları Sana havale ediyoruz!..” Gücümüz yetmiyor, ne diyelim?!. اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِهِمْ

Gücümüz olsa bile, “Biz, muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!” diyoruz. Silahla, hoyratlıkla üzerimize gelenlere, yumruğumuzla bile mukabele etmiyoruz. Yüz ekşitmekle bile mukabelede bulunmuyoruz, sert bir kelimeyle bile mukabelede bulunmuyoruz; çünkü bunları, insanî karakterimize aykırı buluyoruz. El-âlem yapmış bunu fakat biz yapmayacağız; ahd ü peymânımız var, yapmayacağız!.. Ezseler bile, onlar gibi davranmayacağız! Öldürseler dahi onlar gibi davranmayacağız!.. Onlar gibi davranmaktansa, on defa ölmeyi tercih edeceğiz, yirmi defa ölmeyi tercih edeceğiz, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Allah’a güvenmenin ve Allah yolunda olmanın gereği budur. Katlanacağız bunlara. Nöronlarımızı kontrol altına alacağız, şeytanın nüfuz etme deliklerini kapayacağız; meleklere nüfuz etme pencereleri, kale kapıları açacağız, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ve Cenâb-ı Hak’tan gelen o şeyleri hep hoşnutlukla karşılayacağız: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ رَسُولاً diyeceğiz: “Rabb olarak, Sen’den razıyız, hoşnuduz; Peygamber olarak, Hazreti Rasûlullah’tan hoşnuduz; din olarak da İslam’dan tâ dünden hoşnud olageldik, bu gün de hoşnuduz.” Allah’ım, ebedlere kadar da Sen, hoşnut eyle! Âmin!.. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Ne Helva Ne de Selvâ

İnsî ve cinnî şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırız!..

Hadis kaynaklı değil fakat evrâd u ezkârda hep o şekilde dillendiriyorlar: اَللَّهُمَّ كُنْ لَنَا وَلاَ تَكُنْ عَلَيْنَا فِي كُلِّ أَمْرِنَا وَفِي كُلِّ شَأْنِنَا “Her işimizde ve her şe’nimizde/halimizde bizimle beraber ol, aleyhimizde olma Allah’ım!”

İstihkak ve kesb, bize ait. Olumsuz şeyi doğrudan doğruya O’na (celle celâluhu) nispet etmek münasebetsizlik olur; O, hiçbir zaman kullarının aleyhinde olmaz. Ama hevâ ve hevesimize uyarak olumsuz şeylere -şayet- sülûk edersek, öyle bir muameleye “kesb-i istihkak” ederiz; O da bizi “müstahak” kılar.

İşte o mülahazayla, كُنْ لَنَا فِي كُلِّ شَأْنِنَا dersiniz. Buna, isterseniz “Bizim için ol!” manasını verirsiniz; isterseniz “lam” harfinin işaret ettiği anlamlar açısından “Bize mahsus ol!” (tahsisleme) manasını verirsiniz; isterseniz “temlik” anlamını düşünür, ona göre mana verirsiniz ve bunların hepsi dil açısından mülahazaya alınabilir. وَلاَ تَكُنْ عَلَيْنَا “Aleyhimizde olma!..”

Ayrıca, وَكُنْ عَلَى أَعْدَائِنَا فِي كُلِّ شَأْنِهِمْ وَفِي كُلِّ أَمْرِهِمْ dediğiniz zamanda da şeyâtîn-i ins ve cinni kastederek “Aleyhimizde olan kimselerin Sen de aleyhlerinde ol!” demiş ve “Tecellîlerin -lütfen- o istikamette olsun. Onlara, kötülüklerini sonuna kadar icrâ etme imkânı verme! Bu, başkalarına (mazlumlara) eziyet, zulüm ve haksızlıktır; onların (zâlimlerin) da uhrevî hayatlarını karartmadır!” manasını kastetmiş olursunuz. Evet, böyle derken iki şeyi birden istemiş olursunuz: Rabbimiz, hem mazlumun, mağdurun, mehcûrun, bu durumlara maruz kalan insanların hakkını koru; hem de diğerlerini, cezalarını âhirete bırakarak orada şeytanla beraber aynı yere tıkma!..

Şeytan, orada da diyalektik yapıyor: “Benimki sadece size bir vesvese idi ama siz kendi iç güdümleriniz ile yaptınız yapacağınız şeyleri.” Evet, şeytan, dünyada dürtüleriyle, hevâ-i nefsi kullanmakla, nefs-i emmâreyi kullanmakla insanları şirazeden çıkardığı gibi, orada da yaptığı diyalektik ile onları susturuyor. “Benimki sadece bir vesvese idi!” diyor. Meseleyi açacak olursak: “Enbiyâ-ı ızâm size, ne nurânî şeyler ile gelmişti; Allah, size ne nurânî şeyler göndermiş idi. Semadan gelen o şua tayfları karşısında siz gözünüzü açıp onları görmediniz de benim uzaktan sinyallerimin tesirinde kaldınız ve onlara uydunuz; bir yönüyle dünyaya taptınız, âhireti unuttunuz!” “Onlara uydunuz!.. Dünyaya taptınız!.. Âhireti unuttunuz!..” Bu sözlerin, bu cümlelerin her birerleri Kur’an-ı Kerim’de, farklı ifadeler ile hep zikredile gelmiştir, tasrifât-ı Kur’âniye içinde.

Cenâb-ı Hak, insî ve cinnî şeytanların şerrinden muhafaza buyursun!.. Kur’ân-ı Kerim, bize bu istikamette bir dua talim buyuruyor: رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım.” (Mü’minûn, 23/97-98) Ayet-i kerimede, الشَّيَاطِينِ (şeyâtîn) deniyor; bu, “şeyâtîn-i ins ve cin” demektir. Yalan söyleyenler, bir yönüyle şeytanın arkadaşlarıdır, onlar dâhil buna. İftira edenler, şeytan kategorisine dâhildirler. Şunlar da dâhil ona: Hayatını tenakuzlar içinde geçirenler.. dünyaya tapanlar.. hafizanallah, hizmet ediyor gibi göründükleri halde hep dünyayı hedefleyenler.. hep çıkar ve menfaat peşinde koşanlar.. hedeflerinde hep dünya, “Bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenler.” Bunlar, “şeyâtîn-i ins”tir.

Siz o duayla, رَبِّ أَعُوبُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ (مِنْ اْلإِنْسِ وَالْجِنِّ) وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Allah’ım! İnsî ve cinnî şeytanların dürtülerinden, onlardan gelecek kafa karıştırıcı sinyallerden bizi muhafaza buyur! Ve onların bizim huzurumuzu ihlâl etmelerine de meydan verme, bizim ile postnişin olmasınlar!” demiş oluyorsunuz. وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Ve bizim ile beraber, huzurumuzda bulunmasınlar; postu paylaşmasın ve postnişin olmasınlar!” Bu duayı öğretiyor Kur’an-ı Kerim.

Nefis ve şeytanın pek çok iğvâ ve idlâli

Bunların hepsi, insan için söz konusu olan marazlardır, hafizanallah. Ve şeytan, bunların hepsini -öteden beri- değerlendirmiştir, kabiliyetlere/karakterlere göre değerlendirmiştir. Tâ Seyyidinâ Hazreti Âdem’den itibaren… Bir yönüyle, onunki “zelle”dir; Kur’ân-ı Kerim “zelle” diyor: فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ “Bunun üzerine, şeytan, ayaklarını kaydırdı ve onları içinde bulundukları halden/yerden çıkardı.” (Bakara, 2/36) Fakir’in o mevzudaki mülahazası: Onlar, esasen, vakt-i iftarı belirleyememe içtihadından kaynaklanan bir zelle yaşadılar. İftar vaktini belirleyemeden ya birbirlerine el uzattılar veya Allah’tan emir gelmeden, birbirlerine karşı o alaka ve o dürtü ile onları bir araya getirecek öyle bir meyveye, “memnu meyve”ye el uzattılar. Kur’ân-ı Kerim, o mevzuda tasrihâtta bulunmuyor; mesele sadece tefsircilerin yorumuna kalıyor.

Ama gördüğünüz gibi, genlerde olan o şey, Hazreti Âdem’in evlatlarında, Kâbil ve Hâbil’de daha canlı, daha ürpertici, daha tiksindirici şekilde meydana geliyor. Öyle ki, Kâbil, arzu ettiği şey olmuyor diye kardeşini (Hâbil’i) öldürecek kadar… Henüz bir ölme-öldürme mevzuunun da söz konusu olmadığı bir dönemde… “Ölüye ne yapılır?” Onun bilinmediği bir dönemde… “Gömülür mü, bir mezar yapılır mı, yoksa saklanır mı?” Onun bilinmediği bir dönemde… Böyle bir sürü bilinmezlik içinde, orada bir cinayet işliyor.

Kur’ân-ı Kerim, açık ifade buyuruyor bunu, Mâide sûresinde, bildiğiniz gibi: وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ إِذْ قَرَّبَا قُرْبَانًا فَتُقُبِّلَ مِنْ أَحَدِهِمَا وَلَمْ يُتَقَبَّلْ مِنَ اْلآخَرِ قَالَ لَأَقْتُلَنَّكَ قَالَ إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللهُ مِنَ الْمُتَّقِينَ “(Ey Rasûlüm!) Onlara Âdem’in iki oğlunun yaşadığı önemli ve ders verici hadiseyi anlat: Birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine), ‘Öldüreceğim seni!’ dedi. Kardeşi ise şöyle mukabelede bulundu: ‘Allah, ancak kalbi O’na karşı saygıyla dopdolu olan ve O’na itaatsizlikten sakınanlardan kabul buyurur.’” (Mâide, 5/25) “Seni mutlaka öldürmem lazım, dediğim olmazsa, istediğimi elde edemezsem!” Orada garîze-i beşeriye.. bedenî bir arzu.. hevâ-i nefis.. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ Nefsini, hevâ ve hevesini ilah ittihaz etme.. Cenâb-ı Hakk’ın emrini dinlememe o mevzuda, o cinayeti ona işletti.

Bütün bunlar -esasen- muktezâ-i beşeriyet olarak, insanın genlerinde var olan bir şeye dikkat çekiyor: “Bu, hep olacak!” Kimisi bohemlik uğruna cinayet işleyecek.. kimisi dünyada saltanat adına cinayetler işleyecek.. kimisi alkış ve takdir adına cinayetler işleyecek.. kimisi “Benim yerimi alırlar!” diye, belli paranoyalara bağlı, başkalarını yok etmek suretiyle saltanatını sağlama bağlama gibi şeytanî vehimlere, hevâ-i nefse ait vehimlere, şeytanî sinyallere kendisini kaptıracak… Ve şairimizin ifadesi ile “isyan deryasına yelken açacak ve bir daha da kenara çıkmaya fırsat bulamayacak.”

Muktezâ-i beşeriyet olarak, insanlığa baktığınız zaman, her birerlerinin bir çeşit zaafı vardır. Belki herkeste bir nev’i bulunabilir bunların: Mesela “makam sevgisi” bulunabilir, fakat çok aşırı değildir ama onda “bohemlik duygusu” daha aşırıdır. Mesela bir “korku hissi” herkeste bulunabilir; fakat birilerinde onu -Şark-ı Anadolu’da kullanılan tabir ile ifade edeyim.- “gırgap” eder, iki büklüm hale getirir, secdeye kapandırır, rükûa kapandırır, hafizanallah. Bazılarında -hafizanallah- bu mesele bir “makam sevdası” şeklinde olabilir. Dolayısıyla öyle bir konumu ihraz etmek için akla-hayale gelmedik cinayetler işleyebilirler; bunun için çok paranoyalara girebilirler, çok vehimlere girebilirler; “Aman benim makamımı, aman benim ihraz ettiğim yeri elimden alırlar!” diyebilirler.

Kimilerinde de Kur’an-ı Kerim’in ifade buyurduğu şu hususlardan biri sebebiyle herhangi bir maraz bulunabilir: زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَاْلأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ “Kadınlar (kadınlar için de erkekler), oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (süslenmiş) cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın katındadır.” (Âl-i Imrân, 3/14)

Âl-i Imrân sûre-i celîlesinde… زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ “Kadınlar (kadınlar için de erkekler), nefsin hoşuna gidecek şekilde süslenmiş cazip hale getirilmiştir.” Evvel o zikrediliyor. Demek çoklarında en galip gelen şey, o. Herkeste vardır fakat çoklarında galip gelen şeyin o olması itibarıyla, onu başa koyuyor. Bohemlik… Nice büyük kimseler, o mevzuda zaaflarına esir düştüklerinden dolayı, bütün istikballerini karartmışlardır. Yakın tarihimize baktığınız zaman da görürsünüz: Birileri komplolar yapmış, o insanların o zaaflarını değerlendirmişlerdir. Bir değil, belki bunun yüzlerce misali vardır. Öyleleri de vardır ki, bunlar dosyalar haline getirilmiş, rulolar halinde -zannediyorum- kozmik odalara konmuştur; fakat oraya konmadan evvel bir şey yapabilecek insanların önüne sürülmüştür: “Falan yerde, filan alüfte ile münasebetin vardı. Falan yerde falan hırsızlığın vardı. Filan yerde şunun vardı, falan yerde de şunun vardı… Şayet dediğimi yapmazsan, bunları teşhir etmek suretiyle senin canına okurum! Artık ne saray kalır senin için, ne araba kalır, ne alkış kalır, ne de takdir kalır!..”

Zaaflarının esiri ve cismâniyetinin kulu olan kimseler

Ve böylece insan, belli zaafların esiri ve zebunu olarak kendisini köle, kapıkulu, halayık haline getirmiş olur. İsterse havada uçsun, o bir yönüyle, bir dönemdeki zaaflarının başkaları tarafından tespit edilmesi suretiyle onların altında kaldığından, ezildiğinden, zaaflarının güdümüne girdiğinden, onların el-ensesi ile yere serildiğinden, kündesi ile yere serildiğinden dolayı ömür boyu bir köle gibi yaşar. Hep korkar: “Aman, ya oradaki şey meydana çıkarsa!..” Dolayısıyla onu bilen, muhtemel bilme dairesi içinde bulunan insanlar aleyhine planlar yapar/uygular: “Elimden geliyorsa, tespit ettiğim bu insanların hepsini yok etmem lazım! Hepsini silmem, hepsini itibarsızlaştırmam lazım ki, o sunî itibarımı, ca’lî itibarımı korumuş olayım! Yoksa alkışı da kaybederim, arabayı da kaybederim, villayı da kaybederim, filoyu da kaybederim, kaybederim, kaybederim!..”

Paranoya esasen… Bu korku ve bu vehimler ile -bakın- bir günah, kaç tane günaha kapı açıyor!.. Başlangıçta küçük bir şey onun için, şahsî bir günah… Oysaki Allah (celle celâluhu) onun reçetesini sunmuş. Öyle bir şey yaptığın zaman, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edersin, “istiğfar”da bulunursun, sonra “tevbe”de bulunursun, sonra “inâbe”de bulunursun. Bunun da ötesinde, eğer ufkun orayı ihraz ediyorsa şayet, tamamen o hatanın altında kalıp ezilecek şekilde Cenâb-ı Hak karşısında hep iki büklüm yaşar, bir “evbe”de bulunursun. Dolayısıyla Allah (celle celâluhu) da teşhir etmez; sen, öyle bir mahcubiyetin güdümü altında olmazsın.

Yoksa -hafizanallah- yaptığın öyle bir hatadan dolayı, “Aman bilirler, aman her şey elimden gider benim!” mülahazası, sana çok farklı cinayetler işletir; öyle cinayetler işletir ki, özür dilerim, şeytan zil takar bunların karşısında oynar, “Ben bile böylesini yapmamıştım!” der. “Ben bi-le böy-le-si-ni yap-ma-mış-tım!” der. Kadına iliştirir.. çocuğa iliştirir.. aile yuvalarını yıktırır.. öyle insana dokundurur ki, binlerce insanın sinesinde yara açar. Öyle büyük haltlar karıştırtır ki, tamiri imkânsız ayrıştırmalara sebebiyet verir. Bir yönüyle, toplumun temel unsurlarını yıkar, sütunlarını yıkar ve bir toplumu ayakta tutabilecek kaideleri yerle bir eder. Sonra o toplum bir gün derlenip toparlanmaya kalksa bile, bir nesil boyu -ancak- kendine gelebilir. Öyle bir sarhoşluğa düşer ki o toplum, öyle bir güdüme girer ki o toplum, yeniden onun kendi olması, yeniden insanî değerlere dönmesi, yeniden Allah’ın ondan beklediği hâli ihraz etmesi için siz uğraşsanız da ancak bir nesil ile onu halledebilirsiniz. O kadar korkunç bir cinayet işletir, hafizanallah.

Bütün bunlar, yapılan şeylerin -hafizanallah- dünyevî bazı şeylere bağlı yapılmasından kaynaklanır: “Nasıl olsa ben şuyum, şunu da yapabilirim, şunu da yapabilirim, şunu da yapabilirim!” Hele bir de o “yaparsın-yapamazsın” mevzuunda söz sahibi olan kimselerin mahzur görmeleri karşısında, nâ-emin bir kısım fetva eminleri bulurlarsa… Nâ e-min fet-vâ e-min-le-ri… Yani, mesela rüşvete “hediye” diyecek fetva eminleri bulurlarsa… “Ee canım bir kere fuhşa düşmüşsün, ne var bunda?!.” Efendim, “Evet çalıyorlar fakat çalışıyorlar; başkaları da çalıyor (ama çalışmıyorlardı)!..” Böyle fetva eminleri, daha doğrusu, “nâ-emin fetva eminleri” de bulunca, onlar, iyice kesb-i cesaret ederler; “kesb” dememeli, “iktisâb-ı cesaret” ederler. Dolayısıyla hata içre hatalar işlerler, işlerler…

Dahası o hatalar sadece kendilerine de münhasır kalmaz, toplumu da değişik hatalara sevk ederler. Mesela, üzerlerine gelirler; bu defa insanlar bazen yalan söylemek suretiyle onların bu mevzudaki taarruzlarından, tecavüzlerinden, tasallutlarından, temellüklerinden sıyrılmaya çalışırlar. Dolayısıyla bir sürü insana günah işletmiş olurlar. Öyle bir şey yaparlar ki, o töhmet altında bulunan bin tane insan, bin tane iftiraya girer, bin tane yalancı itirafta bulunur, kendi sıyrılsın diye. Bakın bir tanesinin günahı, bir tanesinin şeytanî bir hâli, ne kadar insana zarar veriyor!.. O insanlar, bütünüyle âhiretlerini kaybederler!.. Öyle bir baskı uygularlar ki, Hitlerin baskı uygulaması gibi, Saddam’ın baskı uygulaması gibi, Kazzâfî’nin baskı uygulaması gibi, Lenin’in baskı uygulaması gibi… Evet, bunları da hep tekrar edip duruyorum! Amnofis’in, İbnü’ş-Şems’in baskı uygulamaları gibi… Bu baskılardan sıyrılmak için insanlar türlü türlü günahlara başvururlar. En temiz, en nezih insanlara çamur atarlar, “Bu da böyle idi!” derler, o işin içinden sıyrılmak için. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ “Sebep olan yapan gibidir.” sırrınca, o işe sebebiyet verenlerin sırtına, o veballer yüklenir, öbür tarafta. Ve zannediyorum bu, şeytanı bile şaşırtır: “Ben, işin bu kadarını yapmamıştım!” der. Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği gibi, orada “Benimki sadece bir vesveseydi.” der, hafizanallah.

Bu itibarla, Allah yolunuzu açık etsin, yürüdüğünüz yolda sizi sabit-kadem eylesin!.. Dünyada yaptığınız şeyler mevzuunda, Hazreti Gazzâlî’nin “mühlikât” dediği şeylere karşı hep mesafeli ve hep uzak durmaya ve “münciyât” dediği şeylere de sımsıkı sarılmaya muvaffak eylesin!..

İnsan, neyin delisi olması gerektiğini iyi belirlemeli

Son okuduğumuz mevzu, İhyâ-i Ulûmiddîn’de “Zühd” meselesi idi. Bir yönüyle onu şöyle de hülasa edebiliriz: Derste geçtiği için, kendi mülahazalarım çerçevesinde, daraltarak anlatacağım, Gazzâlî’nin enginliği içinde değil. Hizmetler, çalışmalar, gayretler, cehtler, dünyevî herhangi bir şey elde etme hedeflenerek yapılıyorsa şayet, o mevzuda o niyetteki insanların başarılı olmaları düşünülemez. Onun, o insanlara hadd ü hesaba gelmeyecek günah işletmesi de kaçınılmaz olur, hafizanallah. “Ya benim elde ettiğim şeyleri, elde edeceğim şeyleri engellerlerse!” falan gibi vehimlerle dünya kadar cinayet işletir.

Onun içindir ki, kendini Hizmet’e adamış insanlar, sadece Allah’ın rızasını hedefleyip “Dû cihandan el yudum, hânümânım kalmadı!” diyerek -Allah’ın izni ile- o yolda yürümeli!.. Meşrû kazanmalar… Ticari işleri varsa, yatırımları varsa, inşaat yapmak suretiyle bir şeyler yapıyorlarsa… Ama onları katiyen kalblerine yerleştirmiyorlarsa şayet… Hazreti Pîr’in o mevzudaki anahtar ifadesi şudur: “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lazımdır!” Kalben… Gelirse, “Hoş geldi, safâ geldi!” Tahdîs-i nimet kabilinden, “Allah’ın gönderdiği bir şey idi, geldi.” Gittiği zaman da “Uğurlar olsun sana! Bir daha gelebilir; gelirse gelir, bir selam da ona çakarım. Giderken, bir de onun yoluna su serperim; döner gelirse, gelir.” Bu kadar, onlara karşı lakayt kalma…

Hafizanallah, onları “maksûdun bizzat” yapma ve hedef haline getirme mevzuu, insanı hedefsiz hale getirir, mihrapsız hale getirir, hâşâ ve kellâ Şemsü’ş-Şümûs’a (celle celâluhu) sırtını dönüp gölgesine takılır hâle getirir, hafizanallah. Onlar da akla-hayale gelmedik cinayetler işlerler. Öyle dünyevî bir şeye dilbeste olunca -hafizanallah- o dünya, evirir, çevirir, onu kendisine benzetir, onu şeytana benzetir, o da şeytanı sevindirir. Mele-i A’lâ’nın sakinlerine de şöyle dedirtir: Siz, bu şeyler için yaratılmamıştınız. Allah (celle celâluhu) sizi yarattıktan sonra şöyle buyurdu: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) İbn Abbas, لِيَعْرِفُونِ sözüyle meseleyi şerh ediyor. “Ben, ins ve cinni, Beni bilsinler diye yarattım.” Biliyorlarsa şayet, kulluk yapacaklar. Kulluk yapacaklarsa şayet, muhabbet-i İlâhiyeye erecekler. Muhabbet-i İlâhiyeye ereceklerse, derin bir zevk-i ruhânî duyacaklar. O derin zevk-i ruhânîyi duyan kimseler, “Daha yok mu?!” deyip, aşk u iştiyâk-ı likâullah sevdasına tutulacaklar; sevdalanacaklar, esasen o işin delisi olacaklar.

Herkes bir şeyin delisidir. İnsan, neyin delisi olması gerektiğini çok iyi belirlemelidir. Bir şâir, “Âkıl isen, deme Mecnûn ile Ferhat’a ‘deli’ / Eylesen halka nazar, herkes bir gûna deli!” demiş.. İnsan, öyle bir şeye deli olmalı ki, o cinnet zarar vermesin!.. Yine, Hazreti Gazzâlî’de okuduk; Fakîr de çok sohbetlerde -âcizâne- arz etmişimdir: Hasan Basrî gibi, Tâbiîn’in sertâc-ı ibtihâcı, diyor ki: “Siz, sahabeyi görseydiniz, onlara ‘Deli!’ derdiniz. Dünya, hiç umurlarında değildi. Bir günlük yiyecekleri var ise, ‘Yahu acaba bir günlük yiyeceği stok etmek, nezd-i Ulûhiyette, Allah’a karşı tevekkülsüzlüğün, teslimiyetsizliğin ifadesi sayılır mı?’ derlerdi.”

“Zâhidin gönlündeki, Cennet’tir temennâ ettiği / Âşık-ı dilhastenin gönlündeki, Dildâr’ıdır.” Zâhid, dünyayı terk etmiş, kalben terk etmiş; hatta kesben “Gelsen de olur, gelmesen de olur!” demiş. Fakat bir yönüyle, “Cennet!.. Allah’ım, Cennet!.. Huriler bana, yetmiş tane mi, seksen tane mi?!. Bana villalar, köşkler, orada; ayağımın dibinden akan ırmaklar!” filan diyor hala. Büyükler, bunları da istemişler. Şundan dolayı istemişler: O Cennet, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahedenin zeminidir; “Ben, sizden râzıyım!” mübarek beyanını duyup iliklerine kadar o işin mesti ve sermesti olmanın zeminidir. Onları orada duyacaksın.

Ondan dolayı, اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ “Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, koru!.. Ve bizi dâhil eyle Cennet’e, ebrâr (iyiliğe kilitli sâlih kullar) ile beraber!..”Ama bakın, مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ وَبِفَيْضِ وَبِبَرَكَةِ وَبِلُطْفِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُصْطَفَى صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaati, feyzi, bereketi ve lütfuyla… Sallallâhu aleyhi ve sellem.” Evet, yine gayen “O” olarak isteme onu… Dolayısıyla bu da bir zühd’dür. Ama yine de “Zâhidin gönlündeki, Cennet’tir temennâ ettiği.” Fakat âşık-ı dilhastenin, aşk u iştiyak içinde yanıp tutuşan -esasen- magmalar gibi içten içe kaynayan insanın gönlündeki Dildâr’ıdır. “Cennet, cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver anları / Bana Seni gerek Seni!..” Yunus Emre.

Âşık-ı sâdıkların sürekli virdi

Daha eskilere gittiğiniz zaman, mesela Tabiîn döneminde, bu çizgide çok insan görürsünüz. Râbia Adeviyye -o mübarek anamız da- onlardan biridir. Başım ayaklarının altında kaldırım taşı olsun, Râbia Adeviyye’nin. O’nun, Hasan Basrî gibi Tâbiîn imamına karşı bir ifadesi vardır. Hasan Basrî hazretleri Basra’da değişik çarpık düşüncelere karşı savaş veren ilk kahraman, sahabe görmüş ilk kahraman. Onun Usbûiyye’sine baktığınız zaman hayret edersiniz; kendisini nasıl yerden yere vuruyor!.. Seslendirme meselesinde endişe duydum ben, insanlarda ümitsizlik hâsıl eder diye. Zannediyorsunuz ki, meyhaneden çıkmış, demhâneye; demhâneden çıkmış, puthaneye; puthaneden çıkmış, bilmem ne melânet yere girmiş.

Öyle zannediyorsunuz; oysaki hayallerinin içine bile çirkin şey girmemiştir. Ama Hazret, Allah’la kurduğu münasebet açısından nasıl bir zihin duruluğu bekliyor, intizar ediyor, kendisini nasıl konumlandırıyor ise, o konuma aykırı bulduğu şeylerden ötürü ahlaksızlık yapmış gibi, bohemlik yapmış gibi yakarıyor; kendisini öyle vasfediyor, “Yazık sana!” diyor, “Yuf sana!” diyor. Öyle diyor; dolayısıyla da “Onu seslendirme, onu kendi karakteri ile canlandırma, acaba insanlarda ümitsizlik hâsıl eder mi?” diye hep tereddüt yaşadım; “Acaba onu seslendirme insanlarda ümitsizlik hâsıl eder mi?!” diye tereddüt yaşadım, hâlâ da o tereddüdü yaşıyorum.

Evet, “Ey sârbân zimamı çek semt-i kûy-i yâre / Virâne dilde zirâ yer kalmadı karâre (…) Ey sârbân-ı müşfik hiç olmadın mı âşık / Ahesterevlik etme rahmeyleyip bu zâre!..” Âsım Molla, Allah Rasûlü’ne karşı giderken, Hac’da söylüyor bunu; kervanın içinde, “Daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı!..” O gün öyle, atın-katırın sırtında gidiliyor. Bir an evvel o Kubbe-i Hadrâ’yı ziyaret etmek.. Muvâcehe karşısında durmak.. “Yâ Rasûlallah!” derken, pencerelerden, o deliklerden içeriye bakmak.. Kim bilir, belki de temessül eden Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı görmek.. Âkif’in bir şiirinde ifade ettiği gibi, orada bayılıp kendinden geçen ve ölen insan gibi ölmek… Herhalde o idi onun derdi, Asım Molla’nın derdi o idi.

İnsan, öyle bir şeye dilbeste olduğu zaman, artık her şey gözünden silinir; sadece “O!” der, “O!” der durur hep. Bu açıdan, Râbia Adeviyye de esas, “Cennet, Cennet!..” yerine, “Ne helva ne de selva, illâ Rü’yet-i Mevlâ!..” diyor; “İlla Rü’yet-i Mevlâ!..”

İşte, Hasan Basri hazretlerinden bundan dolayı bahsediyordum: Râbia Adeviyye, ona “Bir seni, bu insanlar içinde yarım mü’min olarak görüyorum!” diyor. O mübarek anamız… İnşaallah, âhirette o anamızı görmek nasip olur, müyesser olur. O yolda yürünürse… Esasen, hangi yolda yürüyorsa, o yolun sonucunda mev’ûd olan (vaad edilen) şeylere, insan, mutlaka ulaşır. Evet, “Anamız!” diyoruz, Allah onların yolundan ayırmasın!.. Dünyayı elinin tersiyle öyle itmiş ki, “Sen bana lazım değilsin!” demiş. Belki şakır şakır, dünya başından aşağıya yağıyordu. İbn Sîrîn gibi bir insan, bir arkadaşı ile geliyor, “Ana, sen hiç başka şey düşünmedin mi?!.” diyorlar ona. Tâbiîn’in koca insanları bunlar. Bakıyor, dönüp bakıyor; “Allah Allah! Ben hep sizin adınızı duyuyordum, sizi bir şey zannediyordum.” diyor. Anladınız mı?!. “Hep adınızı duyuyordum, sizi bir şey zannediyordum ben. Meğer neye bağlıymışsınız!..”

Yahu bağlı olunacak şey, başkadır esasen. Diğer şeylere gelince, onlar sadece muktezâ-i beşeriyet olarak ihtiyacı giderme işidir; tâife-i nisâ (kadınlar) için de, tavâif-i ricâl (erkekler) için de aynı şey söz konusudur. Yeme gibi, bir parça yatma/dinlenme gibi, istirahat etme gibi, bir yönüyle azıcık huzur soluklama gibi, oksijen soluklama gibi ihtiyac-ı fıtrîdir bunlar. Bu ihtiyac-ı fıtrîyi görme; hepsi, ondan ibarettir. Ama bütün bunlar yapılırken, gözler hep ötede, ötelerin ötesinde, -İmam Rabbânî’nin ifadesiyle- “vera, vera, vera, vera, vera”, sonra üç tane nokta; “öteler, öteler, öteler, öteler, öteler…” Ne birinci kat sema, ne ikinci kat sema, ne Seyyidinâ Hazreti Musa’nın bulunduğu yer, ne Hazreti İbrahim’in bulunduğu yer, ne Hazreti Âdem’in bulunduğu yer, ne Cennet, ne Huri, ne Gılman… İlla Rü’yet-i Mevlâ, illa Rü’yet-i Mevlâ, illa Rü’yet-i Mevlâ!.. Bu da “zühd”de zirve. Cenâb-ı Hak, o zirve ile zirvelendirsin, inşâallahu teâlâ!..

Müslümanlık şekil ve suret değil mana ve özdür

Bu, günümüzün insanının aklının ermediği, kalbinin kapılarının da bütünüyle kapalı olduğu bir konu… Şeklî/sûrî olarak, “İdarî Müslümanlık!” veya “Siyasî Müslümanlık!” falan diyorlar. Melekler de bunlara, semalardan bakıp “Yaptığınız gevezelikten utanın, Allah’tan korkun!” diyorlardır: Ona Müslümanlık demezler. Müslümanlık ona derler ki, otururken-kalkarken, “Hû!” dersin. Hep O’nu hecelersin, hep O’nunla gecelersin!.. Hep O’nu hecelersin, hep O’nunla gecelersin!.. Hep O’nu hecelersin, hep O’nunla gecelersin!.. İşin olmaz senin öyle bilmem neyli arabalarla, villalarla, filolarla, alkışlarla, takdirlerle, makam sevdasıyla…

İki cihanı dize getiren Hazreti Ömer efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, onun arkada başını sokacağı bir kulübesi yoktu. Kendi oğlunu da vasiyet etmemişti. Kendi oğlu kendinden geri değildi; Abdullah İbn Ömer, kendinden geri değildi. Ama vasiyet etmemişti, hiç düşünmemişti; bir yere vali olmasını bile düşünmemişti. Kahrolası Saddamlar!.. Kahrolası Kazzâfîler!.. Kahrolası Hitlerler!.. Onlar gibi değil; Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi olmak lazım.

Hazreti Ali gibi… Kocaman bir devletin, Türkiye kadar yirmi devletin başında Hazreti Ali… Hazreti Fatıma validemiz, değirmen taşlarını çevirerek un öğütüyor, geçimini öyle temin ediyor. O da birinin kuyusundan su çekiyor, başkalarına satıyor, geçimini öyle temin ediyor. Günümüzde de çok nadir böyle insanlar var ama çok uzaklarda böyle insanlar var. Fakat maalesef günümüz dünyaya tapan insanların enflasyonunu yaşıyor.

Cenâb-ı Hak, “Mü’minim!” dedikleri halde Firavunca yaşayan; “Hârun’um!” dedikleri halde Kârun’ca yaşayan bu eşrârın şerrinden, siz ahyârı muhafaza buyursun!.. Vesselam.

Selva, “bıldırcın eti” demektir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hazreti Mûsâ’nın (aleyhisselâm) duası ile Allah Teâlâ’nın İsrâiloğulları’na gökten yağdırdığı kudret helvası (menn) ve bıldırcına benzer bir kuş eti (selva) anlatılmaktadır.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Ne kadar halîmsin Rabbimiz!..

Fethullah Gülen: Ne kadar halîmsin Rabbimiz!..

Yüreğin sızlasa da yüzünde şefkat tebessümü olmalı!..

  • “Gülsem de içimden ağlarım ben / Sızlar yüreğim yüzüm gülerken!” (Tokadizâde Şekip) Öyle olmak, millete tebessüm sadakasından geri durmamak lazım.
  • İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sine-yi mübarekelerinde değirmen taşları dönüyordu; fakat O, ızdırapla kıvrım kıvrım olduğu zaman bile tebessüm bekleyenlerden tebessümünü hiç eksik etmiyordu. Birinin yüzüne bakarken, içindeki o ızdırapları aksettirmemek için iradesinin hakkını vererek onları bastırıyordu.
  • Ne için ızdırap duyuyordu? İnsanlığın başını alıp cehenneme doğru önü alınmayan bir sele yelken açmasından dolayı içinde ızdırap duyuyordu. İnsanlığın cennete giden yolları tıkadığından dolayı içinde ızdırap doluydu. Nasıl o kadar güzelliklere karşı insanlar kapalı kalırlar? Nasıl olur da bu kadar fezâi ve fecâyi’e (korkunç bela ve musibetlere) karşı açık dururlar? “Akıllarını başlarına alsalar!..” der ve bununla ölür ölür dirilirdi. Öyleydi fakat buna rağmen sürekli başkalarının gönüllerine bişaret aksettirecek şekilde tebessüm yağdırırdı.

Mahzun bir kalbin ağlaması rahmet vesilesidir

  • On beş yaşında müçtehid olan âbide şahsiyet, Süfyân b. Uyeyne, “Allah bazen, mahzun bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet buyurur.” der. Belki de günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey odur: Yıkıntıları, devrilmeleri, toplum çapında üst üste, iç içe kırılmaları görme ve bunların ızdıraplarını ruhunun derinliklerinde duyma.. uykusunu kaçıracak şekilde duyma.. gece kalkıp bazen deli gibi koridorlarda dolaşma.. “Ne olacak bu milletin hali? Bu hezeyan ne zaman sona erecek?” deme.. sonra da “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhisselâm) hoşnut olduk.” diyerek meseleyi taçlandırma!
  • Bu ızdırap ve yakarışların kabul noktasına ulaşmasında, murad-ı ilahi bir esastır. Allah icraat-ı sübhaniye ve adât-ı ilahiyesini bizim keyfimize göre icra buyurmaz. Murad-ı sübhani neyse ona göre yapar. Fakat şart-ı adi planında sizin sızlanmanız, kıvranmanız, ızdırap çekmeniz çok önemli bir faktördür.
  • Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

    أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَۤاءَ الْأَرْضِ أَئِلٰهٌ مَعَ اللّٰهِ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ
    “(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml Sûresi 27/62)

    Niye ızdırapla Cenab-ı Allah’a dua etmek varken o mevzuda ahesterevlik ediyorsunuz. Bütün himmetinizi ve gayretinizi, ümmet-i Muhammed’in o engin ızdırabını içinizde duyarak “Allahım çare Sensin. Bizi Sensizliğe mahkum etme” deyip inlemeye teksif etmiyorsunuz?!..

“Ne kadar halîmsin Allahım!..”

  • O dert ve ızdırabı çeken ilk siz değilsiniz. Şimdiye kadar bütün enbiya-ı izâm ve rusül-ü fihâm efendilerimiz, sonra sahabe-yi kiram efendilerimiz ve hemen bütün salih seleflerimiz hep çekmişler.
  • Saadet Asrı’na baktığımızda, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun yanında yer alanların, Mekke-i Mükerreme’de on üç sene boyunca bir insanın tahammül etmesi mümkün olmayan nice hâdiseye katlandığını görüyoruz. Öyle ki sahabe-i kiram efendilerimiz çoğu zaman gözleri dolu dolu bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kudret-i namütenahisine, diğer yandan da O’nun insanlığı kurtarmak için gönderdiği Habib-i Edib’ine ve O’na inanan insanlara yapılanlara bakmış sonra da hikmetini tam olarak idrak edemedikleri bu tablo karşısında hayret ve dehşetlerini ifade etme adına “مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا- Ne kadar halimsin ey Rabbimiz!” demişlerdir.
  • Bu söz öncelikle Hazreti Ebu Bekir efendimiz tarafından söylenmiştir. O gün o bela ve musibetleri görüyor iç içe. Kötülükler gırla gidiyor. İnsanlığın İftihar Tablosu’na en adi varlıklara yapmadıkları kötülükleri yapıyorlar. Hazreti Ebu Bekir, o kadar onurlu, izzetli, başlara taç bir insana karşı.. meleklerin bir adım geriye çekilip karşısında el-pençe divan durdukları bir insana karşı.. gönlünün hüzünle çarptığı bir dönemde, Allah’ın “Seni huzuruma alıyorum” deyip miraçla şereflendirdiği bir insana karşı yapılanlara bakıyor ve “مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا- Ne kadar halîmsin ey Rabbimiz!” diyor ve ancak bununla soluklanıyordu.

Lenin ezip öldürdüğü insanlara o kadar küfür lafı etmemiştir!..

  • Siz de onların çektiklerine benzer ya da ondan küçük şeylere maruz kaldığınız zaman herhalde “Allahım demedik şey bırakmadılar; ne kadar halîmsin Allahım!..” sözüyle soluklanacaksınız.
  • Dün, arkadaşlar sadece en galizlerini seçmişlerdi, kocaman bir dosya, bir seneden beri tam 400 tane küfür lafı var. İnanın Lenin, Allah’ı inkar ettiği halde, Marksizm çizgisinde, o ezip öldürdüğü insanlara o kadar küfür lafı etmemiştir. Her şeyi Nazizm’e bağlamak isteyen ve ona muhalif gelen herkesi yok etmek suretiyle bir yönüyle dünyada farklı bir şey tesis etmeye çalışan Hitler, o kadar merhametsiz, o kadar gaddar olmasına rağmen 400 tane küfür kullanmamıştır. Bunlara dense dense küfür müctehidi denir. Oturup kalkıp sürekli kafalarını o istikamette kullanmak suretiyle kafalarında küfür üretiyorlar ve lisanları da ona tercüman oluyor.
  • İnsan bir söz söylediğinde; bir, o söz onu ne derece dinin dışına iter, dalalete sürükler bakması lazım; bir de konumuna bakması lazım. Cemaat içinde sıradan bir insan bir ite -afedersiniz- it dese, insanlar biraz bunu mazur görürler. Fakat milletin önündeki imam kalkar dilini bununla kirletirse şayet, belki onu tutup camiden dışarı atmak icap eder. Bu da konuma yakışıksız düştüğünden dolayıdır. Enbiya-i izam hazretleri, onca olumsuz şeye maruz kalmalarına rağmen, onun milyonda biri, onların lisan-ı nezihlerinden sadır olmamıştır.
  • Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onca kötülüklerine rağmen kime kötü söz söylemiştir. Ölçü O ise şayet, bence O’nun ortaya koyduğu ölçülere uymayan şeyler ölçüsüzlüktür. Bu ölçüsüzlükleri irtikap eden insanlar da ölçüsüz, muvazenesiz, dengesiz ve densiz bir kısım mahluklardır.

Korkunç bir dalalet ve Fiil-i İlahînin başladığı yer

  • Bütün bunları görünce insanın “مَا اَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا- Ne kadar halîmsin ey Rabbimiz! İmhal ediyorsun.” diyesi geliyor. Onlar komplo üstüne komplo kuruyorlar, tuzaktan tuzağa sıçrıyorlar. “Bununla ön alamadık, bununla alabilir miyiz; bununla parçalayamadık, şununla parçalayabilir miyiz; şimdi olmadı, altı yedi sene sonra bunların hakkından tamamen gelebilir miyiz?” diyorlar. Oturup kalkıp hep bunları hecelemek affedilebilir gibi bir günah değildir. Bu günah küfre denk bir günahtır, korkunç bir dalalettir. Bu size her zaman “Ne kadar halîmsin Allahım!” dedirtecek bir şeydir. Ve bunu taçlandıracak ve sizin civanmertliğinize yakışan bir şey daha vardır. Size, “Allahım bizi de onları da afv u mağfiret buyur. Şu kaymış kalblerimizi yeniden istikamete ilet!” demek düşer.
  • Binlerce insan belki şu anda yaşadığı ızdırabı (İmam Şazilî hazretlerinin duası gibi) farklı sözlerle seslendiriyor. İnsanlar günlerdir, haftalardır, aylardır hep bununla sızlanıp durmuşlarsa imtihanı vermişler demektir; bu defa sözün bittiği yerdir orası!.. Sözün bittiği yer, fiil-i ilahînin başladığı yerdir. O varsa, ne gam var!..
  • Bir intikam hissi değil.. “Allah kahretsin, cehenneme yuvarlasın” değil. Cenâb-ı Allah ıslah eylesin, mülayemet lütfeylesin, hakikati doğruyu göstersin. Bir yönüyle, ruh-u Muhammedî’den gelen tecellilerle onların ufkunu da açsın. Onların gözlerini de hakikate açsın ve onları da insanca yaşamaya muvaffak kılsın!..

Paralel (söylemi) nifakın takıyyesidir!..

Soru: Bir zamanlar sürekli irticadan bahsedilir, mü’minler terörist gibi gösterilirdi. Şimdilerde irticanın yerini “paralel” paranoyası aldı; umum mü’minlere bedel de hususiyle Camia hedefe kondu. O günlerde “İrtica küfrün takıyyesidir!” buyurmuştunuz. Bugün için de “Paralel, nifakın takıyyesidir!” denebilir mi?

  • O günlerde milletimizin hepsi bir irtica paranoyası yaşamıyordu. Bahsediliyordu; bir kesim tarafından mü’minler terörist olarak gösteriliyordu. Bu defaatle yaşandı. İşin hakikatini anladıkları zaman da çok defa hukuk sistemi doğru işledi. Beri tarafta, meseleyi uzaktan seyreden bir sürü vicdanlı insan vardı, onların da yürekleri yanıyor, vicdanları sızlıyordu. O en kötü dönemlerde bile -şöyle böyle- sizi himaye eden, sizin hakkınızda olumlu bahseden insanlara şahit olduk. 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de aynı şeylere şahit olduk. Hatta denebilir ki, bir ölçüde 28 Şubat’ta da
  • Belli bir dönemde gerçekten Allah’a inanmış insanlar, yeniden ruhlarının abidesini ikame etmeye çalışan insanlar, Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) ses ve soluğu dünyanın dört bir yanına duyurmak isteyen insanlar, ruh ve mana köklerinden gelen değerleri bir abide şeklinde bütün dünyanın gözüne sokmak isteyen insanlar, o irtica paranoyasıyla hep eziliyor, elekten geçiriliyordu. En yakın dönem itibarıyla Hazreti Pir’i ve talebelerini düşünebilirsiniz. O irtica paranoyası hiç durmadı ama belli bir kesim tarafından Diğer yığınlar ve kitleler de o mevzuda o ölçüde duyarlı değillerdi, öyle bir şey olduğunun farkında bile değillerdi. Bir kesim zulüm yapıyor, haksızlıklarda bulunuyordu, beri tarafta bir şeyden anlamayan insanlar da “Galiba bunlar hak etmişler, ondan dolayı” diyorlardı. Şu anda da çokları tarafından söylenen sözler, “Oh oluyor!..” diyenler bile var.
  • Birisi delice bir şey attı ortaya, diğerleri de onu dillerine pelesenk ettiler, tekrar edip durdular. “Hukukta böyle bir tarif var mı, bu dediğimiz şeyi yarın bize tarih sorarsa, hukukçular sorarsa, dünya bu meseleyi bize sorarsa diyeceğimiz bir şey var mı? En azından diyecek şey adına aklımızı kullanmalıyız. Bütün bütün akılsız davranmamalıyız.” Bunları düşünmeliydiler ama

Milletin yaptığını yıkmaya çalışmak denâetin en korkunç şeklidir

  • Elli defa yabancı misyon şefleriyle konuşuyorlar, o devlet adamlarına telefon ediyorlar. “Size şu avantajları tanıyacağız -bugüne kadar kimseye müyesser olmayan- o camianın açtığı okulları kapatalım. Dünyanın kurtuluşu bu okulların kapatılmasına bağlı!.”. gibi mantığı olmayan, insanî yanı olmayan, mürüvvetle irtibatı olmayan tahribat.. yapılmamış bir şeyi milletimiz yapmış, onu yıkmaya çalışma şenâetin, denâetin, fezâetin hiçbir kıstasla kabul edilemeyecek en korkunç şeklidir.
  • Allah (celle celaluhu) o okulları/hizmetleri lütfediyor, şimdi onu yıkmak için uğraşıyorlar. Neye bağlayarak bunu? Bir dönemde başkaları irticaya bağlıyorlardı, irtica paranoyasıyla hareket ediyorlardı. Vakıa “irtica” deyip o paranoyayla açtıkları mahkemeler de beraatla sonuçlandı, temyiz de tasdik etti o meseleyi.
  • “İrtica küfrün takıyyesiydi; bugün de paralel, nifakın takıyyesidir!” denebilir mi? Hiç tereddüt etmeden söyleyebilirsiniz. Çünkü bir-iki asırdan beri İslam dünyasında Müslümanlar, Müslüman görünenler arasında da bir sürü münafık var. Bu da o münafıkların takıyyesidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Ne Kibir Ne de Zillet, Mahviyet ve İzzet

Soru: 1) Bazen izzet ile kibir birbirine karıştırılıyor. Bu cümleden olarak, bir makamın onurunu koruma düşüncesi şahsî enaniyetle beslenip kibre dönüşebiliyor. İzzet ile kibir nasıl tefrik edilebilir? Kibre düşmeden izzet-i nefsi korumanın ve vakûr olmanın esasları nelerdir?

  • İzzet; değer, kıymet ve kuvvet sahibi, muhterem ve mu’teber olmak demektir. Geniş manasıyla, dini dünyaya âlet etmeyen, sireti temiz, mânevi kudret ve kuvvet sahibi kimseye azîz denir. Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi de mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima gâlib bulunan manasında “Azîz”dir. Aslında, Allah Teâlâ yegâne Azîz’dir; bir yönüyle, peygamberlerin ve asfiyânın izzeti dahi O’ndan dolayıdır ve O’na kurbetleriyle doğru orantılıdır. (01:00)
  • Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) hazineden bir deve almış, hizmetçisini de yanına katarak yola koyulmuştu. İzzeti tevazu ile atbaşı götüren büyük halife, yanlarındaki tek deveye hizmetçisiyle beraber nöbetleşe olarak binmeyi kararlaştırmış ve bir süre yaya daha sonra da bir müddet deve üzerinde olmak üzere Kudüs önlerine kadar gelmişti. Mü’minlerin halifesini karşılamak için nehrin kenarına koşanlar hayretler içinde kalmışlardı. Çünkü, dünyanın o dönemdeki en büyük devletinin hükümdarı, ayağındaki mestleri çıkarıp koltuğunun altına koymuş, hizmetçisini taşıyan devenin yularını eline almış, sıradan bir insan gibi başı önde yürüyordu. Dahası, üzerinde de giysi olarak bir izar (gömlekten az uzun tek parça elbise, peştemal) ve bir sarıktan başka bir şey yoktu. Ayrıca, yüce Halife’nin o basit elbisesi, oraya gelinceye kadar, devenin üstündeki semere sürtüne sürtüne birkaç yerinden yırtılmıştı, o da her defasında bu yırtık yerleri –birer şeref nişanesi ekler gibi– yeniden yamamıştı. Onu istikbal eden müslümanlardan bazıları bu durumu biraz yadırgadıklarını ve Rumlara açılan bir kapı mahiyetindeki o topraklarda İslam halifesinin böyle görünmesini uygun bulmadıklarını ifade etmek istemişlerdi. Nihayet, içlerinden sözü dinlenen birisi, “Emirü’l-mü’minîn! Büyük bir kalabalık sizi bekliyor; bu insanların önüne bir sultana yaraşır şekilde aziz ve heybetli bir kılık-kıyafetle çıksanız!..” demeye kalkışınca, daha o sözünü bitirmeden, adalet timsali yüce halife, “Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir. Madem ki, bizi aziz eden İslam’dır; izzeti ve şerefi onun dışında aramayız ve istemeyiz.” diyerek sesini yükseltmişti. (01:50)
  • Kur’an-ı Kerim, Ashâb-ı Kirâmın aziz ve yiğit insanlar olduklarına işaret etmiş, aynı zamanda onların kendi aralarında çok mütevazı, yüzleri yerde ve şefkatli kimseler olduklarına vurguda bulunmuş ve “Onlar kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise çok şefkatlidirler.” buyurmuştur. (Fetih, 48/29) (04:00)
  • Hazreti Sâdık u Masduk’a isnad edilen bir hoş sözde: مَنْ تَوَاضَعَ لِلَّهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ “Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” denmektedir. (04:41)
  • Bir kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak, “Kibriya, benim ridâm; azamet ise, benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu cehenneme atarım!” buyurmaktadır. Evet, Allah, Zâtına has bir sıfatı paylaşma küstahlığına kalkışan birine iman nurunu nasip etmez. Onun kalbinde iman taht kuramaz, çünkü o haneyi kibir işgal etmiştir. Kibir, basireti kör eden bir perdedir. Kibirle meşbû bulunan bir vicdan, kainatta sayfa sayfa yazılmış mucizeleri göremez, mahlukatın binlerce dille anlattığı hakikatleri idrak edip anlayamaz. Zira, basiret körleşince basar da idrak adına hiçbir işe yaramaz. (05:19)
  • İzzetli insanlar, kimseden karşılıksız bir şey kabul etmeyen, kimseye evvel ve âhir diyet ödeme mecburiyetinde kalmayan aziz ruhlardır. Halden anlamayanlar, izzet-i nefislerini korumak için açlığa ve yokluklara katlanıp asla isteme zilletine düşmeyen bu insanları zengin zannederler. Aslında, dikkat edilse hallerinde fakirlik emareleri görülecektir. Fakat, onlar kimseden bir şey isteyemezler, hele hele ısrarla ve bıktırırcasına hiç istemez ve kat’iyen dilencilik yapmazlar. “Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir. Bunlar yeryüzünde dolaşma imkânı bulamazlar. Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hallerini bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Ey Rasûlüm, sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler. Hem hayır adına her ne verirseniz mutlaka Allah onu bilir.” (Bakara, 2/273) mealindeki ayet-i kerime işte bu manadaki iffet ve izzet erlerini anlatmaktadır. (06:50)
  • Rivayete göre; bir gün, bir papaz Hazreti Mevlana’yı ziyarete gelmiş ve onun elini öpmek istemiş. Bunun üzerine Hazreti Mevlâna, ondan önce davranıp papazın elini öpmüş ve “Dinimizin bir şiarı olan tevazuu kimseye kaptırmam!” demiş. Bazıları çıkıp bunu ciddi bir zillet olarak görebilir; görebilir ve “Nasıl olur da bir mü’min, mü’min olmayan birisinin elini öper?” diyerek tenkide kalkışabilir. Hatta bazı müfritler, bu ve benzeri tavırlarından ötürü o büyük zât hakkında daha ağır ithamlarda da bulunabilir. Elbette ki böyle bir bakış açısı o zât hakkında suizandır ve büyük bir vebali netice verir. Belki İslamî açıdan meselenin tenkidi yapılabilir ve mülahaza dairesi açık bırakılabilir. Fakat, Hazret, bu tavrıyla orada gerçek büyüklüğün ne olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim elini öptüğü kişi, o esnada hemen Mevlâna’nın eline ayağına kapanmış ve “Temsilcisi bu kadar mütevazı olan bir din mutlaka haktır.” diyerek kelime-i şehadet getirip Müslüman olmuştur. Şayet böyle bir tavırla, bir insanın gönlüne girmek, ona iman ufkunu göstermek ve ebedî saadeti kazandırmak mümkün olacaksa, başınızı o kimsenin ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koymanız bir zillet değildir; bu, olsa olsa bir üslup tercihidir. Asıl zillet; insanın nefsi, istikbali ve çoluk çocuğu adına yüz suyu dökmesi; korku, tama, tenperverlik ve rahata düşkünlük gibi zaaflarından dolayı el etek öpmesidir. (08:00)
  • Ashâb-ı Kirâm başta olmak üzere bütün hakiki mü’minler, “Allah onları, onlar da Allah’ı sever; mü’minlere karşı (fevkalâde) mütezellildirler (tevâzu kanatlarını yerlere kadar indirirler), küfür nankörlerine karşı da izzetli (ve satvetli)dirler. Sürekli Allah yolunda mücâhedede bulunur ve kınayanın kınamasına da aldırış etmezler.”(Mâide, 5/54) gerçeğinin tam temsilcileri öyle babayiğitlerdir ki; Rabbileriyle baş başa kaldıklarında derinlikleri ihata edilemeyen birer ârif u âbid, dost ve arkadaşları arasında birer şefkat kahramanı, güç ve kuvvetle mücadelenin zaruri olduğu zaman da birer erkân-ı harp ve dâhî, mensup oldukları milletin haysiyet ve şerefi adına fevkalâde hassas, töhmet ve sûizanna vesile olacak “pes” davranışlardan da olabildiğine uzaktırlar. (12:30)

Soru: 2) “Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefâhur edemez. Millet namına tefâhur eder, hazm-ı nefs edemez.” deniliyor. Bu zaviyeden, bir insanın, kendi haysiyet ve izzetini muhafaza ile bir müessesenin ya da milletin izzet ve haysiyetini koruma hususlarıyla alâkalı takınacağı tavırlarda ne türlü farklılıklar söz konusudur? (13:17)

  • Bir mü’min sadece kendisini alâkadar eden meselelerde elden geldiğince mülayim, şefkatli ve affedici olmalı; kötülükler karşısında her zaman sabırlı davranmayı, tahammül göstermeyi ve bağışlayıcı olmayı esas edinmelidir. Fakat, bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı manevî ve heyet-i İslamiye söz konusudur. Her müslümanın tavır ve davranışının şahs-ı manevîye ve İslam’a mal edilmesi mevzubahistir. Şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara kredi kaybettirebilmektedir. Tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün müslümanları zan altında bırakmaktadır. Bu itibarla da, bir mü’min diğer inananları mahcup edebilecek hadiseler karşısında sessiz kalamaz; kendi haklarıyla beraber Allah hakkının ve toplum hukukunun da bahis mevzuu olduğu meseleleri sineye çekemez; tavzih, tashih ve tekzib adına ne gerekiyorsa yapmak mecburiyetindedir. (13:46)
  • Elli senedir aleyhimde yazılar yazan insanla alâkalı “Cehennem ve azâb-ı ilahî yeter!..” diye aklıma geldiğinde her defasında “Hayır ya Rabbi, Cehennemle azab etme, ne olur bahtına düştüm, kalbine iman koy, onu da imanla serfiraz kıl!” diyorum. Kendi haklarımdan vazgeçiyorum. Fakat, hukukullah ihlal edilmişse, Allah Rasûlü’nün, dinin ve Kur’an’ın haklarına tecavüz edilmişse, onları affetmek beni aşar. Bu itibarla, insan, şahsı adına elden geldiğince hazm-ı nefsi esas almalıdır; fakat, beraber anıldığı insanların ve toplumun hakları söz konusuysa, o zaman daha temkinli ve hassas davranmalı, ihkak-ı hak peşinde olmalıdır. (19:25)
  • Halk arasında yaygın olan bir söz vardır: “Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın!” Ben bu sözü değiştiriyor ve “Şerrinden korktuğun kimseye bile iyilikte bulun.” diyorum. Çünkü iyilik, insanı yumuşatır ve iyiliği yapana köle eder. Nitekim, bu hakikati ifade eden bir sözde: “İnsan, ihsanın kölesidir.” denmiştir. (22:50)
  • DGM Savcısı senelerce sürdürdüğü araştırma ve incelemelerden, bir dizi tevsî’-i tahkikâttan sonra “Fethullah Hoca’yı züğürt bulduk!” demişti. Ben hep “Allahım benim kardeşlerime, ailemin fertlerine dünyevî imkan verme!” diye dua ettim. “Acaba akıyor mu bir yerden, sızdırılıyor mu?” demelerinden endişe duyduğumdan bu niyazda bulundum. Hayatım boyunca kût-u lâyemut ile iktifa ettim. (24:20)
  • Dünyanın dört bir yanında hizmet eden insanların iffeti, ismeti, itibarı, halkın onlara olan teveccühü ve bütün bunların inkıtaa uğramaması çok önemlidir. Artık her birimizin hukuku, bir hukuk-u âmme haline gelmiştir. Bundan dolayı, sürekli yaptığım dualardan biri şu şekildedir: “Allah Teâlâ benimle arkadaşlarımı, arkadaşlarımla da beni mahcup etmesin!..” (26:03)

Nefis, ikbal ve âhiret

Soru:1) Bir tevcihe göre, Hazreti Yusuf’un “Nefsimi tebrie etmem” deyişi ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in “Beni nefsimle baş başa bırakma” duası nazar-ı itibara alınırsa, peygamberler de nefislerinden korkmuşlar mıdır?

  • Kur’an-ı Kerim, Hazreti Yusuf’un kıssası münasebetiyle nefse itimat edilemeyeceğini açıkça dile getirir ve Zeliha’nın şöyle dediğini nakleder: “Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevkeder. Şüphesiz Rabbim Gafur’dur, Rahim’dir (affı ve merhameti boldur)” (Yusuf, 12/53) Müfessirler arasında, bu ifadenin, Hazreti Yusuf’a ait olduğu kanaati daha yaygındır. Fakat, bu sözü, nefsini tezkiye etmemeye matuf olarak Hazreti Yusuf’un söylediğini farz etmek uygun düşse bile, peygamberlerin doğuştan nefs-i mutmainne sahibi oldukları, Yusuf Nebi (aleyhisselam) için de nefs-i emmâreden bahsedilemeyeceği, onda ancak muhataplarının hallerini bilme cihetiyle nefsin bir nüvesi bulunduğu unutulmamalı; Hazreti Yusuf’un bu sözü temsil açısından söylediği kabul edilmelidir. (00:46)
  • Meşru dairedeki zevk ve lezzetler keyfe kâfidir; siz meşru dairede kazanmazsanız, nefs-i emmâre sizi gayr-i meşru dairede kazanç aramaya iter. Siz meşru dairede cismanî arzularınızı tatmin etmezseniz, nefs-i emmare sizi gayr-i meşru yollara sevkedebilir. Diğer peygamberler gibi, Hazreti Yusuf da bunları kendi nefsinde belli ölçülerde hissediyordu ki arkasındakilere rehberlik yapabilsin. (05:47)
  • Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.” Evet, insan nefs-i emmâresini yerden yere vurmazsa, nefsi onu yerden yere vurur. (07:57)
  • Nur Müellifi, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” demiştir. Demek ki, nefis tezkiyesine nâil olamamış bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli ve kendisinin de bir racul-ü fâcir olabileceğini düşünüp titremelidir. Hizmetlerinden dolayı asla şımarmamalı, gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır; aksine, Allah yolundaki mücahedesini tabii bir vazife, bir kulluk borcu ve o zamana kadar lutfedilen nimetlerin şükrü kabul etmelidir. Şahsı itibarıyla fısk u fücura açık olduğunu hep hatırda tutmalı, nefsi ile baş başa kaldığında her haltı karıştırabileceğine inanmalı; dolayısıyla her zaman Allah’a sığınmalı ve eksiklerine, kusurlarına, hatalarına ve günahlarına rağmen hâlâ imana hizmet dairesinde bulunuyor olmasını büyük bir arınma fırsatı olarak görmelidir. (09:50)
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, şu dua ile kendi aklımıza, mantığımıza, gücümüze, kuvvetimize, irade ve ihtiyarımıza güvenmememiz gerektiğini ve Cenâb-ı Allah’ın himayesini talep etmemizin lüzumunu ne de güzel ifade eder: يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ “Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyum! Rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!” Bazı rivayetlerde “وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذٰلِكَ” ilavesi de vardır; yani, “Göz açıp kapayıncaya kadar..” kaydıyla yetinilmemiş, “Hayır! O kadar değil, ondan daha az bir zaman da olsa beni nefsimle başbaşa bırakma!” denilmiştir. Siz isterseniz, mülâhazalarınızla bu duayı daha da derinleştirebilir, “Allah’ım, beni ibadetlerimle, hayır ve hasenâtımla da başbaşa bırakma; beni menhiyâttan ictinabımla da başbaşa bırakma.. iyiliklerime güvenme duygusunu söküp at gönlümden, içimi sadece Sana itimat hissiyle doldur. Sen özel sıyanetinle koru beni; hususi himayene al, vekilim ol benim!” diyebilirsiniz. Ayrıca, bu duayı bütün arkadaşlarınızı, dostlarınızı ve topyekün Müslümanları mülahazaya alarak da yapabilirsiniz. (11:50)

Soru: 2) Kur’an-ı Kerim’in Hazreti Yusuf’a Mısır’da itibar ve iktidar verildiğini anlattıktan hemen sonra ahiretteki ücret ve mükâfata vurguda bulunması hangi mesajları ihtiva etmektedir? (17:44)

  • Kur’an-ı Kerim, Hazreti Yusuf’a Mısır’da “müknet” verildiğini ve onun bir muvazene unsuru kılındığını şöyle anlatır: Böylece Biz Yusuf’a Mısır’da itibar ve iktidar verdik. Dilediği yerde konaklayabilir, orayı dilediği şekilde yönetirdi. Biz lütfumuzu dilediğimiz kimselere eriştirir ve güzel hareket eden muhsinlerin ücretlerini asla zayi etmeyiz.” (Yusuf, 12/56) (17:58)
  • “Âhiretteki ücret ve ödül, iman edip haramlardan sakınanlar için elbette daha hayırlıdır.” (Yusuf, 12/57) Aslında, iffet âbidesi Yusuf aleyhisselam bu mevzuda da sâdıktır; Allah Teâlâ’nın bu ikazı onun şahsında bize yöneliktir, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” kabilindendir. (23:45)
  • İbret verici hadiselerin en güzel şekilde nakledilişi ve kıssaların en güzeli manasına gelen “Ahsenü’l-kasas” tabiriyle anılan Yusuf suresi, Kur’ân’ın en tafsilatlı kıssası olarak Hazreti Yusuf’un (aleyhisselam) hayatından ibret-âmiz tablolar ihtiva eder. Surenin sonuna doğru, kıssanın âhirinde Hazreti Yusuf’un şu duası zikredilir: “Ya Rabbî! Sen bana iktidar ve hakimiyet verdin. Kutsal metinleri ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada da, âhirette de mevlam, yardımcım Sensin. Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı, dürüst insanlar arasına dahil eyle!” (Yusuf, 12/101) Bu ayet, onca sıkıntı ve meşakkatten sonra Mısır’ın azizi olan, anne-babasına kavuşan ve kardeşleriyle buluşup barışan Hazreti Yusuf’un, en mesut ve bahtiyar olduğu bir anda gözlerini âhiretin yamaçlarına dikmesini ve ölümü istemesini nazara vermektedir. Kuyuya atılırken, değersiz bir meta gibi satılırken, köle misal çalıştırılırken, ismetini muhafaza uğruna iftiraya uğrarken, ancak bir cânîye reva görülebilecek şekilde zindana tıkılırken ve mazlumiyetinin yanı sıra sıla hasretiyle de kavrulurken... onca musibet karşısında ölümü arzu etmeyen ve bu haliyle yalnızca risalet vazifesinden dolayı yaşadığını ortaya koyan Hazreti Yusuf (aleyhisselam), tam dünyevî imkanlara, ailesine, huzura, saadete ve feraha kavuştuğu bir dönemde Cenâb-ı Hak’tan vefatını dilemiştir. Demek ki, kabrin arkasında o dünyevî saadetten daha cazibedâr bir saadet vardır ve Hazreti Yusuf gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı görünen mevti istemiştir, tâ öteki saadete mazhar olsun. Kur’an-ı Hakîm, Yusuf kıssasının hâtimesinde Yüce Peygamber’in bu talebine dikkat çekerek şu irşadda bulunmuştur: Kabrin arkası için çalışınız; hakikî saadet ve lezzet ondadır. (27:17)
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ruhunun ufkuna yürümeden önceki son gecesinde Hazreti Ebû Bekir’i imam tayin buyurmuştu. Hazreti Ebû Bekir’in böyle bir göreve tayin edilmesi önemli bir mazhariyet olduğu gibi, cemaatin o imamın imamlığını kabul etmesi de ayrı bir mazhariyettir. Evet, sahabe-i kiram engin havsalasıyla bu durumu kabullenmiş ve iktida edilmesi gereken o zata iktida etmişti. Bu esnada Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek sütresini sıyırıp, cemaatin o mübarek mukteda bihin arkasında huzur içinde ubudiyetlerini ifa ettiklerini görmüş, vazifesini yapmış olmanın süruruyla tebessüm buyurmuş ve perdeyi indirmişti. O perde aynı zamanda dünyaya karşı da inmişti; fakat Kâinatın İftihar Tablosu ruhunun ufkuna yürürken mesrurdu. Çünkü iman davasını omuzlayacak o güzide topluluk, birlik ve beraberlik ruhu içerisinde Allah huzurunda el pençe divan durmuştu. Zaten İki Cihan Serveri’nin hayatının gayesi de buydu. Bundan dolayıdır ki, mübarek sütresini huzur ve itminan içerisinde indiriyordu. Evet, İki Cihan Serveri, dünyada bulunuyor olma gayesini, vazifesine bağlamıştı. Vazifesi biter bitmez de bu ten cenderesinden kurtulup bir an önce Hakiki Dost’a kavuşma arzusundaydı. Aynı ulvî yaklaşım, aynı duygu ve düşünce Hazreti Yusuf gibi diğer peygamberlerin ve salih kulların da şiarıydı. (29:15)
  • Gerçek dava adamı ve hakiki kul, dünya çapında başarılara muvaffak olsa da şöyle düşünür: “Benim yerimde bir başkası bulunsaydı, bu işin çehresi daha farklı olurdu; demek ki ben bu işin çehresini biraz kararttım.” Diğer taraftan da şu mülahaza ile dolu bulunur: “Allah’ım, benim sa’y ü gayretime terettüp edecek neticeler varsa, onları bana gösterme; nefs-i emmâremin onlara bakıp gurura kapılmasına fırsat verme!” (34:00)

Nelere imrenmeli ve nasıl zikretmeli?

Fethullah Gülen: Bamteli: Nelere imrenmeli ve nasıl zikretmeli?

Çay faslından hakikat damlaları: Nelere imrenmeli?!.

  • Cenâb-ı Hak

    فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا
    Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'an'ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim, benim ilmimi artır’ de.

    buyuruyor. Aslında biz de bu talebi dile getirmeliyiz; şu kadar var ki, neyin ilim olup olmadığına dikkat etmeliyiz. (00:40)
  • Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Bu nice okumaktır!” sözleriyle ifade ettiği gibi, gerçek ilim, insanın, kendi mahiyetini dikkatle okuyup Zât-ı Ulûhiyetin kâinat kitabındaki eserlerine de nazar ederek belli bir müktesebat sahibi olması ve hatta ondan da öte marifette derinleşmesi demektir. (02:51)
  • İnsan hiç farkına varmadan dünyanın câzibedar güzelliklerine kapılıp onların arkasından sürüklenebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

    زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاء وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللّهُ عِندَهُ حُسْنُ الْمَآبِ
    Kadınlar (kadınlar için de erkekler), oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (süslenmiş) cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın katındadır. (Âl-i İmrân, 3/14)

    (04:30)
  • Nakledildiğine göre; Müslümanlar ile Hindular arasındaki çatışmaların kızıştığı günlerde, Hindu çocuklardan biri de hayatını kaybeder. Çocuğun babası, Müslümanlardan bir çocuk öldürerek intikam almak için yemin eder. Bunu haber alan Gandi, adamı çağırır ve ona niçin masum bir çocuğu öldürmek istediğini sorar. Hindu adam, “Onlar benim yavrumu öldürdüler, ben de onlardan bir çocuk öldürerek öcümü alacağım” der. Gandi’nin mukabelesi düşündürücüdür; der ki, “Birini öldürmen, senin ölmüş çocuğunu geri getirebilir mi? İlle de çocuğunun yerini doldurmak istiyorsan, onlardan bir çocuğu evlâtlık edin, onu kendi öz oğlun gibi bağrına bas ve güzelce yetiştir.” (06:22)
  • Allah Teâlâ insana imrenme hissi de vermiştir ama insan onu geriye beş on şey döndürebileceği istikamette kullanmalıdır; imrenme gücünü, yazlığı kışlığı, yatı katı, yalısı köşkü ile dünyaya değil takvaya, zühde, insanî inceliklere tevcih etmelidir. (09:00)
  • Endülüs’ü fethettiği gün hazine dairesine girip altınları, mücevherleri gö­rünce kendi kendine “Tarık, dün bir köleydin. Bugün muzaffer bir komutansın. Yarın ne olacağını da ancak Allah bilir. Şı­mar­ma ” diyen ve sonra gurura, çalıma girmemek için yata­ğını kraliyet dairesine değil ahıra serdiren Tarık b. Ziyad’ın tevazuu ve ruh zaferi imrenilecek bir fazilettir. (11:00)
  • Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 senelik bir saltanatı vardır. Bu zat yarım asırlık bir zamanda meseleyi dorukta tutmuş, dünya devletlerine “eyaletim”, “vilâyetim” nazarıyla bakmıştır. Fakat, ihtişamın zirvesinde olduğu bir dönemde zaferle neticelenen bir seferden dönerken, “Nefsime biraz gurur geldi.” demiş ve yatağının izbede serilmesini istemiştir ki, işte asıl büyüklük ve imrenilecek yiğitlik buradadır. (14:00)
  • Koca Yavuz Sultan Selim, bir yandan bütün bâtıl cereyanların yayılmasını önlerken, diğer yandan da Mercidabık ve Ridaniye zaferleri gibi yüzümüzü ak eden başarılarıyla ve şahs-ı mânevî-i Ahmediye’yi (aleyhissalatü vesselâm) temsil keyfiyetiyle ülkeyi hilâfetin merkezi hâline getirmiştir. İşte böyle bir sefer dönüşünde Üsküdar’a kadar gelmiş; İstanbul halkının şehrayinler tertip ederek coşkuyla kendisini karşılayacaklarını duyunca, “Lalam! Böyle bir şey uygun düşmez; biz ne yaptık ki! En iyisi biz geceyi Üsküdar’da geçirelim de halk uyurken sessizce Topkapı’ya geçeriz.” demiştir. İşte bu da imrenilesi bir yüksek karakterin ifadesidir. (14:52)
  • İnsan, Allah rızasına imrenmeli.. Hazreti Şah-ı Geylânî’nin haline imrenmeli.. İmam Şazilî’nin haline imrenmeli.. Ebu Hanife hazretlerinin hatimle kıldığı namazlara imrenmeli.. tavır ve davranışlarında İslam’ı milimi milimine yaşamaya imrenmeli.. en kâmil ve eksiksiz imana, İslama, ihsan, ihlasa ve bunlarda derinleşmeye imrenmeli!.. (16:30)

Soru: Eserlerde, “Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. Binaenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.” deniliyor. Bu tespitten hareketle, latifelerin ilahî feyizlerden tam istifade edip yeterince beslenebilmeleri hangi vesilelere bağlıdır? (18:37)

  • Mübtedîler de diyebileceğimiz yola yeni çıkmış, henüz işin başında ve heceleme safhasında olan insanlar, marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânîdeki enginliği duyamazlar, likâullaha iştiyak meselesini hiç bilemezler. Onlara “Asıl mesele kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir!” derseniz, onları ümitsizliğe atmış olursunuz. İşte “gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir” sözüyle, böylelerine yolun ilk adımı gösterilmekte ve ebcede çıkmanın hecelemekten geçtiği ifade edilmektedir. (19:11)
  • İnsan zikir mevzuunda da himmetini âli tutmalı ve dudaklarından dökülen her kelimeye şuur damgası vurarak onu kalb ve ruhuna da söyletmeye çalışmalıdır. Hazreti Pir; Ebu’l-Hasan eş-Şazilî, Abdülkadir Geylanî, Mustafa Sıddıki’l-Bekrî, Ahmed Rifaî, Muhammed Bahaüddin Nakşibendî, Mevlana Halid-i Bağdadî gibi büyüklerin, tesbihin her tanesine dokunduklarında bütün zerrat-ı kâinat adedince Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiklerini ve bunu vicdanlarının enginliğinde duyduklarını ifade ediyor. Hatta Allah hakkının büyüklüğü karşısında bir tesbihin O’nu ifade etmeyeceğini düşünen bu zatlar, tesbihlerini, denizlerin kumlarına, yağmurların damlalarına ve mahlûkatın soluklarına bağlıyor, öyle söylüyorlar. Hazreti Pîr, onların bu durumuna imreniyor ve onlar gibi bir tesbih tanesine dokunduğunda trilyon adet tesbihlerin içine akmasını duymak istiyor. Hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru bir gün bu has hizmetkârına diyor ki, “Kardeşim, Allah’a hamd olsun. Ben de artık Ebu’l-Hasan eş-Şazilî ve Abdülkadir Geylanî Hazretleri gibi “Sübhanallah” dediğim zaman bütün zerrat-ı kâinatı birden duyuyor gibi oluyorum.” (21:43)
  • İnsanın latîfelerini besleyen gıdalardan biri de zikirdir.(28:30)
  • Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, nefs-i emmâre, levvâmeye veya mutmainneye inkılâp etse bile onun tesiri hiçbir zaman bütün bütün yok olmaz. Çünkü o, silâhlarını ve cihâzâtını sinirlere, hassasiyetlere ve çeşitli mevzulardaki aşırı titizliğe devreder; onlar da onun vazifesini âhir ömre kadar sürdürürler. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun tesirleri yine görünür. Bu hususa dikkat çeken Üstad Hazretleri der ki, “Ben bir zaman enaniyetini bırakmış ve nefs-i emmaresi kalmamış büyük evliyanın da şiddetli bir surette nefs-i emmareden şikayet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra kat’î bildim ki, âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için, nefs-i emmarenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden şikâyet ederler.” (29:23)
  • Hazreti Üstad, “Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.” demiyor mu? Eğer hayırlı işlerin arkasındaysanız, şeytan ve onun cinnî-insî dostları sizinle de uğraşacaklardır. Peki neden başkalarıyla uğraşmıyorlar? Niye uğraşsınlar ki? Anlatılır ya: Birisi, caminin önünden geçerken bakmış ki orada başka biri bekliyor. “Sen kimsin, burada ne bekliyorsun?” diye sormuş. Karşıdaki cevap vermiş: “Ben şeytanım, şu camiden çıkacak insanları bekliyorum. Elimdeki şu gemleri onların kafalarına vuracak ve istediğim tarafa yönlendireceğim onları.” Adam tekrar sormuş; “Benim için getirdiğin gem hangisi?” Şeytan cevap vermiş: “Senin için geme lüzum yok ki; sen zaten kendi ihtiyarınla arkamdan koşturup duruyorsun.” (32:48)
  • Ebu’l-Leys Semerkandî hazretlerinin, “Tenbîhü’l-Gâfilîn” isimli kitabında anlattığına göre; Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) “Senin dünyada en büyük düşmanın kimdir?” diye sorunca, Şeytan “Sensin” diyor. Çünkü, iblisin oyunlarını bozanların başında İnsanlığın İftihar Tablosu vardır. İnsî ve cinnî şeytanlar her devirde kendi oyunlarını bozanlara düşmanlık eder ve hep onlarla uğraşırlar. (34:20)
  • Şeytanlardan gelebilecek hücumlara karşı latifelerimizi güçlendirmemiz, onlardaki nefsanî/şeytânî tuzaklara tepki gücünü artırmamız ve bu konuda Kur’an-ı Kerim’in talim buyurduğu üzere Allah’a sığınmamız gerekmektedir.

    وَقُل رَّبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَن يَحْضُرُونِ
    “Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım!” (Mü’minûn sûresi, 23/97-98)

    (36:53)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Neredesin vefa?!.

Fethullah Gülen: Neredesin vefa?!.

“Sefaletle inim inim koskoca bir dünyâ,
Bekliyor bir damla inayet, bir damla ziyâ,
Heyhat, umurunda değil bu hiçbir zâlimin!
Kanla, gözyaşıyla çağlasa her bir deryâ ” (00:35)

  • İnsanlara, dedirtmemek; değişik kazanımları bir vefasızlığa kurban etmemek lazım. (04:20)
  • Levhalarda da var: “Vefa ya Hû!..” Ey insan, biraz vefalı ol!. Allah, kullarına vefalı olduğunu ifade ediyor:

    وَأَوْفُواْ بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ
    “Vefalı olup verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı vefa ile muamele edip ahdimi yerine getireyim.” buyuruyor. (Bakara, 2/40) (04:45)

  • Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği üzere, “İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” İnsan, kendi cehennemini kendisi tutuşturuyor ve insan mahiyetinde yaratılmış olma, mantık, akıl, ihsaslar, peygamber, müçtehid, müceddit, nasih, hatip gibi itfaiyecilere yol vermiyor ki alevleri söndürsünler. (06:55)
  • Recâizâde Ekrem’in ifadesiyle, “Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât / Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar.” Hazreti Pîr de, kâinatın satırları teemmül edildiğinde onların Mele-i Âlâdan insana gönderilmiş birer mektup olduğuna dikkatleri çekiyor.

    تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا – مِنَ الْمَلَاِ اْلاَعْلَى اِلَيْكَ رَسَائِلُ
    “ “Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, Mele-i Âlâ’dan sana gönderilmiş mektuplardır.”

    Yani bu kâinatın sayfa ve satırları arasında gezen, onun kelimelerini kaldıran, harflerini yoklayan bir kimse onların manasının hep “Allah” diye haykırdığını görecek ve kendisi de Allah diyecektir. Çünkü böyle mükemmel bir sistemin başka bir şeye nispeti mümkün değildir. Gökleri ve yeri yaratıp onlarda mükemmel bir nizam kuran Allah olduğu gibi, insan mahiyetinde ve insan fizyolojisindeki ahengi temin eden de Allah’tır (celle celaluhu). Böyleyken O’nu inkâr etmek ne büyük yanlışlıktır!.. (08:25)
  • İman dediğimiz tûbâ-i Cennet çekirdeğini kalbinde inkişaf ettirebilenler, kâinatın her sayfasında O’na dair ayetler müşahede ederler. Duydukça daha derinden O’nu, yanarlar cayır cayır; yandıkça “daha!” derler.. yudumlarlar kâse kâse aşk şarabını; kandıkça “daha!” derler. Neler duyar neler hissederler gönüllerinin tepelerinde; duydukça “daha!” derler.. doymazlar bir türlü sevgiye; sever-sevilirler, “daha!” derler. Onlar “daha” dedikçe Hazreti Mahbub da onlara perdeler aralar, basiretlerine görülmedik şeyler sunar ve ruhlarına ne sırlar ne sırlar duyurur. Artık onlar duyarlarsa her zaman O’nu duyarlar, severlerse hep O’nu severler, düşünürlerse O’nu düşünürler ve her şeyde O’nun cemalinden, tasavvurları aşkın cilveler temâşâ ederler. (11:24)
  • İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) çok vefalıydı. Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa bazı gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor!” demişlerdi. Bunu söyleyenler sadece birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. Onlara şöyle buyurdu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında Ensar topluca “Evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’ne!..” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz, “Şayet Ensâr vadiye veya geçide süluk etse ben de mutlaka Ensâr’ın gittiği vadiye ve geçide süluk ederim. Eğer hicret olmasaydı ben Ensâr`dan biri olurdum.” (13:45)
  • Allah vefalı, Rasûlullah vefalı, Ashab vefalı, büyük insanlar vefalı O yolda gidenler de vefalı olmalı ve asla vefasızca davranmamalı!.. Vefaya mutlaka vefayla mukabelede bulunulmalı!.. (16:48)
  • Hazreti Mevlâna bir menkıbede Gazneli Mahmud ile onun kapısının eşiğindeki bir köpeği konuşturur: Köpek durmadan sarayın önündeki mezbelelikte eşinip durmakta, bazen hiç bir şey bulamamasına rağmen ertesi gün yine gelmektedir. Bir gün Sultan Mahmud bu köpeğe sorar: “Günlerdir bu çöplükte eşinip duruyorsun; halbuki bir şey de bulamadın, bıkıp usanmadın mı ki hâlâ aramaya devam ediyorsun?” Köpek kendi diliyle cevap verir: “Ben, bir gün bu çöplükte eşinirken bir kemik bulmuştum. İşte onun hatırına her gün buraya uğrar ve bir şeyler ararım. Belki bir gün yine bir kemik bulurum ” Evet, bu bir menkıbe olsa da aslıyla değilse bile faslıyla onun bize anlattığı çok derin manalar vardır. (19:50)
  • Hayvanlar âlemi ile ilgili belgeseller çok dikkatimi çekiyor; bir taraftan insanın en vahşi canlıları bile nasıl ehlileştirdiğini, uysallaştırdığını, emrine amade kıldığını görüyor; diğer yandan bir yönüyle onlarda bile iyiliğe karşı iyilik ve vefaya karşı ciddi bir vefa bulunduğunu müşahede ediyorum. Epey evvel gördüğüm arslanlarla ilgili bir kısa film, geçenlerde gösterilen bir “kurt adam” belgeseli ve son günlerde muttali olduğum fillerle alakalı bir videoyu da gözyaşlarıyla seyrettim. (22:35)
  • Vefa mevzuunda en önemli husus, vefasızlığa karşı bile vefa ile mukabelede bulunmaktır. (26:18)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in Mekke Fethi’nden sonra da Medine-yi Münevvere’de kalması bir yönüyle Ensâr’a karşı vefasının ifadesidir; zira onlara şöyle buyurmuştur: “Hayatım sizinle beraber, ölümüm de sizinle beraber!..” Diğer yönüyle de hilkatine vesile mübarek toprağının Medine’den alınmış olması sebebiyledir. Evet, Peygamber Efendimiz nur-ı evvel, Hakikat-i Ahmediye ve maneviyeti itibariyle Mekke/Ka’be ile, hakikat-i Muhammediye ve cismaniyet itibariyle de Medine ile ciddi irtibatlıdır. Bir rivayette Efendimiz, “Kimin toprağı nereden alınmışsa, medfeni orasıdır (oraya gömülür.)” buyurmuştur. Bu itibarla, O’nun toprağı, esası, fizikî yapısı da Ravza-yı Tâhire’den alınmış olabilir. İşin hakikatini Allah bilir. (27:27)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Nesebî ve Manevî Âl-i Beyt

İnsan, yalnızca Allah’a kul olamamış ise

Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Dünya lezzetleri, zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır.” كَمْ حَسَّنَتْ لَذَّةً لِلْمَرْءِ قَاتِلَةً * مِنْ حَيْثُ لَمْ يَدْرِ أَنَّ السَّمَّ فِي الدَّسَمِ “Nefis insana, nice öldürücü lezzetleri öyle şirin göstermiştir de insan onun yağın içinde zehir sunduğunu bilememiştir.” Kaside-i Bürde (Bür’e)’de, Bûsîrî, böyle diyor: كَمْ حَسَّنَتْ لَذَّةً لِلْمَرْءِ قَاتِلَةً * مِنْ حَيْثُ لَمْ يَدْرِ أَنَّ السَّمَّ فِي الدَّسَمِ İnsanı öldüren nice şeyleri, (nefis) insana lezzetli, şeker-şerbet gösterdi; zavallı bilmiyor ki o yağın/balın içinde zehir var!..

Öyle bir çağrıya (nefis ve şeytanın davetine) uyarak yer değiştiren, konum değiştiren dünya kadar insan oldu. “Dünya kadar” derken, yerinde sâbit-kadem olanlara, hep aynı izleri takip edenlere ve aynı yere ayak basanlara nispeten çok sayılmaz, öbürleri. Fakat bir hayli yer değiştiren insan oldu; gözleri kamaştı dünyanın câzibedâr güzelliği karşısında.

Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği üzere; زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ “Kadınlar (kadınlar için de erkekler), oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (süslenmiş) cazip gelmektedir. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın katındadır.”(Âl-i Imrân, 3/14)

Bazıları, bohemliğe saldılar kendilerini… زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ Bazıları güya evlâd ü ıyâllerinin geleceğini düşündüler; esas, önemli bir geleceği kararttılar, hiç farkına varmadan!.. “Oğlum, kızım… Bunlara mutlu bir gelecek!” falan dediler ama ebedî bir geleceği kararttı, ebedî bir geleceğin ışığını/ziyasını söndürdüler. وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ Dolarlar, Eurolar, Dinarlar, altınlar, gümüşler; bunlar, çoklarının başını döndürdü, bakışını bulandırdı… Yer değiştirdiler; Allah varken, o şeylere tapmaya başladılar ki, onların da meseleyi nereye çekeceği belli değildi!.. وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا O zamanlar “at-katır”, insanların binekleri olduğundan dolayı, âyet-i kerimede ondan bahsediliyor. Günümüzde onlara tekabül eden, zırhlı arabalara kandılar, altınla yaldızlanmış klozetlere kandılar, banyo havuzlarına kandılar. Kandılar, aldandılar; o bâdirede iç içe yandılar, hafizanallah!..

Çok defa ehl-i dalâletin, dünyaperestlerin âkıbeti, bu olmuş ve çok defa Allah’a dilbeste olanların âkıbetleri de sizin ve emsallerinizin âkıbeti gibi olmuş. Fakat mutlak bir kararma olmamış; muvakkat bir “hüsûf” ve “küsûf” yaşanmış. Muvakkaten ay küsmüş, güneş darılmış, bazı şeyler kararmış; insan, gündüzü gece sanmaya başlamış. İnsan olarak, nihayet o, gözlerinin güdümünde, kulaklarının güdümünde, dilinin-dudağının güdümünde; başka türlü olması da çok zor!..

Her şeyi O’nun (celle celâluhu) güdümüne vermeyince, bir insan, çok farklı güdümlere girebilir. Değişik kulluklardan kurtulmanın yolu, sadece O’na kul olmaktan geçer!.. İnsan, O’na, sadece O’na ama sadece O’na kul olamamış ise, elli türlü şeye kul olmaktan paçayı sıyıramaz.

İnsanız, nihayet; değişik şeylere takılabiliriz. Ama o sarsılma, kısmen sendeleme, kısmen sürçme, olduğuyla kalmalı. Onu hemen bir doğrulma, yine aynı yolda azm-i râh edip “Yollar! Ben sizin emrinizde değilim; sizler, benim emrimdesiniz!” deyip yürüme takip etmeli. Yollara ayak öptürme, varacağınız tepelere ayak öptürme, el öptürme… Gerçi el öptürmeye, ayak öptürmeye meraklı değilsiniz sizler. Fakat siz istemeseniz dahi, yollar, ayağınızı öper; O’na doğru giden yollar, ayak öper. Öyle bir takdir ile gidersiniz ve öyle bir takdir ile hayatınız noktalanır.

Sizden evvel doğruluğu temsil eden insanlar, sizin öşrünü çektiğiniz şeyin onunu birden çekmişlerdir; onunu değil, onun da iki katını birden çekmişlerdir. Şayet onların çektikleri, dağların tepesine inseydi, dağlar, Lût Gölü’ne dönüşürdü. Çekmişler… İnanan insanların kaderidir o. Çok tekerrür eden bir husus, bu da tasdî’ yapmaz (baş ağrıtmaz, rahatsız etmez) inşallah: Hazreti Nuh, bildiğimiz, çeken insanlardan.. Hazreti Hûd, çeken insanlardan.. Hazreti Sâlih, çeken insanlardan.. Sodom-Gomore kahramanı, çeken insanlardan. -Evet, bir peygambere “kahraman” demek ancak bu türlü evsaf ile câizdir; yoksa onlardaki, “fetânet”tir.-

Peygamberler hep çekmişler ama vazifeleri mukabilinde oradan bir avuç bir şey alarak ayrılmamışlar, ayrılmayı düşünmemişler. El-etek silkmiş; “Varım ol Dost’a verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dû-cihanım kalmadı” diyerek ayrılmışlar ayrıldıkları yerden. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar hepsi, dünyadan böyle ayrılmış ve geride maddî hiçbir şey bırakmamışlardır.

Kırık testilerimize yükleyip Nebiler Sultanı’na hediye gönderdiğimiz salât ü selamlarımız

Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz’in geride bıraktığı, içinde yattığı o Hücre-i Saadet’tir. Orasını da -ihtimal- Kendisine merkad olsun diye tutmuş elinde; yoksa “Burayı da alın, Mescid’e katın!” derdi. Ama orada Sultanlar yatıyor, üç tane Sultan; cihan sultanlığı ile değiştirilmeyecek sultanlık sahibi Sultanlar yatıyor.

O yerlerden birini, Âişe validemiz, kendisi için düşünüyor. Hazreti Ömer, bir zehirli hançer ile hançerlenince, Âişe validemize haber gönderiyor. Ne terbiyedir bu?!. Devlet reisi, iki süper gücü yere sermiş devlet reisi Hazreti Ömer, Hazreti Âişe annemizden izin istiyor: “Acaba müsaade buyururlar mı, ben, Peygamberimizin yanında, O’nun ayaklarının dibine gömülmek istiyorum?!.” Mübarek annemiz de öyle civanmert ki; “Ben, orayı, Efendimiz’in yanını kendim için düşünmüştüm ama Ömer’i nefsime tercih ederim!” diyor. Ve üçüncü şahıs, o oluyor. Candan sevdikleri İnsan’la, Berzah hayatını beraber yaşıyorlar orada. Aynı salât u selâmı paylaşıyorlar.

Siz de salât ü selam gönderiyorsunuz; Muvâcehe’ye çarpıyor, yankılanıyor orada. Paylaşıyorlar aralarında. “Paylaşma” değil; o iş, katlanarak onlara intikal ediyor. Onlar, nasıl orada katlanmış; bir, üç olmuş. Dolayısıyla sizden giden bir salât ü selam, otuz oluyor orada; otuz oluyor ve onlara ulaşıyor.

Antrparantez: اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ cümlesini her Tahiyyât’ta söylerken, aklıma geliyor. Bu, Allah’ın, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği bir şeydir; bize de bir emanettir. Onu söylerken, el-Hüccetü’z-Zehrâ’da ifade edildiği gibi, doğrudan doğruya, Hazreti Rasûl-i Zîşân’a sunuyor gibi söylemeli. Muvâcehe’de, sanki oradan içeriye bakıyor gibi.. sanki O da içeriden bize bakıyor gibi.. “Bakalım ne diyecekler!” diye onu bekliyor gibi… Siz, sadakatinizin ifadesi olarak, اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ “Bize, olmazlardan, bilinmezlerden, meçhullerden mesajlar ile gelen ey Sâhib-i Zîşân, Sana selâm!.. Ey Sâhib-i Zîşân, Sana binler selam!” diyorsunuz. Böyle salât ü selamlarınız O’na ulaşıyor. Ne geliyor geri O’ndan? “Benden de size selam! Benden de size selâm!..” Kendi buyuruyor: “Bana bir salât u selam okunduğunda, melek Bana haber verir; der ki: ‘Falan, Ali, Veli, Cemal Hoca, Reşid Hoca, Osman Hoca, Ramazan Hoca, Sana selam gönderdiler!’ Sen de Benden onlara selam gönder; onlara ‘Selam Harun!’ de; ‘Selam Reşid! Selam İsmail! Selam İbrahim! Selam Osman!..”

Ne gönderiyorsunuz, ne alıyorsunuz?!. Hani -antrparantez- adam, Bağdat’a giderken, “Padişaha ne götürsem?” diye düşünmüş. Bir testiye kendi beldesinden temiz, böyle Zemzem gibi bir su koymuş. Sonra Bağdat’a gidiyorken, Dicle’den geçerken veya bir ırmaktan geçerken, ırmağı görünce belki elinden testiyi atası geliyor: “Bu ırmak, onların kapısının önünde çağlıyorsa şayet, bir testi suyun ne kıymeti olur?!.” diye düşünüyor ama sonra “Yahu ben buraya kadar bunu taşıdım, getirdim; ne diye dökeceğim! Allah kerim!..” diyor. Elinde testi ile saraydan içeriye giriyor; onu hükümdara, Abbasî hükümdarına armağan ediyor. -Menkıbe, bu; aslına değil, fasla bakın!..- Padişah, yanındakilere hemen emrediyor: “O testiyi alın, o suyu, önemli bir yere boşaltın; sonra altın doldurun, verin ona!”

İşte senden Sultanlar Sultanı’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) giden armağan, bir testi su. Ama aldığın, o testinin birkaç katı dolu altın, gümüş, zebercet, yakut, cevher… Allah Rasûlü’nden sana gelen şey. Şimdi yol bu olunca, yolun sonu da bu olunca, bence bu uğurda insan, Hazreti Nuh’un da, Hazreti Hûd’un da, Hazreti Sâlih’in de, Hazreti Lût’un da, Hazreti İbrahim’in de, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da (alâ seyyidinâ ve aleyhissalâtü vesselam) çektiği şeylere gönül rızası ile katlanır. “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de cana safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..”der, sineye çeker, katlanır. Sen’den ne gelirse gelsin; رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) رَسُولاً “Rabb olarak, Allah’tan razı olduk. Din olarak İslam’dan hoşnuduz. Peygamber olarak da Allah Rasûlü’nden bütün benliğimiz ile memnunuz!” der.

Ama gayr-ı meşrû yollar ile gelip belli koltuklara oturan insanlar, hiçbir zaman oldukları yerde ebedî kalamamışlar. Onlar, geldikleri gibi bir bir gitmişler, bulundukları yerleri terk etmişler; hem de geriye dönüp ağlayarak gitmişler. Şimdi öyle gitmek mi, yoksa geriye dönüp tebessümler yağdırarak, Allah’a doğru yürümek mi?!.

Yolunuz, bu… Kalbiniz bu heyecan ile çarpıyor. Ne mutlu size!.. Cenâb-ı Hak, bu mutlulukta sizleri sâbit-kadem eylesin. Sayılarınız binlerceye, milyonlarcaya ulaşıyor, o ızdırabı paylaşanlarla beraber… Bazıları, doğrudan çekiyor. Her ızdırap çeken insanın akrabası, annesi, babası, oğlu, eşi, baldızı, kayınvalidesi, kayınpederi, komşusu, onu “iyi” tanıyan insanlar var. Bunlar ile meseleyi çarptığınız zaman, riyazî düşünceye göre, milyonlara bâliğ olur. Paylaşırlar acılarını/acılarınızı, sizinle beraber. Fakat bulundukları yerde şikâyetçi değillerdir. “Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun!.. Küfür ve dalalete düşmedik ya, Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun!.. Ey Rasûl, Senden uzak düşmedik ya, Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun!.. Ey Allah’ım! Senden uzak düşmedik ya, Sana binlerce hamd ü senâ olsun!..” diye o yolda yürüyorlarsa, kazanma kuşağında kazanımlarını ona katlayarak elde ediyor, yüze katlayarak, bine katlayarak kazanıyorlar. -Bu kat kat kârı, Kur’an-ı Kerim söylüyor; on olur, yüz olur, bin de olabilir, Allah’ın izni-inayeti ile.- Hep böyle olmuş, bundan sonra da hep böyle olacak…

Üstad Hazretleri’nin “Nesebî Âl-i Beyt” ile “Manevî Âl-i Beyt” tasnifi

Burada bir şey daha diyeyim: Bazı ulemâ, fuhûl-i ulemâ (ilim ve faziletçe emsallerinden üstün olan, önde gelen âlimler) “Esas, Ehl-i Beyt, üç kategoride mütalaa edilir.” diyorlar. (“Ehl-i Beyt” sözlük itibarıyla “ev halkı” demektir; bu tabir, genel manada, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ailesini ve yakın akrabalarını tanımlamak için kullanılmaktadır.)

Bir: Doğrudan doğruya Âl-i Abâ.

(Âl (آل) aile, akraba, sülale demektir; abâ ise, uzun, geniş, önü açık bir elbisesinin adıdır. Hadis kitaplarında yer alan bir rivayete göre, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) Ümmü Seleme’nin evinde iken, “Ey Peygamberin şerefli hane halkı, ey Ehl-i beyt! Allah sizden her türlü kiri giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb 33/33) meâlindeki âyet nâzil olmuş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’i abâsının altına alarak, “Allah’ım, benim ehl-i beytim işte bunlardır; bunların kusurlarını gider, kendilerini tertemiz yap!” diye dua etmiş. Bu vesileyle, Efendimiz ile beraber o dört güzide şahıs “Hamse-i Âl-i Abâ” unvanıyla anılagelmiştir.)

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), üzerlerine abâsını örtüp de dua buyurduğu aile fertleri: Kendisi, Hazreti Fâtıma, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin. Dolayısıyla, mübarek Hatice validemiz -Ayağı başımın tacı olsun!..- yoktu o gün. Fakat o da başımızın tacı… Çünkü analar anası idi. Efendimiz’e en dar gününde sahip çıkmış ve sonuna kadar da sâbit-kadem -sâbite-i kadem demek daha uygun- olmuş ve bağrını hep Efendimiz’e açık tutmuştu. Onun gidişi de bir yönüyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için “hüzün senesi” (عَامُ الْحُزْنِ) olmuştu. Öyle derin bir hüzün ki, Cenâb-ı Hak, -adeta- “O hüznü, Benim Habîbimi huzuruma Mi’raç ile almak suretiyle giderebilirim!” demiş, Efendimiz’i huzuruna almıştı: “Sevgili Habîbim! Mahzun olma!.. Hatice’ni, Ebu Talip’ini kaybettin ama bak, Ben varım!” demiş, Mi’raç ile taçlandırmıştı benim Efendimi…

Mânen, kalbî ve ruhî hayatınızla, “mü’minin miracı” olan namaz hakikatiyle Allah sizi de taçlandırsın inşaallah!.. “Namazı öyle bil ki, o, mü’minin miracıdır.” diyor İmam Rabbânî. “Namaz, dinin direğidir, nurudur / Sefine-i dini, namaz yürütür / Cümle ibadetin, namaz, pîridir / Namazsız, niyazsız İslam olur mu?!.”Bu, Alvar İmamına ait, öbürü de İmam Rabbânî’ye ait. Rahimehumullah; Allah hepsine merhamet buyursun!..

Şimdi Ehl-i Beyt veya Âl-i Beyt denince, birincisi, doğrudan doğruya Âl-i Abâ anlaşılmaktadır.

İkincisi: O günkü kimseler, orta ölçekte Ehl-i Beyt sayılıyor. Öncekiler, ûlâ ölçekte, evlâ, bir numaralı Ehl-i Beyt; ehass-i havas (seçkinlerin en seçkini olan) Ehl-i Beyt. İki numaralı Ehl-i Beyt, havas (ileri gelenler, seçkinler) onlar; onlar da bütün Ashâb-ı kirâm, radıyallahu anhüm.

Üçüncü derecede, avam Ehl-i Beyt ise, onlar da Efendimiz’e yürekten bağlı olmuş, davasını bayraklaştıran bütün ümmet-i Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem). Bugün o gaye-i hayali ve o kaderi paylaşan hizmetler, o kategoriye dâhildir; üçüncü derecede Ehl-i Beyt sayılırlar onlar. Çünkü bir yönüyle Ehl-i Beyt olma, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bıraktığı mirasa sahip çıkarak, o istikamette derdi paylaşma demektir.

Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) derdini paylaşmak… O (sallallâhu aleyhi ve sellem), âlem inansın diye nasıl bir ızdırap duyuyordu? Kur’an-ı Kerim’de iki yerde, لَعَلَّكَ بَاخِعٌ tabiri geçiyor. Bir yerde: لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ “O insanlar iman etmiyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ, 26/3); diğer bir yerde ise, فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا “(Ey Rasûlüm), o müşriklerin peşinde, bu Söz’e (Kur’ân) inanmazlarsa diye duyduğun üzüntüden dolayı kendini neredeyse helâk edeceksin.”(Kehf, 18/6) buyuruluyor. Evet, O, âlem inansın diye âdetâ ölürcesine bir ızdırap içinde yaşıyordu.

Bu açıdan, “Benim Efendim’in nâm-ı celili, güneşin doğup-battığı her yerde, minarelerde birer ses ve soluk haline gelsin!” diye koşturan insanlar, günümüzde Ehl-i Beyt’in vazifesini temsil ediyorlar. Dolayısıyla üçüncü derecede Ehl-i Beyt sayılırlar.

Böyle bir pâyeyi, başka bir şey ile değiştirmemeliler. Her birerlerine bir İstanbul fethi verilse, bence, yine bu pâyeyi vermemeliler onlara. Varsın başkaları kapkara saraylar karşısında rükûa, secdeye varsınlar!.. Bunlara mukabil, onlar, öyle bir şey karşısında, serfürû etmiş, el-pençe divan durmuşlar ki, bütün dünyalar verilse, yine de onun dengi olamaz, ona mukabil gelemez. Bir kere o şeref, o pâye yeter!..

Birinci dereceden Âl-i Beyt olan o insanlar bugün yaşasalardı ne yaparlardı?

Başka bir ifadeyle, Âl-i Beyt dediğimiz şey… Nübüvvet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile mühürlenmiş; O, “Hâtemü’l-Enbiyâ”. Fakat o misyonu O’ndan sonra edâ edecek olan, Evliyâ, Asfiyâ, Ebrâr, Mukarrabîn… Bunlar da çoğunluğu itibarıyla O’nun mübarek sulbundan gelenlerde aranması lazım. Yani, Hazreti Hatice’den dünyaya gelmiş Hazreti Fâtıma.. Hazreti Fâtıma’dan dünyaya gelmiş Hazreti Hasan ve Hüseyin efendilerimiz.. Onlardan dünyaya gelen İmam Câfer-i Sâdık gibi, Zeynülâbidîn gibi, Muhammed İbn el-Hanefiyye gibi kimseler… Günümüze kadar devam etmiş; öteden beri “Âl-i Beyt” vazifesi hep görülmüş.

Çağımızda da Çağın Sözcüsü… Âl-i Beyt olduğu konusunda kendisi “Ben böyle olduğumu bilmiyorum” diyor. Fakat onun hayat-ı seniyyesini karıştıranlar diyorlar ki; belli bir dönemde İslam dünyasında yaşanan -günümüzde yaşandığı gibi- baskılar karşısında, Anadolu, bir güven yeri olması itibarıyla, oralardan kaçıp gelerek, Anadolu’da ulaşılamayan bir yerde, bir tepenin başında, çok küçük bir köye sığınan bir ailenin çocuğu olabilir. Fakat nesebi kütüklerde, kayıtlarda öyle görünmediğinden dolayı kendisi “Ben, öyle olduğumu bilmiyorum.” diyor. Ama daha sonra birileri tespit etti onu. Aslında “bilmiyorum” deyişi, onun kendisine ait tevazu, mahviyet ve hacâletinin ifadesi; mesleğinin esası da o olduğundan dolayı, mesleğinin esasına meseleyi bağlıyor, öyle diyor.

Fakat kim olursa olsun, bugün o yola baş koyan insanlar, “Ehl-i Beyt” vazifesini görüyorlar, Allah’ın izni-inayetiyle. Dolayısıyla da -antrparantez arz edeyim- o Ehl-i Beyt’i, Hazreti Ali’yi, Hazreti Hasan’ı, Hazreti Hüseyin’i başlarında -bir yönüyle- birer kumandan gibi gördüklerini hatırdan çıkarmamalılar.

Diğer taraftan, onlar da çektiler. Birisi zehirlenerek şehit edildi. Öbürü de Kerbelâ’da, Revan nehri kenarında şehit edildi, çevresindeki otuz-kırk tane insanla beraber. Otuz-kırk tane insan ile beraber bir insan, bir yerde bulunuyorsa, bence onu tehlikeli görmek, tehlikenin ne demek olduğunu bilmeyecek kadar -bağışlayın- ahmaklığın ifadesidir. O ahmaklığı, o çağın Yezîd’i yapmıştı. “Yezîd”, fiil-i muzârî kelimesi, “zâde-yezîdu”dan geliyor. Daha da ziyadeleşerek çağımızda, çağın Yezîdleri yaşıyor. Evet, arta, arta, arta, arta, arta, arta müzâaf Yezîdler, mük’ab Yezîdler… Daha başkalarını saymama lüzum var mı? Yok!.. Biri, diğerini çağrıştırdığına göre, bence israf-ı kelâm olur; diğerlerini siz tahmin edin. Böyle uykuya dalmış kafanızdaki nöronlar harekete geçer, uyanırlar; “Galiba şu da o kategoride mütalaa edilebilir, şu da o kategoride mütalaa edilebilir, şu da o kategoride mütalaa edilebilir.” derler.

Yine antrparantez bir şey diyeyim: Bence bunları söyleyerek, düşünerek hayal dünyanızı kirletmeyin!.. O hayal dünyanızın, yapmanız gerekli olan şeyler için pâk, temiz, Türkçemizde kullanılan tabir ile “pirüpak” kalmasına dikkat edin. Nöronları ne kadar temiz kalmışsa, insan, o ölçüde isabetli düşünür, isabetli karar verir. Günümüzün insanının, isabetli düşünmeye, isabetli karar vermeye çok ihtiyacı var: Bu kadar sıkışıklık içinde, nasıl isabetli karar vermeliyiz ki, Allah’ın izni-inayetiyle, meseleyi durdurmaya, önünü kesmeye çalışan insanlara karşılık, biz, durmadan -Allah’ın izni ile- yolumuzda yürüyüp gidelim, hedefimize doğru; hiçbir şeye takılmadan, Allah’ın izni-inayetiyle…

Çünkü bu yol, Ehl-i Beyt yolu… Ehl-i Beyt olsaydı bugün, onlar bin sene yaşasalardı, iki bin sene yaşasalardı, sizin yaptığınızı yapacaklardı. Ne yapacaklardı?!. Nâm-ı celîl-i İlâhî’nin dört bir yanda şehbal açıp bayrak gibi dalgalanmasını temine çalışacaklardı. Şöyle-böyle, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevârüs ettikleri -gelenek mi, an’aneler mi, ef’âl-i Nebeviye mi, takrîrât-ı Nebeviye mi, her ne ise şayet- bütün o güzellikler mecmuasını birer gerdanlık gibi ulaştıkları her yerde insanların boyunlarına takacaklardı. “Alın bir tane de siz boynunuza takın! Alın, bir tane de siz boynunuza takın!” diyeceklerdi. Bazılarını hakikaten yürekleri hoplayarak, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ deme duygusuna sevk edecek.. bazılarını yumuşak bakmaya sevk edecek.. bazılarını da “Yahu bunlar, iyi insanlar, diyaloğa da açık insanlar.” filan duygusuna sevk edeceklerdi. Dolayısıyla dünyada hep Muhammedî bir hava (sallallâhu aleyhi ve sellem) esip duracak.. meltemler eserken, her yerde Muhammedî bir koku (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyulacak.. ve âdetâ bir ıtriyat çarşısı gibi, herkes güzel bir gül kokusu duyacaktı.

Âl-i Beyt’ten olduğunu iddia eden yalancıların sayısı da az değil!..

Farklı bir mülahaza… Çokları da var ki, bir yönüyle o adı, o ünvanı da suiistimal ediyorlar. Esas, kütüklerde, kayıtlarda hiç öyle bir şey yok; kendini seyyid zannediyor. Şundan dolayı: Ezilmişler, hor görülmüşler; kendilerine ikinci sınıf insan nazarıyla bakılmış, kast sistemine göre; dolayısıyla bir kompleks içine itilmişler böylece.

Oysaki insan, insandır; onu hor görmen, hakir görmen, senin horluğunun/hakirliğinin ifadesidir. İnsan, böyle yapmak suretiyle bir yönüyle kendi konumunu belirlemiş oluyor, ne olduğunu ortaya koymuş oluyor.

Fakat böyle bir kompleksten dolayı bazıları, “Ee ne yapsam, ne etsem?” derken “En iyisi mi, etrafıma ‘Âl-i Beyt’tenim’ diyeyim!” Hele bir de kaderden kendisine bir tekke, bir zaviye lütfedilmişse şayet… Birisi bir tekke açmış, ona da bir hilafet vermiş ise… O, artık çok rahatlıkla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) torunlarından birisi gibi, Ehl-i Beyt’ten birisi gibi…

Bir de böyle bir “Ehl-i Beyt” var; ona “Ehl-i Beyt’ten olma iddiasındaki kâzibûn” denir. Dinlerinden, diyanetlerinden dolayı bir şey denemez; fakat komplekslerinden dolayı ve öyle olmadıkları halde öyle olduklarını iddia ettikleri için günaha girmiş olurlar; çünkü yalan söylüyorlar, doğru değil esasen.

Diğer bir husus, Ehl-i Beyt’in kaderi… Onların başlarına da gelmişti hep Peygamberlerin başına gelenler… أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta enbiyaya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” Belânın en çetin, en zorlusu, peygamberlerin başına gelmiştir. Efendimiz’in başına hepsinden fazla gelmiştir. Ondan sonra da seviyesine göre, diğer hâlis mü’minlerin başlarına gelmiştir. İşte, Hazreti Ali’nin başına gelen şey… İşte Hazreti Fâtıma vâlidemiz… Efendimiz’den sonra zannediyorum altı ay kadar dayanabildi; o hicrana dayanamadı mübarek anamız, gitti. Ama iki tane zebercet evlâd bıraktı geriye… Ve işte onlardan kıyamete kadar din-i mübîn-i İslam’a dilbeste olmuş insanlar.. çağın sözcüsüne kadar.. Hazreti Şâh-ı Geylânî’ye kadar.. daha nice sıddîklara kadar…

Esasen, Ehl-i Beyt’ten insanlar, ihyâ-ı dine vesile oldular; ba’s-u ba’de’l-mevte, dirilişe vesile oldular, Allah’ın izni-inayetiyle. Fakat, hep çektiler onlar; çekmeyen kalmadı.. İmam Zeynülâbidîn çekti.. İmam Câfer-i Sâdık çekti.. Muhammed İbn el-Hanefiyye çekti… Hatta o çizgide hareket eden, işte üçüncü derecedeki Ehl-i Beyt diyebileceğimiz insanlar çektiler; Ebu Hasan eş-Şâzilî hazretleri çekti.. İmam Rabbânî hazretleri çekti; İmam Rabbânî olduğu halde, ömrünün büyük bir kısmını zindanda geçirdi.. Ebu Hanife çekti.. Serahsî çekti; Hanefi Fıkhı alanında el-Mebsût isimli otuz ciltlik koca telifâtını, içine atıldığı bir kuyuda hazırladı; çok küçük bir yiyecek de attılar, herhalde az su da vardı orada, abdest alıyor, namaz kılıyor; talebelerine o kuyunun içinden o kitabı takrir ediyordu; öyle deniyor. Çekmeyen, kalmadı.. İmam Ahmed İbn Hanbel, kırbaçlar altında çekti… Üçüncü derecede Ehl-i Beyt bunlar.

Allah sizi tarihin ak sayfalarına yerleştirdi

Çağın Sözcüsü’ne gelince, o, çektiğini anlatırken -şikâyet mahiyetinde değil- diyor ki: -Yolun kaderi bu!.. Bir kitabın adını koydular: Yolun Kaderi. Yolun kaderi bu.- “Yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Zindandan zindana attılar. Kimse ile görüştürmediler. Tecrîd ettiler, zehirlediler, türlü türlü hakaretlerde bulundular.” “…Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’ edildim. Defalarca zehirlendim.”Hele bir yerde, can gırtlağa gelince diyor ki: “Eğer dinim intihardan beni men’ etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” Öyle bir şeyi düşünmesi bile söz konusu değil, katiyen ve kâtıbeten. Esasen anlatmak istediği şey, çektikleri; başa gelen şeylerin tahammül-fersah olduğunu anlatıyor.

En sonuncusuna kadar, başa gelen şeyler, bunlar… Eğer, böyle bir doğru yolda yürümeye tâlip olmuş iseniz, sizin de bundan âzâde olmayacağınızı bilmeniz lazım. Doğru yolda yürüyorsanız… Şeytan, kendi avenesini, siyasî, askerî, iktisadî, idarî, bütün güçleri aleyhinizde kullanarak, dünyanın değişik yerlerindeki avenesini tahrik ederek darbeler yaptı. Şöyle-böyle Müslümanlığı yaşayan insanlara avenesini musallat etti ve onlar da onların bazılarını aldı, berdâr ettiler, astılar; bazılarını başka şekilde yok ettiler, bazılarını başka şekilde yok ettiler.

Evet, neyse ki Çağın Sözcüsü mahfuz kaldı. O gün idam edilen dünya kadar insan var; “on beş bin” diyorlar. Bu rakamı küçük saymayın; çünkü o zaman Anadolu’nun nüfusu on beş-on altı milyon kadar. Milyon başına, bin insan… Herhalde o idam kanunu kalkmasaydı -Günümüzde seksen milyonuz, değil mi?- zannediyorum seksen bin insan ancak onların hıncını dindirebilirdi. Seksen bin yere darağacı kurulurdu, seksen bin yerde sallanan insanlar görürdünüz. Temel felsefe, bu; temel anlayış, bu!..

Dolayısıyla, meseleye böyle bakarak “Yolun kaderi!..” deyip, bunu şeker-şerbet yudumluyor gibi yudumlamak lazım. Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki.. tarihin bir dönemde ak sayfalar, bir dönemde de kara sayfalar.. bir dönemde tarihin sayfalarında ak paragraflar, bir yerde de kapkara paragraflar… O kapkara paragraflar içinde yer almamanız için, Cenâb-ı Hak, sizi ak paragraflar içine yerleştirdi. Birileri ile -şeytanla yâd ediliyor gibi- yâd edilmektense, bugün biraz çekerek esasen o ak paragraflar içinde yerinizi almanız şâyân-ı tercih bir husustur.

Evet, halinize hamdedin, şükredin. Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün, öbür gün olmazsa daha öbür gün inşiraha erecek ve ileride de hayırla yâd edileceksiniz. Fakat yarınsız insanlar, ızdırap içinde kıvranacaklar ve lânetle yâd edilecekler. Onlar, lânet ile anılan cebâbireye rahmet okutturacaklar; sizi de millet hayır ile yâd edecek.

Şuarâ Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi: وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ * وَاجْعَلْنِي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعِيمِ “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!.. Ve beni içinde nimetlerin kaynadığı Cennet’in mirasçılarından kıl.” (Şuarâ, 26/84-85) Hazreti İbrahim’in ifadesi… Arkadan gelen nesiller tarafından yâd-ı cemîl olarak anılmak: “Allah sizden ebediyen razı olsun, bize güzel bir miras bıraktınız. Dünyanın dört bir yanında nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi bir bayrak gibi dalgalandırdınız!..” Yine, Yahya Kemal’in Ezan şiiri aklıma geldi:

Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî
Sultan Selim-i Evvel’i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi, şân-ı Muhammedî..
Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî..
Ervâh cümleten görür “Allahu Ekber”i
Akseyleyince arşa, lisân-ı Muhammedî..
Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev gazel,
Bir tuhfe-i bedi’ ü beyân-ı Muhammedî.

Evet, çizgisi ne olursa olsun, makamı Cennet olsun!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Nesl-i cedîd ve dirilişin esasları

Nesl-i cedîd ve dirilişin esasları

Ahiret emniyet ve güveni dünyada temkinli yaşamaya bağlıdır!..

Namaz kılarken veya dua ederken sakalı ile oynayan birisi münasebetiyle denilmiştir ki: لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ “Şayet bu adamın kalbi haşyetle dolu olsaydı, sair organları da huşu duyardı.” İnsanın kalbinde haşyet olsa, -“âzâ u cevârih” derdi eskiler- âzâ u cevârihine de akseder!.. Öyle olmalı!.. Tir tir titremeli Allah karşısında; tâ öbür tarafta O’nun (celle celâluhu) karşısında veballerimizin altında ezilerek tir tir titremeyelim!

İnsanlar, bir kere tir tir titrerler; burada onu yapmış/geçirmişler ise, öbür tarafta titreme istihkâkını dünyada kullanmış sayılırlar. Kudsî hadis: لَا أَجْمَعُ لِعَبْدِي أَمْنَيْنِ، وَلَا أَجْمَعُ لَهُ خَوْفَيْنِ “Bir kuluma iki emniyeti birden vermem; iki korkuyu da birden vermem!”

Şayet insanlar, hayatlarını mehâfet ve mehâbet hissiyle yaşamış, hep Allah karşısında tir tir titreyerek ömürlerini geçirmişlerse, öbür tarafta onlara bir emniyet ortamı/atmosferi oluşturulur. Fakat hayatlarını serâzad geçirmişlerse, “keyfe mâ yeşâ” (nasıl isterlerse öyle, diledikleri gibi) yaşamışlarsa, akıbetlerinden endişe duysunlar; orada tir tir titreme, onları bekliyor. Gırtlaklarına kadar terin yükselmesi, onları bekliyor. Sırat zelzelesi onları bekliyor; şahıslara göre kırılmalar oluyor, dökülmeler oluyor orada. Öyle bir dökülmeye maruz kalmamak için, orada Cehennem’e “Çabuk geç üzerimden; nurun, ateşimi söndürüyor!” dedirtecek şekilde, burada o meseleyi derinlemesine yaşamak lazımdır. Bu, oradaki emniyetin en büyük garantisidir.

Kim bilir, bir câmide, bir namazgâhta safların birisinde içini ızdırapla boşaltan bir insan, bütün safta öyle bir sinerjiye sebebiyet verir ki, herkes, aynı hislerle tir tir titremeye başlar. Gönlüm öyle arzu ediyor ki!.. Bir-iki arkadaş için “Falan yerde olsalar?” dendi. Ben onların iniltilerine şahit olduğum için, “Hayır, öyle bir-iki inleyen insan kalsın içimizde!” dedim. Çünkü bizim öyle bir sinerjiye ihtiyacımız var; desteklenmeye ihtiyacımız var. Biri inlesin, bizdeki bütün inleme sistemini/sistematiğini harekete geçirsin; o inleme hissiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edelim. Ellerimizi kaldırdığımız zaman, kaldırma hicabıyla tir tir titresin ellerimiz. Sonra kendimizden geçmiş gibi ellerimizin içine eltâf-ı İlahiye yağıyormuşçasına, yağmurun damlalarını hissediyormuşçasına, kendimizde O’ndan gelen tecellileri/tayfları duyalım.

Öyle hissedecek seviyede tazarrunuzu ve niyazınızı O’na sunduğunuz zaman, Allah’ın izni ve inayetiyle, öbür tarafa emniyet ve güvenle yürürsünüz. Ahmed Feyzi Efendi’nin vefat ederken adeta gülerek gittiğini nakletmiştim. Herhalde Azrail’i gördüğü zaman, “Hoş geldin, sefâ geldin!” der gibi -Cenazesini temâşa edenler, Fakir’e anlatmışlardı- böyle gülüyor, Azrail’e “Hoş geldin!” mülahazasıyla… Böyle, Azrail’i gülerek karşılayan, kabirde Münker-Nekir’i gülerek karşılar: مَنْ رَبُّكَ وَمَا دِينُكَ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ dediklerinde, “Yahu ne soru soruyorsunuz! Ben hayatım boyunca hep رَبِّي، دِينِي (Rabbim.. Dinim..) dedim, öyle yaşadım!” der. Sonra kalkıp Mahşer’e yürüdüğünde, yine o ruh haleti ile yürür. Kendisine pasaportsuz böyle, herkesin geçiş verdiği gibi, geçiş verilir. Mizan’da, “Adam, ne tartacaksınız; adam zaten belli tavrından!” derler. Ve Sırât’ı da geçerken, biraz evvelki ifade ile, “Çabuk geçin Allah aşkına; nurunuz, ateşimi söndürüyor!” denilir.

Öyle yaşamak… Dünyada, insanlık adına, sosyal huzur ve itmi’nanın vesilesi, budur. Böyle yaşayanlar, insanlık arasında huzur ve itmi’nanı sağlayacaklardır. Ukbâda da ebedî saadete nâil olmanın/mazhar olmanın yolu, bundan geçiyor. Demek ki dünya ve ukbâ saadeti, ona bağlı; kalbin Allah ile sımsıkı irtibatına bağlı.

Dünyanın “nesl-i cedîd”e ihtiyacı var; şayet siz beşerin muhtaç bulunduğu âbid, zâhid ve âşık insanlar olamazsanız, Allah -dilerse- sizi götürür, bambaşka bir nesil getirir!..

Derin bir ubûdiyet, hatta ubûdet… Bütün mâsivâyı gözünden silerek, “Ben sanırdım âlem içre, bana hiç yâr kalmadı / Ben beni terk eyledim, gördüm ki ağyâr kalmadı.” demek. Her şeyi gözünden silerek, Yârlar Yârı’na (celle celâluhu) teveccüh etmek ve öyle ibadet yapmak. Bütün dünya ve mâfîhâyı, kalben terk etmek. Hazreti Pîr’in verdiği ölçü ile, “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek”. Gelirse, gelirse gelsin; giderse, gittiğini de düşünmemek. “Canım!.. Allah verdi, Allah aldı. Çok komik şey, dünya!” mülahazasıyla bakmak ve böylece “zühd”e müteveccih yaşamak. Ve onu bir basamak yaparak aşk u iştiyak-ı likâullaha yükselmek. Buna “miraç” diyeceğim; onu bir “miraç” haline getirmek, her tavır ve davranışıyla birkaç basamağı birden atlıyor gibi O’na (celle celâluhu) yaklaşmak, yaklaşmak, yaklaşmak, yaklaşmak… Ve böylece “fenâ fillah-bekâ billah”a mazhar olmak, “aşk” u “iştiyak” ile ömrünü geçirmek.

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?!.” Sever o zaman seni!.. “Rızâsına iven de / rızasını vermez mi?!.” Verir o zaman, razı olur senden; Rıdvan kapılarını ardına kadar açar. “Sular gibi çağlasan / Eyyûb gibi ağlasan // Ciğergâhın dağlasan / Ahvâlini sormaz mı?!.”O (celle celâluhu), sana, senden daha “erham”dır; Kendini ifade ederken, “Erhamü’r-Râhimîn” diyor. Öyle ol O’na karşı, O’nun rahmetine karşı. O’na karşı saygıyla mukabelede bulun!..

Umuma söylüyorum; öyle olanlar, beni mazur görürler zannediyorum; biraz da kendi nefsim zaviyesinden diyorum. Dünyanın böyle bir nesle ihtiyacı var. O Hazret’in “gâye-i hayal” haline getirdiği “nesl-i cedîd” de işte bu nesildir: “Ey mezar-ı müteharrik bedbahtlar!” Yani kalbsiz ve ruhsuz yaşayanlar, ölüler gibi hareket edenler, kadavralar gibi hareket edenler!.. “Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”

Nesl-i cedîd… إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ “Eğer O dilerse, (yaratmaktaki maksadının yerine gelmesi için) sizi ortadan kaldırır ve yerinize (yoksulluğunun şuuruna varıp Allah’a yönelecek, varlık ve zenginliğinin ancak O’nunla mümkün bulunduğunu kavrayacak) yeni bir nesil getirir.” (Fâtır, 35/16) Siz, pörsüyünce, solunca, hazan yemiş yapraklar gibi sararınca, Allah, dinini boşlukta bırakmaz, mutlaka bir “nesl-i cedîd”, yeni bir nesil getirir. Bir müceddid ile, insanlara yeni bir nefha, İsrafil Sur’u gibi üfler. Yeni bir diriliş, eski ifadesiyle “Ba’s-u ba’de’l-mevt” ihsan eder. Üstad Necip Fazıl, bu tabiri kullanırdı. Diriliş, öyle bir diriliş lütfeder. “Kâinat üzerinde hakâik-i Kur’âniyeyi temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd gelsin!..”

İnsan, bu duygular ile oturup-kalkınca, zannediyorum, kalbinde ve vicdanında, kine, nefrete, gayza, hasede, çekememezliğe yer kalmaz. Kalb, böyle ulvî duygular ile dolup taşınca, zaten dolmuş şeye bir şey dolduramazsınız. Bardak, -Âkif ifadesiyle- “lebrîz” olmuş taşıyorsa, ne dökeceksiniz onun içine?!. Siz, “ibâdet” ile, “ubûdiyet” ile, “ubûdet” ile, sonra “marifet” ile, “muhabbet” ile, “aşk u iştiyak” ile doldurmuşsanız kalb çanağını, oraya dökülecek her şey, kendini yerde bulur, taşar gider. Hiçbir şey, orada oturacak yer bulamaz.

Yanlışlıklarla meşgul olmak hoşuna gidiyorsa, bu hobini kendi günahlarına karşı kullan

Evet, kalb, Allah ile bu ölçüde irtibata geçerse, zannediyorum o, kendiyle meşgul olacak, kendine yönelecek, son yazıda ifade edildiği gibi kendi kusurlarıyla, kendi eksiğiyle, kendi gediğiyle meşgul olacaktır. Belki ileride (Çağlayan’ın gelecek başyazısına işaret ediliyor) görürsünüz İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Hata”, rüyalarında bile O’na muvakkaten misafir olamamıştır. Öyle bir Zat, Allah’a karşı öyle bir tazarru ve niyaz hayatı sürdürüyor ki, zannedersiniz -hâşâ- hep günah işliyor. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem) neyi hata sayıyorsa, Rabbisine karşı, حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrâr adına iyilik kabul edilen fiiller, daha ileri seviyede bulunan mukarrabîn için kötülük/günah sayılabilir.”fehvasınca, neleri olumsuz buluyorsa kendince, onlardan dolayı veya arkasındakilerine ders verme niyetiyle, istiğfar, tazarru ve niyaz ediyor. “Bak böyle olun!” der gibi. İmam, böyle diyor; o, “Allahu Ekber!” deyince, sizin de demeniz lazım; “Semi’allahu limen hamideh!” demeniz lazım; “Allahu ekber!” deyip secdeye varınca, sizin de varmanız lazım! O (sallallâhu aleyhi ve sellem) eğer “Nefsime zulmettim!” اَللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي… فَاغْفِرْ لِي “Allah’ım, nefsime zulmettim; yarlıga beni!”demişse, bunu arkasındakilere bir ders mahiyetinde almak/algılamak lazım.

İnsan, kendiyle böylesine meşgul olunca, zannediyorum, başkaları ile meşgul olmaz; hatta en zalimlerle bile… Gerçi, onların yaptığı kötülükler, yer yer cismâniyetimizin tesirinde kaldığımız zaman, kendi duygu ve düşüncelerimizin tesirinde kaldığımız zaman, içimizde bir yara yapabilir. Evet -yine- İzzet Molla’nın ifadesiyle, “Ben usanmam gözümün nuru cefadan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!..” Bir mızrak yiyorsun; canım, “Off!” demeden devrilmek olmaz. Bu, tabiatımızın muktezasıdır ama bunların hepsini gelip-geçici kabul etmek lazım. Onlar, karakterlerinin gereğini yaptılar. Şenâat, numarası-drobu onlara uyan bir urba gibi; onu kafalarına geçirmişler. Başka türlü bir şey yapmaları mümkün değil. Fakat sizin gibi Allah’a inananlara düşen vazife -bence- “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm o / Yol -varsa- budur; bilmiyorum başka çıkar yol!” Ruhun şâd olsun, Âkif!..

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!..” Yaptığın her şey, aklın, mantığın, muhâkeme-i selîmenin kabul edebileceği türden olsun. Daha doğrusu, belki bütün insanlık mantığının “Evet!” diyeceği tavırlar ve davranışlar sergileyin!.. Hümanistlerin de ötesinde hümanistçe davranın; imrendirin âlemi!.. “Bu nasıl bir din böyle; imrendirici bir şey! Vallahi biz çok ütopya okuduk; böylesine bir toplumu, böylesine bir cemaati görmedik! Bunlar, yok gibi varlar. Yok olmuşlar, daha doğrusu yok olmakla gerçek varlığa ermişler.”

Bu mevzuda imrendirici olmak da gönülsüzlüğe bakıyor. Halk şairi, Hak dostu, Rasûlullah dostu Yunus Emre’nin ifadesiyle “Dövene elsiz, sövene dilsiz; derviş, gönülsüz gerek!..”Evet, mesele, o. “Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı -yâ Rab- şâd olsun / Benim-çün ‘Nâ-murad olsun!’ diyenler, ber-murâd olsun!.”(Nâilî-i Kadîm) Hatırımı yıkanlar benim, şâd olsunlar; benim için “Nâ-murad olsun!” diyenler, ber-murad olsunlar. Siz, sürekli bu meselenin korosunu oluşturur, gürül gürül her yerde bunu ifade ederseniz, bugün olmazsa yarın, bütün vicdanlar size teveccüh edecek. Bugün güçlü gibi görünen o ekip, o kadro, o zaleme ü fecere u kefere de ettiklerine nâdim u pişman olup gelecekler. Allah’ın huzuruna gittiklerinde de “Bize bir müddet daha ver de, Sana doğru kulluk yapalım!” diyecekler ama “Hayır, siz, yine aynı şeyi yapacaksınız!” cevabını alacaklar Allah’tan. Mahşerde aynı şeyi dillendirecek; aynı cevabı alacaklar.

Size zulmedenler yakın-uzak gelecek adına kendi karanlık sonlarını hazırlıyorlar

Onlar, kendi karanlık akıbetlerini hazırlıyorlar. Siz ise, aydınlık bir âkıbete namzetsiniz. Ve o yolun bir kısmını da Allah size yürüttü. Hem de küheylanlar gibi koşturdu, izni ve inayetiyle… Evet, O’nun inayetiyle.. كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِهِ وَعَظَمَةِ سَلْطَنَتِهِ، وَرُبُوبِيَّتِهِ، وَحِكْمَتِهِ، وَرَحْمَانِيَّتِهِ، وَرَحِيمِيَّتِهِ “O’nun Zât’ının celaline, hâkimiyetinin azametine, rubûbiyetinin, hikmetinin, Rahmâniyetinin ve Rahîmiyetinin yüceliğine layık/yakışan şekilde…” O yolun bir miktarını da size yürüttü Kendine layık şekilde. İmkânlar bahş eyledi. Bence yarı yolda işi bırakmamak lazım; “Üzerimize geldiler, baskılar kurdular, bizi dünyevî bazı şeylerden mahrum ettiler…” diye, işi bırakmamak lazım.

Farkında değiliz, onlar -esasen- kendilerini, mahrum edilmemesi gerekli olan öyle bir şeyden mahrum ediyorlar ki!.. Ebedî hüsran, o!.. Kendilerini Cennet’ten mahrum ediyorlar.. Rıdvan’dan mahrum ediyorlar.. Cennet’in binlerce senesi, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini temâşa etmekten mahrum ediyorlar.. Hazreti Rasûl-i Zîşân ile (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı sofrada, aynı tabağa kaşık çalmaktan kendilerini mahrum ediyorlar… İsterse elli defa “Biz Müslümanız, İslam’ca idare peşindeyiz!” desinler! Zulmeden, o duygu, o düşünceden fersah fersah uzak…

Onlar, karakterlerinin gereğini sergilesin; kendi çirkinliklerini, kendi şenaatlerini, denaetlerini, mesâvîlerini, meâsîlerini ortaya koysunlar; siz de mehâsininizi!.. Onlar, İmam Gazzâli ifadesiyle, “muhlikât”larını, kendilerini helak edici şeyleri ortaya döksünler; siz ise “münciyât” (kurtuluş vesileleri) ile irtibatınızı devam ettirerek o tavrınızı ortaya koyun!.. Ve böylece Hazreti Pîr’in ifadesiyle, o kötülükleri bile, sizin için bir kısım şeyleri arındırıcı kabul ederek, güzel görün; zira “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır!”Hayattan lezzet almak istiyorsanız, Hazreti Pîr’in bu beyanıyla, “Bu hışım, bu hased, bu kıskançlık, bu üzerimize ifritçe gelme… Bunlar da bizim hakkımızda hayırlıdır!” deyin. -Yine aklıma gelenleri mırıldanıyorum- Yunus’un sözüyle, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna sefâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” deyin. Sen’den hem o hoş, hem bu hoş! Bazıları böyle derler: “Sen’den hem o hoş, hem bu hoş!”

Evet, her şeyi böyle hoş karşılamalı. Mutlaka o musibetlerin de bir hikmet-i vücudu vardır. Bunlar, bizi arınma kurnalarında arınıyor gibi arındıran bir şey, bir faktör, bir sebep ise, kimseye gönül koymamalı! Belki bu kötülükleri yapan firak-ı dâlleye, zalemeye (zalimlere), fücur yapanlara, kendilerini bohemliğe salmış olanlara, saltanat ile başları dönmüş bakışları bulanmış olanlara acımalı; “Allahım! Bahtına düştük; onları da hidayet eyle! اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ niyazından, onlara da nasip lütfeyle! İnsanlığa giden yolları göster!” demeli.

Yoksa -bir yönüyle- hiç farkına varmadan dünya çapında kendilerini iç içe, mütedâhil halkalar halinde musibetler, belalar, yokluklar sarmalı içinde bulacaklar ve dolayısıyla da hiçbir işlerinde isabet edemeyecekler. Her adımlarında yeni bir falso yapacaklar, yeni bir rezalete imza atacaklar; dünyanın yeni bir parçasının onlardan kopmasına sebep olacaklar. Bir gün Amerika kopacak, bir gün Almanya kopacak, bir gün Hollanda kopacak, bir gün Fransa kopacak; kopuk olanlardan herkes -böyle- kopup gidecek; o kopuk da kopukluğuyla başbaşa kalacak. “Otur, hep kopukluğunu yudumla!” falan diyecekler ona!..

Yaşadığımız sürecin Hizmet gönüllülerine verdiği ders ve mesajlar

Evet, bize düşen şey, “El-Emân, el-Emân; yâ Hannân, yâ Mennân; beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”deyip inlemek.. “Herkes yahşi, men yaman / Herkes buğday, men saman.” mülahazasıyla yaşamak. “El-Emân, el-Emân; yâ Hannân, yâ Mennân; beni günahlarımın hacâletinden kurtar!” sözü Hazreti Pîr-i Mugân, Üstad Bedîüzzamân’a ait; diğeri ise, Alvar İmamı’na ait.

Diğer taraftan, böyle bir durum, böyle bir tablo, bizi biraz daha kenetlenmeye, bir araya gelmeye yönlendirmeli. Genel durumu değerlendirmeliyiz; detaylarına girmeden, bâtılı -fazla- tasvir etmeden, onların yaptığı şenaati ve denâeti gözümüzde büyüterek kuvve-i maneviyemizi kırmaya girmeden. Ehl-i şenâat, şenaatini yaptı; ehl-i denâet, denâetini yaptı… Meseleye ve maruz kaldığımız şeylere icmâlî bakmalı ve “Şimdi bu gâile ve bu badirelerden sıyrılmanın yolu nedir?” falan demeliyiz.

Belki bunun bir pozitif yanı var, bir de negatif yanı var: Kendi memleketimizden cüdayız. Toprağını yüzümüze-gözümüze sürme gibi çekeceğimiz ülkemiz… Kuddûsî’nin Medine toprağı için “Ol Medine izi-tozu, bu Kuddûsî yüzüne tûtiyâdır.” dediği gibi diyeceğimiz; “Tûtiyâdır!” diye yüzümüze-gözümüze süreceğimiz ülkemizin toprağı… Aklımıza geldiği zaman, burnumuzun kemikleri sızlayacak!.. Hissiyatınıza tercüman olduğum kanaatindeyim ben. Öyle olacak… Bunu bir musibet gibi göreceksiniz belki; bu, meselenin negatif yanı.

Bu arada, acaba -hakikaten- bulunduğumuz yerdeki o insanları idare edemez miydik? Zâlim olsun, fâsık olsun, -bağışlayın- kendini bohemliğe salsın, saltanat hırsı ile sarhoş yaşasın; acaba bunları idare etmek mümkün değil miydi? Demek ki bizim ferasetimiz, kiyasetimiz ve fetanetimiz, bu zalimleri idare etmeye yetmedi. Öyle ise, Cenâb-ı Hak kulak çekme mahiyetinde, enseye hafif bir tokat vurma şeklinde, -hadiselerin diliyle- “Aklınızı başınıza alın! Bakın nefs-i emmâre taşıyan insanlar var. Bunlar idare edilmeliydi, başınıza bunlar gelmemeliydi!” diyor, ihtimal. Böyle bakmalı meseleye. Demek ki biz orada birilerini idare edemedik.

Oysa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yönüyle Hayber fethine kadar bazı kimseleri idare etmişti. Esas, o zaman ihanet ettiler; o gün, Medine Mukavelesi’ne imza atan insanlar, ihanet ettiler. Beni Kureyza, Beni Nadîr, Beni Kaynuka ve sonra da Hayber. Efendimiz, beş sene hınçla O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakan insanları -bir ayakları Mekke’de müşriklerin içinde ve dilleri münafıklara yeni şeyler fısıldama yolunda olan o insanları- o mukavele ile nasıl idare etti?!. İnsanlığın İftihar Tablosu, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamı ile, vahyi ile ve yüksek fetâneti ile arızasız bu iç içe problemleri idare etti. Bir tekinin bile altında kalır, ezilirdik biz onun. Bence “İşte o feraset ve o kiyaset ile, problemler halledilseydi, bu insanlar, bu hışım ile -belki- gelmezdi!” demeli!.. Öyle midir, değil midir; mülahaza dairesi açık. Siz değerlendirin. Acaba?!.. “Acaba!”ya bağlı… Acaba?!.

Özür dilerim, zoolojiden bir misal vereceğim. Televizyonda seyrettim: Birisi, iki tane arslan yavrusunu ormandan alıyor, besliyor onları. Sonra kendi kendilerini idare edecek duruma gelince, götürüp ormana salıyor. Büyüyorlar orada, kocaman oluyorlar; pençeleriyle ezecek, parçalayacak hale geliyorlar. Sonra bir gün onları besleyen, o iyiliği yapan insan, ormana gidiyor; onların bulunduğu, dolaştığı yerlere gidiyor. Gözümle gördüm bunu; arslanlar geliyor, sarılıyorlar ona; yüzünü-gözünü yalıyorlar. Evet, hayvan, insanlığa karşı, insanca davranıyor. Ve bir kurdun bir başkasına böyle yardım ettiğine şahit oldum. Bir kurdun… O, sesini yükseltip bağırınca, o da uluması ile ona iştirak ediyor. “Koro olsun!” diyor, burada. Meseleye böyle bakınca, onu biraz kendi açığımıza bağlamak lazım; tekrar ediyorum, “Acaba!” ile…

İkincisi, insan olarak hatalarımız olmuştur. Cenâb-ı Hak, bizi sırât-ı müstakîme hidayet buyurdu. Sadece “insan” olarak yaratma lütfuyla bırakmadı, insan-ı mü’min yaptı. O (celle celâluhu) bizi mü’min yapmasaydı, öyle bir ortamda neş’et etmeseydik!.. Öyle bir ortamda neş’et edenlerin çoğu dinden çıktı, diyanetten çıktı, din-diyanet düşmanı oldu. Bizi, böyle tutması, böyle koruması, böyle muhafaza etmesi öyle nimetlerdir ki, yapacağımız ibadetlerin hiçbirisi ona -şükür mahiyetinde- mukabil olamaz. Acaba Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki eltâf-ı Sübhâniyesine göre biz orada kulluğumuzu yaptık mı? “Demek ki kusurumuz oldu!” demeli.

Nefis muhasebesi… Kendimiz ile yüzleşme… İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) muhasebe, tazarru ve niyazına işaret ettim; tafsilatını (Çağlayan makalesinde) görsünler. Biz de nefsimizle öyle yüzleşmeliyiz. Musibetleri yine enseden hafif bir tokat görmeliyiz. Lem’alar’daki “Şefkat Tokatları”nı hatırlayın. Hazreti Pîr, ilk defa da, kendisinin yediği, “Yedim!” zannettiği şefkat tokatlarından bahsediyor. O, tokat yiyecek bir şey yapmıyor fakat bahsediyor; ilk defa kendi yediği tokatlardan bahsediyor. Bir de böyle bir şey düşünmeli. Hani, düşünülecekse bunlar düşünülmeli…

Mefkûre kahramanlarına düşen

Yoksa ehl-i dalaletin, firak-ı dâllenin yaptığı şeyleri anlatırsanız; onlar karakterlerinin gereğini yapıyorlar: Kur’an ifadesiyle: كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) Herkes, karakterinin gereğini sergiler! Canavar, canavarlığını; yılan, yılanlığını; akrep, sokmasını mutlaka gösterir. Hani var ya, halk hikâyelerinde: Kurbağa ile akrebin arkadaşlığı… Akrep sudan geçemiyor; suyun içine gelince, kurbağa onu geçiriyor. Sonunda sokuyor onu. “Ee bu nasıl kardeşlik?!.” diyor, “Ee huyum benim!” diyor, “Karakterimin gereğini yaptım!”

Evet, öyle bilmek lazım; onlar, karakterlerinin gereğini sergilediler. Allah, o duruma düşürmesin!.. O bir şenâat ve denaettir; ahsen-i takvîme mazhar insan yapısına karşı, kalbî-ruhî, maddî-manevî anatomisine karşı saygısızlıktır. Bir âbide olarak yaratılan insan, o durumlara düşmemeli; Kur’an’ın ifadesiyle, أُولٰئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvanlar gibidirler, belki hayvandan da aşağıdırlar.” (A’râf, 7/179) Bu derece sukut etmemeli!.. Evet, “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır / Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın / Ne irfanın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdanın.”diyor Âkif, ruhu şâd olsun. Onlar, o karakterlerinin gereğini sergiliyorlar.

Fakat acaba biz, Cenâb-ı Hakk’ın bize eltâf-ı Sübhâniyesi ölçüsünde bir cehd ü gayrette bulunduk mu? Veya o ölçüye müteveccih olma ve ona ulaşmayı gâye-i hayal yapma şeklinde, acaba O’nun bize lütfettiği bütün imkânları o mevzuda seferber ettik mi? Yoksa yer yer kendimizi öne çıkararak, kendi çıkarlarımızı/mülahazalarımızı mı düşündük? Biraz evvel arz ettim: “Yokluğunda var olan, varlıkta bilmez yokluğu / Sohbet-i yâr lezzetini bilmez beyim, ağyâr olan.”Yâr’ı, âğyâra dilbeste olmuş kimse, nasıl bilecek ki?!. Evet, kendimize bağlamış olabiliriz bunu.

Bence hadiseler bizi “ızdırârî beslenme”ye sevk etmeli. “İhtiyarî beslenme” biraz “Acaba olmasa da olur mu?!” duygu ve düşüncesi uyarır. Şimdi o zaman biz, dua duygumuzu, teveccüh duygumuzu, tazarru duygumuzu daha da güçlendirerek, topyekûn bir koro teşkil ederek, O’na yönelmeliyiz. Hazreti Pîr ifadesiyle, “Nasıl ki sadaka, belayı ref’ eder, ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder.” Öyle ise biz, dua, tazarru ve niyaz koroları oluşturmalıyız. Ve sonra bu badireden, bu gâileden akıllıca, mantıklıca sıyrılma yollarını araştırmalıyız. Bunlar, müzakere edilmeli…

Kendi vatanımızda maruz kaldığımız haset ve adavet tsunamisi, dünyanın her yanında da farklı fırtınaların olabileceğini düşündürmeli

Ve yine şu müzakere edilmeli: Kendi ülkemizde, kendi toprağımızda… Yetiştiğimiz yerde geçmişimizi de biliyorlar, atalarımız da belli bizim; kaç cephede o ülkenin hürriyeti ve istiklali adına mücadele etmiş bir milletin evlatlarıyız! Âlem bizi biliyor, varsın onlar bilmesinler!.. Evet, öyle bir ülkede bize karşı bu kötülükleri, bu şenaati, bu denâeti irtikâp eden insanların varlığı, çok farklı kültürlerde yetişmiş insanların da aynı şeyi yapabileceğini gösteriyor.

Öyle ise -bakın- kendi ülkenizde bu türlü şeylere maruz kalınca, din-diyanet açısından, kültür açısından, anlayış açısından çok farklı olan insanlardan da aynı tepkiler ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Öyleyse bu meseleyi öyle hesap ederek, kendinizi ona göre ayarlayın!

Neden? Çünkü siz, evrensel bir dinin temsilcileri olarak güneşin doğup-battığı her yere nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi götürüp bir bayrak gibi dalgalandırma mecburiyetindesiniz. “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” buyurmak suretiyle, hem size bir gâye-i hayal, bir mefkûre, bir ideal gösteriyor; hem de aynı zamanda gayptan haber veriyor, “Öyle olacak!” diyor. Siz, bu mevzuda ahd ü peymânda bulunmuşsanız şayet, bence kendi ülkenizde bu türlü belâ ve mesâibe maruz kalınca, başka yerlerde de olur. Öyle ise bu çaptaki tazyiki, maruziyeti, mağduriyeti, mahkûmiyeti, mazlumiyeti, mahcuriyeti ve “müttehem bi’l-irhab” olmayı (terörle itham edilmeyi) -hani “terör örgütü” falan dediler ya şom ağızlar- bunları hesaba katın; “Burada olduğuna göre, başka yerlerde de -hafizanallah- bu türlü şeylerle karşılaşabiliriz.” deyin.

Öyle ise mahrûtî bir bakış ile, bütün insanlığa böyle bakmalı; bütüncül bir nazar ile bakmalı. Farklı karakterlerdeki insanlar, bir gün, karakterlerinin gereğini ortaya koyarlar. Öyle ise dünyayı doğru okumak lazım; insanlara bir şey anlatacak, bir şey okuyacaksak, evvelâ o insanları, o toplumu kendi kültürleriyle doğru okumamız lazım. On defa düşünecek, bir kere söyleyeceksiniz!

Şimdi bu öyle bir ders ki!.. Size meseleye evrensel hale getirme adına kitaplarla ve mücelletlerle ifade edilemeyecek bir dersi veriyor Sâhib’i.. O Sâhib-i Zîşân’a, canımız kurban olsun!.. Yaptığı her şey, yerinde, isabetlidir. İnsanlığın İftihar Tablosu’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları bir yönüyle revâ gören Allah (celle celâluhu), size revâ görmüş, çok mu?!. Büyütmeyin onu, başınıza gelenleri!.. Bir de meselenin böyle bir yanı var.

Evet, o açıdan oturup-kalkıp bir taraftan “Başımıza gelen şeyler, şundan oldu!”; bir taraftan “Doğru, misyonumuzu edâ edemedik. Bütün argümanları o istikamette kullanamadık!”; bir taraftan da “Umum dünya konjonktürünü nazar-ı itibara alarak, demek bundan sonra Hizmet metotlarımızı, sistemimizi yeniden ayarlamamız lazım!..” mülahazası ile meşgul olmalıyız. Bunlar etrafında muhaverelerimizi zenginleştirerek, Sohbet-i Cânân ile kalblerimizi güçlendirerek, bu dönemi böyle değerlendirmeliyiz.

Kalbî ve ruhî diriliş vesilelerini yerine getirip Allah’ın havl ve kuvvetine sığınmalıyız

Ayrıca, bize ait yazılmış kitaplar var. Kitap ve Sünnet var başta. O Kitap ve Sünnet’in çağlara göre değişik yorumlarını, bırakılan uçları değerlendiren müçtehidîn-i ızâm, müceddidîn-i fihâm var. Çağa göre Kitap’ta, Sünnet’te bırakılmış uçlar vardır; bu uçlar, “ictihad”a, “istinbat”a, “istahrac”a, “tercih”e dayalı bir kısım açıklamalar ister, hâşiyeler ve şerhler ister. Bunu da o müçtehidîn-i ızâm, ulemâ-i sâlihîn, evliyâ, asfiya, ebrâr ve mukarrabîn; hususiyle müceddidîn-i ızâm, Ömer İbn Abdülaziz’ler, Hazreti Gazzâlî’ler, İmam Rabbânî’ler, Şâh-ı Geylânî’ler, Muhammed Bahâuddin Nakşibendî’ler, Mustafa Bekrî-i Sıddîkî’ler veya Ehl-i Beyt imamları İmam Zeyd’ler, İmam Câfer-i Sâdık’lar yapmışlar. Onlar, bir yönüyle, sönmek üzere olan o mumu yeniden parlatmışlar; yeni bir güç, yeni bir kuvvet, yeni bir enerji ve yeni bir sinerjiye sebebiyet vermek suretiyle yeni bir canlılık sergilemişler, yeni bir diriliş ortaya koymuşlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Bu kitapları müzakere mevzuu yaparak, ciddiyetle müzakere etmemiz lazım. Çağımızda yazılan şeyleri bir araya getirerek müzakere etmek suretiyle kendimizi yenilememiz lazım.

Bu sayedeki “kalbî diriliş” Allah’ın izni ve inayetiyle, iradelerinize öyle bir güç ve kuvvet verecek ki, hakikaten, belki kendi kendinize -böyle- Kırkpınar’da destede güreşenler gibi, “Başpehlivan gelsin karşıma benim!” diyeceksiniz; “Benim karşıma başpehlivanlar gelsin!” falan. On tane insanla şerâre üretmek üzere şirret karşınıza çıksa, “Topunuz birden gelin!” falan, diyecek kadar iradeyi güçlendirmek lazım o mevzuda. Allah’ın o mevzudaki havl ve kuvvetine güvenmek lazım. Ve her zaman vird-i zebânımız, تَبَرَّأْنَا مِنْ حَوْلِنَا وَقُوَّتِنَا، وَالْتَجَأْنَا إِلَى حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ “Kendi havl ve kuvvetimizden teberrî ediyor, fersah fersah uzaklaşıyoruz. Sen’in havl ve kuvvetine sığınıyoruz, bizi ondan mahrum etme, ey yegâne merhametli, Erhamürrâhimîn!” Günde defalarca, özellikle ezan-ı Muhammedî okunurken, حَيَّ عَلَى الصَّلاَةِ، حَيَّ عَلَى الْفَلاَحِ’ta söylüyoruz: لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ

Zira Sâhib-i Şeriat (sallallâhu aleyhi ve sellem), لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الْجَنَّةِ “Allah’ın havl ve kuvvetinden başka bir dayanak olmadığına inanıp bunu ikrar etmek Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” buyuruyor. İşte muhariplerin, mücadele edecek insanların -bir yönüyle- Cennet’teki stokları, depoları, esas silah depoları diyor ona.

Allah’ın havl ve kuvvetine sığınan birisi, Allah’ın izniyle cihana meydan okuyabilir. Hazreti Pîr’in okuduğu gibi: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniyeye feda olan bu başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!”

Bakın, Allah, zayıf gibi görünen, küçük görünen, bir yönüyle başkalarının hafife aldığı insanlara koca devletlerin yapamadığı şeyi yaptırmış. Bu, öyle bir teveccüh, öyle bir iltifattır ki!.. Hani İmam Zeynülâbidîn’in ifadesiyle, “Yâ Rabbi! Senin şükrüne nasıl mukabelede bulunabilirim ki; ‘Eş-şükrü lillâh!’ dediğim zaman, o bile Senin lütfun. Onu alıp bir kere daha ‘Eş-şükrü lillâh!’ demem icap ediyor. İki defa dedirttin, daha yürekten ‘Eş-şükrü lillâh! Eş-şükrü lillâh! Eş-şükrü lillâh!’ demem gerekiyor.”Bu kadar nimetlerle serfirâz kılınan insanlar, “Eş-şükrü lillâh!” demeli!..

Cenâb-ı Hakk’ın, bir kapı kapatırsa şayet, bin kapı açacağından hiç endişeniz olmasın! “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah, efendi, Müfettihü’l-ebvâb’dır.”diyor şair. Bir kapı bend ederse, kapatırsa, bin kapı eyler küşâd; Hazreti Allah, Müfettihü’l-ebvâb’dır!..

يَا مُفَتِّحَ اْلأَبْوَابِ، اِفْتَحْ لَنَا خَيْرَ الْبَابِ، إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، وَبِاْلإِجَابَةِ جَدِيرٌ، وَكُلُّ عَسِيرٍ عَلَيْكَ يَسِيرٌ * اَللَّهُمَّ عَلَيْكَ بِأَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمْ آمَالَهُمْ، وَانْصُرْنَا عَلَيْهِمْ؛ إِنْ كُنْتَ تُرِيدُ هِدَايَتَهُمْ وَتَلْيِينَ قُلُوبِهِمْ، وَسَوْقَهُمْ إِلَى الْحَقِّ وَالْعَدَالَةِ وَاْلاِسْتِقَامَةِ وَالْوِفَاقِ وَاْلاِتِّفَاقِ وَالْمَحَبَّةِ إِلَيْنَا وَإِلَى خِدْمَتِنَا، فَاهْدِهِمْ فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ زَمَانٍ؛ وَإِلاَّ اَلْجِمْ أَفْوَاهَهُمْ، وَاغْلُلْ أَيْدِيَهُمْ وَأَرْجُلَهُمْ، وَاهْزِمْهُمْ، وَزَلْزِلْهُمْ، وَشَتِّتْ شَمْلَهُمْ، وَفَرِّقْ جَمْعَهُمْ، وَمَزِّقْهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ، وَاجْعَلْ بَأْسَهُمْ بَيْنَهُمْ، وَلاَ تُبَلِّغْهُمُ اْلآمَالَ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا وَمَوْلاَنَا مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

“Ey en açılmaz kapıları açtıran, en sarp yokuşları aştıran Rabbimiz!.. Bize de hayırlı kapılar aç; problemlerimizin halli için ferec ve mahreç nasip eyle. Muhakkak Sen her şeye gücü yeten Kadîr’sin. Dualarımıza icâbet etmek Sana ne de çok yakışır!.. Her zorluk Senin için kolaydır; doğrusu, zorluk Senin için asla söz konusu değildir. Bize karşı düşmanlık yapanların hepsini Sana havale ediyoruz. Onları kötü emellerine ulaştırma. Onlara karşı bize yardımcı ol. Allah’ım, şayet hidayetlerini ve kalblerini yumuşatmayı murad buyuruyorsan ve onları hakka, adalete, istikamete, vifâka, ittifaka, şahıslarımıza ve Hizmet’imize karşı muhabbete sevk etmeyi diliyorsan, bunu yakın, en yakın, yakınlardan yakın bir zamanda gerçekleştir, onları çabucak hidayete erdir. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Şayet muradın onların hidayeti değilse, Rabbimiz, o hak-hukuk tanımaz, insanlıktan nasipsiz, tiran bozması azgın ve taşkınların ağızlarına gem vur.. ellerini, ayaklarını bağla.. o azgınlar güruhuna karşı gücünün/kuvvetinin büyüklüğünü göster ve onların kuvvetlerini, aşırılıklarını, dalaletlerini, güçlerini, birliklerini, şer ve zulüm istikametinde kullandıkları malzemelerini, ittihat ve ittifaklarını paramparça hale getir; hepsini zîr ü zeber eyle!. Birlik ve düzenlerini boz.. cemiyetlerini paramparça hale getir.. hepsini bölük-pörçük et.. birbirlerine düşür.. kirli emellerine ulaşmalarına müsaade etme!.. Efendimiz, yegâne dayanağımız, günahlarımıza karşı şefaatçimiz ve yâr-ı vefâdârımız Hazreti Muhammed’e salât ü selam ederek ve Âlemlerin Rabbi olan Zâtına karşı hamd ü sena hislerimizi seslendirerek bunları Sen’den istiyoruz. Dualarımızı kabul buyur, Rabbimiz!..”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Nifak

Fethullah Gülen: Bamteli: Nifak

  • İfritten bir dönemde yaşıyoruz. Hadis kitaplarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığıyla bazı bölümler yer almakta; ileride gelecek olaylardan, özellikle âhir zamanda cereyan edecek olan dehşetli hadiselerden bahsedilmekte; bunlara karşı müslümanın nasıl tavır takınması gerektiği belirtilmektedir. Bir yönüyle, o hadislerde işaret edilen ifritten günlerin emarelerini görüyoruz. (00:19)
  • Bazı fikirlerini beğenmesem de Türkçe’yi güzel kullanması açısından takdir ettiğim “Tarih-i İstikbal” müellifi Celâl Nuri, kendisine “Her tarafta kan seylapları ve kan gölleri var?!.” denildiğinde, âdeta insanlığın tarihî sergüzeştini hülasâ etmiş ve “O seylaplar ne zaman durdu, o kan gölü hangi devirde kurudu ki? Beşer, birbirini öldürmekten ve birbirine zulmetmekten ne zaman vazgeçti ki!..” şeklinde mukâbelede bulunmuştur. Bu sözün, zulmün ve haksızlığın devamı bakımından bugün de geçerliliğini koruduğu âşikâr. (01:20)
  • Kitabu’l-fiten ve’l-melâhim’de Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; “Öyle bir zaman gelecek ki insanlar birbirini öldürecek de kâtil niye öldürdürdüğünü, maktul de neden öldüğünü bilemeyecek.” (02:20)
  • Âşık Ruhsati şöyle der:

    Bir vakte erdi ki bizim günümüz,
    Yiğit belli değil mert belli değil;
    Herkes yarasına derman arıyor,
    Deva belli değil dert belli değil.

    İşte her şeyin böylesine belirsizleştiği bir dönemde yaşıyoruz. (03:20)
  • Bu ifritten dönemin en büyük hastalıklarından birisi “nifak”, iki yüzlülük ve takıyye marazıdır. (04:00)
  • Küfür ve inkarını açıktan ortaya koyanlara karşı mücadele bir yönüyle kolaydır ve yapılması gerekenler bellidir. Belki onun yolu, Hazreti Üstad’ın iktibas edip değerlendirdiği, Hafız-ı Şirazî’nin şu sözünde gösterilmektedir:

    آسَايِشِ دُوگِيتِى تَفْسِيرِ اِينْ دُو حَرْفَسْتْ
    بٰا دُوسِتَانْ مُرُوَّتْ بۤا دُشْمَنَانْ مُدَارَا

    Yani, “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”

    (04:30)
  • Fakat, münafıkla başa çıkmak çok zordur. Çünkü, inanmadığı halde inanıyor görünmek, akide ve düşüncelerinde münkir olmasına rağmen farklı bir tavır ve kanaat sergilemek, her zaman duruma göre hareket edip sürekli iki yüzlü davranmak demek olan nifak; ferdî, içtimaî öyle bir riyakârlık ve öyle bir ruh hastalığıdır ki bu hastalığı taşıyan mürâî ve münafık, her zeminde ayrı bir tavırda bulunur, her yerde farklı bir görüntü sergiler ve o rengârenk davranışlarıyla âdeta birkaç hayatı iç içe birden yaşar. Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata sürekli hücum etmelerine karşılık o, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek her zaman ehl-i imanı aldatmaya çalışır.. her zaman sinsi davranır ve moda tabiriyle “takiyye”lerde bulunur.. yerinde herkesi dostça kucaklar ama fırsat bulunca da arkadan hançerlemeyi ihmal etmez. (06:00)
  • Münafık, konuşurken yalan söyler; bugün vefa sözü verdiği bir konuda bakarsınız, ertesi gün hemen sözünden döner; sizin itimat ve güveninize hıyanetle karşılık verir ve hemen her zaman en haince düşmanlık duygularını dostane tavırlar içinde icra eder. Bu itibarla da o, din, iman ve Kur’ân düşmanı bir münkirden daha tehlikelidir; tehlikelidir zira, sizin gibi düşünüyor görünüp, düşmanca duygulara karşı tedbirli olma ve teyakkuzda bulunma hislerinizde gevşeklik hâsıl ederek yanınıza kadar sokulur, yüzünüze güler; fırsat bulunca da yılan gibi ısırır ve akrep gibi de sinsice sokar. (06:34)
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

    أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقاً خَالِصاً وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنَ النِّفَاقِ حَتَّى يَدَعَهَا: إِذَا أُؤْتِمِنَ خَانَ، وَإذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ، وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ
    “Dört haslet vardır ki, kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde nifaktan bir haslet var demektir. O dört haslet şunlardır: Kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder. Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür.” (Buharî, İman 24; Müslim, İman 106)

    (06:45)
  • Küfrün hakim olduğu dönemlerde nifak az görülür. Çünkü, münkirler, güçlü kuvvetli olup fırsat da bulunca, açıktan açığa millî ve dinî değerlere karşı savaş ilân ederler, nifaka ihtiyaç duymazlar. Onun için Mekke-yi Mükerreme’de münafıkların sayısı çok değildi. Fakat, ilk devirde Medine-yi Münevvere’de olduğu gibi, İslam’ın kendini ifade edebildiği dönemlerde küfür nifaka dönüşür ve münafıklar çoğalırlar. Zira münafıklar, zayıf düştükleri ya da toplumdan tepki alabilecekleri durumlarda, bir yandan akla–hayale gelmedik sinsi komplolarla düşmanlıklarını devam ettirirken, diğer yandan da, imandan, İslâmiyet’ten bahisler açarak dinin istismar edildiğinden dert yanar ve “Biz de mü’miniz, hem de hakikî mü’min” demeyi ihmal etmezler. Ancak böyle demeleri de fazla uzun sürmez. Kendileri gibi düşünenlerle baş başa kalınca, “Biz temelde sizinle beraberdik ama, inananlarla alay ediyorduk” –bu da yine Kur’ân’ın tespitidir– der ve çıkarlar işin içinden. (07:00)
  • Kur’an-ı Kerim’in daha başında, insanlar üç kategoriye ayrılırken, mü’minleri ve kafirleri anlatan ayetlerin iki katı kadar münafıklara yer ayrılmıştır. İçinde Bakara hadisesinin zikredildiği sûre-i celilede, münafığın nasıl bir maraza mübtela olduğu tafsilatıyla anlatılmış, nifak karakteri açıkça ortaya konulmuş ve mü’minlere onlara karşı nasıl davranmaları gerektiğinin esasları üzerinde durulmuştur. (10:28)
  • Münafıklar, bir kısım avantaj ve imkân elde edebileceklerini düşünerek inanmadıkları hâlde inanıyor görünür, kalben inkâr ettikleri hâlde dilleriyle “inandık” der ve ikiyüzlü davranırlar. Bu sebeple onlar, işin merkezinde değil de, kıyısında-köşesinde durur; menfaat ve çıkarın söz konusu olduğu dönemlerde âdeta dini diyaneti bir ucundan tutar, “bir kenarından da olsa İslâm’a sahip çıkıyor” şeklinde bir görüntü vermeye çalışırlar. Şayet menfaatleri mü’minlerden uzak durmayı gerektiriyorsa, bu defa da hemen saf değiştirir başkalarıyla el ele verirler. Dolayısıyla da onlar, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “zıp orada zıp burada” dolaşıp durmalarıyla tam bir yüzer gezer hali sergilerler. Günümüzde de hemen her yerde bu tür kimseler yaygınca bulunmaktadır. (13:00)
  • Münafık, mevhum hasımları için ne komplolar ne komplolar plânlar.. plânlar da, hasım kabul ettiği kesim veya kimselerin sıkıntılı hâl ve kritik durumlarında gerçek niyetini hemen ortaya koyuverir. Sonra da başkalarının, “hüsnüzann”a binâen ardına kadar açık bıraktıkları kapıdan içeriye girerek akla-hayale gelmedik kötülüklerin hepsini yapar. Kur’ân-ı Kerim münafığın sukûtunu anlatırken şöyle buyurur:

    إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ اْلأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيراً
    “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar (dibindedirler). Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145)

    (14:38)
  • Günümüzde imana, Kur’an’a, o yüce mefkureye hizmet eden insanlar, nifak afeti ve takıyye musibetiyle karşı karşıya bulunduklarını hatırdan çıkarmamalıdırlar. Hazreti Ömer (radiyallahu anh) efendimizin, Persli Ebû Lü’lüe tarafından sabah namazında hançerlenmesi sonucunda ruhunun ufkuna yürüdüğünü; Hazreti Ali (kerremallahu vechehu) efendimizin camiye girip çıkan İbn-i Mülcem tarafından şehit edildiğini unutmamalıdırlar. Aksi halde, güzergâh emniyetini tehlikeye atmış olurlar. (16:00)
  • Hindistan’ın bölündüğü, Pakistan’ın ayrıldığı günlerde Gandi, Muhammed Ali Cinnah’a “Beni testere ile ortadan biç, ikiye böl; fakat, Hindistan’ı bölme!” demiştir. Fakat, nifak orada da galip gelmiş, inananları oyuna getirmiştir. (19:33)
  • Nifak, asrımızda öyle yaygınlaştı ki, aldatmayı “takıyye” adı altında dinin bir düsturu haline getirenler mevcut. Takıyye, kendini gizlemek, olduğundan farklı görünmek, inandığının aksini söylemek ve hileli yola başvurmak demektir. Bazıları, takıyyeyi müslümanlığa mal etmek isteseler de, İslam’da takıyye katiyen yoktur. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Aldatan bizden değildir” buyurmuştur. (21:33)
  • Emin olarak yürüyebilmeniz ve yapmanız gereken şeyleri güzergâh emniyeti içinde yapabilmeniz için sizinle kimlerin oynadığını ve sizi kimlerin istemediğini bilmeniz lazım. Ruhunun âbidesini ikâme etmek ve üç asırlık tahribatı tamir eylemek peşindeki fedakâr ruhları kimlerin istemediğini bilmeniz, emniyet içinde yürümeniz adına çok önemlidir. Bu açıdan, bir nifak şebekesinin, takıyye ve aldatma ruhunun, her toplumun kılcallarına kadar nüfuz ettiğini düşünerek ona göre hareket etmelisiniz. (23:00)
  • Kimseye merhametsizlik ve şefkatsizlik etmeyin. Fakat, takıyyeci insanlardan ve onlara lojistik destek sağlayan yabancılardan şefkat ve merhamet geleceğine de ihtimal vermeyin. Üstad hazretlerinin mülahazasıyla “hüsn-ü zan, adem-i itimat”. Sırtınızı dönmeyin, vururlar.. sırtınızdan hançerlerler. (26:14)
  • Omuzunuzda taşıdığınız şey size ait değil. Onda başta Allah’ın hakkı var.. Rasûlullah’ın hakkı var.. bugüne kadarki yüzlerce müceddidin hakkı var.. ve çağınızdaki Pir-i Mugan ile onun etrafında zindanlarda o dantelayı örgüleyenlerin hakkı var. O hak yemeyi bir yönüyle affetmez Allah celle celalühu. (26:35)
  • Gelin Allah aşkına biraz da kardeşçe yaşayalım. Türkçe Olimpiyatları’nda dile getirdikleri gibi, “yeni bir dünya.. yeni bir dünya.. el ele yeni bir dünya!..” Hakimiyet değil.. hükmetme değil.. baskı yapma değil.. totaliter sistemler tesis etme değil.. diktatörlükler tesis etme değil.. tiranlıklar kurma değil. (27:27)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Nifak marazı ve şeytanî atmosfer

Fethullah Gülen: Nifak marazı ve şeytanî atmosfer

Kibir kaynaklı ölümcül hastalıklar

  • Gerçek Müslümanlık adına tevâzu ve mahviyet çok önemli bir esastır. Kibir, şeytanı şirâzeden çıkardığı gibi günümüzde de şeytanın avenesini ve çıraklarını yoldan çıkarmaya devam ediyor. Diğer bir ifadeyle, şeytan kendisini yoldan çıkaran kibir dinamiğini bugünkü çıraklarına karşı da kullanıyor. Onlar da kendilerini olduklarından büyük görüyorlar, büyük kabul edilmek istiyorlar, herkesten alkış bekliyorlar, “sen, sen” denmesini duymak arzuluyorlar. Evet, bu bir iç maraz, bir hastalıktır. Bir insan böyle bir hastalığa tutulmuş, bünyesine böyle bir virüs girmişse -muhakkikîne göre- dinde buna büyüklenme, kibir deniyor.
  • Kibirli bir insanın iman dairesine girmesi, bir şekilde girmişse uzun süre o daire içinde kalması çok zordur. O, yerinde başını alır nifak vadilerinde dolaşır; hafizanallah, bir gün gelir tepetaklak küfür gayyâsına yuvarlanır.
  • Nifak, bir yönüyle küfür ile iman arasında bir orta menzildir. Zâhiren, şeklen müslüman gibi görünürler; müslümanların yaptıklarını yaparlar; namaz kılarlar, oruç tutarlar. Fakat Allah ile münasebetleri yoktur; mağrurdurlar, kibirlidirler!
  • Gurur, aldanmışlık demektir; mahiyetini görememe, bilememe, kendini tanıyamama ve menşeiyle kendini okuyamama demektir. Bunun insanın içine aksedişine “ucub” denir, “iç beğeni” diyebilirsiniz; dışa vuruşuna da “fahr” denir; böbürlenme. Bunlar İmam Gazzâlî hazretlerinin “Mühlikât” tabir ettiği “insanı helâkete götüren faktörler”dendir.
  • İnsan bu türlü virüslere yenik düşmüşse, camiye gelmesi, namaz kılması da onu kurtaramayabilir. Çünkü bu marazlar başka marazlara birer çağrı, birer davetiyedir. Bunlara yakalananlar marazdan maraza sıçrayarak/geçerek bir marazlar fâsid dairesi içinde dolaşır dururlar. Sıyrılamazlar bir türlü!..

Tevazu, mahviyet ve hacâlet

  • İster “hareket” deyin, ister “câmia” deyin, ister “cemaat” deyin; hususiyle bu meslekte yürüyenler için tevâzu ve mahviyet çok önemli bir faktördür. Hazreti Pîr üç kelime ile ifade ediyor: “Tevâzu, mahviyet ve hacâlet.” Yüzü yerde olma; kendini sıfırlama, hiç görme; aynı zamanda bir yönüyle hep bir mahcubiyet içinde bulunma, “Benden de müslüman olur mu?” mülahazasını taşıma
  • Kendini yerden yere vurmayan bir insan, dışta suçlu arar ve onları yerden yere vurmaya çalışır. Kendi konumunu belirleyemeyen ve enaniyet girdâbı içinde çırpınıp duran kimseler kusurlarını, kabahatlerini, fezâetlerini ve fecâetlerini setretmek için sun’î gündemler oluşturarak dışta suçlular ararlar. Hiç olmayacak insanları suçlar, efkârı onlarla meşgul etmeye çalışırlar. Hakikatte, yaptıkları mesâvîden sıyrılmaları mümkün değildir fakat halkın dikkatini başka noktaya çekmek suretiyle, bir yönüyle ca’lî bir sıyrılma ameliyesine kendilerini salarlar. “Böyle yapar ve sun’î mücrimler oluşturursak, milletin dikkatini onlar üzerinde yoğunlaştırmış oluruz ve bizi mesâvîmizle, densizliğimizle göremezler.” mülahazaları hâkimdir onlarda. Bütün mücrimlerde, günahkârlarda fasl-ı müşterek, ortak düşünce, ortak payda bu evsaftır.

İslam dünyasının kaderine münafıklar hâkim!..

  • Belki dine, diyanete, dinin ruhuna, Allah ile münâsebete, Peygamber ile irtibata, Kur’an ile alâkaya karşı daha ziyade düşmanlık yapan en tehlikeli kimseler de camiye geldikleri halde o işi yapanlardır. Çünkü insanlar öyle bir şeyde aldanabilirler, onlara inanabilirler. Aynı safta gördüğünüz bir insan hakkında sû-i zan edemezsiniz. Onun için: “Biz ki Müslümanız, aldanırız, aldatmayız!” diyor Hazreti Pîr. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de “Mü’min, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.)” buyuruyor.
  • Hakiki mü’minler gözlerini açacakları ve bu meseleyi doğru okuyacakları âna kadar, bu nifak şebekesi nifakını sürdürecek ve saf müslümanları arkalarında sürükleyip dediklerini yaptırmaya devam edecektir.
  • Onun için bize, kendini yerden yere vuran insan gerek! Her gün tevâzu ve mahviyetle birkaç defa eğilen, Allah karşısında iki büklüm olan insan gerek. Övülmeyi sövülme gibi kabul eden insanlara ihtiyaç var. Hakiki mü’min, övülmeyi sövülme gibi kabul eden insandır. ( ) Kalben inanmış insanın tavrı budur! Elde ettiğiniz başarıları yüzünüze söyledikleri zaman, eğileceksiniz, utanacaksınız. Mü’mince düşünce budur! Fakat günümüzde münafık çok; münafıklara aldananların sayısı onlardan daha çok. Bunlar karşısında böyle hayırlı bir hizmete muvaffak olmak da epey zor. Cenâb-ı Hak inâyetini üzerimizden eksik etmesin.
  • İnsanlığın doğruyu duymaya; doğruyu hissetmeye, her şeyi doğru görmeye ve doğru okumaya ihtiyacı var. Bütün insanlığın ihtiyacı var ama bu mevzuda en çok ihtiyaç içinde olan da İslam dünyası. Çünkü İslam dünyasının kaderine münafıklar hakim!..

“Kötülüğü iyilikle ve en iyi tarzda sav!..

Soru: “Kur’an-ı Kerim’de

اِدْفَعْ بِالَّتىِ هِىَ اَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ

âyetinden sonra

وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

buyuruluyor. İyiliği kötülükle savma mevzuundan sonra istiâze emrinin gelmesindeki hikmetleri ve bu âyetlerden anlaşılması gerekenleri lütfeder misiniz?

  • Kötülükleri dahi iyilikle savmaya çalışmak bir mü’min ahlakıdır. Kur’an-ı Kerim’de bu husus farklı şekillerde nazara verilmektedir. Bu cümleden olarak şöyle buyurulmaktadır:

    وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
    “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 41/34)

  • Halk arasında yaygın olan bir söz vardır: “Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın!” Ben bu sözü biraz bencilce buluyor, değiştiriyor ve “Şerrinden korktuğun kimseye bile iyilikte bulun.” diyorum. Bir lokma ekmeğe bal kaymak koy, muhatabının dudaklarına tutuştur onu. Bir kısım şeyler geveleyeceklerse, onu yemekle meşgul olsun ve diğerini gevelemesinler.
  • Soruda zikredilen ilahî beyana gelince, Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

    اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ
    “Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav. Biz onların, senin hakkındaki asılsız iddialarını, çirkin vasıflandırmalarını pek iyi biliriz.” (Mü’minûn, 23/96)

    Burada bizlere yüce bir İslam ahlakı olarak kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunma dersi veriliyor. Hani bir Türk atasözü vardır: “İyiliğe iyilik her kişinin kârı; kötülüğe iyilik er kişinin kârı!”

Rabbimiz, şeytanların dürtülerinden ve atmosferimizi kirletmelerinden Sana Sığınırız!..

  • Şeytan, bir kısım kimselerin etrafında kötü bir atmosfer oluşturur; orada laubalîlik estirir, bâtılı tasvir ettirir, nefret hislerini alevlendirir ve insanın mahiyetindeki şehevî, gazabî duyguları harekete geçirir; böylece ağına düşürdüğü o şahısların bakışlarını bulandırır, başlarını döndürür. Evet, o vesveselerini sürekli üfler durur; onun insî borazanları da o üflemeleri yaldızlı sözlerle ve diyalektiklerle sese dönüştürürler. Yani vahyeder gibi seri bir ima ve işaretle öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar. Bu açıdan da insî-cinnî şeytanlardan gelebilecek hücumlara karşı latifelerimizi güçlendirmemiz, onlardaki nefsanî/şeytânî tuzaklara tepki gücünü artırmamız ve bu konuda Kur’an-ı Kerim’in talim buyurduğu üzere Allah’a sığınmamız gerekmektedir:

    وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ
    “Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından (atmosferimi kirletmelerinden) Sana sığınırım!”(Mü’minûn, 23/97-98)

    De: Allahım şeytanın dürtülerinden, bana bazı olumsuz sinyaller göndermelerinden Sana sığınırım. Aynı zamanda o şeytanların gelip başıma tebelleş olmalarından, onlar tarafından kuşatılıp bir sarmal içine alınmadan da Sana sığınırım.

Şeytanı rahatsız edip kaçıran ameller

  • Bir günah şahsî ve zararı yalnız ferde yönelik ise, o mümkün olduğu kadar setredilir ve mücrim, ıslaha çalışılır. Fakat bir cürüm heyet-i umumiyeye zarar veriyor, toplumu temelden sarsıyor ve bütün bir milleti alakadar ediyorsa, o konuda susmak doğru olmaz. Topluma zarar veren meselelerde mutlaka ya elinle tutup engelleyeceksin veya dilinle irşat edeceksin ya da en azından kalbinle tavır belirleyeceksin. Mesela, sana selam vermek istediği zaman, yüzünü çevireceksin. Bütün bunlar, onu o zift bataklığından çıkarma adına yapılması gerekli olan farklı farklı argümanlardır.
  • Şeytan, sizin mü’mince atmosferinizden rahatsızlık duyar. Ebu Hureyre hazretlerinin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Ezan okunmaya başlayınca şeytan kaçmaya durur ve kaçarken de ezanın sesini duymamak için yellenmeye benzer bir ses çıkarır. Ezan bitince tekrar döner. Kâmet okunurken tekrar kaçar; kâmetten sonra gelir ve namazda kişiyle nefsi arasına girer; ‘Şunu da hatırla, şunu da hatırla!’ diyerek ona hatırlayamadığı şeyleri hatırlatır; hatta insan o hale gelir ki namazda kaç rekât kıldığını hatırlayamaz olur.” Evet, ezan okunurken, kemerbeste-i ubudiyet içinde ‘elhamdulillah’ dediğinizde, Cenâb-ı Hak karşısında asâ gibi büküldüğünüzde, başınızı secdeye koyduğunuzda şeytan oradan kaçar.
  • Şeytanı zevkten bayıltan hareketler!..
    • Nefis, insan bünyesinde şeytanın santralidir. Şeytan sinyaller gönderir, nefis de bunları çözer. Sonra bunları insana telkin eder. Şahıs, o olumsuz şeyleri kendisinin söylediğini zanneder; oysaki onlar ilhâmât-ı şeytandır. Üstad Hazretleri buyuruyor ki: “İblisin en mühim bir desisesi, kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmektir.” Bu ikinci bir gaflettir: Birincisi, şeytanın dürtüleriyle mırıldanma, bu muzaaf bir cehalet; ikincisi de “Bunu ben yaptım, şeytan yok, nefis yok!” deme, bu da muk’ap bir cehalet.
    • Kur’an-ı Kerim’in şeytanın dürtüleri konusunda vahiy kelimesini kullanmasının hikmetlerinden biri de o işe muhatap olan insanların, içlerine üflenen ve kafalarına pompalanan şeyleri ihtar ve ilham edilmiş gibi düşünmelerindendir: “Nasıl da aklıma geldi? Mesela ‘karmatî’ dedim, ‘haşhaşî’ dedim, ‘kan emici sülük’ dedim; turnayı gözünden vurdum.” Gâfil, bilemiyor ki esas birisi onu gözünden vuruyor; farkında değil. Şeytan arkasında sürekli, “Oh ne güzel tekrar ediyor bu; her dediğimi mırıldandıkça sürurdan bayılıyorum!” diyor.

    Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Nifak ve Enâniyet Çağında, İhlâs ve İstikâmet Vesileleri

Hakikî Müslüman, aldansa da aldatmaz; şu fani hayat için asla yalana ve nifaka tenezzül etmez.

Münafık, Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile de çok iyi bildiğiniz gibi, Cehennem’de en aşağı derekede, kâfirlerin de altındadır: إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا “Münafıklar, Cehennem’de, kâfirlerin de altında, en derin derekededirler!” (Nisâ Sûresi, 4/145) İki yüzlülük yaptığından, dindar görünüp dinsizlik hesabına yarış atı gibi koştuğundan, hatta dinî değerleri, kutsalları kendi düşüncesi hesabına birer argüman olarak kullandığından, kâfirden daha tehlikelidir münafık.

Günümüzün insanına düşen şey, nifaktan uzak olmak ve münafıklara karşı teyakkuzda bulunmaktır. Dünyanın değişik yerlerinde her zaman, her yerde karşılarına da çıkabilir bunlar. Fakat zannediyorum, münafıklar, daha çok İslamî duygunun ve düşüncenin hâkim olduğu bir zeminde boy atıp gelişmişlerdir. Zira inkârcılar, güçlü ve kuvvetli oldukları yerde küfürlerini açıkça ortaya koymuşlardır. Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, İbn Ebî Muayt, Velid gibi kimseler nifak gibi bir şey yapma lüzumunu duymamışlardır; çünkü hâkimdirler, güçlüdürler, istediklerini yapmaktadırlar, kendileri gibi düşünmeyenleri zincire vurmaktadırlar. Fakat Medine-i Münevvere’de, Müslümanlar, güçlü hale gelince nifak düşüncesi de boy atmaya başlamıştır.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yesrib’i Medine yapıp medeniyet merkezi haline getireceği âna kadar, münafıklar kendileri için ciddî, çok büyük pâyeler intizarı içinde idiler. Onların bekledikleri şey -esasen- bir taç idi, taçta sorguç idi; fakat o, Gerçek Sahibini (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunca, bunu katiyen sindiremediler, hazmedemediler.

Bu, bir kriterdir her zaman; birileri çok ciddî şeyler beklerler. Beklerler ki âlem, onları alkışlasın, takdir etsin; ister İslam dünyasında, isterse Müslüman olmayan dünyada… Fakat, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “bu çağ, enâniyet çağı” ve dolayısıyla da münafıklar asrı olduğundan, bunlar da daha ziyade İslamî duygu ve düşüncenin şöyle-böyle hâkim olduğu ve değerlendirmede bir misyon, bir fonksiyon edâ ettiği yerde bulunurlar. Yani, o duygular istikametinde bazı tavırlar sergileyince, insanları sürü gibi arkalarından sürükleyebilecekleri yerlerde -daha ziyade bu türlü yerlerde- boy atar-gelişirler; zemin buna çok müsaittir. Dolayısıyla bu argümanları değerlendirirler ve Müslümanlar, münafıklara çok aldanırlar.

Onun için Hazreti Pîr şöyle der: “İşte sulh-u umumî, afv-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lâzım; tâ ki biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın, derim: Biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.”Bence, elli defa aldansak bile “hüsnüzan, adem-i itimâd” demeli; bizi bugüne kadar aldatan insanlara yine hüsnüzan ile bakmalı ama hançerleniriz diye sırtımızı da dönmemeliyiz!..

Evet, Hazreti Pîr “hüsnüzan, adem-i itimâd” diyor. Bir taraftan, biz ki Müslümanız, aldanırız; fakat aldatmayız. Neden? Yani, biraz dışa göre hareket ederiz; dil, söylüyorsa, ses ve soluk, o istikâmette çıkıyorsa, “yarıp kalbe bakma”ya kimsenin gücü yetmez. Bunu da Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) buyurur. Hem de kime? Çok sevdiği Zeyd İbn Hârise’nin oğlu Hazreti Üsâme’ye ki o, gözü gibi aziz bildiği birisidir. Hazreti Üsame, bir müşriği sıkıştırdığı zaman bir ağacın altında, o adam sıkışınca, “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun rasûlullah!..” der. O Hazret (radıyallâhu anh) kendi şahsî içtihadı ile, “Bu, korkusundan dolayı söyledi bunu. Savaşıyorduk; düşman bu!” der, onu öldürür orada. Bu haber, Efendimiz’e ulaşınca, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sorar: “Niye öldürdün onu?” Hazreti Üsâme “Sıkıştığından dolayı öyle dedi!” cevabını verince, Efendimiz buyururlar ki, “Yarıp kalbine mi baktın!”

Bakın; bu, sizin için de, bizim için de her zaman söz konusudur. Ağzı “Allah!” diyorsa, “Peygamber!” diyorsa, “Din!” diyorsa, “Diyanet!” diyorsa, “Ben sana inanmıyorum!” diyemezsin. Çünkü sana derler ki, O der ki, gök ehli der ki “Yarıp kalbine mi baktın? Ne biliyorsun belki kalbinden dedi!” İşte bu, hüsnüzan. Fakat hakikaten kalbinden mi dedi, yoksa meseleyi dile-dudağa emanet edip öyle mi söyledi?!. O zaman da “hüsnüzan, adem-i itimâd”. Test etmeden, birkaç defa onu imbikten geçirmeden sırtını dönmemelisin; hançer yiyebilirsin sırtından!.. Evet,, sırtını dönmemelisin, hançer yiyebilirsin sırtından!.. Elinden tutup bir Şah İsmail koltuğuna oturtmamalısın, sırtından yiyebilirsin bir hançer!..

Münafığı tanımak çok zordur, çünkü o her zaman sinsi ve birkaç yüzlü davranır

Onun için münafığı idare etmek, tanımak, onu duyguları ile analiz etmek çok zordur. Onu tam analiz edemeyince de bir karara varamazsınız, düşünceleri hakkında bir sentezde bulunamazsınız. Evvela bir tahlil lazım ki, ondan sonra terkibe gidilebilsin. O tavra göre tahlilde bulunmada çok zorlanırsınız: Bazen Kâbe’de, Mültezim’e yüzünü koymuş ağlarken görürsünüz. Bazen Hacerü’l-Es’ad’e yüzünü sürüyor bulursunuz; “Sana kurban olayım!” der. Fakat kalbi, Ebu Cehil’den daha kirlidir, Utbe’den daha kirlidir, Şeybe’den daha kirlidir. Kâbe’de bile ıslık çalınıp alkışlanmayı bekler; orada da herkes takdir etsin, “Yaşa, senin gibisi yok! Eşin yok, menendin yok; kâkül-i gülberglerinin tek kılına bütün acem mülkü fedadır!” desin. Çevresindekiler böyle yapıp edince, o da kabarır onunla, hindiler gibi.

Geriye dönüyorum: “Bu çağ, münafık çağıdır, enâniyet çağıdır.” İnsanlar, bir damla iken, kendilerini derya görünmeye salmışlardır; bir zerre iken, güneş gibi görünme sevdasına tutulmuşlardır. Ve dolayısıyla da beklentileri, hep öyle büyük olmuştur: “Gittiğimiz her yerde, alkışlarla karşılanalım; âlem, ayağa kalksın, el-pençe divan dursun, Allah karşısında durduğu gibi!..”

Neûzu billah, bir kendilerine “Allah” demeleri kalıyor. Firavun, onu da demişti, çünkü bunlardan daha mert (!) idi; küstahlığını açıktan açığa ortaya koyduğundan dolayı Kârûn da biliyordu, Hâmân da biliyordu, seyyidinâ Hazreti Musa da biliyordu, Hârun da biliyordu.

Ama günümüzdekilere gelince, bunlar, “mine’l-kalâliş”. Evet, Türkçe’den Arapça’ya çevrilmiş mükesser bir cemi; Arapça bilenlere sorarsınız, “kalâliş” ne manaya geliyor? (Kalâliş, burada “kalleş”in çoğulu olarak kullanılıyor.) Dolayısıyla sürekli başkalarını aldatma, kapıkulu yapma, halka -kast sistemine göre- parya nazarıyla bakma; “Sen, benden aşağıda, tâ onuncu basamakta oturan bir varlıksın!” deme, onların huylarıdır.

Böyleleri, mesela biri kalkıp da “Sana dokunmak, ibadettir!” falan, dediğinde, “Sana -Thank you very much!- teşekkür ederim; ne kadar kadirşinas bir insansın!” derler. “Allah’ın bütün vasıflarını hâizdir!” dendiği zaman, “Aman ne kadar takdirkâr, ne kadar kadirşinassın!” mülahazası ile karşılarlar; “Yahu bunu söyleyenlerin ikisi de kâfir oldu!” diyemezler. Fakat Hizmet eden.. Allah rızası için dünyanın dört bir yanına yayılan.. bayrağımızı, millî kültürümüzü, dinimizi ve diyanetimizi bayraklaştırmak isteyen.. Rûh-u Revân-i Muhammedî’nin şehbal açmasını isteyen insanlara, çok rahatlıkla küfür ve dalalet isnat ederler. Bir yerde konuşurken, bir tek insana da demiyor, “Osman hoca!” demiyor, “Ergün hoca!” demiyor, “Reşit hoca!” demiyor, “Ben, bunların dininden şüphe ediyorum!” diyor. Nâm-ı Celîl-i İlahî’yi bayraklaştıranların dininden şüphe ediyor. Fakat Kur’an’a “bakara-makara” diyenin dininden şüphe etmiyor; “Ona dokunmak, ibadettir!” diyenin dininden şüphe etmiyor!..

Dolayısıyla -zannediyorum- bunlara bakarak, “münafık”ı okuyabilirsiniz. Okursunuz ve bir gün aldansanız bile, ertesi gün aldanma çağlayanına kendinizi salmamış olursunuz.

Ama her şeye rağmen, وَاللهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُمْ وَكَفَى بِاللهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا “Allah düşmanlarınızı pek iyi bilir. Allah size dost ve koruyucu olarak yeter; Allah, size yardımcı olarak yeter.”(Nisâ, 4/45) Allah, size veli olarak yeter!.. Allah, size vekil olarak yeter!.. Ebu Hasan eş-Şâzilî hazretleri, kendi virdinde, وَكَفَى بِاللهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا beyanının on defa tekrarını söylüyor. Onun hikmetini ben bilemem; fakat, يَا غَارَةَ اللهِ، حُثِّي السَّيْرَ مُسْرِعَةً “Ey Allah’ın gayreti, ey gayretullah, çabuk yetiş imdadımıza!..” dedikten sonra, müteakip iki mısranın sonunda, وَكَفَى بِاللهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا diyor; on defa tekrar ediyor bunu. Allah, size yardımcı olarak yeter; Allah, size vekil olarak yeter!.. “Allah’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa, budur; bilmiyorum başka çıkar yol!”Bunu söyleyen de görünüşü ruhu kadar derin, ruhu görünüşü kadar engin, çağın güçlü şairi Mehmet Akif, rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten.

“Dininizi görünüşte âlimlerden değil iç dünyası derin ulemadan öğreniniz.”

Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e nisbet edilen bir beyan şöyledir: “Dininizi ulemadan öğreniniz, hukemâ ile hemhal olunuz, kalb ve ruh insanlarıyla içli-dışlı bulunmaya çalışınız.” Öncelikle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne buyuruyorsa, O, söz sultanı olduğu gibi sözleri de sözlerin sultanıdır. O’nun söylediği her şey -bir yönüyle- “Cevâmiü’l-kelim” kabilindendir ama cevâmiü’l-kelîm dediğimiz çok mana ifade eden üç-beş kelimelik beyanları, daha ziyade İmam Tirmizî, kendi Sünen’inde nakleder. Buhârî’den, Müslim’den, Ebu Davud-i Sicistânî’den, Nesâî’den, İbn Mâce’den daha ziyade Tirmizî, bunlar üzerinde durur. Mütalaa etmiş olanlar, bilirler bunu. Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne demiş ise, hakikaten çok kestirmeden, çok az kelimeyle, çok muhtevalı sözler söylemiştir. Dolayısıyla, benim aklım, O’nun dediği o derin şeylere çok ermez ama sığ aklım ve idrakimle, mezkûr beyanla ilgili aklıma gelen hususları diyeyim:

“Dininizi, ulemâdan öğrenin!” diyor. Ulemâ, ulemâ-i zâhir değil. Sâdî’nin ifadesi ile, bildiğiyle amel edene âlim denir. Âlim; bildiği şeyleri, okuduğu şeyleri, kitap satırlarında, paragraflarında, sayfalarında, mücelletlerinde gördüğü şeyleri tabiatına mal eden, doğrudan doğruya kitaplaşan insandır. İnsanlar ona baktıkları zaman, ilmi pratiğe döktüğünü görürler. “Ben, Buhârî’yi, Müslim’i, Ebu Davud’un Sünen’ini okudum; Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber’ini okudum; Ebu Yusuf’un şu kitabını, İmam Muhammed’in şu kitabını okudum!” filan… Asıl mesele, o değil; okuma değil esasen, okuduğun gibi olmaktır. İmam Muhammed’i okudun ise, İmam Muhammed gibi olmak; Ebu Hanife’yi okudun ise, Ebu Hanife gibi olmak; İmam Ebu Yusuf’u okudun ise, İmam Ebu Yusuf gibi olmak… “Kitaplaşma” derken, esas olan budur. Dolayısıyla “ulemâ-i zâhir” değil, esas “ulemâ-i bâtın”, kitap ne diyorsa, ona göre yaşayan âlimler…

Onun için Sâdî, Gülistan’ında der ki: “Bir zat, okuduğu ilimlerle, o ilimlere göre, amel etmiyorsa, o, câhilin tekidir!”İsterse otuz tane diploması olsun, ona “diplomalı cahil” derler; isterse Ord. Prof. (ordinaryüs profesör) olsun, o, cahilin zil-zurna tekidir. “Zil-zurna” biraz avamca oldu; rahatsız oldunuz mu? Bazı şeyler, “muktezâ-i hâle” değil, “muktezâ-i zâhir”e öyle mutabık düştüğünden dolayı… Evet, bu ikisi arasında, İlm-i Beyan’da bir farklılık vardır; yoksa öbürü ile söyleseniz, tam denk gelmiyor; kelime, sizin ifade etmek istediğiniz manaya uygun düşmüyor.

Bu itibarla, “Dininizi, ulemâdan öğreniniz!” deyince, kitaplaşmış insanlar akla gelmelidir; Allah huzurunda dururken, evvelâ kemerbeste-i ubudiyet ile, ihsan şuuru ile, ihlâs mülahazası ile, aşk u iştiyak heyecanı ile Allah huzurunda duran insanlar ki bunlara “ulemâ-i benâm” (seçkin, namlı, ünlü, parmakla gösterilen âlimler) denir. Hakka, hakikate açık insanlar… Sadece “ihlâs” değil, aynı zamanda Cibrîl hadisinde ifade edildiği gibi, “İman”, “İslam” ve “İhsan”; Allah’ı görüyor gibi Allah’a kulluk yapma veya lâakall Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile eğilip-kalkma, O’na kulluğunu ifade etme… İşte dininizi böyle/bu türlü ulemadan öğreniniz.

Sakın onların diplomalarına bakıp aldanmayınız; onlar, günümüzde çoklarını aldattıkları gibi, sizi de aldatırlar. Geceleri sabahlara kadar namaz kılanlara bakınız!.. Teheccüdünü kaçırdığı zaman, kalkıp gündüz kaza edenlere bakınız!.. Yok teheccüdü kaza etme mevzuu ama ben sizin arkadaşlarınızdan gece teheccüdünü kaçırınca gündüz onu kaza edenleri biliyorum; sizin arkadaşlarınızdan. Evet, “Aman, ben bir Evvâbîn’i kaçırırım!” diye endişelenen; “Çünkü bunu ulemâ-i benâm kılıyordu. Yoksa ben nasıl Efendimiz’in sünnetlerine iktidâ ettiğimden bahsederim; O, bunları yapıyordu; O, sabaha kadar ayakta duruyordu. Yahu ben de hiç olmazsa, Müzzemmil Sûresi’nde ifade buyrulduğu gibi, gecenin üçte ikisinde mi, onun yarısında mı, gecenin son üçte birinde mi, hiç olmazsa bir süre kalkıp, kemerbeste-i ubudiyet içinde, Allah karşısında, arz-ı ubudiyette bulunmalıyım!..” mülahazasıyla dolu olan; böyle ulemadan dininizi öğrenin.

Ara sıra camiye gelen.. gelirken de abdestli mi, değil mi, belli değil.. “Bir an evvel hutbeyi bitirse de namazı kılıp ayrılsak!” diyen.. hatta orada, Cuma namazlarında, Zuhr-i âhir gibi veya vaktin son sünneti gibi kısımları terk eden… -Ki İbn-i Âbidîn, değişik fukahâ-i kiramın büyüklerinden nakillerde bulunarak, Devlet-i Aliyye’nin hâkim olduğu, baştaki insanların Cuma kıldıracak kadar, hutbe okuyacak kadar -bir yönüyle- kıvamda bulunduğu bir dönemde, “Esasen o son sünneti kılmak da gereklidir!” diyor. İsterseniz bakın İbn-i Âbidîn’e, Cuma bahsine bakın.- Evet, Fıkıh’tan dem vuran ama Fıkıh bilmeyen o diplomalı cahiller… Basit cahil değil, muzaaf cahil de değil, mük’ab cahiller, üç buutlu cahiller. Allah, şerlerinden muhafaza buyursun! Serkârları, şirazeden çıkaranlar da bunlar. Tesbihin bağını koparıp, dânelerin sağa-sola saçılmasını arzu eden de bunlar. “Haklarından gel!” diyen de bunlar. Ve bunların sözüne bakarak, birileri de zulümlerini muzaaf, hatta mük’ab hale getirerek irtikâp ediyorlar.

Öyle ulemadan değil; elinizi-ayağınızı öpüyorum, dininizi öyle ulemadan öğrenme değil!.. Gece, sabahlara kadar ibadet yapan.. lâakall Pazartesi-Perşembe oruç tutan.. işi, biraz daha düşük götürerek, Eyyâm-ı Bîd’de, her ay 13. gün, 14. gün, 15. günde oruç tutan.. teheccüdünü kaçırmayan.. Evvâbîn’i kaçırmayan.. İşrâk’ını, Kuşluğunu kaçırmayan.. değil beş vakit namaz, nafileleri de ihmal etmeyen… Bir Kudsî hadiste buyuruyor ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وَمَا يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ، فَإِذَا أَحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا “Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfilelerle Bana yaklaşmaya devam eder; nihayet Ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” İnsan, farzlarla Allah’a yaklaşır. Nevâfil ve zevâid sayılan ibadetler de “cebren li’n-noksan” edâ edilir; farzlarda kusur var ise, yırtığı bunlar yamarlar demektir. Cebren li’n-noksan, kırığı sargılama ve noksanı tamir etme manasına geliyor. Onun için, Allah buyuruyor ki, “Ben o mü’minin gören gözü, işiten kulağı ve aynı zaman da konuşan ağzı olurum.” Bir de “Yürüyen ayağı olurum!” diyor. Ne demek? “Onu doğruya yürütürüm Ben! Artık, ayaklarını/adımlarını atarken bile, Benim dediğim gibi atar!” demektir bu. Başka şekilde anlamayın onu; müteşâbih bunlar. O “…gören gözü, işiten kulağı, konuşan ağzı…” ifadeleri de müteşâbih. Bu, sizin uzaklığınızı aşmanız demektir; ibadet u taat ile, hassasiyet ile, size sizden daha yakın olan Zat’a, sizin uzaklığınızı aşmanız, sizin uzakta bulunmanızı aşmanız demektir. Böyle uzaklığını aşmış ve aynı zamanda yakınlardan yakın olan Zat’a yaklaşmış bulunan, ulemâ-i benâmdan dininizi öğrenin. Evet, icmal bu, icmal; doğrusunu bilen, daha çok şey söyleyebilir burada.

“Hikmet ehli ile hemhal olunuz, kalb ve ruh insanlarıyla içli-dışlı bulunmaya çalışınız.”

İkinci husus olarak, “Hukemâ ile hemhâl olunuz!” diyor. Hikmet ehli ile.. söylediği şeyler arasında bir tutarlılık olan.. dünü-bugünü birbirinden farklı olmayan.. dün ne dedi ise, hakikati elli defa araştırmış, elli defa bulmuş, öyle söylemiş.. dün başka, bugün başka; sabah başka, akşam başka; bir ay evvel başka, bir ay sonra başka; öyle değil.. esasen, otuz sene evvel dediği şeyi, otuz sene sonra aynen öyle söyleyen.. çünkü “tenâsüb-i illiyet” prensibi ile, ne demiş ise şayet, o “sebeb”i çok iyi belirlemiş; o sebebe terettüp eden kaç tane sonuç var ise, onları da çok iyi bellemiş; Frenkçe ifadesiyle, meseleleri kozalite mülahazasıyla ele almış, sebep-sonuç mülahazasına göre meseleleri vaz’ etmiş. Bu zaviyeden, “Dininizi ulemadan öğreniniz!”; aynı zamanda böyle “Hukemâ ile hemhal olunuz!”Biraz evvel zikri geçen sözünde Akif’in dediği gibi, “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol.” Hekimler ile otur-kalk!..

Vakıa “hekim” derken, biz, feylesofları daha ziyade, yüksek düşünce insanlarını, kalbiyle beraber kafasını çalıştıran.. Latife-i Rabbâniyesi ile beraber ruhunu çalıştıran.. ruhunu, Sır ufkuna tevcih etmesini bilen.. Sır ufkunu, Hafi ufkuna tevcih etmesini bilen.. Hafi ufkunu, Ahfâ ufkuna tevcih etmesini bilen.. Esmâ dairesinden Sıfât dairesine yönelen.. Sıfât dairesinden Zât-ı Baht dairesine yönelen insanları kastediyoruz. İşte öyle hukemâ ile hemhâl olunuz, postnişin olunuz; onlarla oturup kalkınız. Dolayısıyla, اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ buyuruyor Söz Sultanı, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Kişi, sevdiği ile beraberdir.”Kiminle postnişin iseniz, aynı postta oturuyorsanız, öbür tarafta da beraber haşrolursunuz. Cenâb-ı Hak, öyle oturmaya, öbür tarafta da öyle haşredilmeye bizleri muvaffak eylesin!.. Meccânen, fazlı ile, lütfu ile, keremi ile!.. Bizi, bizim yaptıklarımızla değil, Kendi büyüklüğü ile, ululuğu ile, fazlının enginliği ile ona muvaffak eylesin!.. Bu da onun duası olsun. Başınızı ağrıttım!..

Üçüncü husus: “Kalb ve ruh insanları ile içli-dışlı bulunmaya çalışınız!”Kalb ve ruh insanları… Çok defa âcizâne arz etmeye çalıştım: Sonradan değişik müesseseler oluştu; fakat Devr-i Risâletpenâhi’de, İnsanlığın İftihar Tablosu döneminde her şey bir bütünlük içinde ele alınıyor, ifade ediliyordu. Mesela, bir insan ele alındığı zaman, o, bir “maddî anatomisi” ile ele alınıyordu, bir de “manevî anatomi”sinin varlığı vurgulanıyordu. Maddî anatomisi; eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağı, içi-dışı, kalbi, em’âsı (bağırsakları), batnı, beyni, nöronları, Hipofiz bezi, Talamus bezi filan… Maddî anatomisini düşündüğünüz, bunu teşrih masasına yatırdığınız zaman karşınıza çıkacak şeyler, bunlar ve bunlara benzer şeylerdir. Bir de insanın, kalb, ruh, sır, letâif gibi şeyleri vardır; his gibi, ihtisas gibi şeyleri vardır. Bunlar da insanın manevî anatomisini teşkil eder. Bu yönüyle “kalb ve ruh insanları ile” diyor esasen.

Bu kalb ve ruhu, cismâniyetten ayırma mevzuuna, Hazreti Pîr-i Mugân dikkat çekiyor. O da Söz Sultanı’nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) gölgesinde, zılliyet planında bir söz sultanıdır. Diyor ki: “Madem hakikat böyledir; hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel!” Çünkü kalb ve ruhun derece-i hayatı, sizin bu cismanî hayatınızın çok üstündedir. Bir yönüyle, sadece cismâniyete baktığınız zaman, şayet okuyabiliyorsanız onu, bir enfüste, bir fihristte, kâinatı ne kadar okuyabilecekseniz, öyle okursunuz. Ama meseleye “kalb gözü” ile, “ruh gözü” ile baktığınız zaman, insanı bir fihrist gibi görürsünüz, kâinatı da bir kitap gibi okursunuz ve Kur’an’ın kâinatı vird-i zebân ettiğine şâhid olursunuz. Yine onun dediği gibi: “Sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.”

Kalb ve ruh… Böyle kalb ve ruh insanları ile içli-dışlı bulunmaya çalışınız, sadece dar cismaniyet dürbünüyle bakan kimselerle değil!.. Kalb ve ruh rasathanesi ile, Esma’dan hemen Sıfât dairesine yükseldiğin, Sıfât dairesinden Zât-ı Baht mülahazasına kendini bağladığın zaman, mest ve sermest olursun; orada “hayret” yaşarsın, orada “heymân” yaşarsın, orada “dehşet” yaşarsın, orada kendinden geçersin!.. Dolayısıyla, bu türlü kalb ve ruh insanlarını bulduğunuz zaman, onlarla oturup-kalkmayı ihmal etmeyin!..

İslam dünyası irşad ve rehabilitasyona muhtaç

Evet, devr-i Risâletpenâhi’de insan ve mahiyeti bir bütün olarak ele alınıyordu. Kur’an-ı Kerim’in İnsanlığın İftihar Tablosu’na nüzul ettiği dönemde, O’nun tarafından, nurâniyeti ile bir kere bu neşrediliyordu. Bir taraftan, şekil olarak ibadet ü taat anlatılıyordu; ibadet ü taat, yani medresenin verdiği ilimler anlatılıyordu. Bir taraftan, meselenin ruhu, ruhlara ifâza buyuruluyordu. Bir taraftan da günümüzde fünûn-i müsbete diyebileceğimiz meseleler, zihne, dimağa, nöronlara emanet ediliyordu. O insanlar, bunları toptan alıyorlardı ki, bu meseleler, insanın “ekânim-i selâse”si, “üç uknum”u, “üç temel unsuru” (üçlü sacayağı) idi. Kalbî ve ruhî hayat.. ondan sonra, bir yönüyle bedenî mükellefiyetler.. bir taraftan da muhakemeye müteallik meseleler, hikmete müteallik meseleler. Bunlar, o devirde, fiilen yaşandığından dolayı, Rehber’inden (sallallâhu aleyhi ve sellem) fiilen alınıyordu. Ha, “Bu, şudur; bu, şudur; bu, şudur!” denmiyordu; onlar, iç içe, hiç farkına varmadan yaşanıyordu.

Bir gün geldi, bunlardan bazılarında kusurlar oldu. Dolayısıyla mesele, “medrese” şeklinde ele alındı; “Ulum-i diniye, burada tedris edilmeli!” dendi. O güne kadar, medresenin yanında aynı zamanda tekke, zâviye ve halvethanelerin fonksiyonu da edâ ediliyordu; bir gün geldi, medrese ile tekke ve zâviye de birbirinden ayrıldı. Bu müesseselere, “Bakın başınızın çaresine, bakın başınızın çaresine!” dendi; bunlar talak-ı selâse ile tatlîk edildi. Hatta Doğu Anadolu’da ifade edildiği gibi, talak-ı selâse ile de değil “üçten dokuza” boşandı. Tekvinî emirlerin mütalaaya alınması, Kur’an’ın satırlarında kainat kitabının okunması; ayların, güneşlerin, yıldızların, zemin yüzünün, otun, ağacın, haşerâtın, oksijenin, karbondioksitin, havanın, çağlayan suların, yağan yağmurun, tebahhuratın; bütün bunların doğru okunması da bir yönüyle mektebe emanet edildi.

Talak-ı selâse ile boşanma duygusu yavaş yavaş Hicrî beşinci asırda başladı. İstanbul fethedilince, bir yönüyle, güç ve kuvvetin de tesiriyle “Yahu böyle de oluyormuş!” filan denilerek yavaş yavaş uzaklaşma da başladı, bunlar birbirinden daha da uzaklaştı. Sonra, son iki ve üç asra gelince, birbirinden tam uzaklaştılar. Tekke ve zâviye, babadan miras gibi bazı kimselere miras kalmaya başladı; medrese, hocaların elinde, satırlara/paragraflara emanet edildi; mektepte, fünûn-i müsbete, sadece Batı filozoflarının düşüncelerine göre işlendi veya tâbir-i diğerle, Materyalizme, Natüralizme, Pozitivizme “Alın, bunlar size emanet!” falan dendi. Ayrıldı, birbirinden koptu. Böylece devr-i Risâletpenâhi’de içli-dışlı, bir hakikatin üç yüzünden ibaret olan o vâhid parçalanmış oldu. O, parçalandı; dolayısıyla Müslümanlar da kalacakları yerde kaldı ve onlar da paramparça oldular.

Bu itibarla, yeniden bir araya gelmenin yolu, “kalb ve ruh insanları ile içli-dışlı olma”ya bağlıdır. Onlar, kafayı çalıştıracak, hikmete râm olacak; kalbi ve ruhu çalıştıracak, onlar ile oturup kalkacak ve Allah’ın izni ile, bu talak-ı selâse ile boşanmış şeyleri de bunca zevc-i âherden sonra yeniden bir araya getireceklerdir. “Yahu yeter, Allah aşkına, bu kadar zevc-i âher! Bir tanesi yetiyordu bir araya gelmek için; fakat üç asırdan beri, belki otuz defa zevc-i âher yaptınız. Yeter, Allah aşkına; birleşin ne olur!..” diyeceklerdir.

Fakat bilmem ki, sizin nesliniz bu birleşmeyi görecek mi?!. Cenâb-ı Hakk’ın inayeti, her şeyi en kısa zamanda yapabilir; damlayı derya yapar, zerreyi güneş yapar. Allah, bir vâhidin üç yüzünden ibaret olan bu üç hakikati, sizin elinizle bir araya getirmeye muvaffak kılsın! Âlim görünen, bilen görünen cahillerin tasallutundan, tahakkümünden, fikrî galebesinden sizi halâs eylesin!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Nifakın güdümündeki marazlı kalbler

Fethullah Gülen: Nifakın güdümündeki marazlı kalbler

Her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğuna bağlamalı

  • Asıl mesele, her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın muradına ve memnuniyetine bağlamaktır; bu, cihanların fethinden daha mualla bir meseledir. Bu açıdan, bir şey söylerken, anlatırken ve bir vesileyle insanlara faydalı olmaya çalışırken “Acaba murad-ı sübhanîsine uygun mu? İstediği ve dilediği de o muydu?” şeklinde çok ince ayarla meselenin üzerinde durmak ve değişik şerarelerden tecrid ederek o sinyali dosdoğru almaya çalışmak lazımdır.
  • Nazarlarımız hep Efendimiz’de olmalı!.. Selef-i salihînden geri kalmamalı!.. Zılliyet planında, onları takip edenlerin daire-yi halkaları içinde bulunmaya çalışmalı; “Bu da o halkanın içinde vardı!” dedirtmeli: “İhlas diye inliyordu, rıza diye sızlanıyordu, iştiyak ilallah diye kendinden geçiyordu.” Cenâb-ı Hak müyesser kılsın.

Bir karadelik tarafından çekildiklerinin farkında değiller!..

  • Enaniyetin, hodgamlığın, bencilliğin başını alıp gittiği günümüzde, nefisperestliğin, tenperverliğin, ikbal duygusunun esirip durduğu bir dönemde insanların bu saf, bu duru duygulara ulaşması çok zor. Güzergâhlar çok kirli, köprüler çok tehlikeli, karşımızdaki manzaralar çok kafa karıştırıcı, baş döndürücü, bakış bulandırıcı. Selamet-i kalbiye, selamet-i ruhiye, selamet-i hissiye Allah’ın inayeti olmazsa korunacak gibi değil.
  • Görenek ve tiryakilikle, âlem ne yapıyorsa insanlar da şuursuzca onun arkasından sürükleniyorlar. Niceleri bu kıstasları ayarlayamamış, kalibre edememiş; bir yönüyle, sesin ve mesajın doğrusunu alamamış veya doğrusunu alıp tabiatına mal edememiş, aldığı şeyleri tabiatının bir derinliği haline getirememiş!.. Bunlar yığın yığın dünya zevk u sefası arkasından koşuyorlar ve bunun için bütün uhrevî varidatı harap ediyorlar, feda ediyorlar, ayaklar altına alıyorlar.

Derdimiz dermandır bize

  • Bize, halimize razı olmak düşer. “Arifin gönlün Huda gamgîn eder şâd eylemez!” Allah’la azıcık münasebetiniz varsa ve O’nu, rızasını, rıdvanını az biliyorsanız, irfana adım atmış sayılırsınız. Onun için de gönlünüzü hep gamgîn eder şâd eylemez. “Bende-yi makbulunu Mevlası âzâd eylemez.” Efendinin hoşuna gitmişsen şayet, âzâd edip seni hürriyete kavuşturmaz. O sana bakar, sen de hep ona bakarsın. Bu karşılıklı bakış Cennet nimetlerinden, Cennet lezzetlerinden daha leziz, daha taravetlidir. Allah ona erdirsin.
  • Onun için, çekilen şeylerden rahatsızlık duymamak lazım. Dertliyim dersen bela-yı dertten âh eyleme; ah edip nadanı ahından agah eyleme. Kendi içinde mağmalar gibi fokur fokur kayna dur, dert küpü ol fakat dışarıya hiçbir şey sızdırma; el-âlem “Ne zevkli, ne şevkli, ne ümitli, ne pür neşe insan!..” desinler.

Zulme uğrayıp ezilirken dahi aziz ve üstünsünüz!..

  • Ayet-i kerimede ifade edildiği gibi;

    {وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَنْتُمُ الْأَعْلَوْنَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ}
    “Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i Imrân, 3/139)

    Tasalanmayın, gevşekliğe kendinizi salmayın! Allah’a imanınız tamsa, üstün sayılırsınız. Ezilirken dahi, başına basılırken dahi, zulme uğrarken dahi, gadir yaşarken dahi, nefyedilirken dahi, istintaka tabi tutulurken dahi, mahkemeye gönderilirken dahi, tahkim emirleri verilirken dahi, olmadık şeylere muhatap olurken dahi, sen azizsin. Esas, senin başına basan Nemrutlar, Şeddadlar, Sezarlar, Napolyonlar, zelil olanlar onlardır. Zillet Allah karşısında zillettir. Allah karşısında O’na kul olma şeref ve itibarını koruyabiliyorsanız, O’na kulluk sayesinde değişik şeylere kulluktan sıyrılabiliyorsanız, zilletten sıyrılmış ve izzeti ihraz etmiş sayılırsınız. İzzet Allah’a aittir, Rasûlullah’a aittir ve O’na intisab etmiş mü’minlere aittir.

İzzet Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir; münafıklar her zaman zelildir

  • Kur’an-ı Kerim, kendilerini aziz, mü’minleri zelil sayan münafıkları şöyle anlatır:

    {يَقُولُونَ لَئِنْ رَجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ}
    “Hem derler ki: ‘Medine’ye bir dönelim; göreceksiniz aziz olan, zelil olanı oradan dışarı atacaktır.’ Oysa, izzet, Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir. Ne var ki münafıklar bunu bilmezler.”(Münâfikûn, 63/8)

  • Mü’minler azizdir; çünkü değişik kulluklardan sıyrılmışlardır; makama kulluktan, imkâna kulluktan, güce kulluktan, rahata kulluktan, korkuya kulluktan, dünyada ebedi kalmak gibi tul-i emele kapılma duygusundan sıyrılmışlardır. Allah’a gerçek kulluk, bütün kulluklardan sıyrılmaya bağlıdır. Bu türlü kulluklardan sıyrılmayanlar “Ene Abdullah – Ben Allah’ın kuluyum!” dedikleri zaman bile -hafizanallah- başka bir yalan söylüyorlardır.
  • Cenâb-ı Allah sizi böyle bir izzetle aziz ve payidar kılmışsa bence alacağınız bir şey kalmamıştır. Allah’a intisaptan daha büyük paye, Hazreti Rasûl-ü Zişan’a intisaptan daha büyük bir mansıp yoktur. Varsın bu uğurda Cenâb-ı Allah sizi bir imtihandan başka bir imtihana, bir sürgünden başka bir sürgüne, Amerika’dan Çin’e, Çin’den Maçin’e.. nereye sürgün ederse etsin!.. Bu intisabı devam ettiriyorsanız, hep kazanma kuşağında yaşıyorsunuz demektir.

Dünyayı sevgi, merhamet ve şefkat alınıp verilen bir pazar haline getireceksiniz

  • Bir kısım ulvî değerlere sahipseniz ve kendi dininizden, ruh ve mana köklerinizden, örf ve adetlerinizden kaynaklanan bu değerlere yürekten inanıyorsanız, neden dünyanın bu gül bahçesinin güllerinden istifade etmesini sağlamıyorsunuz? Neden her tarafa birer gül atmıyorsunuz? Neden her tarafın ıtriyat çarşısı gibi gül kokmasını sağlamıyorsunuz? Belki de siz -bazılarınız itibarıyla- iradî olarak bunu yapmadığınızdan dolayı, cebr-i lutfî, yani yine bir lütuf, bir ihsan, lütuf tecelli dalga boyunda bir ihsan olarak hicrete zorlandınız. Cebr-i lutfî olarak gideceksiniz, oralara tohum olacaksınız. Dünyanın dört bir tarafına yayılacaksınız, ruhunuzda taşıdığınız değerleri saçacaksınız oralara!.. Alacağınız şeyler de olacak, vereceğiniz şeyler de olacak. Alışveriş yapacaksınız; sevgi, alaka, irtibat, şefkat adına bütün dünyayı adeta bu işlerin alındığı verildiği bir pazar haline getireceksiniz. Şefkat alacaksınız muhabbet vereceksiniz; muhabbet alacak şefkat vereceksiniz Alacaksınız, vereceksiniz; dünyayı bir yönüyle sevginin, güzelliğin, aşkın, şevkin, kucaklaşmanın çarşısı, pazarı haline getireceksiniz.
  • Burada çıkarılan o (kırmızı) bültenler var ya, öbür tarafta meleklerin ellerinde ahiret rengini alacak; “Arkadaş, biliyor musun, bunlar senin beraat fermanın; bu uğursuzluğa el uzatanların da mahkumiyet fermanıdır!..” diyecekler. Güzel mi bu alışveriş?!. Ona talip olalım o zaman!..
  • Varsın birileri zebani gibi dünya hayatını bize cehennem yapsınlar!.. Şayet onun sonu Allah’ın teveccühü, Hazreti Rasûl-ü Zişan’ın teveccühü ise, bütün dünya bütün hayat boyu cehennem olsa bile, yine kazanan sizlersiniz, yine kazanan sizlersiniz, yine kazanan sizlersiniz!.. Keşke size kaybettirmek isteyen insanların da Allah gözlerini açarak onlara da kazandırsa, onlar da körü körüne yürümeseler o yolda!..

Demagoji ve diyalektik ustası münafıklar

Soru: Muhterem Efendim! Kur’an-ı Kerim,

وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللهُ وَرَسُولُهُ إِلاَّ غُرُورًا}

ayetinde olduğu gibi, münafıklarla beraber “kalblerinde maraz bulunanlar”dan da bahsediyor. Kalbî maraz nasıl anlaşılmalıdır? Nifak ehliyle aynı çizgide zikredilen bu gruba kimler dâhildir?

  • Münafık, inanmadığı halde inanıyor ve müslümanların yaptıklarını yapıyor görünen; bir tehlike söz konusu olduğu yerlerde de belli bahanelerle oradan uzaklaşan kimselerdir. Bunlar demagoji ve diyalektikte çok profesyoneldirler. Öyle yalanlar uydururlar ki, inanan insanlar bile onlara kanarlar.
  • Zannediyorum, Bedir’deki geriye çekilmede, Uhud’daki ihanette, Hendek’teki ayrı ayak oyununda ve daha benzer vakalarda nifakın güdümünde hareket edenlerin pek çoğu aynen münafıklar gibi ya da onların başı İbni Selûl gibi düşünmüyorlardı. Fakat mantıkları, muhakemeleri o ölçüdeydi. Diğerleri, güçlü demagoji ve diyalektik kabiliyetleriyle, ortaya bir yalan atınca kandırabiliyorlardı insanları. Günümüzde medyanın yaptığı yalanlar, iftiralar, tezvirler, karalamalar türünden şeylerde ısrar ediyorlardı. Şimdilerde Hitler’in yaptığı şeylerden bahsediliyor; yalanın daha büyüğü, iftiranın daha büyüğü; ne kadar büyük atar ve ısrar ederseniz, yığınlar ona inanırlar gerçekten. Onlar da benzer yollara başvuruyorlardı.
  • Gerçi münafıklar zekiydiler, şartları çok iyi değerlendiriyorlardı ama bir Fetanet-i Azam karşısında, bir vahy-i semavi tayfları karşısında ne kadar zeki olurlarsa olsunlar işleri hep fiyaskoyla neticeleniyordu. Çetin bir durum ve bir badireyi aşma mevzuu söz konusu olduğunda onu yapmamak için bir kısım safderun kimseleri de kandırıyor, arkalarına alıyor ve oyunbozanlık yapıyorlardı. Esas, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Sahabe-i Kirâm’a hezimet yaşatmak istiyorlardı. Fakat her defasında hezimeti yaşayanlar da onlar oluyordu. Bazı müslümanlar tekme yemiş bir insanın hafif bir sarsıntı yaşaması gibi bir sarsıntı yaşasalar bile sonra kendilerine geliyor ve Allah’ın izniyle inayetiyle yollarına devam ediyorlardı.
  • Çıkar ve menfaat kovalayan insanlardır münafıklar. Menfaat ve çıkar söz konusu olduğu yerde bulunurlar, orada bulunmak için dil dökerler; değişik diyalektiklerle makul bir yerde bulunduklarını ve bulunmaları gerekli olan yerde durduklarını anlatırlar. Kuvve-i maneviyeyi sarsacak her türlü demagojiye başvururlar.

Nifak ehlinin peşine takılmış hasta ruhlar

  • Bir de o ölçüde münafık değilse de onların arkasında imanları tabiatlarına mal olmamış kimseler vardır. Belki dünyevî ve maddî cihetle bir irtibatları da vardır: Onlardan geçiniyorlardır, ihaleleri alıyorlardır, onlar korunuyor kollanıyorlardır, KPSS’siz memur oluyorlardır; dolayısıyla o istikamette tercihte bulunuyorlardır.
  • Kur’an-ı Kerim münafıkların kalblerinde de maraz bulunduğunu anlatır. Şöyle buyurur:

    {فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ}
    “Kalblerinde bir hastalık vardır. Allah, onların hastalıklarını daha da artırdı. Bu yalancılık (ve samimiyetsizlikleri) sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.” (Bakara, 2/10)

    Evet, kalblerinde maraz vardı; o marazın gereği temayüllerine uydular, onların arkasından sürüklendiler; bu sebeple, Allah marazlarını daha da artırdı.
  • Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselam) mübarek bir hadis-i şerifiyle meseleye ışık tutabilirsiniz. Buyuruyor ki: İnsan bir günah işlediği zaman kalbde bir leke olur; istiğfar, tevbe, inabe, evbe ile çabuk onu silmezse, o günah başka bir günaha çağrıdır, davetiyedir; adeta “Burası müsait bir ortam, sahipsiz, burayı kapatabilirsiniz, gelseniz kapatsak burayı!..” falan der. Her bir günah arkadan gelecek bir günaha çağrıdır. Hazreti Bediüzzaman “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.”der. Günah işleyen bir insan, küfre doğru bir adım atmış demektir. Bu böyle çoğala çoğala kalbi bütünüyle karartır.
  • Soruda okunan ayet-i kerimede münafıklar ve kalbinde maraz bulunanlar ayrı ayrı zikrediliyor. Mealen şöyle buyuruluyor: “Hani (hatırlayın o vakti ki) münafıklar ve kalblerinde hastalık olanlar, ‘Allah ve Rasulünün bize zafer vâd etmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş/aldatmaktan başka bir şey değilmiş!’ demişlerdi.”(Ahzâb, 33/12)
  • Münafıklar.. ve bir de kalbinde maraz bulunanlar. Belli bir noktada bunların bir ortak paydaları oluyor. Ya bir çıkar, ya da kendilerince bir zarardan kaçınma adına bir ortak nokta oluyor. Bu itibarla ikisi de aynı mütalaayı paylaşıyorlar. Haşa ve kella, “Allah ve Rasûlü bize sadece gurur, bizi aldatabilecek şey vadetti.” diyorlar. Küstahlık zirve yapıyor burada; bir kısım sarsıntıları görünce, “Allah’ın vaadi -haşa- bir aldatmadan ibaret” deme küstahlığında bulunuyorlar. Belki her dönemde olmuştur, ama bazıları bunu ifade etmeyebilir. Mesela koşturur dururlar hep dünya için, başkalarını tahkir ve tezyif ederler, hemz u lemzde bulunurlar, tehcire, tenkile, ibadeye tabi tutarlar. Akıllı gibi davranırlar. Tam başarının zirvesine ulaşacakları bir yerde, Allah (celle celaluhu) tepe taklak getirir. İşte o zaman açıktan açığa söylemeseler bile, -haşa ve kella- “aldatıldık” derler.

“Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?”

  • Kalblerinde maraz bulunanlar belki inanç açısından kâfir değildirler, fakat iman onların tabiatlarına mal olmamış, kalblerinin bir derinliği haline gelmemiştir. Aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmadıklarından dolayı zikzak çizerler. Üstad Necip Fazıl “zıp orada zıp burada” derdi onları tarif ederken. Ne orada ne de burada; kendileri için çıkar neredeyse işte orada.
  • Aslında her bir mü’min böyle çıkar, menfaat, ikbal, makam, dünyevi imkan, güç ve kuvvet mülahazalarının söz konusu olduğu, bunlara bağlı düşüncelerin bakışı bulandırdığı, başı döndürdüğü yerde, “Acaba ben de nifak ehlinden ya da kalbinde maraz olanlardan mıyım?” diye endişe etmeli.
  • Hazreti Ömer, geçmiş peygamberler döneminde olsaydı, vallahi de, billahi de peygamber olurdu. O (radıyallahu anh) Cennet’le müjdelenmiş bir kutlu sahabiydi; fakat bir türlü akıbetinden emin olamıyordu. Allah Rasûlü’nün, “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu.” takdiriyle serfiraz bulunmasına rağmen, gidip Hazreti Huzeyfe’nin yakasına yapışıyor ve “Huzeyfe, Allah aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu. Hazreti Aişe validemiz gibi daha başka sahabiler de kendilerinde nifak alameti olmasından korkar, tir tir titrerlerdi.
  • Her bir mü’min “Acaba ben, Rabbime verdiğim sözü tuttum mu? Acaba Elest bezminde verdiğim sözde sabit-kadem oldum mu? ‘Rabbimiz kalblerimizi kaydırma!..’ demek suretiyle sürekli tir tir titredim mi? Yoksa bir kısım muhalif rüzgarlar karşısında riyâha maruz birer tıbn-ı bîkarar gibi savrulanlardan mıyım?” endişesini taşımalıdır.

“Mü’min görünümünde pek çok münafık var!..”

  • Eğer kadınların sultanı Hazreti Aişe validemiz, erkeklerin sultanı Hazreti Ömer efendimiz bu mülahazayı taşıyorsa, bence herkes tir tir titremeli. Hele o yalan söyleyenler, her gün farklı bir iftirada bulunanlar, gözlerini yummuş dünyanın arkasından koşanlar, dünyevî ikbali, makam mansıbı her şey sayanlar Eğer şuurlarını bütün bütün yitirmemişlerse, tımarhanelik deliler haline gelmemişlerse, ciddi bir şizofren yaşamıyorlarsa, tir tir titremeli, “Allahım muhafaza et!” demelidirler.
  • Yoksa evsâfa, denen şeylere, hal ve keyfiyete bakınca, tablo yeryüzünde pek çok münafığın bulunduğunu gösteriyor. Nitekim, yakın zamanda bir bacımız öyle dedi “Mü’min görünümünde pek çok münafık var!..” Hazreti Pir de diyor ki: “Bu dostlarım içinde çok münafık var!” Benim dost zannettiğim bu kimseler içinde pek çok münafık var. Münafık, kâfirden eşeddir, daha zararlıdır. Zira Kur’an mealen şöyle buyuruyor: “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.”(Nisa, 4/145)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Niyet, Hicret Ve Semereleri

Buhârî’nin birinci hadisi, niyet ile ilgilidir; râvîsi de Hazreti Ömer’dir; Yahya İbn Saîd el-Ensârî döneminde iştihar eden bir hadistir: إِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”

“Mukaddes göç”ün en anlamlısı

Bu şekliyle, çok sonra vâki olmuş bir ifade, zannediyorum. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha evvel bunu ifade buyurmuşlar mıydı? Hadisin yapısına, şekline, formatına kompozisyonuna bakınca; hicret esnasındaki bir beyan olduğu anlaşılıyor. Herkes Allah için hicret ediyor; fakat…

Hicretin iki yanı var: Bir; bulundukları yerde yapmaları gerekli olan şeyleri yapmalarına fırsat ve imkân verilmemesi; bir de onlara orada hakk-ı hayat tanınmaması.

Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve saff-ı evveli teşkil edenler beraberce hicret ediyorlar. Yani, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali ki zaten Efendimiz’den ayrılmıyordu. Onlarla beraber, Ammâr gibi, Bilâl-i Habeşî gibi kadîm Müslümanlar… “Sâbikûn-i Evvelûn” diyor Kur’an-ı Kerim bunlara. Allah’ın va’d-i Sübhânîsi de onların kâmetleriyle mebsûten mütenasip ifade buyuruluyor, Tevbe sûre-i celîlesinde. Onlar, Efendimiz ile beraber hicret ediyorlar.

Onlara orada hakk-ı hayat tanınmadığından, çok ciddî baskılara maruz kaldıklarından dolayı, Allah (celle celâluhu) hicreti emrediyor. Hicret… Yurdu/yuvayı terk etme.. sahip olduğu şeyleri terk etme.. alışageldiği şeyleri terk etme.. ve kendini bir dâussıla çağlayanı içinde bulma, burun kemiğinin sızlaması… Ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) meseleyi arka planıyla da duyduğundan, yani Beytullâh’ın tev’emi (ikizi) olması itibarıyla, adeta ikizinden de ayrıldığından, Allah’a teslimiyetinin enginliğine rağmen, o ayrılma kendisine çok ağır gelmişti. Oradan ayrılırken geriye dönmüş, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı: “Çıkarmasalardı, Bana bu denli baskıda bulunmasalardı, ayrılmazdım Ben!” demişti.

Evet, Efendimiz ile hicret edenlerin çoğu da böyle ayrılmıştı. Onlara orada hakk-ı hayat tanınmıyordu. Onlara bu zulmü reva görenlerin -zaten- adaletten haberleri yoktu, hakkı hiç bilmiyorlardı; zulüm, şiârları idi. Ondan sonra da değişik dönemlerde, belki “misliyet” çerçevesinde aynı şey hep cereyan edegelmiştir. Değişen bir şey olmamış…

Ama bazıları da vardır ki, onlar, orada kalıyor fakat yapmaları gerekli olan şeyleri yapamıyorlardı; onlara o fırsat verilmiyordu. Şu anda yaşanan gaybûbet gibi bir şey oluyordu. Rahat namazını kılamıyor, açıktan açığa insanlar içinde emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker yapamıyor; içtimâî hayat içinde kendisine terettüp eden vazifeleri bihakkın yerine getiremiyor. Kur’an-ı Kerim, muvazene yaparken, bir, bu mevzuda hicret edenleri takdir ve tebcil ile yâd ediyor; bir de bütün bunlara rağmen orada kalıp eksik ve gedikliği ile hayatı götürenlerden bahsediyor. “Ee Allah’ın arzı geniş idi, niye hicret etmediniz oradan; namazınızı kılardınız, orucunuzu tutardınız, hacca da giderdiniz, emr-i bi’l-maruf da yapardınız, nehy-i ani’l-münker de yapardınız!” demek suretiyle, bir yönüyle “tevbih” (ayıplama, kınama) edâlı bir “te’dîb”de bulunuluyor onlara.

Bu itibarla, o hicret etmenin -esasen- böyle bir yanı var. Bu iki düşünceye bağlı: Bir, “Yapmamız gerekli olan şeyleri hâlisâne yapalım!” Bir de “Burada bize hakk-ı hayat tanımıyorlar, dışarıda Allah’ın izni-inayeti ile hür yaşayalım.” Ki Cenâb-ı Hakk’ın yönlendirmesiyle oldu zaten o.

Sizin hicretiniz kime ve neye acaba?

Şimdi, herkes Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber hicret ediyordu. إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى، فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ Geçen de ifade edildiği gibi, “Bir kimse Allah için, Rasûlullah için hicret ederse…” فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ “Onun hicreti, Allah ve Rasûlullah’a aittir.”Yani, onun hicreti nezd-i Ulûhiyette bir şey ifade eder ve aynı zamanda o, Rasûlullah ile beraber hicret etmiş kimseler gibi, kazanacaklarını kazanır. فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ Bir insan, “Dünya elde edeyim!” diye hicret ediyorsa, “Gideyim; başka yerde daha ciddî kazançlarım olabilir, yatırımlar yapabilirim ben orada!” diyorsa, onun hicreti de onadır.

Bu arada, antrparantez olarak arz edeyim: Sağlam bir mefkûreye bina edilerek bunda da mahzur olmayabilir. Yani, belli bir dönemde, “Gidelim yurtdışına, orada olup biten hizmetlere destek olalım, bunun için yatırımlarda bulunalım; onları bakıp görelim, okullar yapalım, üniversiteler açalım, Allah’ın izni-inayetiyle!” dendi. Bunda da bir mahzur yok. Ama sırf nefisleri adına “Dünyayı elde edelim!” diye hicret ediyorlarsa, neye talip iseler şayet, işte o, onların kıymet-i harbiyelerini, kâmet-i bâlâlarını belirliyor. Bir insan, talip olduğu şey ile -aynı zamanda- kendi kıymetini ortaya koymuş oluyor. Kaç para ediyorsa şayet talip olduğu şey, onun kıymetini belirlemiş olur; bakıra talip olan insan, bakırdır; altına talip olan da altın ruhlu bir insan demektir.

Şimdi Allah için, Rasûlullah için gitme varken, din için gitme varken, kimisi dünyadan bir şey elde etmek için ve birisi de gönlünü kaptırdığı mecâzî muhabbet için göçüyor. Esasen ona “muhabbet” denmez; beşerî zaaf, garîze-i beşeriye, cismanî bir aşk u iştiyak. Ondan dolayı, birisini elde etmek için o da öyle hicret ediyor. Onun nasibine düşen de odur. Çok dar bir şeyi, küçük bir şeyi elde etme istikametinde o kadar şeylere katlanıyor.

Hadis, kısaca bunu ifade ediyor. Ama meseleyi açtığınız zaman, bütün hayatı kucaklayıcı mahiyeti var hadisin. Hani, “Hadiseler misliyet çerçevesinde cereyan ediyor.” dedik, “ayniyet” çerçevesinde cereyan etmesi mümkün değil. Çünkü “zaman” bir müfessir; o, mutlaka kendi yorumunu işin içine katıyor. Desende ona ait çizgileri görüyorsunuz; dantelada ona ait çizgileri görüyorsunuz. Konjonktürün belirleyici bir yanı var; o da kendini o işin içine katıyor ve o da desene aksediyor. Yani, sizin örgülediğiniz hayat desenine, faaliyet desenine, gâye-i hayal desenine aksediyor onlar, bir yönüyle.

Misliyet çerçevesinde cereyan ediyor hadiseler… Bugün de siz, kendi çizginize göre bir şey yaptığınız zaman, size hakk-ı hayat tanımıyorlar. Dolayısıyla böyle bir yerden, neye ve nasıl inanıyorsanız, inandığınız şeyleri kendi çerçevesi içinde, kendi dairesi içinde yaşamanız adına, hicret etme var, Allah rızası için. Bu, işte o “niyet hadisi”ndeki manaya irca edilebilir: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”

Bu mevzuda niyet ettiniz siz, çıktınız ama önünüzü kestiler!.. Fakat siz, sonuçta hedeflediğiniz şey ne ise şayet, onun sevabını alırsınız. Diyelim ki hicret, Cennet’in göbeğine otağ kurma gibi bir şey kazandırıyor size. Siz de Mekke’den dışarıya adım attınız ama önünüzü kestiler; çırpındınız, o fırsatı vermediler. Hazreti Hâlid’in ağabeyi Hazreti Velid gibi, getirdi, zincire vurdular. O senelerce o zincirin içinde kaldı, hicret etmemesi için; yiyeceğini önüne koydular, içeceğini önüne koydular, ihtiyaçlarını önüne koydular. O, dininden dönmemede sâbit kadem oldu. Cenâb-ı Hak, bizi, onlara bağışlasın!.. Ona bu zulmü reva görenler de inatlarında temerrüd ettiler; çok ciddi bir -bağışlayın- yobazlıkta bulundular, ısrar ettiler. Zannediyorum onun Hazreti Hâlid üzerinde de uzun zaman tesiri vardı ki, Hazreti Halid neden sonra Medine-i Münevvere’ye geldi. Ona “geldi” denir; İnsanlığın İftihar Tablosu ile tanışınca, O’nun insibağı ile birden bire “Hazreti Hâlid” oldu.

Kıtmîr -antrparantez- Ashâb-ı Bedir’i okurken, “Hâ” (خ) harfinde onu da sayıyorum. Hazreti Hâlid, Ashâb-ı Bedir’den değil, fakat ben çok defa onu da katıyorum. Çünkü yaptığı şeylere bakınca, hakikaten zerresi bütün bir millete taksim edilse, Cennet’e girmeleri için yeter; yaptığı şey, öyle. Ve hayata gözlerini yumup ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman da geride bıraktığı, sadece savaşlarda kullandığı kılıcı, kalkanı, bir de atı. Esas, zengin bir ailenin çocuğu; fakat geride bıraktığı, bu…

Meriç’te ahirete yürüyener

Şimdi bazıları böyle niyet ediyor fakat o niyetini realize etmeden, önü kesiliyor, zincire vuruluyor, prangaya vuruluyor ve gidemiyor dolayısıyla. Ama hedeflediği şey nedir? Rasûlullah ile beraber olmak… Biliyor ki, Rasûlullah ile beraber olmak, bir yönüyle maiyyet-i İlâhiyeye mazhariyet demektir. Şimdi bu insanlar, niyetlerini öyle ulvî tuttuklarından dolayı, o niyetin mükâfatını görüyorlar ama realize edememişler, çıktıkları yolu tamamlayamamış, hicreti realize edememişler.

Bugün başkaları da -belki- dinlerini yaşamak için veyahut orada kendilerine insanca yaşama hakkı tanınmadığından ve adalet çerçevesi içinde hakk-ı hayatlarını kullanma, korunması gerekli olan şeyleri koruma imkânı verilmediğinden dolayı, başka ülkelere hicret ediyorlar. Öyle ki, belki bir dönemde hasım tavrı sergileyen bir ülkeye bile gidiyorsunuz ve tek ferdi geriye çevirmeme kaydı ile onlar kucaklarını açıyor, sizi bağırlarına basıyorlar. Limanlarını kullandırıyorlar, meydanlarını kullandırıyorlar, rıhtımlarını kullandırıyorlar; “Uçak ile gidebilirsiniz, gemi ile gidebilirsiniz; gideceğiniz yere gidebilirsiniz!” diyorlar.

Fakat çoğu, yolda yakalanıyor, derdest ediliyor; ormana bırakılıyor, öldürülüyor bazen. Öldürülen insanların hadd ü hesabı yok. Kimisi Meriç’te boğuluyor; orada boğulanların da hadd ü hesabı yok. İster Suriye’den kaçanlar, ister Türkiye’den kaçanlar, hadd ü hesabı yok bu insanların… Fakat hedefledikleri şey itibarıyla, esasen neye talip iseler, onunla kendi kıymetlerini ortaya koymuş oluyorlar. Çok basit şeylerin arkasına düşmüyorlar: “Hicret edelim, dinimizi yaşayalım! Hicret edelim, bize ait değerleri, edille-i şer’iyye-i asliyeyi, edille-i şer’iyye-i fer’iyeyi hal ve temsil diliyle bütün dünyaya gösterelim. Yeryüzünde Müslümanlık IŞİD’in anladığı gibi, Boko-Haram’ın anladığı gibi, Murâbıtîn’in anladığı gibi, bir kısım Selefîlerin anladığı gibi değil. Onun böylesi de var, herkese kucak açanı da var… Gidelim, dünyanın dört bir yanına açılalım; bir yönüyle, hâl ve temsil diliyle bunu anlatalım. El-âleme, kapkara gördüğü Müslümanlığın onların zannettikleri gibi olmadığını gösterelim!” diyorlar. Bu, bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı Sübhânîsine uygun bir tavır; bir yönüyle de Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı memnun edecek, memnuniyetin ötesinde şahlandıracak bir husus…

Böyle büyük bir şeye talip olmuşlar. Onlar, onun mükâfatını alırlar. Meriç’te cesetlerine ulaşamamışsınızdır fakat ruhlarının ufkuna ulaştıkları yerde, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm tarafından -zannediyorum- kapının anahtarı -kendi eliyle- bükülmüş, onlar içeriye “Buyurun!” edilmiştir. “Buyurun!” edilmiş, alınmışlardır içeriye. Çünkü O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hedeflemişlerdi. O’nun dediğini realize etme istikametinde bu yola çıkmışlardı. Fakat yol emân vermedi onlara. Onlar -bir yönüyle- “tarîkzede” (yolun azizliğine uğrayan kurbanlar) oldular.

Evet, günümüzde de o gün olan şeyler, aynen/aynıyla oluyor. Bir taraftan dinlerini çok rahat yaşama mülahazası ile, niyeti ile; bir diğer taraftan da kendilerine hakk-ı hayat tanınmadığından, “usûl-i hamse” veya -hürriyet ile beraber- “usûl-i sitte” denilen hakların hiçbiri kendilerine verilmediğinden dolayı, kendilerine insanca muamele yapılmadığından dolayı, zalimler onları itibarsızlaştırdıklarından dolayı, karaladıklarından dolayı öyle bir yerden kaçıyorlar. Kendilerini ifade edebilecekleri yerler arıyorlar, değişik yerlere hicret ediyorlar.

Kendi ülkelerinde kendilerine hakk-ı hayat tanınmayan insanlar, başka yerlerde hüsn-i kabul gördüler, bağra basıldılar, sineye basıldılar. Şimdi onlar, kendilerine ait o güzellikleri orada bir sergide, bir meşherde sergiliyor gibi sergiledikleri zaman, hâlin güzelliği ve temsilin güzelliği sayesinde, Allah’ın izni-inayeti ile neler olur?!. Cenâb-ı Hak, bir yerde belli mahrumiyetler ile sizi bir yerden bir yere göç ettiriyor belki. İşin şokunu yaşadığınız dönemde bir ızdırap duyuyorsunuz, burnunuzun kemikleri sızlıyor. Fakat beri tarafta, Cenâb-ı Hakk’ın istihdam buyurduğu şeyler açısından -bir yönüyle- hep oksijen yudumluyor gibi oluyorsunuz, unutuyorsunuz -neredeyse- geride bıraktığınız şeyleri.

Bugünkü sıkıntıları birer menkıbe olarak anlatacaksınız

Antrparantez: Belki bir gün gelecek, bunların hepsini unutacaksınız, Allah’ın izni ve inayetiyle.. Ve 27 Mayıs’ta olanları bugün bizim anlattığımız gibi, 12 Mart’ta olanları anlattığımız gibi, Haziran’da olanları anlattığımız gibi, 28 Şubat’ta olanları anlattığımız gibi siz de bugünleri anlatacaksınız. Hepsinde gadre uğramış insanlarız. Bunları anlatırken şimdi tebessüm ederek anlatıyoruz, birer fıkra gibi anlatıyoruz; Zaloğlu Rüstem’in fıkrası gibi anlatıyoruz bunları. Bir gün gelecek, siz de bu olup biten şeyleri böyle anlatacaksınız.

Çünkü Cenâb-ı Hak, öyle hayırlara vesile kılacak ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun “gâye-i hayal” olarak resmettiği o resmi ortaya koymuş olacaksınız veya “gayb-bîn” gözüyle (sallallâhu aleyhi ve sellem) görüp işaretlediğini siz realize edeceksiniz: “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” Siz de onu yapacaksınız. Güneşin doğup-battığı her yere nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi götüreceksiniz. Çok önemli; cihan, O’nun ile aydınlanıyor. Bir, bu; doğrudan doğruya böyle “inanma” olabilir.

Bir de sizdeki güzellik insanlara tesir eder; “Yahu bu insanlar ile bir yol yürünebilir!” filan derler, bu ölçüde size “yakınlık” hissederler. Yakınlıklarının bir yansıması olarak, bu insanlar bizi hiçbir zaman ısırmazlar, bize salya atmazlar. Bu insanlardan hiçbir zaman bir kuduzluk tavrı görmeyiz!.. Kendi ülkemizde gördüğümüz gibi, önüne gelen herkese saldırma, herkesi zehirleme tavrı şeklinde bir şey görmeyiz. Bunların hepsi -bir yönüyle- sizin o hâlis niyetinize, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ile terettüp eden hayırlardır; kazanımlardır bunlar. Evet, işte o, niyetin amelden daha hayırlı olması, bu türlü şeylere/bereketlere vesile olması…

Bir de farkına varılmadan -biraz evvel kapalı arz ettim- hüsn-i kabul meselesi var. Şimdiye kadar deyip duruyorduk, siz de deyip durmuşsunuzdur: إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecektir (de onlar her tarafta kabul göreceklerdir.)” (Meryem, 19/96) İman ettiler, kalbleri ile iz’ân ufkunda Cenâb-ı Hakk’a bağlandılar. Sonra amel-i sâlih yaptılar. Hep arızasız, kusursuz, riyasız amel-i sâlih arkasında koştular. İmanlarını aksiyon ile te’yîd ettiler, desteklediler; bir yönüyle onu, onun meşcereliği haline getirdiler. Bunlar… سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahman.” diyor. رَحْمَانُ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ Allah (celle celâluhu) bütün kalblere, onlara karşı bir sevgi vaz’ eder. Gittikleri her yerde hüsn-i kabul ile karşılanırlar. “Millet, onlara bağrını açar, sinesini açar.” diyor Kur’an-ı Kerim. سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا diyor. Vüdd, muhabbetten öte bir şeydir esasen, bir kalbî alakadır; bir “aşk u iştiyak” değil, bir kalbî alakadır o insanlara, olmazsa olmaz bir alakadır. Cenâb-ı Hak, dünyanın değişik yerlerinde bütün kalblere bunu atmış.

Bazı yerlerde, bazı kimseler ya para ile kandırıldılar veyahut birilerini yanlış tanımışlar da “Müslüman” zannediyorlardı, dolayısıyla dedikleri şeylere inandılar; onlar, bir kısım engeller çıkardılar, çıkarıyorlar, çıkaracaklar, çıkarmaya devam edecekler. Bir yönüyle, hâlâ o şirretliklerini sergiliyor, bir kısım zarar verici sinyaller halinde hâlâ insanların nöronlarını kirletmeye devam ediyorlar, edecekler, etmeye de devam edecekler. Çünkü “şeyâtînü’l-insi ve’l-cin” her zaman insanın düşmanı olmuştur. Evet, burada yine Hazreti Pîr’in mülahazasına müracaat edelim: “Umûr-i hayriyenin çok muzır mânileri olur; şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar.” Demek ki bu hizmetin hâdimleri ile uğraşanlar, şeytanlar.

Siz, Kur’an’ın, رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım.” (Mü’minûn, 23/97-98) ayetini okurken, رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ deyip niyet edebilirsiniz: شَيَاطِينِ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ، مِنَ السِّيَاسِيِّينَ، وَالْعَسْكَرِيِّينَ، وَالشُّرْطِيِّينَ، وَالْاِسْتِخْبَارِيِّينَ، وَالْعَدْلِيِّينَ، وَالْمُلْكِيِّينَ، وَالْـخَارِجِيِّينَ “Sana sığınırım insî ve cinnî şeytanların şerlerinden; politikacı, asker, polis, istihbaratçı, hukukçu, mülki idareci, hariciyeci ve diğerleri gibi hayatın her biriminden olan şeytanların şerlerinden!..” Niyet edebilirsiniz: رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ Allah’ım! Onlar ile beraber olmaktan bizi muhafaza buyur!..

Allah sizi zalimlerle aynı safta eylememiş

Zaten Allah, önceden duanızı kabul buyurmuş da başkaları ile beraber bulunmamışsınız, şimdi bulunduğunuz yerde bulunuyorsunuz. Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, Cenâb-ı Hak, sizi Cehennem’e doğru sürükleyen bir akıntıdan, bir çağlayandan kurtarmış. Bir yönüyle belli sıkıntılara maruz kalmışsınız; fakat yürüdüğünüz yol ile Allah’a doğru yürüyorsunuz, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’a doğru yürüyorsunuz. Ve gittiğiniz her yerde de “vüdd” dediğimiz “kalbî alaka” ile karşılanıyorsunuz. El-âlem evini barkını, anahtarlarını getirip veriyor “Bizim evimizde oturabilirsiniz!” diyor.

Dinlendirmek için bir misal arz edeyim: Nasıl alaka gösteriyorlar? Kanada’ya hicret eden hocamız, benim de elli senelik arkadaşım, profesör. “Eczaneye gittim” diyor. Burada bize anlattı: “Eczaneye gittim, bir ilaç talep ettim. Fakat talebime karşılık verdikleri ilacın içinde, baktım, benim için muzır maddeler var. ‘Hayır, içinde bu maddelerin olmadığı aynı (muadil) ilacı istiyorum; bunun içinde muzır maddeler var!’ dedim. Adam, baktı raflarına, ‘Yok!’ dedi, ‘Onlar bende yok!’ dedi. Ben de ‘Alamayacağım!’ dedim. Eve döndüm. Ne kadar olduğunu bilmiyorum, az bir zaman geçmişti, birden telefon geldi.” -Telefonunu da almış adam/eczacı; tanımıyor, ilk defa karşılaşıyorlar. Bakın, nasıl vüdd vaz’ ediliyor!..- “Eczacı, ‘Hocaefendi, senin aradığın o ilacı, bir başka eczanede bulduk. Gelseniz; hani, biz sizin evinizi bilmiyoruz; gelseniz, o ilacı alsanız, burada!’ dedi. Gittim, o ilacı aldım! Şimdi ben, onun yaptığı o şeye memnun olacağımdan daha çok, o, benim bu tavrımdan ve davranışımdan öyle bir memnuniyet izhar eyledi ki, tarifi kâbil değil. Ve sonra da aradı, sonra da memnuniyetini ifade etti.” dedi hocamız. Bu münasebetle, belki orada çalışan insan, belki o mevzuda yol gösteren o hekim, kim ise o, daha başkaları, daha başkaları… Böyle bir alakada bir birlik meydana getirdiler, bir oldular; beraber âdetâ bir sevgi korosu oluşturdular. O insanın gönlüne aktılar veya o insan, onların gönlüne aktı; gönül ile, gönüllerine otağ kurdu.

Şimdi gidilen her yerde böyle bir vicdan enginliği ile karşılaşılıyorsa şayet, bu, Cenâb-ı Hakk’ın hâlis niyete bir lütfu, bir ihsanı, bir teveccühü demektir. Bu açıdan asliyet planında hakikî muhacirler; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler ve onları takip eden insanlar… Canlarımız binlerce defa onlara kurban olsun; Allah, bizi, onlar ile beraber haşr u neşr eylesin!.. Sofralarında -O tabiri kullanmamışlar, ben kullanacağım, kusura bakmayın!- “sofranişîn” eylesin; inşaallah, postnişin eylesin! Beraber aynı seccadeyi paylaşalım.

Dünyalara değişmem ben şahsen, Hazreti Ebu Bekir ile beraberliği; şöyle azıcık yanımın ona dokunmasını, dünyalar ile değişmem. Bana deseler ki “Dünyalar sultanlığı!..” Hazreti Ebu Bekir’in omuzu, omuzuma değsin benim, o kadar… Evet, yine Hazreti Pîr’in ifadesi ile, antrparantez bir şey arz edeceğim: Ölüme karşı bir alaka… Ölüm, tatlı bir şey!.. Üstad Necip Fazıl diyor ki, makamı cennet olsun, “Ölüm, güzel şey; budur perde ardından haber.” Ben, başka şekilde telaffuz ediyorum burasını; perde arkasından değil, mâverâdan haber… “Güzel olmasaydı hiç ölür müydü Peygamber?!.”diyor.

İşte, Hazreti Pir diyor ki: “Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku’ bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed, Kur’an’da Muhammed ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” Dört asır evvel yaşayan, Hicrî ikinci binin başındaki müceddid, müceddid-i elf-i sânî… “Deseler ki İmam Rabbanî hazretleri, Hindistan’da hayatta…” Herhalde bunu dediği zaman, daha Pakistan bölünmemiş, Bangladeş bölünmemiş. “…Ben, onca zahmete katlanarak o Hazret’in ziyaretine giderim!” diyor. Binlerce Fâruk-i Serhendîlerle muhât Hazreti Muhammed Mustafa’nın huzuruna, O’nunla beraber olmaya niye koşmuyoruz ki, neden koşmuyoruz ki?!.

Hedef, O esasen; yanına varılacak da O’dur. Dolayısıyla da o uğurda neler fedâ edilirse edilsin, “fedâ” değil esasen “kazınım”dır onların hepsi. Öyle kârlı bir ticaret ve öyle kazanımlı şeye talip oluyorsunuz ki!.. Belki bir şey ortaya koyuyorsunuz -“belki” diyorum ona da- bir şey ortaya koyuyorsunuz fakat yüz, iki yüz olarak geriye dönüyor o size. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Verdiğiniz sözü tutun, bakın nasıl söz tutuluyormuş, Ben nasıl size verdiğim sözü tutacağım!” (Bakara, 2/40) Sizin verdiğiniz, siz kadar; O’nun (celle celâluhu) verdiği, O’nun azameti ile mebsûten mütenasip.

Daha önce de bir kısım mahrumiyetler yaşanmıştı ama...

Saff-ı evveli teşkil edenler, asliyet planında o işi temsil ettiler. O güne kadar öyle bir şey olmamıştı. Kendi yurtlarından/yuvalarından ayrılmamışlardı. İşleri yerinde idi. Kış günlerinde Yemen’e, Sebe’ye doğru ticaret yapıyorlardı; yaz günlerinde de Şam’a doğru yapıyorlardı. Mekke, zengin bir ülke haline gelmişti. Dünyanın dört bir yanından koşan insanlar, Kâbe’ye geliyor, etek etek para döküyorlardı. Bugün Suudluların kazandıkları şeyleri, o gün Mekkeliler kazanıyorlardı. Böyle maddî kazanımlı bir merkezi terk ederek hicret etme, oldukça zordu; bir de yaşanmamış bir şeydi. Şimdi sizinki de öyle; bu türlüsünü yaşamamıştınız hiç.

Belli mahrumiyetler olmuştu ama böyle olmamıştı. Ben 27 Mayıs’ı biliyorum. Bir kere, iki kere götürdüler; belki, bir-iki tehdit ettiler; “Lan, man!” filan dediler. Sonra da “Ulan git işine be! Bizi ne uğraştırıyorsun, meşgul ediyorsun!” dediler. En ağırı belki 12 Mart’ta olmuştu. 12 Mart… 30 Mart’ta bizim arkadaşları almışlardı; 1 Mayıs’ta da Kıtmîr’i almışlardı. Beş-altı ay, belki beş-altı aydan biraz fazla… Ama beş-on insana münhasırdı.

Bugün ise, “Sen de telefonla konuşmuşsun! Sen de falana selam vermişsin! Sen de falanı, falan zaman ziyaret etmişsin! Sen de üzerinde bir dolar bulundurmuşsun! Sen de bilmem ne işte, telefonu, o sistemi kullanmışsın!.. Dolayısıyla aynı cürmü irtikâp etmişsin. Sen de, sen de, sen de, sen de…” Hiçbir kurala, hiçbir kaideye dayanmayan şeyler ile dünya kadar insan, mağduriyete uğruyor. Bundan dolayı da başınıza ilk defa geliyor. Hadisenin şoku çok büyüktür.

Ashâb-ı Kiram, kendi dünyaları, kendi çağları itibarıyla öyle büyük hadiseye maruz kaldılar. Ama hep âcizâne tekrar ettiğim gibi, ne İnsanlığın İftihar Tablosu, ne de arkasındaki insanlar, “Keşke terk etmeseydik Mekke’yi!” demediler. Vazifelendirilenler dışında, Mekke fethedildikten sonra da oraya dönenler olmadı. Vazifelendirilenler oldu; orada kalsınlar, işin aslını/esasını onlara talim etsinler, ezan okusunlar, namaz kıldırsınlar, sağda-solda muallimlik yapsınlar diye. Vazifelendirmenin dışında herkes Efendimiz ile beraber yine efendilerin medeniyet merkezi beldesine avdet ettiler; Medine-i Münevvere’ye, “Medine”leşen “Yesrib”e avdet ettiler. Dolayısıyla onlar da öyle bir şok yaşamışlardı.

Günümüzün muhacirleri de “zılliyet” planında -“asliyet” planında olmasa bile- öyle bir hicret yaşıyorlar. Izdırap çekiyorlar. Belki yurtlarında kaldıkları zaman bile Mekke’de kalanlardan daha fazla ızdıraba maruz kalıyorlar. Senelerden beri haklarında bir iddianame bile hazırlanmıyor. Haklarında hüküm verilene kanunlarda kanun maddesi gösterilmiyor. Soruyorlar yukarıya: “Bunu ne kadar cezalandıralım?” “Ee bir müebbet verseniz olur!” diyor. Neye binaen bir müebbet veriyorsun? “Falan ile telefon görüşmesi yapmış!” Efendim, “Filan?” “Ona da iki müebbet iyi gelir!” Daha yeni şeyler bulurlar; bunlardan dolayı… “Sen, falan zaman vilâdet (Mevlit Kandili) münasebetiyle falanların aktivitesine iştirak etmişsin!” Bu bile suç şimdi, vilâdete iştirak… “Falan yerde bir kitap fuarı olmuş, bunların doğrudan ağırlığı varmış, sen o kitaplara bakmışsın, bazısını da eline almışsın!..” Efendim, “Senin evin aranırken, falanlara ait bir kitap çıkmış!..”

Eskiden aramalarda Risale-i Nur’lar çıkınca öyle yapıyorlardı; ayırıp parçalamak için şimdi sun’î bir ayrıştırma var: “Bazılarına ilişmeyelim de bunlar kendi içlerinde parçalansınlar böyle!..” Bu da şeytanın ayrı bir düşüncesi… Şeytan çok profesyoneldir; tâ Hazreti Âdem’den bugüne kadar değişik karakterdeki insanlara yaptığı denemelerin bütününü bu çağda değerlendiriyor. Dolayısıyla şeytan avenesi bu çağda, enâniyet çağında, gurur çağında, kibir çağında, alkışlanma çağında, çok küçük şeylerden dolayı “Al, on sene daha ondan! Al, on sene daha ondan! Al on sene daha ondan!..” deyip ceza yağdırıyorlar. Verdikleri şeylerin hiçbiri ile kanaat etmiyorlar, “Daha, daha, daha, daha!..” Evet, bu da menfî noktadan, her birisi ceza vermede “Hel min mezîd kahramanı” (!) “Biraz daha artırın, biraz daha artırın, biraz daha artırın!..” Öyle ki, birisi için yirmi yerde mi, otuz yerde mi dava açmışlar; hepsinden müebbet istiyorlar.

Şahlara, şehinsahlara kalmayan bu dünya günümüzün tiranlarına da kalmayacak

Bütün bunların bir şokunun olabileceği muhakkak, müsellem… Bir tekme yediğimiz muhakkak ve müsellem… Ama “Herkese bir dert bu âlemde mukarrer / Rahat yaşamış var mı, gürûh-i ukalâdan.” Bize düşen şey, bütün bunlara katlanmak, “Allah’tan!” demek… “Hoştur bana Sen’den gelen / Ya hil’at yahut kefen // Ya taze gül yahut diken / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” “Sen’den hem o hoş hem bu hoş! Hoş!..” deyip Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeyi gönül hoşnutluğu ile karşılamak iktiza ediyor.

“Dünya geçicidir, burada kalınmaz / Ne kadar mal olsa, murad alınmaz / Gafil olma sakın, geri dönülmez / Yürü dünya yürü, sonun virandır / Meded, bundan sonra ahir zamandır.” Öyle bir fâniye talip olmuş gidiyorlar ki!.. Sanki ebedî kalacaklarmış gibi… Yine Hazret’in dediği gibi: “Bu asrın bir hâssası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor.” Bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etme çağı, bu çağ; bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etme çağı…

Oysaki “Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir / Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir / Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda / Bes, buna mağrur olan mecnun değil de ya nedir?” Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri, bu sese bir ses katıyor: “Yalancı dünyaya aldanma yahu / Bu dernek dağılır dîvân eylenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eylenmez.” İkili kapılı.. hem de bir virâne.. “Bunda konan göçer, konuk eylenmez!..” diyor. Alvar İmamı da ayrı bir ses katıyor buna ve diyor ki: “Acib bir kârubân-hane bu dünya / Gelen gider, konan göçer bu elden / Vefası yok, sefası yok, fani hülya / Gelen gider, konan göçer bu elden.” Ve bir başka yerde de şöyle sesleniyor:

Bu dert meyhanesinde / Kimi gördün şaduman olmuş;
Bu gam-hane-i mihnette / Beladan kim emân bulmuş!
Bu bir devvâr-ı gaddardır / Gözü gördüğünü hep yer.”

Bugün şehinşâh gibi dolaşanlar; yarın o toprak, onları da alacak, onları da yutacak!..

Bu bir devvâr-i gaddardır / Gözü gördüğünü hep yer
Ne şah-u ne geda bunda / Ne bir fert payidar olmuş.
Nice servi revan canlar / Nice gül yüzlü sultanlar,
Nice Hüsrev gibi hanlar / Bütün bu deryaya dalmış!
Hüner bir ibret almaktır / Hüner irfanı bulmaktır;
Hüner Hakk’a kul olmaktır / Bu gaflet âlemi almış.

Ama gel gör ki, bu gaflet âlemi almış!.. Hemen herkes, insanların çoğu, gözü kapalı, kulakları sağır, kalbi târumâr, körü körüne, düşe-kalka bir yolda yürüyor. Nereye doğru gittiğini söylemeye gerek yok; böylelerinin yuvarlandığı yer, bellidir. Ama biz, yine kendi karakterimizin gereğini seslendirelim. Ona da bir noktalı virgül koyayım, çünkü daha sonra belki geriye dönme icap edebilir, bu mevzuda başka bir defasında başka şeyler de söylenebilir; noktalı virgül koyalım:

Cenâb-ı Hak, hidayet nurları ile onların kalblerini de nurlandırsın! Hakiki insan olma ufkunu onlara da göstersin! Zulmün şeytanca tavrını onlara da göstersin, hayvanca tavrını onlara da göstersin, hımarca tavrını onlara da göstersin, kobraca tavrını onlara da göstersin!.. Ve onları da gerçek insanlığa i’lâ buyursun!..

Vesselam.

Nur ve karanlıklar

“Allah, iman edenlerin velîsi (dostu, yardımcısı ve koruyucusudur); onları karanlıklardan nura çıkarır.”

“Nasıl olsa bir gün güneş doğacak / Her yana yeniden nurlar yağacak / Dere-tepe, ova-oba bucak bucak / Işık gelip karanlığı boğacak!..” Işık gelip karanlığı boğacak…

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “Allah, iman edenlerin velîsi (işlerini Kendisine havale etmeleri ve her bakımdan güvenmeleri gereken dostu, yardımcısı ve koruyucusudur); onları daima her türlü (zihnî, manevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî) karanlıklardan nura çıkarır (ve nurlarını arttırır). Küfre girenlere gelince, onlara velîlik yapanlar tâğûttur, onları nurdan her türlü karanlığa çıkarırlar. Onlar, Ateş’in yârânı ve yoldaşlarıdırlar, orada sonsuzca kalacaklardır.” (Bakara, 2/257)

İman etmek suretiyle Allah dostluğuna erenleri, Allah (celle celâluhu), kat kat, muzaaf, mük’ab karanlıklardan kurtarır; tutar ellerinden, onları ışığa çıkarır.

Âlem, meseleye nasıl bakarsa baksın, olup biten şeyler karşısında sadece kendi yüreğini yaksın; fakat O’nun dediği olur; O (celle celâluhu) ne murad buyurmuşsa, gelir kendi otağına kurulur. “Ben iyiliğin-güzelliğin bütün dünyaca duyulmasını istiyorum!” derse, öyle olur.

Şeytan da boş durmaz; değişik yerlerde kendi ocaklarını yakar, tüttürür. Yer yer ortalığı sadece onun tüttürdüğü ocakların sisi-dumanı sarar ve göz gözü görmez olur, yer yer. وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ “O günler ki, onları biz insanlar arasında çevirip dururuz (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veririz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteririz, bazen ötekine).” (Âl-i Imrân, 3/140) Ama “zaman/dehr”, O’nun (celle celâluhu) tecellilerinden bir tecellidir ki, zamanın başka bir adı olan “Dehr”i, O, kendisine bir ad, bir unvan olarak alıyor. O; “Hüve” ile ifade edilen O (celle celâluhu), koca bir “O” ile ifade edilen O (celle celâluhu).

Evet, اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ Nankörlere gelince… وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ Esas, “küfre girenler”, kalblerindeki inanma duygusunu -bir yönüyle- boğup, öldürüp, kefene sarıp gömenler demektir. “Küfür”, setretmek demektir. “Kâfir”in lügat manası da, “örten, setreden” demektir. Onun için -bir yönüyle- toprağa tohumları saçıp üstünü örtene de Arap dilinde “kâfir” derler. Küfre düşen kimseye de kalbindeki o inanma duygusunu sarıp sarmalayıp mezara koyduğundan dolayı “kâfir” denmiştir.

Oysaki vicdanın şehadeti var: Cenâb-ı Hakk’ın, ruhlara أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine karşılık ruhlar, بَلٰى “Evet, Rabbimizsin.” (A’râf, 7/172) diyorlar. “Vicdan, yalan söylemez!” O ruhlar âleminde, misâk âleminde, “Evet!” diyorlar; tabiat “Evet!” diyor buna, “mâhiyet-i insaniye”, “Evet!” diyor; genel âhenk ve nizam “Evet!” diyor bu meseleye.

Fakat zamanla şeytan insanlara -Onlara içirdiği bir şeyle mi?!.- farklı şeyler söyletiyor. Hani şimdilerde bazıları, insanları, kendi arzularına göre konuşturmak için bir şeyler içiriyorlar. Sonra da önüne yazılı bir kâğıt koyuyorlar; cömertçe (!) davranıyor, kalemi koymayı da ihmal etmiyorlar. Sonra “Sen, bu kâğıdın altına imza at, bunları demiş gibi!” diyorlar. İçtiği o zehirli suyla fikren, ruhen zehirlenmiş, beyin aktivitelerini yitirmiş -bir yönüyle- nöronları itibarıyla felç olmuş o insan, kendisine ne telkin ederlerse, o sesi çıkarıyor. Bazılarının da -böyle- şeytana bir borazan, bir zurna, bir kaval olması ihtimali var; o üfleyince, ona göre ses çıkarırlar. O üfler herkese; kimisine sağdan gelir, sağa ait argümanları kullanır: Mesela, “Din” der, “İman” der, “Cennet” der, “Cemâlullah” der, “Rü’yetullah” der. Ama bunları söylerken -esasen- kendi itibarını yükseltmeye matuf söyler; el-âlem alkışlasın, takdir etsin ve sürüler halinde arkasından sürüklensin diye. Şeytanın, insana taarruz ettiği noktaların en tehlikelisi de “sağ tarafından gelmesi”dir; kutsal bir kısım argümanları kullanarak, insanın kutsala karşı saygı hissini istismar etmesidir.

“Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.”

Siz de saygı hissinizden dolayı şeytanın bu oyununa bazen yenik düşebilirsiniz. Zira siz, mü’min olarak, Allah’a inanan insanlar olarak, her zaman doğruluk ve doğrular peşinden koşarsınız. Dolayısıyla da -bir yönüyle- “adem-i itimâd” kapılarını kapatırsınız, arkasına da sürgüler sürersiniz. Oysa ki “Hüsnü zan, adem-i itimâd!..” esastır.

Evet, elektronik levhalardaki iki mısralık yazıyı hatırlayın: “Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.” Sizin hüsnüzanla bakışınız, onlar tarafından sizin kullanılmanıza yardımcı olur, sizi kullanmaya müsait hale getirir. Onlara bakışınız: Hüsnüzan. Fakat nereden bileceksiniz ki değişik bir ayak oyunu peşindeler, bir künde peşindeler, bir el-ense peşindeler?!. Bilemezsiniz; en azından meselenin çerçevesini tahmin edemezsiniz, görüp ettiğiniz şeyler itibarıyla. Bayramda yanınızda görüyorsunuz, İbn Selûl’ü; namazda en ön safta görüyorsunuz, İbn Selûl’ü. Dışarıya çıkarken en önde çıkıyor veya halk da koşuyor: “Şu nûr-efşân cemâli görelim biz! Şehrâhımın/şehrâhımızın cemâlini görmekle şereflenelim!..” Hani “Dokunmak, ibadettir!” diyorlar ya!.. Hani “Bütün evsâf-ı İlahî’yi hâiz!..” diyorlar ya!.. Ee canım böyle birisini insan, temâşa etmek istemez mi, ona dokunmak istemez mi, onu takdir etmek istemez mi, alkışlamak istemez mi?!. “Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.”

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), Medine’ye teşriflerinde, sahabe-i kiram -bildiğiniz gibi- O’nu coşkuyla karşıladı. Bunları hadisteki sağlam kriterlerle ifade ettiğiniz zaman, elenecek bazı şeyler olabilir; fakat rivayetlere göre, طَلَعَ الْبَدْرُ عَلَيْنَا * مِنْ ثَنِيَّاتِ الْوَدَاعْ *** وَجَبَ الشُّكْرُ عَلَيْنَا * مَا دَعَا لِلَّهِ دَاعْ “Seniyye-i Veda’dan bir Ay doğdu. Her dua ve davette bulunan, dua ve davette bulunduğu müddetçe üzerimize şükür vâcib oldu.” sözlerini, o gün tef vuruyor gibi, dümbelek vuruyor gibi nağmeli olarak, koro halinde söyledi ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nu böyle bir cûşîşle, herkesi heyecana getirebilecek bir tabloyla, bir tavırla karşıladılar.

Fakat bir şey diyeyim: Orada, İnsanlığın İftihar Tablosu ve O’nun devesine -Devesine de kurban olayım; o da kurban olsun, onu öyle karşılayan da kurban olsun!..- yaklaşıp -kendine has bir işve ile- o yalancı gülmeleriyle, en fazla tebessümle, “Misafirimiz ol yâ Resûlallah!” diyen İbn-i Selûl’dür. Fakat O (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüksek firâsetiyle ve fetânetiyle, gayr-ı metlûv vahiy ile, içine doğan vahiy ile, kimin ne olduğunu çoktan biliyordur. Belki Allah, önceden de bildirmiş olabilir; ona dair bir şey görmedim ama bunların hepsi ihtimal dâhilinde şeylerdir. Fakat şurası muhakkak; İnsanlığın İftihar Tablosu’na, oraya gelenler arasında en şirin görünmek için, yalancı tebessümleriyle, yüz takallüslerinde, gözünün irisinde, dudaklarının kıpırdanışında, el-ayak hareketlerinde en samimi bir insan tavrı sergileyen odur.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) aldanmaz. Aldanmayan, Allah’ın aldatmadığı, aldanmaz. Ama biz aldanırız. Çünkü her zaman bir yâr-ı sâdık ararız, bir sadâkat emaresi görünce de arkasına takılırız ve sonra da hiç bilmeden/bilemeden, farkına varmadan, onun yaktığı ateşte yakılırız. Ve şimdi her yerde o fitne ateşlerini yakıyor, sizleri yakmaya, kül etmeye çağırıyorlar.

Diriliş kahramanlarının, kendi içinde bulundukları zamanı, toplumu, sosyal yapıları ve konjonktürü doğru okuyup iyi değerlendirerek, isabetli teşhis ve reçeteler ortaya koymaları çok önemlidir.

Ama varsın yaksınlar, kül etsinler; Nesîmî ifadesiyle, “Ger beni yandırsalar / Toprağımı savursalar / Külüm oddan çağırsalar / Settâr Senden dönmezem.” diyecek Hakk’a dilbeste olmuş gönüller, O’na yürekten bağlanmış gönüller. “Yâr, yüreğim yâr / Gör ki neler var / Bu halk içinde / Bize gülen var.” (Yunus Emre) diyecek, elin-âlemin gülmesini de ağlamasını da nazar-ı itibara almadan, o şehrâh-ı sâdık arkasından at koşturup duracaklardır. At koşturma değil, günümüzde en hızlı uçaklarla, İnsanlığın İftihar Tablosu’na yetişmeye çalışacaklardır. Amellerini katlayacaklardır; insanî duygularını, hümanist düşüncelerini katlayacaklar ve herkese bağırlarını açacaklardır.

Asıldığı zaman söylemişti Nesîmî bunu: “Bir cefâkeş âşıkam, ey Yâr Senden dönmezem / Hançer ile yüreğimi yar, Senden dönmezem!..” mısraları ile başladığı sözlerine sonunda bunun ile noktayı koyuyordu; “Ger beni yandırsalar / Toprağımı savursalar / Külüm oddan çağırsalar / Settâr Senden dönmezem.” diyordu. Onu anlamayanlar, anlamamıştı. Ama o, deryanın dibinde sudan başka, mercan adalarında orada görüp-duyduğundan başka bir şey duymama ufkunu ihraz ettiğinden dolayı, kendisine “Sen nesin?” denince, “Ben, suyum yahu!” diyordu, “Ben bu mercanlardan birisiyim!” diyordu. Bu bir “ihsas” idi. Duyup ettiği şeylere rağmen, kalkıp orada “isneyniyet” mülahazasıyla, “Ben falanım; O da falan!..” filan deseydi, o andaki “ihsas”ları ve “ihtisas”ları (iç duyuşları) açısından bir tenakuz sergilemiş olurdu. Dolayısıyla, farkına varmadan öyle diyordu.

Bunu çok iyi anlayan, kendinden bir-iki asır sonra gelen, Evliyanın Şâhı… İnsanlığın İftihar Tablosu’nun neslinden…-“Ben Hasanîyim!” diyor fakat seyyid olarak bilinir; manzum eserinde, kasidesinde “Hasanîyim!” diyor, onlara “nakîb” denir.- Abdulkadir Geylânî hazretleri,  diyor ki: “Ben o dönemde olsaydım, ortaya atacağım düşüncelerle onu kurtarırdım! ‘Dediği sözlerin manası şuna geliyor!’ derdim.” Herhalde maktul Sühreverdî için de aynı şeyi düşünüyordu; herhalde Muhyiddin İbn Arabî için de aynı şeyi düşünüyordu. Herhalde çağın tercümanı olan zatın, kapı kapı dolaştırıldığı, sürgünden sürgüne gönderildiği, yirmi sekiz sene boyunca çekmediği ezâ, görmediği cefâ kalmadığı bir dönemde olsaydı -zannediyorum- onun için de aynı şeyi söyleyecekti: Siz, bu zatı anlamıyorsunuz! O, esasen bu çağda yeni bir insan düşüncesi/âbidesi ikame etme peşinden koşuyor; insanı yeniden inşâ etme peşinde koşuyor veya asıl unsurları değerlendirerek, her şeyi yerli yerine yerleştirmek suretiyle “Bak, sen busun işte!” deme peşinde koşuyor.

O Üstad’ın -Hazreti Bediüzzaman’ın- eserlerinde, o kadar beyandan beyana atıf var, o kadar oradan oraya haşiye ile atıf var, ondan ona o kadar şerh ile atıflar var ki, bakıyorsunuz bir yerde on yere birden göndermede bulunuyor. Onların hepsinde, bir çırpınış seziyorsunuz. Bu çırpınışın altında mahiyetinden uzaklaşmış insanın parçacıklarını -esasen- kalbini, ruhunu, hissini, vicdan mekanizmasını, ahsen-i takvîme mazhariyetini bir araya getirmek suretiyle insanın kendisini doğru okuması peşinde koşma vardı. İnsan, onu doğru okuduğu zaman o fihristte -o fihriste tam bakınca- kâinatı da doğru okuyacaktı ve diyecekti ki: “Vallahi de Allah var! Billahi de Allah var! Tallahi de Allah var! Allah var!..” Bunun peşinde koşuyordu.

Her büyük zat, tecdîd ruhu taşıyan ve tecdîd peşinde koşan her insan, yani “ba’s u ba’de’l-mevt” kahramanları… ve zılliyet planında olanlar… -İnşaallah, arkadaşlarımızı da o kategoride mütalaa etmede mahzur olmasa gerek; bu, mübalağa olmasa, bir aidiyet mülahazası olmasa gerek. İnşaallah öyledir. Fakir, öyle görüyor olabilir; hani bir aidiyet mülahazasına bağlı olması açısından da endişelerimi izhar etmem lazım burada.- Evet, her dönemde, “tecdîd” düşüncesine sahip bu farklı insanlar, kendi içinde bulundukları zamanı doğru okuyarak, sosyal yapıları doğru okuyarak, konjonktürü çok iyi değerlendirerek, yazdıkları/ortaya koydukları reçeteleri ona göre belirleyerek -bir yönüyle- zamanın dili/dalı haline gelmiş, tam zamanı aksettirici hale gelmişlerdir.

Günümüzün problemleri nedir? Bir inanma problemi.. insanın mahiyetinden uzaklaşması problemi.. değişik yerlerde çok farklı mülahazalara bağlı, korkunç bir radikalizm mülahazası… Dolayısıyla, yaşadığımız dönem itibarıyla ihtimam gösterilmesi gerekli olan husus ne ise şayet, restorasyon isteyen şey ne ise şayet, onun üzerinde yoğunlaşma, dağılmama, konsantrasyonu kaybetmeme lazımdır ki, faydalı/yararlı bir şey ortaya koyabilesiniz. İnsanlığın derdi/problemi, budur; çağı doğru okumak, problemleri çok iyi belirlemek ve ona göre reçeteler sunmak, çok önemlidir. Yoksa siz “reçete” diye sunduğunuz şeylerle işi azdırmış olursunuz. Kansere, metastaz yapma yollarını açmış olursunuz; neşteri vurursunuz, o kanser, metastaz yapar, her tarafa yayılır, üstesinden gelinmez bir hal alır.

Allah’ın nurundan nasiplenememiş bir kimse için herhangi bir ışık söz konusu değildir; artık o iç içe karanlıklarla kuşatılmıştır da parmaklarının ucunu dahi göremeyecek haldedir.

Başa dönelim: اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ Allah’a dost olmak ve o dostlukta zirve yapmak, iman etmekten, inanılacak şeylere inanmaktan, -esasen- O’na inanmaktan geçiyor. Dolayısıyla fâil olarak “Allahu” geliyor veya mübteda olarak “Allah” geliyor; Allah. وَلِيُّ الَّذِينَ Onun haberi. Allah, onların velîleri, dostlarıdır ki, O’nun, himayesine aldığı insanlara öyle deniyor. أَلاَ إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ “İyi bilin ki, Allah’ın velîleri için (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus, 10/62) ayetinde de اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا beyanında olduğu gibi veli/evliya deniyor. “Velî”, Kur’an-ı Kerim’de çok geçen bir kelimedir.

Baştan beri işaret ettiğimiz beyan, Bakara sûre-i celîlesinde, اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ Ayetü’l-Kürsî’nin de bulunduğu sayfa, bir sayfa sonra. “Allah, o kimselerin velîsidir ki…” Bir de “ism-i mevsûl” geliyor orada. Hani, evvela bir meselede bir düşündürme söz konusu. “Sıla” ile belli olacak bir şeyden bahsediliyor; dolayısıyla sizi bir düşünme ufkuna çağırıyor burada. Yani, niye اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ dedi? Bu “Ellezîne”den sonra gelecek “sıla” nedir? Hani az dilden, Nahiv’den anlayanlar, anlarlar: “Mevsûl” ve “Sıla” ne demektir? آمَنُوا “İman ettiler” diyor baştan. Yürekten iman ettiler; âfâkî-enfüsî tefekkür, tedebbür, teemmül neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın onların kalblerinde yaktığı nuru elde ettiler. اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا Bu ufku idrak eden insanlar… آمَنُوا diyor. Bu da fiil, fiil-i mazi ile diyor. Bir kere iman etmekle kalmazlar bunlar; çünkü fiil, teceddüde delalet eder. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler! İmanlarınızı yenileyin.” (Nisâ, 4/136)

Bu meseleyi çok iyi kavrayan sahabî, birbirleriyle karşılaştıklarında bazen, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً “Gel hele şöyle, birkaç dakika iman edelim!” derlermiş. “Bir kere daha imanımızı yenileyelim, gözden geçirelim; bir kere daha pekiştirelim onu, bir kere daha restorasyona tabi tutalım.” demek gibi bir şey. Evvelki sohbetlerde geçmişti; Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr hazretlerinin şahsında bütün ümmet-i Muhammed’e şöyle buyurduğunu hatırlayın:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ
وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ
وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ
وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

“Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.”

Bakın, sonra karanlıktan nura çıkarma anlatılırken, اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ buyurularak, iç içe karanlıklara dikkat çekiliyor, يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ deniyor. Demek ki insan -esasen- Allah ile olan irtibatını kaybettiği zaman, sadece bir ışığı kaybetmiyor, bütün ışıkları kaybediyor. Bir kere gündüzün ışığını kaybediyor, gecenin yıldızlarını kaybediyor; şafağın kâzibini de, sâdıkını da kaybediyor; mumu da kaybediyor. Dolayısıyla da iç içe zulümât…

Onun için Kur’an-ı Kerim, başka bir yerde şöyle buyuruyor: أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ إِذَا أَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَاهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ “(O küfre düşenlerin hali) derin bir denizi kaplamış yoğun karanlıklara da benzer ki, dalga dalga üstüne ve en yukarıda da kapkara bulutlar. Birbiri üstüne kat kat karanlıklar. Bu karanlıklar içinde insan, elini dışarı uzatacak olsa neredeyse onu bile göremeyecek. Allah her kime nur nasip buyurmamışsa, onun için herhangi bir nur söz konusu olamaz ki!..” (Nur, 24/40) “Hatta elini/parmağını çıkarsa…” İnsana en yakın ama sadece yakın olması da değil.. kendi elinin yakın olmasının yanı sıra, insan zamanla, kullana kullana, refleksleriyle parmağını nereye koyacağını bilir. Şimdi, bir -esasen- insanın uzvu olması itibarıyla yakınlığı var. Bir diğer mesele de el, ayak gibi değil; çünkü sürekli kullanıldığından dolayı, göze-kulağa, dile-dudağa, vücudun değişik yerlerine ulaşır; bağışlayın, bir kaşıntı bile olduğu zaman, neresi kaşınıyorsa şayet, anında tespit eder, çok iyi bir kâşiftir; hemen gelir, orayı kaşır ve o kaşıntıyı giderir. Bu açıdan, ayet-i kerimede, “Elini çıkarsa, neredeyse elini görmez!”deniyor.

Zulümâtın “müzâaf” olması.. aynı zamanda “mük’ab” olması.. “mük’ab der mük’ab” olması.. Hazreti Üstad’ın da ifade ettiği gibi… Risalelerin birisinde, “Kendimi öyle gördüm ben!” diyor, orada “O karanlıklar içinde, iç içe karanlıklar içinde gördüm.” diyor; “Elhamdülillahi alâ nûr’il-iman” diyerek اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ âyet-i kerimesini okuyup o vakıadan ayıldığını söylüyor.

Ayette, Nur tekil, zulümât ise çoğul gelmiş; zira göklerin ve yerin yegâne münevviri Allah’ın nurundan mahrum kimseler çok farklı ve iç içe karanlıklara maruz kalırlar.

Ayette, يُخْرِجُهُمْ deniyor; Allah (celle celâluhu) onları çıkarır. Onlar, imanda o sebata ererler ise, “iman”, mazi olursa.. تَصْدِيقٌ بِالْقَلْبِ، إِقْرَارٌ بِاللِّسَانِ Kalb ile tasdik, dil ile ikrar; buna ilave olarak, وَإِذْعَانٌ بِالْفِكْرِ tefekkür ile iz’an halini alırsa; Eş’arî akidesine göre de أَرْكَانٌ بِاْلأَعْمَالِ tavır ve davranışlar ile onu ortaya koyma gerçekleşirse… Dolayısıyla, o kadar vesileye bağlı bulunan netice: يُخْرِجُهُمْ Muzârî kipi ile ifade ediliyor; “Allah, çıkarır; murad buyurur, çıkarır.” deniyor.

Fakat aynı zamanda başına bir “sin” koymak suretiyle, (سَيُخْرِجُهُمْ) “biraz sonra, müteakiben çıkarır”, yok. “Sevfe” koymak suretiyle (سَوْفَ يُخْرِجُهُمْ) “Biraz uzak gelecekte çıkarır.”; o da yok. Bir “sümme” ile (ثُمَّ يُخْرِجُهُمْ) “Daha uzak bir gelecekte çıkarır.” da yok. “Çıkarırım!” diyor. Fakat bir “fâ-i sebebiyye” veya “fâ-i tâkibiyye” koyarak, اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا فَيُخْرِجُهُمْ “Hemen arkasından çıkarır”; öyle de değil. Ama “Çıkarır Allah.” Meselenin öyle ıtlak ile ifade edilmesi de şunu gösterir orada: Mesele, biraz içten inanmaya, o mevzuda teveccüh-i tâmma, konsantrasyona, imanı iz’an şeklinde ele almaya bağlıdır. Yürekten inanmışsanız, Allah (celle celâluhu), sizi o bunalım içinden, ne yapacağınızı bilemediğiniz o kat kat zulümâttan kurtarır.

Ayrıca, “zulümât” kelimesi çoğul gelmiş ve dilin hususiyeti öyle olduğundan, müennes olarak cem’ilenmiş. Evet, burada müennes gelmesine bakınca da, “zulümât” kelimesinde ayrı bir mana var. Bakın, ayrı bir espriden bahsediyorum size burada: Aynı zamanda, zulümât, zulümât doğurur; onun doğurganlığına da işaret ediliyor orada. Müennes/dişi bir kelime ile ifade etmesi, “karanlık, karanlık doğurur” manasını vurguluyor. Hani, tıp dilinde “fasit daire” diye bir şey var; şimdi sadeleştirerek “kısır döngü” dediler. Bir kere insan, bir yanlış yola girdi mi, mesela bir kere yalan söyledi mi, o kapı açılmış olur, ikinci yalanı söyler; bir kere iftira etti mi, ikinci iftirayı yapar; bir kere inkâra doğru bir adım attı mı, bir adım daha atar, hafizanallah. Nurlarda buna da işaret var, hafizanallah. Aslında Kur’an’ın işareti: كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Hayır! Gerçek öyle değil! Onların yapageldikleri kötü işler, gitgide kalblerini paslandırmıştır. (onun için âhireti inkâr ederler.)” (Mutaffifîn, 83/14) Bu ayetteki “sekte”de bile bir anlam var. Fakat, teker teker söylediğim her kelimenin inceliğine girmem de doğru değil; kafa karıştırmış oluyorum; bu benim Erzurumlu dağınıklığım!..

Evet, مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ deniyor; Allah, ışığa çıkarır onu; iç içe karanlıklardan. Burada da zulmetler çok.. şeytanın değişik zulmetler meydana getirmesi… Biraz evvel dedim: Sağdan gelip -böyle- olumsuz şeyleri, pozitif gibi göstermesi ve seni öyle çarpması.. soldan gelip, garîze-i beşeriye, cismaniye, hayvaniye, nefsaniye ve bedeniyeyi, bütün bunları gıcıklayarak, o taraftan seni vurması.. ileriye bakarak, senin gelecek ile alakanı kesmesi/koparması, kabri bir zindan, bir zulümât yuvası halinde göstermesi, cennete inandırmaması, Cehennem endişesini içine salmaması; oradan da gelir sana.. arkadan gelir; seni maziden koparır, “Ben, kökü mazide bir âtiyim. Ben, Âdem peygamberin evladıyım. Benim ceddim, Peygamber.” Sonra o peygamber nurânî silsilesi ile, zebercet silsilesi ile, insanlık, bugüne kadar ayakta kalmıştır, kalabilmişse kalmıştır; şeytan o bağı da koparmaya çalışır. Dolayısıyla zulümât çok ve doğurgan; sadece üç tane demeyin ona; bakarsınız, üçü üç ile çarparsınız, dokuz tane olur; dokuzu dokuz ile çarparsınız, seksen bir olur; Allah’ın belası, çoğaldıkça çoğalır, riyazî düşünürseniz burada. Fakat “nur”a gelince, o bir tanedir:

“Nûr”, Cenab-ı Hakk’ın ismidir. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ “Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur.” (Nûr, 24/35) Fakat o ayette, müfessirin-i kiramın büyükleri, “Münevvir” kelimesini kullanmışlardır. “Efendim, burada Nûr’u isim olarak kullanıp, aynı zamanda onu tasarruf yapabilir bir kelimeye çevirmeli.” “Münevvir kelimesine çevirmeleri de çok anlamlıdır. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ Bu açıdan mana şöyle olur: “Allah, gökleri ve yeri her zaman nurlandırandır.” Işık kaynağı, O’dur. Allah her türlü temsilden yücedir ama misalle anlatacak olursak, hani, mum olabilir, günümüzde elektrik lambaları olabilir, projektörler olabilir; burada durup da Samanyolu’nun derinliklerinde bilmem hangi sistemin merkezinde, neyin ne olduğunu görebileceğimiz rasathaneler olabilir. O şekilde, öyle bir “tenvir edici” Allah (celle celâluhu). Burada ona da öyle bakabilirsiniz: يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ Sizi her zaman, geleceğinizi nurlandıracak ufka ulaştırır; o ufka, Allah ufkuna ulaştırır.

Allah’tan gayrı gönül verilip adeta mabud edinilen veya böyle bir neticeye götüren her şey tâğûttur; şovenizm ve radikalizm de günümüzün tâğûtları arasındadır.

Bu, pozitif şeylerin tam anlaşılması için, bazen zıtları ile ifade etmek uygun olur. اَلْأَشْيَاءُ تَنْكَشِفُ بِأَضْدَادِهَا fehvasınca, “Eşya, zıtları ile inkişaf eder.” Daha doğrusu “Eşya, zıtları ile daha iyi inkişaf eder, daha anlaşılır hale gelir.” Onun için ayette yine bir ism-i mevsûl geliyor: وَالَّذِينَ كَفَرُوا “Onlar ki küfretti, nankörlük yaptılar; vicdanlarındaki inanma hissini körelttiler.”Vicdan, yalan söylemez. Bir dönemde أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ’a karşı “Belâ” (بَلَى) demiş vicdan, yalan söylemez. Tekvinî emirler mecmuasına baktığı zaman, aynı zamanda enfüse baktığı zaman, insan anatomisini doğru okuduğu zaman, vicdan, diyeceğini diyecektir orada; yalan söylemez. Fakat onlar, vicdanlarındaki o sâdık dilin ağzına birer fermuar vurmak suretiyle, esasen, bir yönüyle onu gömüyorlar, kâfirlik yapıyorlar; tohumu toprağa gömüyor gibi. وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ Onların dostları da tâğûttur.

Bakın; bir, Allah’ın dost olması var; o Dost bir tane. O tek Dost’u bulmayınca, yalancı elli tane dostun arkasından aptalca koşmaktan kurtulamazsınız. Bütün yalancı dostlardan ve şeytanlardan sıyrılmanın yolu, Hakiki Biricik Dost’u bulmaya vabestedir. Yoksa bazen “Dünya!” der, o yalancı dostun arkasından koşarsınız; bazen “Şehevât-ı nefsâniye!” der, onun arkasından koşarsınız, kendinizi bohemlik çağlayanına salarsınız; bazen “para”nın arkasından koşarsınız; bazen “makam”ın arkasından koşarsınız; bazen “siyasî pâye”lerin arkasından koşarsınız. أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ -Bunlar, ikizdir, tev’em; beraber doğmuş ama hangisi evvel doğmuş, onu bilemeyeceğim ben!- Bazen “alkışlanma”nın arkasından koşarsınız, hafizanallah. Bütün bu elli tane, elli bin tane kulluktan sıyrılmanın tek yolu vardır: Tek Bir Zât’a kul olmaktan geçer, o da.

Onun için birincisinde, اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا der; yani, “Allah, inanmış kimseler için tek velîdir, onların tek dostudur.” Diğerlerine gelince, وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ “Onların velileri…” Ve-li-le-ri… Bir sürü velîleri var onların, dost gibi görünen; dost gibi, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl gibi, Ka’bu’l-erzel gibi -“Ka’bu’l-eşref” malum, onu Fakîr değiştiriyor- ve onun arkadaşları gibi insanlar. أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ Onların velîleri, onlara velîlik yapanlar tâğûttur. “Tâğût”, taptıkları şeyler. Bunlar, “Lât, Menât, Uzzâ, İsaf, Nâile”; “Vedd, Yeğûs, Ya’ûk, Nesr” gibiler de Hazreti Nuh döneminden. Fakat her dönemde tapılan şeyler farklı farklı şeyler olabilir.

Hatta denebilir ki, günümüzde, şovenizm/kafatasçılık da ayrı bir puttur. Günümüzde hortlamaya yüz tutmuş. “Bir dönemde öldü, gitti!” falan diyorlar. Biz “tenâsuh”a inanmıyoruz, reenkarnasyona inanmıyoruz; fakat galiba bu mevzuda doğru; tam ölmüyor meret, bu defa ayrı bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir dönemde Lât, Menât, Uzzâ şeklinde çıkıyor; başka bir dönemde de saraylar, villalar, filolar şeklinde, makamlar, mansıplar, pâyeler şeklinde, paraya-zenginliğe doymama şeklinde zuhur ediyor. Aynen, bunların hepsi put; Lat’a, Menat’a tapmaktan farkı yoktur. Bunları da “maksudun bizzat” sayanlar, “evvelen ve bizzat” bunlara teveccüh edenler, “Bunlarsız olmaz!” diyenler, bunları “olmazsa olmaz” kabul edenler, hiç farkına varmadan, hâşâ ve kellâ, -Evet, nâm-ı Celîlini telaffuz ederek söylemeyi O’na karşı saygısızlık saydığımdan, sadece zamirle söyleyeyim.- “O (celle celâluhu) olmazsa da olur ama bunlar olmazsa olmaz!” derler.

Evet, tâğût… يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ “Onları Nur’dan her türlü karanlığa çıkarırlar.” Nankörlük yaptıklarından dolayı, Nur’u bilemediklerinden, o vicdanlarındaki meşaleyi göremediklerinden dolayı… إِلَى الظُّلُمَاتِ deniyor. Zulümât kelimesi -Hay senin boynun kopsun!- bakın yine müennes olarak geliyor burada, doğurgan; karanlık, karanlık içinde; karanlık, karanlık içinde; karanlık… Daha önceki ayeti hatırlayın:ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ “Birbiri üstüne kat kat karanlıklar.” (Nur, 24/40)

Cennet de ebedîdir, Cehennem de ebedîdir.

Efendim, أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ “İşte bunlar…” Yeni, bir kısım mealcilerin ifadesiyle, “Cehennemin yârânlarıdır.” “Cehennem ashabıdır” da diyebilirsiniz, “Cehennemin yakıtları” da diyebilirsiniz. Çünkü Kur’an-ı Kerim, buna benzer tabirlerin hemen hepsini kullanıyor. Bir yerde “yakıt”ı diyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنْفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلاَئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ “Ey iman edenler! (Kendinizi ve onları Allah’ın hükümleri istikametinde eğiterek) hem kendinizi hem de ailenizi, yakıtı insanlarla taşlar olan müthiş bir Ateş’ten koruyun. Onun başında hem görünüş hem karakter itibarıyla sert ve çetin melekler vardır; Allah onlara ne emrederse asla karşı gelmezler ve kendilerine her emredileni yerine getirirler.” (Tahrîm, 66/6) Onun yakıtı, hiç yanmıyor gibi görülen taşlar ve bir de -hafizanallah- dünyada gönlü ile O’na (celle celâluhu) bağlanamamış, O’nun için yanmamış/yakınmamış insanlar; bunlar, orada, o Cehennem’de yakıt olacaklar. حَفِظَنَا اللهُ وَإِيَّاكُمْ

Orada onunla -bir defa yanmakla- da kalmayacak, هُمْ فِيهَا “Onlar orada…”O “zamir-i fasl” da ayrı bir mana ifade ediyor: “İşte bak, dikkat et; onlar, orada, o Cehennem’de…” فِيهَا خَالِدُونَ diyor. O da müennes; böyle iç içe zulmetler, doğurgan zulmetler karşısında orada da iç içe böyle karanlıklar, birbirini tevlîd eden, peşi peşine gelen reaksiyonlar ile, yeni patlamalar ile, yeni lav dalgaları ile etrafı saracak şeyler. Birbirleriyle çok irtibatlı bunlar.

Bir de خَالِدُونَ Hafizanallah, bir de “Orada upuzun kalacaklardır.” diyor. “Hâlid” kelimesine, bazıları “uzun zaman kalma” manasını veriyorlar. Oysaki “hâlidûn” kelimesinin dışında Kur’an-ı Kerim’de on iki yerde de “ebed” kelimesi kullanılıyor; “ebed” kelimesi…

Cennet de ebedîdir, Cehennem de ebedîdir. Cenâb-ı Hak, sizi, arkadaşlarınızı, ızdırap içinde inleyen kardeşlerinizi, mazlumiyet, mağduriyet yaşayan, sürgün yaşayan, ihtifâ yaşayan, değişik tehlikelere rağmen, şartlara ve konjonktüre göre hâlâ kalbleri hizmet arzusuyla çarpıp duran kardeşlerinizle beraber hepinizi ebedî Cennet ile serfirâz kılsın; Resûl-i Ekrem’e komşu eylesin, Firdevs ile sevindirsin, Cehennem’den de fersah fersah uzak kılsın!.. Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Nurlu Ufuklar ve Zulmanî Perdeler

Allah’ı sevdik ama O’na iştiyakla ölüp ölüp dirilemedik

Allah’ı delice sevemedik; sevdik ama delice sevemedik. “Her şeysiz olabilir ama Sensiz olamaz!” yürekten diyemedik. O’nun sevdiğini gönülden sevemedik; Habîbini (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönülden, delice… Her gece uykularımıza girmesi sevdası ile yatıp-kalkamadık. O’nu görmeden hayata (güne) gözlerimizi açtığımız zaman, kendimizi suçlayamadık!.. Oysa O, her şey idi, her şey; gecemizde, gündüzümüzde, gözlerimiz açık iken, uyanık iken, uyurken…

“Niye Rasûlullah’ı göremiyorum rüyamda?!.” diyen birisine -menkıbe- Hak dostlarından birisi demiş ki, “Gece yatmadan evvel birkaç avuç tuz yutuver, o gece görürsün!” O da bir avuç tuz yutuvermiş. Susuzluk, bütün gece canına tak edince, şuuraltı müktesebat susuzluk adına hortlayıvermiş. O çeşmeden o çeşmeye koşuyor, o çeşmeden o çeşmeye koşuyor; rüya faslından rüya faslına geçiyor, geçiyor, geçiyor; bir rüya fasılları -“Fâsid dairesi” mi, yoksa “doğurgan döngüsü” mü?- arkasından koşturup duruyor. Sabah, kendisini bu işe irşad eden insanın huzuruna dikiliyor ve diyor: “Sen bana dedin: Bir avuç tuz yutunca, Peygamber’i görürsün rüyanda!” “Ee ne gördün?” diyor o. “Şunu gördüm…” deyince, “İşte o tuzu içmiş gibi yansaydın, bu defa O’nu da görürdün!” cevabını veriyor.

Eskiden derlerdi ki: -Ben, kitapta görmedim, Sünnet-i Sahîha’da da rastlamadım. Rastlamadığım şey “Yok!” demek değildir; çünkü her şeyi bilme iddiasında değilim.- “Bir Perşembe günü yüz rekât namaz kılarsanız ve aynı zamanda bin defa “Li-îlâfi” (Kureyş Sûresi) okursanız, o gece Rasûlullah’ı mutlaka rüyanızda görürsünüz!”Bilmem ki hayatında böyle bir şey deneyen kaç tane insan var?!. O “Mir’ât-ı Mevlâ” olan, Cenâb-ı Hakk’ı bir ayna gibi tam aksettiren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı.. varlığın O’nun nurundan halk edildiği insanı.. dünyada Rehber’i, öbür tarafta Şefaatkânî’i.. “Livâu’l-Hamd” Sâhibi’ni.. Cennet’e “Buyur!” Eden’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) görme arzusu ve iştiyakı…

Ama o yolda olmaya bile binlerce hamd u senâ olsun! Çünkü işin mebdeinde bulunmak bile çok önemlidir; nihayetine niyet edilmiş ise şayet, Cenâb-ı Hak, nihayete ulaşılamasa da lütfedeceği şeyleri lütfeder. Olumlu şeylerin mebdeinde, o olumlu şeyler için lüzumlu olan olumsuz bazı icraatta bulunursunuz ama o olumlu şeyleri -esas- gönülden edâ etmek için. Mesela daha açık konuşayım: Namazda huzurlu olabilmek için ıtrahâtta bulunma, bağışlayın. Vehbe Zuhaylî diyor ki: “Bu işe (hâcet gidermeye) giderken abdeste niyet etmek esasen ondan sonraki işleri de, daha sonraki istibrayı da, ondan sonraki abdesti de birer ibadet haline getirir.” Demek ki, bir iş müntehâsı hedeflenerek yapılıyorsa şayet, o işin mebdeinde bir adım atma o mevzuda müntehâda atılacak adımların sevabını kazandırıyor; rahmeti gazabına sebkat etmiş Allah (celle celâluhu) hemen o sevabı lütfediyor.

Birisi geliyor huzur-i Risâletpenâhi’ye; postnişin oluyor, O’nunla diz dize dokunuyor. “Ben de Senin peygamber olduğuna inandım: Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah!” diyor. Ve oradaki niyeti, her hususta O’nunla beraber olmak; ölümde beraber olmak, kalımda beraber olmak, yaşadığı sürece hep sağında-solunda pervane gibi dönmek, ışığa koşan kelebekler gibi hep O’na doğru koşmak. Niyeti bu; fakat bunların hiç biri nasip olmuyor. Hemen bir savaşa katılıyor; bir tek namaz bile kılmadan, orada şehit oluyor ve bir şehit sevabı ile ahirete yürüyor. Neye niyet etmişti? Ne büyük şeye niyet etmişti? İşte, o büyük şey, bütünüyle Allah’ın rahmetinin vüs’ati olarak ona veriliyor.

Bu itibarla, bir yönüyle, işin “elif-be”sinde olabiliriz; fakat derdimiz, Ebced’e çıkmak ise, Fatiha’ya ulaşmak ise, عَمَّ يَتَسَاءَلُونَ * عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ ile başlayan Nebe’ Sûresi/Amme cüzü okuma niyetimiz var ise, يس * وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ heceleniyorsa, الم * ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ mülahazası ile oturulup kalkılıyorsa şayet; işte en sonunda neyi niyet etmiş iseniz, neyi hedeflemiş iseniz, onu, orada bulursunuz.

Bir yönüyle şu iki şey arasında da bir telâzüm (iki şeyin karşılıklı olarak birbirini gerektirmesi) vardır: Bakın, bu belki çok defa Kıtmîr’in de aklına gelmeyen şeylerdendir; belki sizin engin aklınıza gelmiş olabilir. Böyle büyük şeylerde işin sonuna, tam hedefte yakalanması gerekli olan şeye niyet ettiğiniz zaman, Cenâb-ı Hak, o mevzuda, o koşuşta koşmanızı da kolaylaştırır. Önünüzdeki engelleri/mâniaları Kendi lütfuyla aştırır, kandan-irinden deryaları geçtirir, aşılmaz görülen tepeleri aştırır Allah, lütfuyla… Bu iki şey arasında bir birini destekleyici bir telâzüm vardır; o, onu gerektirir, o da onu gerektirir. Siz, çok büyük şeylere niyet eder durursanız, Allah (celle celâluhu) o mevzuda yolunuza su serper sizin; çok kolaylıkla o hedefinize ulaşırsınız.

Onun için oturup kalkma… Arabanın kontak anahtarına dokundunuz, bir yola çıkıyorsunuz. “Boş gitmeyeyim!” diye orada “Yahu dinim adına, diyanetim adına daha ne yapabilirim?!” diye düşünüyorsunuz. Belki arabanın gürültüsünden, arabanın harekete geçmesinden, tekerleklerin dönmesinden, hızdan, değişik çağrışımlar ile, tedâîler ile bazı mülahazalara dalıyorsunuz. “Yahu, demek, daha hızlı gitmek de varmış. Demek ki gaza basmakla, araba, biraz daha hızlı gidiyormuş. Öyle ise bizim de gaza basmamız lazım, vitesi değiştirmemiz lazım; üçü, dört; dördü, beş; beşi, altı; altıyı, yedi; yediyi, sekiz; sekizi, dokuz; dokuzu, on; onu, yirmi; yirmiyi, otuz yapmamız lazım!..” Bunlardan bile değişik çağrışımlar ile manalar çıkararak, orada niyetinizi çok engin şeylere bağlayacaksınız. Oturup kalkıp hep aynı şeyleri düşüneceksiniz; dolayısıyla maiyyet-i İlahiyeyi korumuş olacaksınız.

“Kardeşlerim, sabredin; az kaldı!”

Bu arada, benim gibi olmayacaksınız: Ben her gün diyorum onu, belki on defa; özür dilerim ama en az on defa diyorum: اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَحَبَّتَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا، وَخَالِصَ الْعِشْقِ، وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ “Allah’ım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı.. ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı.. dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı.. vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı.. hıfz u sıyanetinle korumanı.. aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı.. bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka ve Sana kavuşma iştiyakı talep ediyoruz.” Bunu diyorum ama benimki lafta; siz, tavır ve davranışlarınızla bu ulvî mülahazaları sergilemek suretiyle, âdetâ o blokaj üzerinde yürüyor gibi batmadan yürüyeceksiniz. O, sularda sizi yüzdürecek, dağlarda-taşlarda size kanat olacak. Üveyik gibi kanat açacak ve Allah’ın izni-inayetiyle, aşılmaz gibi görülen uçurumları aşacaksınız.

Ve hiç farkına varmadık şekilde, bir gün kendinizi, O’nun huzurunda bulacaksınız. Hayret edeceksiniz: “Yahu biz çok âhesterevlik ediyorduk, yavaş yavaş yürüyorduk. Böyle huzur-i Risâletpenâhi’ye varmak nerede, biz nerede?!. Sonra Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek nerede, biz nerede?!. Rıdvan nerede, biz nerede?!. Nasıl oldu da buraya geldik?!.” Evet, siz, niyetlerinizdeki enginlikle…

Başınıza balyozlar inip-kalkıyor ve size Yezîd’in yapmadığı zulümler yapılıyor, Haccâc’ın yapmadığı şeyler yapılıyor, Hitler’in yapmadığı şeyler, Amnofis’in yapmadığı şeyler yapılıyor. Fakat sarsıntıya sebebiyet verecek bu şeyler karşısında sarsılmadan yerinizde sabit duruyorsunuz.

Belki hafif ihtizazlar yaşıyoruz; tekme yemiş bir insan gibi, tabiatımızın muktezası, bir ileri-bir geri. Belki dize geliyoruz; fakat gözlerimiz hep ileride, bizi ayağa kaldıracak Zât’ta. O, Kendisine doğru gelenleri hiçbir zaman o yolda yüz üstü bırakmamıştır; hemen elimizden tutuyor, yine kaldırıyor.

Evet, siz, durduğunuz yerde devamlı durma kararlılığı içinde bulunuyorsunuz. O da sizin bu güzel niyetinize göre, durduğunuz yerde sizi kararlı durmaya muvaffak kılıyor. Doğru yerde durmak, çok önemlidir; Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne vesiledir; Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’ın elinizden tutmasına vesiledir. Fakat oradaki temâdî daha başka türlü bir şeydir; belki kucaklanmaya vesiledir: “Hoş geldiniz benim kardeşlerim!”

Size “Kardeşim!” diyor. Bu bir avanstır esasen. Bence onu bir avans kabul ederek, ona liyakat peşinde koşmak lazım; gerçekten “kardeş” olmaya bakmak lazım. Kendi dönemindeki insanlara “Ashâbım, yol arkadaşlarım!” diyor. On dört asır sonra, fitne ve fesadın kanatlandığı, her şeyin tarumar olduğu bir zamanda, “‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm: Yer yer / Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler. (…) Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar / Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar // Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum / Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.” tablosunun yaşandığı bir dönemde bu meseleye (İ’lâ-i kelimetullah hizmetine) omuz vermeniz, sizin O’nun tarafından kucaklanmanıza vesile olur.

Nitekim o mağduriyeti, o mazlumiyeti bilfiil yaşayan insanlar, belki şimdiye kadar beş yüz defa -belki bin de olabilir, beş yüz defa- Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı gördüler. O, bazen rüyalara girdi, bazen de temessül etti; “Dişinizi sıkın, sabredin; çok fazla kalmadı, az kaldı, az kaldı!” dedi.

Ama “Az kaldı!” neye göre? Kendisine göre ise, kendisi on sekiz sene çekti; fakat “Az kaldı!” ile savdı onu, “Az kaldı!” Hendek’e kadar çekti ama hep “Az kaldı!” mülahazaları ile savdı onları. Görmedi önüne gelen musibetleri; halinden hiç şikâyet etmedi. Ne sırtına konan işkembe, ne boynunun sıkılması, ne ölüm için akla-hayale gelmedik tuzakların kurulması… وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللهُ وَاللهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ “Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar veya öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzaklarını başlarına doluyordu. Zaten Allah’tır tuzakları boşa çıkarıp onları kuranların başlarına dolayan.”(Enfâl, 8/30) Onlar, hile-komplo peşinde; “Öldürsek mi? Derdest mi etsek? Zincire mi vursak?!.” Oturup kalkıyor, hep böyle şeytanca şeyler düşünüyorlardı. Çağın “Müslüman” geçinen şeytan avenesi gibi, hep şeytanca düşünüyorlardı. Allah da (celle celâluhu) buyuruyor ki: “Onların keydlerine, mekirlerine, komplolarına, hilelerine Benden de mukabele var!” “Mekr”i Kendisine nisbet etmesini, biz “mukabele” manasında anlıyoruz. Allah, hile yapmaktan münezzeh ve müberrâdır, “keyd”den münezzeh ve müberrâdır. Fakat dilin hususiyeti açısından mesele öyle ifade ediliyor: “Onlar keyd yapıyorlar, Ben de yapıyorum!” إِنَّهُمْ يَكِيدُونَ كَيْدًا وَأَكِيدُ كَيْدًا “Onlar, planlar yapıp tuzaklar kurmakla meşguller ama elbette Ben onların tuzaklarına mukabele eder, hilelerini başlarına dolarım.” (Târık, 86/15-16) “Onlar, bir komplo peşinde koşuyorlar; Ben de komploya mukabelede bulunuyorum!” manasına… عُذْرًا مِنْكُمْ، عَفْوًا مِنَ اللهِ تَعَالَى (Sizden özür, Allah’tan da af dileyerek bunları ifade etmiş oldum.)

Türkiye darlığına mahkûm etmemek için

Yürüdüğünüz yolu iyi seçmişsiniz. Ama ben bir şey daha diyeyim: O yolu size seçtirene binlerce hamd ü senâ olsun!.. Değişik şeylere maruz kalmışsınız. Allah’tan… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ // İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” Esasen “hamd” kelimesi, Allah’tan gelen her şeye karşı rıza ve hoşnutluk ile mukabelede bulunma manasına gelir; şükür ise, O’nun lütuf ve ihsanları karşısında memnuniyet ve minnettarlıkla iki büklüm olma demektir. Tariflerde böyle ama Hazreti Gazzâlî musibetler karşısında da şükürden bahsediyor. Bence Hazret’in o mülahazasını esas alarak, اَلشُّكْرُ لِلَّهِ denebilir. Nitekim Hazret, o mülahazaya izah getirerek, haşiye düşerek diyor ki: “Ee daha kötüsü var!”

Hani, ilk Hristiyanların çarmıha gerilmesi gibi bir şey var.. ellerinden çivilenmeleri gibi bir şey var.. güneşin altında aç-susuz bırakılmaları gibi şeyler var.. Bilal-i Habeşî’yi kuma yatırmalar var, üstüne vücudunun ağırlığından çok daha fazla taşlar koyma var.. Yâsir’i zincire vurma var, Sümeyye’yi zincire vurma var; yetmedi hınçlarını almak adına onları öldürme var.. ve oğulları Ammâr’ı da öldürme tehdidinde bulunma var… Daha niceleri ve daha niceleri…

Evet, Dakyanus’lar da aynı şeyi yapıyorlar; Ashâb-ı Kehf döneminde de inananları zincirlere vuruyorlar, çarmıhlara geriyorlar. Saraydandır esasen, saraydan bir insandır onların başındaki Yemliha. İranlılar çevirdikleri filmde farklı isimler koymuşlardı ama biz “Yemliha” diyoruz ona; yedi tane sayarken de Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş ve bir de köpekleri Kıtmîr. Evet, o (Kıtmîr) da onlarla beraber Cennet’e girecek. Üstad’ın ifadesiyle, sermest-i câm-ı aşk olan (yaratılışı adeta aşkla yoğrulan ve Allah aşkıyla kendinden geçen) koca Mevlâna Câmi diyor ya:

یَا رَسُولَ الله چه بَاشَدْ چُونْ سَگِ أَصْحَابِ کَهْف،
دَاخِل جَنَّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَۀِ أَصْحَابِ تُو،
أَوْ رَوَدْ دَرْ جَنَّتْ وَمَنْ دَرْ جَهَنَّمْ، کَيْ رَوَاسْت،
أَوْ سَگِ أَصْحَابِ کَهْف، مَنْ سَگِ أَصْحَابِ تُو

“Yâ Rasûlallah! Çi bâşed çün seg-i Ashâb-ı Kehf? / Dâhil-i cennet şevem der zümre-i ashâb-ı tû / O reved der cennet, men der cehennem, key revast? / O seg-i Ashâb-ı Kehf, men seg-i ashâb-ı tû!..” “Revâ mı yâ Rasûlallah! Ashâb-ı Kehf’in köpeği, onlara refakatten dolayı onlar ile beraber Cennet’e giriyor. Ben ise, Senin ashâbının köpeğiyim. Nasıl olur o köpek Cennet’e girer de ben -Senin ashâbının köpeğiyim, ben- dışarıda kalırım?!.”

Evet, çekenler çekiyor; çektiklerine katlanıyorlar. Onlar, ona katlandıkça, Allah da sevaplarını, Kendine yakınlıklarını katlıyor: “Alın size bir muzaaf yakınlık! Alın size bir mük’ab yakınlık! Alın size bir mük’ab der mük’ab yakınlık!” Mübalağa mı yapıyorum? “Kulum, bana bir karış gelince, Ben, bir adım yaklaşırım!”beyanı bu yaklaşmayı anlatıyor. “O, bana bir adım atarsa şayet, Ben, gezerek gelirim. O, gezerek Bana doğru geliyorsa…” Bu kudsî hadiste geçen “karış”, “zirâ/kulaç”, “gezinerek gelme”, “koşarak gitme” gibi ibareler, ona doğru gitme keyfiyetini ifade etme adına “müteşâbih” kelimeler, te’vîle muhtaç kelimeler… “O, Bana gezerek geliyorsa, Ben, koşarak gelirim!” Ee ben bir şey ilave edeyim buraya: Onlar koşarak geliyorlar ise şayet, Ben onları bağrıma basarım!.. İstemez misiniz, Cenâb-ı Hak tarafından “Hoş geldiniz, Benim bendegânlarım, Benim samimi kullarım!” buyurularak karşılanmayı?!.

Şimdi kim kazanıyor, kim kaybediyor?!. Biri, her gün bir zulüm ile intikam alıyor, bir şey kazandığını zannediyor. Siz ise bazı şeylere maruz kalıyorsunuz ama yolun başında mı, ortasında mı, sonuna doğru mu, bir yerde bulunuyorsunuz. Bunların hepsi -bir yönüyle- benim zanlarıma göre bina edilmiş şeyler; başında mı, ortasında mı, sonuna doğru bir yerde mi? İnşaallah sonuna doğru bir yerdedir. O’nun o rüyalarda dediği gibi “Bitti artık bu!” Ve dünya da sizi duydu artık, bütünüyle duydu. Bütün nöronlara Türkiye’de böyle bir cemaat, böyle bir hareket olduğu işlendi. Size düşen şey, dünyanın sağına-soluna saçılmışsınız, bu duyuşu iyi değerlendirmektir.

Bu gayr-ı iradî bir reklam. Trilyonlar verseydiniz, böyle duyuramazdınız kendinizi; böyle bir hareket, böyle bir hizmet, böyle bir cemaat olduğunu duyuramazdınız. Sağ olsunlar (!) Hüsn-i niyet ile yapsalardı, onlar da Cennet’e girerdi. Zalimler, hüsn-i niyet ile sizi tutup savursalardı, onlar da “Cup!” diye Cennet’e girerlerdi. Ama insanlar, niyetlerine göre mükâfat görürler; onların niyeti o değildi. Niyetleri kötü ama olan şeyler güzel. Allah (celle celâluhu) evrensel bir davayı, Türkiye darlığı içinde mahkûm etmemek için, “Bütün dünya duysun!” dedi; âlem duyduktan sonra da sizi savurdu, “Gidin!” dedi.

Şimdi herkes sizi duydu: Mağdurlar, mazlumlar, mehcûrlar, mescûnlar, mahkûmlar, mahrumlar, ma’zûllar… Hep “ism-i mef’ûl” kipi ile ifade ettim; bunlar, maruz kalınan şenaatler, denaetler, maruz kalınan şeyler. İnsanlar -bir yönüyle- kalblerini açtılar buna ve sizi dinlemeye kulak kesildiler. Ee hazır böyle bir pozisyon oluşmuşken, kendinizi anlatma çok önemli bir şeydir. Dolayısıyla bütün dünyaya Allah Rasûlü’nün o evrensel davasını (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyuracaksınız.

Siz hiç farkına varmadan, Allah, sizi sağa da savurdu, sola da savurdu, şimale de savurdu, cenuba da savurdu, savurdu, savurdu. Aynı zamanda sizi bir duyulmuş olmanın, bir bilinmiş olmanın üzerine sağa-sola savurdu tâ birer tohum gibi başağa yürüyesiniz, tâ birer fide gibi söğüt olasınız. Bir gün Söğüt’teki metamorfoz ile tırtılların kelebeğe dönüşüp dünyanın kaderine hâkim olduğu gibi, Allah’ın izni ve inayeti ile… Mefkûreniz ile.. sevgi mefkureniz ile.. şefkat mefkureniz ile.. Kur’an’ın elmas düsturları ile.. hınçlara karşı, kinlere karşı, nefretlere karşı onları kırıcı “re’fet”, “şefkat”, “inayet”, “kerem” malzemeniz ile, materyalleriniz ile… Kat’iyyen “silah” tabirini kullanmıyorum ben; silah yok bizim cephanemizde, silah yok. Bizim cephanemizde şefkat var, re’fet var, merhamet var, mülayemet var; dövene elsiz, sövene dilsiz olma var, gönülsüz olma var, kırılmasız olma var.

Cenâb-ı Hak, bu fırsatı verdi. Yolun neresinde olursak olalım, madem meseleyi sonuna kadar götürmeye, son soluklarımızı orada soluklamaya niyet etmişiz, Allah, o son noktada, insanlara lütfedeceği şeyleri, daha şimdiden size/bize lütfetmiş sayılabilir. Emin olabilirsiniz!..

Allah’ım! Beni, arkadaşlarımla, onları da benimle mahcup etme! Bizi bu Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye’de sâbit-kadem eyle!..

En büyük hidayet

Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “En büyük hidayet, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.” “…görmektir” de diyebilirsiniz. İnsanın tabiatının icabı, insanın gözünde bir perde vardır. Gözün görmesi, “basar”; basarda perde vardır. Esas “bakma” başkadır, “görme” başkadır. Görmede “basiret” harekete geçer ve insan, onun ile görür. Tabir-i diğerle, bakmada, değerlendirme meselesi yoktur; esasen görmede, değerlendirme meselesi vardır. “Ne nedir?” Yani, “Bu resim, bana ne anlatıyor?” onu görmede…

Bunun için de “hicâbın kaldırması” adına önemli şeyler vardır. Bazıları üç tane şeyden bahsetmişler. Bunlardan bir tanesi “kibir”dir.

Hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi, aynı zamanda, “Kalbinde zerre kadar büyüklenme olan, Cennet’e giremez!”Ebu Cehil’e Peygamber karşısında -esasen- kaybettiren, Utbe’ye kaybettiren, Şeybe’ye kaybettiren, karşılarındaki bütün insanlığın medâr-ı iftiharı olan bir Peygamberi “Ebu Tâlib’in yetimi” ve kendilerini de çok büyük insan görmeleridir. “Urve İbn Mes’ûd es-Sekafî veya Velid İbn Muğîre; bu din inecek idi ise şayet, biri Tâif’te, birisi de Mekke’de olan bu iki zâttan birine inmeliydi. Çünkü bunlar, namlı, nişanlı, adlı, unvanlı insanlardı!”diyerek meseleyi büyüklüğe bağlayan, kibre bağlayan insanlar…

Hafizanallah, insanın kalbinde zerre kadar kibir var ise, o, İslamiyet’e girmesine mânidir. Bir hicap, budur. Bu büyüklenmelerin, böyle elli araba, altmış araba, yetmiş araba, zırhlı arabalarla fahir yapmaların arkasındaki şey de, bu kibirdir, bu alkış ve takdir bekleme hissidir. “Âlem, beni gördüğü zaman ayağa kalksın, herkes beni alkışlasın!” arzusudur. “Tasfîk” (alkış), İslam’da mekruhtur; (elleri çırpılıyor) bu, mekruhtur. Allah Rasûlü tarafından “tasfîk” deniyor. Ama “Mekruh olursa olsun, haram bile olsa, âlem beni alkışlıyor, göklere çıkarıyor ya, o, yeter!” Bunlar öyle hicap, öyle perdelerdir ki, apaçık Allah Rasûlü karşılarına çıksa, “Acaba -O bile- bir başkası tarafından bir temessül mü?!” diye belki O’nu bile hafife alırlar; inanın, hafife alırlar.

Bir ikinci mesele “taklit”tir; esas “tahkik”e geçememe mevzuudur. Meseleleri “tefekkür” ederek, “tezekkür” ederek, “tedebbür” ederek, arka planı ile ele alarak, analizlerde bulunarak çok doğru sentezlere ulaşmak suretiyle hakikate “Hakikat!” demek, o hicâbın, o perdenin yırtılması mevzuunda önemli faktörlerden bir tanesidir. Taklit, gözünüzde perde olduğu sürece, hakikati, kâmet-i kıymetine uygun göremezsiniz. Bu da ayrı bir davadır.

Onun için taklitten tahkike geçmek lazım. Taklit, bir adımdır, fakat çocuk adımı. Çocuk, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla annesi-babası hangi dili konuşuyorsa, o dili konuşur; hangi aksanda konuşuyorsa, o aksanı konuşur; Erzurum’da yetişmiş ise “Gelirem, gelir, gelirik, gelirsiz.” derler; Trabzon’da yetişmiş ise, Rize’de yetişmiş ise, “Calayum, calaysun, calayuz.” derler; daha başka yerde de öyle derler. Çocuk, kültür ortamında ne aldı ise, onu taklit eder.

Usûlüddin ulemâsı, “taklid”i makbul görmüşler. Ee öyle bir kültür ortamında yetişen insanların mebde’de öyle bir taklit yaşamaları muhakkaktır, kaçınılmazdır. Fakat o taklit, tahkikin bir basamağı olması itibarıyla makbuldür; yoksa sürekli orada kalma itibarıyla merduttur, hafizanallah ve şeytanın kaydırması için de şeytana bir fırsat verme demektir.

İnsan, hiçbir zaman tırmanma mecburiyetinde kaldığı o helezonun basamaklarında, o asansörün basamaklarında, o me’âricin -Meâric de Kur’an-ı Kerim’e ait bir tabir; merdivenler, çıkılan yerler, yükselme dereceleri anlamına gelen me’âricin- basamaklarının hiç birinde kalmaya kanaat etmemeli. “Ayetü’l-Kübrâ”da (nazara verilen mütefekkir yolcu gibi) hep “Hel min mezîd!”demeli. O evvelâ kendi ufku itibarıyla, kendi ufkuna müracaat ediyor ve bir şeyler dinliyor oradan ve bir heyecan duyuyor. Sonra bir mürşîd-i kâmile müracaat ediyor, mür-şîd-i kâ-mi-le; o da ona bir şey diyor. Sonra o mürşîd-i kâmil, O’nu işaret ediyor, Efendimiz’i işaretliyor. Peygamberler meclisinde Peygamberler ile hemhâl oluyor, peygamberler ile postnişin oluyor, diz dize geliyor, oturuyor. Onlardan dinliyor gibi oluyor ve yine diyor ki kendi kendine: “Yâ Rabbi, daha ötesi var mı onun?!”

Neden böyle diyor? Çünkü “Nâmütenâhî istikametinde yol bitmez bir türlü.” Sen kim oluyorsun ki, Allah’ı ihata edesin?!. لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez; fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) O, basarların, basiretlerin ihata edemeyeceği, kuşatamayacağı Zat’tır. “Muhît, muhit olduğu aynı zamanda muhât olamaz!” O (celle celâluhu) her şeyi kuşatmış ise şayet, O (celle celâluhu) kuşatılamaz artık. Dolayısıyla o mülahaza ile, en yüksek merdivende, en yüksek basamakta, insanın yükselebileceği her yerde, hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ulaştığı yerde, فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az.” (Necm, 53/9) buyurulan, fâniyi Bâkî’den ayıran noktada, “imkân”ı, “vücûb”dan ayıran o ufukta da “Yâ Rabbi! Dahası var mı?!” falan, diyecek kadar o mevzuda gözün hep yukarılarda olması…

Böylece insanın taklitten sıyrılarak “tahkik”e açık yaşaması, bir gün gözündeki perdeyi sıyıracak, görülmesi gerekli olan şeyleri “mahiyet-i nefsü’l-emriyeleri”ne -bu da eskilerin tabirlerinden, mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine- uygun olarak görecek. Ne, nedir? Onu olduğu gibi görecek, o mevzuda yanlış hükümlere saplanmayacak. Gözdeki perdelerden bir tanesi de bu; bunu da yıkmak lazım.

Bir insanda bu perde var ise… Ebu Cehil’de o da vardı. Maşallahı var, her şey var onda; günümüzün Firavunlarında, Yezîdlerinde, Haccaclarında olduğu gibi; kibir olduğu gibi, böyle bir perde de var. Taklit basamaklarında emekleyip duruyorlar; sürekli adım atıyorlar fakat aynı basamakta adım atıyorlar.

Diğer bir hicap da bu mevzuda “alışkanlık”lardır; esasen atalardan gördüğü şeylere takılıp kalmaktır. حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا“Biz, atalarımızı neye inanıp neyi uygular halde bulmuşsak, o bize yeter!” (Mâide, 5/104); بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا “Hayır, bilakis biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (âdet, görenek ve inançlarımıza) tâbi oluruz.” (Bakara, 2/170) Bütün kâfirlerin, peygamberlerin nûr-efşân mesajı karşısında, diyalektik adına söyledikleri sözler, hep bunlardır. “Sizin mesajınız bir yana, biz atalarımızı hangi yolda buldu isek, o yolda…” falan.. “Dedelerimizi hangi yolda buldu isek, o yolda…” Dünden bugüne bu tekerrürler devr-i dâimi içinde hep böyle devam edegelmiştir hiç farkına varmadan. Ve böyle bir anlayış, gözde hicap ise şayet, bir yönüyle hakikat görülemez, hakikate bunlar nikaptır, perdedir, hicaptır.

Basiretimizin önündeki hicapların sıyrılıp kaldırılması adına

Onun için bizler, sürekli, sabah-akşam, gece-gündüz, namaza yürüdüğümüzde, namazı kılıp ellerimizi kaldırdığımızda şöyle dua etmeliyiz: اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ “Allah’ım! Bize hakkı, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun, hak olarak göster ve ona ittibâ ile bizi rızıklandır!..” Âmin. وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً “Batılı da, bâtıl ne ise, o şekilde bâtıl olarak göster!” وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ “Göstermekle de kalma, aynı zamanda ondan fersah fersah uzaklaşmakla bizleri serfirâz kıl, şereflendir!”

Fatiha sûre-i celîlesinde de biz, Cenâb-ı Hakk’ı tazim u tekrimde bulunduktan sonra, bu hidayeti talep ediyoruz. Bir de Kendisinin bize “Sen” deme izni vermesi, Kendisine öyle hitap etmemizi işaret buyurması lütfuyla bizleri şereflendirdiğinin ifadesi olarak إِيَّاكَ diyoruz. Hani adeta diyor ki: Bana tek başıma (müfret muhatap -2. Tekil şahıs- sigası ile) hitap ediyor gibi hitap edebilirsiniz. Yani, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dediniz, Beni andınız. اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ dediniz, Beni andınız. Öbür âleme geçtiniz; مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ dediniz, Beni andınız. Sonra Ben de size izin veriyorum, “Sen!” diyebilirsiniz: إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Ancak Sana kulluk yapıyoruz.”

Ama bu öyle zor bir şey ki; altından kalkamayız Sana kulluğun. مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ، مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ، مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ، مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يَا سُبْحَانُ “Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Ma’bûd!.. Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabbimiz, Seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık!.. Ey topyekun varlık tarafından, kendilerine has dillerle, yâd ve zikredilen Mezkûr, Seni hakkıyla zikredemedik!.. Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!.. Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Ma’bûd-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik!.. Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan ve tesbih edilen Rabbimiz, şanına lâyık zikr u tesbihi yapamadık!..”Sen, böyle bir Zâtsın. Sana, ne hakkıyla hamd etmek.. Sana, ne hakkıyla kullukta bulunmak.. Seni, ne tesbih u takdiste bulunmak.. ne de idrak u ihâtada bulunmak… لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez; fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Sen, bu Sultansın!.. إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Allah’ım! Yalnız Sana kulluk yapıyoruz!”

Bir de “mütekellim maa’l-gayr” (birinci çoğul şahıs kipi) ile hitap ediyoruz. Kendi ibadetimizi az görüyor, Hazreti Pîr’in işareti içinde adeta şöyle düşünüyoruz: Şu Kâbe’nin etrafında halkalar var ya, onlardan başlayarak, dünyanın değişik yerlerinde namaz kılanların halkalarının hepsi… Bakın, Amerika’da siz, o halkanın içinde bulunuyorsunuz. İngiltere de o halkanın içinde bulunuyor. Tayland da, Tayvan da o halkanın içinde bulunuyor. Penguenler dünyasına kadar, ne kadar insan var ise, hep o halka içinde bulunuyor. Böyle hayalen baktığınız zaman, sürekli halkaları halkalar takip ediyor; halkalar, halkalar, halkalar, halkalar, halkalar… Hepsi kemerbeste-i ubudiyet içinde; el-pençe divan durmuş hepsi. Kendimi onlardan bir parça görerek hepsi adına diyorum: إِيَّاكَ نَعْبُدُ Çünkü benim kulluğum yetmez Sana karşı Allah’ım; bunların kulluğunu da Sana takdim ediyorum! Kulluğumu, bunların kulluğu kadar Sana takdim ediyorum!.. Hazreti Pîr’in izahı, bu. إِيَّاكَ نَعْبُدُ

Ama bu, öyle çetin bir şey ki, ben kim, bunu demek kim?!. Ben kim, bunu hazmetmişlik kim?!. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Böyle bir mesele karşısında, şu hepimiz var ya, yine hepimiz bu mevzuda yardımı da Senden istiyoruz, istiânede bulunuyoruz! “İstif’âl” babında “sin” harfi, talep içindir. “Efendim sin-i istif’âl gelir bir nice manaya / Âna bir hoş nazar eyle, eresin bir yüce fehvaya / Sual ile talep, vicdan, tahavvül, itikad, iman / Tamam, teslim olur el-ân, rücu kıl Rabb-i A’lâ’ya!..”Sual ile talep, vicdan… Hem isteme, hem de talep… Tahavvül, itikad, iman… Tahavvül de diyebilirsiniz; yani, “Kendi kupkuru halimden sıyrılıyorum ve aynı zamanda onun öyle olduğuna da inanıyorum, itikad ediyorum.” manasına… Gördüğünüz gibi “Sin” harfinin bütün manalarını ifade ediyor. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Yardımı da Senden diliyoruz; şu halkalar var ya, yine onların yardım dileklerini, kendi yardım dileklerim içinde mütalaa ederek, Senden kocaman bir yardım dileğinde bulunuyoruz.” إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Ama yetmiyor, bakın: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyoruz. İşte bu, o; yani, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl görme/gösterme şeklindeki en büyük hidayetin talebi. Ama sırât-ı müstakîme hidayet edildik fakat -hafizanallah- teminatımız yok. “Âkıbetinden endişe etmeyenin âkıbetinden endişe edilir.” Herkes, her adımını korku ile atması lazım. Hafizanallah, ya çıktığım merdivenlerde, en yukarısında bile, şeytan bir oyun oynayarak bir çelmeyle, bir el-ense ile, beni oradan tâ geldiğim yere iterse!.. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ*صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “İn’am’da bulunduğun nebiler, sıddîklar, şehitler ve sulehâ -sâlihler; amelini katışıksız, riyâsız, süm’âsız, ucubsuz, fahirsiz yapan insanlar- zümresine bizi dâhil eyle, ilhak buyur!” diyoruz. Tamam… Ama her şeye rağmen, önceki cümleden “atf-ı beyan” veya “bedel” olarak devam ediyoruz: Allah’ım, böyle yaptın.. ben de böyle bunları istedim.. hatta bunları istedik hepimiz beraber.. isteme korosu oluşturduk.. toptan hepimizin sesi, tâ Sidretü’l-Müntehâ’da, o tavaf edenlerin seslerine ulaştı.. zannediyorum Cibrîl de aynı şeye ses kattı.. Mikail de aynı şeye ses kattı. Buraya kadar geldik ama muktezâ-i beşeriyet, nefsimiz var, cismâniyetimiz var, hayvaniyetimiz var. Ne olur ne olmaz. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “Gazabına uğramışların ve sapıp gitmişlerin yoluna düşmekten bizi muhafaza buyur!..”

Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.