• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

O Kutlu Selam Uğruna

Zaman en önemli sermayedir

En olumsuz, en kötü durumlarda ve kötü oluşumlar karşısında nasıl rantabl olabileceksek, ona bakmak lazım; yapılması gerekli olan şeyleri yapmak lazım. Zaman, mü’minlerin en önemli sermayeleridir; o israf edilmemelidir. İnsanlar, o mevzuda dağınıklığa düşerler ise, kendilerine ait çok şeyi kaybederler. Bu, insanları ulaşmaları gerekli olan hedeften alıkoyar, ulaşamazlar. Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, iki elimiz var, dört elimiz de olsa ancak peşine takıldığımız meseleye yeter; yoksa onda kusur ederiz, hafizanallah. Ben aynı kelimelerle ifade etmedim de aynı mana… İki elimiz var, dört elimiz de olsa yetmez, sekiz elimiz de olsa yetmez yapmamız gerekli olan şeylere.

Kaldı ki hava çok karışık, çok bulanık. Herkes kendine göre bir şey yapıyor; bir yönüyle etrafa bir şeyler püskürtüyor. O da bizi çok defa alıp kendi dünyamızdan uzaklara götürüyor; gözümüz görmez oluyor, kulağımız duymaz oluyor, ağzımız konuşacağı şeylerin ötesinde veya berisinde şeyler konuşmaya duruyor. Ve bize kayıplar yaşattırıyor, aslında… Ama bütün bunlardan kat’-ı nazar ederek kendi meselelerimize yoğunlaştığımız takdirde… Antrparantez; siz, onu büyük ölçüde yapıyorsunuz; inşaallah katlayarak yapmaya devam edeceksiniz. Şartlara ve konjonktüre göre de ileride yapmanız gerekli olan şeyler neler ise onları yapacaksınız, Allah’ın izni, inayeti, riayeti ve kilâeti ile…

Evet, bu zaman mevzuunda, mesâî mevzuunda dağınıklığa düşmeden, Allah’ın izni-inayeti ile, neyi hedeflemiş isek şayet, onun üzerinde durmamız lazım. Bir kısım zift medyası, bir kısım kirli düşünceler, sokakları kirletebilir esasen, düşünce dünyamızı karartabilir bizim. Kalkar “mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimânesi”ne göre hareket edersek, “Biz de onlara aynı şeyleri söyleyelim, edelim!” dersek, kendi karakterimizden tavizde bulunmuş oluruz; bir de zamanı israf etmiş oluruz.

Oysa, yapılması gerekli olan o kadar çok şey var ki!.. Belki insaflı bir insan demeli kendi kendine: “Gece yedi-sekiz saat uyuyoruz; zamanda israf olmuyor mu acaba?! Üç-dört saat ile iktifa etsek de arkadaşlar ile kafa kafaya versek, yapılması gerekli olan şeyler mevzuunda yeniden “i’mâl-i fikir”de bulunsak; işte Frenkçe “konsantrasyon”, o mevzu üzerinde yoğunlaşsak, dimağlarımızı daha velûd hale getirsek, Allah’ın izni-inayeti ile, yarınlara kârlı çıkarız.”

Karşı taraf, başkaları, size düşmanlık yapanlar, mefkûrenizi hedefliyor ve sizi ondan uzaklaştırmak istiyorlar. Onların arzusu budur, gâye-i hayalleri bu. Sizi o kendi karıştırdıkları şeyler ile meşgul ediyorlar ise şayet, hedeflerine ulaşmış olurlar. Bağışlayın, mesela size ne dediler: “Eşâşik!” (merkepler) dediler. Şayet “Ben de onlara diyeyim.” derseniz, kendi zamanınızdan bir şeyi “kırtladınız” mı diyeyim, “makasladınız” mı diyeyim, esasen, onların hesabına çalıştınız, hiç farkına varmadan. Ne derlerse desinler, ne söylerlerse söylesinler, ne yazarlarsa yazsınlar, ne çizerlerse çizsinler; esasen yol belli, yöntem belli, yapılması gerekli olan şeyler belli.

Allah, sizi başlangıçta sıfırdan büyütüp geliştirdi

Aslında bugüne kadar Cenâb-ı Hakk’ın sizlere/arkadaşlarınıza çok büyük nimetleri oldu. Dünyanın dört bir yanına açıldınız. 170 ülke olduydu belli bir dönemde. Bazı yerlerde kafalar karıştı belki; birilerinin görüntülerine aldandılar, bir yönüyle onlara kandılar; size ait müesseseleri kapattılar. Evet, oldu bu ama hâlâ yüzde altmışı, yetmişi, sekseni ayakta duruyor, Allah’ın izni-inayeti ile. Bu, “sıfır”a göre çok önemli bir şey idi.

Fakat belli bir dönemde siz sıfırı görmediniz esasen; sıfırın solundaki rakama bakarak dünyanın dört bir yanına açıldınız, Allah’ın izni-inayeti ile. Beş-on yere gideceğiniz zaman da “Acaba orada kim karşılar, ne yaparız; gittiğimiz yerde ne yapabiliriz?!.” falan.. Bakın, Cenâb-ı Hak sevk etti, siz de oraya gittiniz; vüdd vaz’ edilmişti, gönüllere sevgi konmuştu sizin için. Herkes size kol-kanat açtı, yardımcı oldu; birdenbire -ee canım- 1400 tane okul; Allah (celle celâluhu) açtırdı, 1400 tane okul açtırdı. Ne planınız vardı, ne projeniz vardı, ne de öyle bir şey düşünmüştünüz. Ama küçük bir “niyet” ile… Hani hep “Kader Risalesi”nde okuduğunuz gibi, “şart-ı âdî planında”, “meyelân veya meyelândaki tasarruf”; itibârî varlığı olan bir şeyi kullanıyorsunuz, hakikî varlığı olan şeylere ulaşıyorsunuz, Allah’ın izni-inayeti ile.

Kendi hareketinizle, elde edilen şeyleri elde edeceğinize çok inanmıyordunuz ama birden bire karşınıza devasa işler çıktı. Her iş, başka bir işi hatırlattı; o iş başka bir işi hatırlattı. İş tedâîleri arasında bir ömür gergefi örgülediniz, Allah’ın izni-inayeti ile. Zaman konusunda dağınıklığa düşmediniz, sadece kendi işinizi yaptınız, başkalarının karıştırmalarına kulak asmadınız!.. Allah’ın izni-inayeti ile, o devasa işler oldu. Ve onlar -esasen- olacak şeylerin de en inandırıcı referansı idi ve oluyor hala. Hala çoğunuzun o metafizik geriliminin arkasında, olan şeylerin sizde hâsıl ettiği o güç, o kuvvet var. Onun ile siz, bir yönüyle لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ “Hakiki güç ve kuvvet sahibi sadece Allah’tır; olup biten her şey, ancak O’nun izni ve iradesi dâhilinde gerçekleşir.” hakikatini rasat ediyorsunuz. O mercek ile, o dürbün ile, o rasathane ile bakıyorsunuz; çok büyük şeyler görüyorsunuz, “Olur!” diyorsunuz. Olan şeylerin çehresinde olacak şeyleri okuyorsunuz, ciddî bir gerilime geçiyorsunuz, Allah’ın izni-inayeti ile.

Sen hep dava düşüncesini heceler, onunla oturur, onunla geceler isen...

Aslında bir taraftan bu olan şeylerin muhafaza edilmiş olması; bir diğer taraftan da gadre uğrayan, zulme uğrayan, azledilen, mahkûmiyete maruz kalan insanların hali… Hiç böyle bir şey duymamıştık; 27 Mayıs’ta (1960), 12 Mart’ta (1971), 12 Eylül’de (1980) hiç böyle bir şey duymamıştık. “Falan ile niye selamlaştın? Müebbet!..” “Filan ile lokantada yemek yemişsiniz. Müebbet!..” “Falanın evine gece gitmişsiniz. Niye gece gittiniz de gündüz gitmediniz? Müebbet!..” Böyle…

Böyle hukukî mantığa uymayacak şeylerle, sindirme politikalarına girmek suretiyle ufkunuzu karartmak isteyen insanlara rağmen, siz, gülerek oynayarak, şen-şakrak, hedef belli, ona doğru yürüyeceksiniz. Bir adım, iki adım kaldı İnsanlığın İftihar Tablosu’na ulaşmaya veya üç adım kaldı. On adım olsa ne olacak, yüz adım olsa ne olacak?!. Hazreti Pîr-i Mugân’ın dediği gibi, “Deseler ki bana: Hindistan’da İmam Rabbanî hazretleri zuhur etmiş! O kadar yol mehâlikine katlanarak onu ziyarete giderim. Binlerce Faruk-i Serhendî’ler ile muhât olan (kuşatılmış) Hazreti Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa’yı görmek için niye acele etmiyoruz?!.” Gâye-i hayal olmalı!..

Binlerce, yüz binlerce, belki milyonlarca ehl-i hâl, ehl-i hakikat, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmak için bütün ömür boyu çırpınıp durmuşlar. Hatta dünyada kendilerine hak ve hakikati neşretme, bir yönüyle yaşama imkânı tanınmadığı halde, onlar -İbn Beşîş veya Meşîş gibi- mağaralarda yaşayarak, hep O’na uzanma/ulaşma hülyaları ile nefes almışlar, Allah’ın izni-inayeti ile. Bir yönüyle, Cehennemin üstündeki Sırat köprüsünde Cennet zevkleri yaşamışlar.

Allah, size onu yaşattı. Onun için belki şimdiye kadar -mübalağa yapmıyorum- binlerce mektup… Görülen rüyalar.. İnsanlığın İftihar Tablosu.. koğuşları gezmesi.. Hazreti Ebu Bekir efendimizin koğuşları gezmesi, zindanda.. Hazreti Ömer efendimizin koğuşları gezmesi.. Sahabe-i kiram ile içli-dışlı olmaları… Böyle…

Böyle içinde bulunma mevzuu, davanın/Hizmet’in, dava düşüncesinin içinde bulunmaya vabestedir. Sen burada hep o dava düşüncesini heceler, oturur-kalkar onun ile gecelersen, Allah (celle celâluhu) senin gecelerini pırıl pırıl gündüzler haline getirir, Allah’ın izni-inayeti ile. Varsın el-âlem şeb-i yeldâyı yaşasın; bir türlü bitip tükenmeyen gecelerde otursun, kalksın, emeklesin; hep karanlıklar ile, zulmetler ile yaka-paça olsun!.. Allah’ın izni-inayeti ile, senin gittiğin yer belli; hep “Acaba bir-iki adım sonra mı karşıma çıkar, üç adım sonra mı karşıma çıkar, bana ‘Hoş geldin, ben de sizi bekliyordum!’ falan der, O’nun iltifâtât-ı Nebevîsi ile karşılaşırım!” mülahazası ile yol alırsın.

Yolunuz bu; binlerce dünya saltanatı buna mukabil gelemez. Yine onu da Hazreti Pîr’in ifadesine göre diyelim: Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennet’in bir saatine mukabil gelmez. Cennet’in de binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmez. Şu ışık hızı ile trilyon, trilyon, trilyon seneler ihtivasında, genişliğinde, vüs’atinde kâinatların çehresine serpiştirilmiş güzellik, âhenk, hep iç bayıltıcı şeyler… İşte men hattı (Manhattan)… Ne olacak bunlar?!. Evet, hatlı şey, sınırlı şey… Asıl o sınırsız güzellikler başını döndürüyor insanın. Bed’ü’l-Emâlî’de dendiği gibi:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ
وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ
فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ
فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!”

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ
وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

Mü’minler, O’nu (celle celâluhu) keyfiyetsiz, kemmiyetsiz müşahede ederler.

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ
وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

Örneği, yok; misali, yok; benzeri, yok..

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

Gördükleri zaman O’nu, bütün cennet nimetlerini unuturlar; falan yerde on tane kasır varmış, elli tane de Huri varmış; Gılmanlar varmış, pırıl pırıl inci-mercan gibi Gılmanlar varmış, yolun sağında-solunda sizi istikbal ediyor gibi… Bunların hepsi gözünüzden silinir gider; sadece O’na takılırsınız. Öyle bir şey… Bunu benim ifade etmem mümkün değil; çünkü bu, مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ “Tatmayan, bilmez.” Ehl-i İ’tizâl, Rü’yet-i İlahîyeyi inkâr ettiklerinden dolayı, Bed’ü’l-Emâlî sahibi, فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ diyor: “Yuf be Ehl-i İ’tizâl’e, Cenâb-ı Hakk’ı görmeyi inkâr ediyorlar.”

O kutlu selam uğruna!..

Şimdi bu türlü nimetler ile mev’ûd bulunan (kendilerine vaatte bulunulan) temiz gönüller, hususiyle günümüzde, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerim!.. Onlara selam söyleyin!” dediği insanlar, buna göre tavır belirlemeli ve hareket etmeli!.. Sahabe diyor ki…

Kurban olayın onların hepsine, en küçüğüne!.. En küçüğü yok aslında, ben böyle küçüğünü düşünüyorum, bakıyorum yine benden bin metre daha uzun boylu adam. Evet… İsmini verirsem onlardan birinin, “Demek sen onu küçük görüyorsun!” dersiniz. Ne siyahı, ne beyazı, ne akı, ne pembesi, ne turuncusu filan; hiçbiri küçük değil onların. Böyle… Onlar, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kadar yakın idiler ki, gözünün içine bakıyorlardı ve her zaman O’nun uğrunda hırz-ı cân etmeye teşne bulunuyorlardı.

Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam), âhirzamanda gelen, nifâkın/şikâkın ortalığı kasıp kavurduğu, ufku kararttığı bir dönemde, yeniden ellerindeki projektörler ile dünyayı, insanlığın dünyalarını aydınlatan, kapkaranlık geceleri, şeb-i yeldâları apaydınlık gündüzlere çeviren o insanlara “Kardeşlerime selam!” diyor. Sahabe “Biz, Sen’in kardeşlerin değil miyiz?!” deyince de “Hayır, siz, Benim arkadaşlarımsınız!” buyuruyor; onlara, “yol arkadaşlarım” diyor. Bakın tâ oradan buraya… Bin dört yüz sene sonrasına, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Selam!” diyor, “Selam! Selam!..”

Şimdi bunlar alınmışsa, alınıyorsa, alınabilecekse, başka alıntılara, alıntı şeklindeki sûrî şeylere takılmamak lazım, zihin açısından dağınıklığa düşmemek lazım, konsantrasyonu bozmamak lazım. Yoğunlaşırsak, Allah’ın izni-inayeti ile, böyle başlarımızı Hazreti Ebu Bekir’in ayaklarının altında, Ömer’in ayaklarının altında, Osman’ın ayaklarının altında bulabiliriz; radıyallahu anhüm elfe merrâtin (Allah onlardan bin kere razı olsun). “Elfe” (bin) ne demek yahu; Elfu elfi merrâtin… Allah, milyon, milyon, milyon defa onlardan razı olsun, hoşnut olsun. O hoşnutluk atmosferi, o hoşnutluk zemini üzerinde, Cenâb-ı Hak, bizi de pâyidar eylesin!..

Siz, bugüne kadar hep o yolda oldunuz. Hususiyle de ne o dünyadan bir şey kopararak ne de bu dünyadan bir şeyler alarak/tadarak o yolda yürümediniz. Nefy-i nefy, ispattır; yok, yok olursa, var olur. Yok olması gerekli olan her şeyin tepesine bir balyoz indirdiniz, her şeyi yok ettiniz. Ondan sonra var olan şeyle meşgul olduk/oldunuz. Ben kendimi kastetmiyorum. Ben kim, onlar kim? Ama siz öyle yaptınız, Allah’ın izni-inayeti ile. Bundan sonra da Cenâb-ı Hak, size daha neler neler lütfedecektir, inşâallahu teâlâ.

Evet, عُذْرًا مِنْكُمْ  “Sizden özür dilerim!” وَعَفْوًا مِنَ اللهِ “Allah’tan da af rica ederim.” Rahatsızdım biraz; rahatsızdım çoktan beri. Evet, şikâyetçi değilim. Ben kendime öyle kayda alınacak bir insan nazarıyla da hiç bakmadım. Fakat bakıyorum, O öyle iltifat ediyor ki!.. Al sana ayağından bir hastalık!.. Al sana belinden bir hastalık!.. Al sana em’âdan bir hastalık, gözden bir hastalık!.. Biraz yere serdiler bunlar da… Ama o da güzel bir şey; O’nun teveccühü saymak lazım, iltifatı saymak lazım, “Arındırıyor!” demek lazım. أَشَدُّ النَّاسِ بَلاءً اَلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الأَمْثَلُ فَالأَمْثَلُ Ee canım, o sultanları öyle bela ile, dert ile imtihan etmiş ise!.. Onların arkasındaki -Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîr’i gibi- kuyruk sallayıp koşturan da ayrı düşünülmez ki!.. O da onlardan nasibini alır; eğer onlara takılmış, arkalarından gidiyorsa, alır nasibini.

Onun için, hani geldiniz, belki beklediniz… Hakkınızı helal edin, kusura bakmayın. Benimki israf-ı zamandan ibaret oldu. Söylediğim şeyleri siz çok daha iyi biliyorsunuz. Allah, âfiyet-i tâmme-i dâime-i kâmile-i şâmile-i dünyeviye ve uhreviye ihsan eylesin.

Öyle buyuruyor Kudsî Hadiste: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ “Hazırladım o Benim salih kullarıma, işlerini arızasız götürenlere, iman edip imana göre arızasız işler yapanlara, Kur’an’ın sâlih/sağlam amel dediği o işleri yapanlara…” مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ “Gözün görmediği” وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ “Kulağın işitmediği” وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Hiçbir insanın kalbine gelmeyen, tasavvurlar üstü şeyler hazırladım.”

“Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesme

Evet, böyle çok kıymetli bir şey, Melikler Meliki’nden (celle celâluhu), Mâlikler Mâliki’nden, Sultanlar Sultanı’ndan bir nâme şeklinde, bir işlemeli paket şeklinde size gönderilmiş. Şimdi buna elinizi uzatırken başka şeylere gözünüz kayar mı?!. O’nun karşısında ayıp olur!.. Çoğunu aldınız… Alacağınız şeylere teşne bulunarak, Allah’ın izni-inayeti ile, öbür tarafta kıymet ifade eden şeylere tâlip olmak lazım. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / “Yevme lâ yenfe’u”da kalb-i selîm isterler.”

Bir de (elektronik levhaya o an yansıyan tablo) bana diyor ki,

ألا صاحب الذنب لا تقنطن فَإِنَّ الإِلَهَ رَؤوفٌ رؤوفُ
 ولا ترحلنَّ بلا عدة ٍ فإِنَّ الطَّريقَ مخوفٌ مخوفُ

“Ey günahkâr, ey günahlar ile kirlenmiş utanmaz adam! Allah’ın rahmetinden ümidini kesme! Allah, Raûf’tur, Raûf’tur, Raûf’tur. Ama hazırlıksız da yola çıkmaya bakma; çünkü bu yürüdüğün yol, biraz korkunçtur, korkunçtur, korkunçtur.” Siyasî çıkar karşınıza, gazeteci çıkar, idareci çıkar, hâkim çıkar… Öyle densiz insanlar karşınıza çıkar ki, size zulmedince, der: “Her birinize bir kere zulüm yapınca, müebbet verip içeriye atınca, bir umre sevabı kazanmış oluyorum!” Ya!.. Böyle bir mantık ile karşınıza çıkabilirler.

Evet, “Ne dünyada safâ bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne Dergâh-ı Huda’dan mâ’adaya ilticâmız var!..” Ölüme giderken Urfalı Nef’î bunları söylemişti. Vesselam. Beni bağışlıyor musunuz?!. Allah, âfiyet-i dâime ihsan etsin.

O'na el aç, kullarına değil!..

Soru: Aslında bir peygamber şiarı olarak zikredilen istiğnanın makbulünden ve merdudundan bahsedilebilir mi? İstiğna hangi hallerde iyi hangi hallerde kötüdür?

  • Cenâb-ı Hakk’a karşı müstağni davranılamaz; O’na karşı istiğna tavrı nankörlük ve kibirdir.
  • İnsanın, şahsı adına başkalarından bir şey istememesi, beklentilere girmemesi, kimseye minnet etmemesi ve yüz suyu dökmemesi makbul bir istiğnadır.
  • Kendisini dine, imana, vatana ve millete hizmete adamış bir insana, bütün zamanını bu kudsî işe ayırdığı için iâşesini karşılayacak kadar bir ücret takdir edilebilir. Fakat, o şahıs ücret konusunda talepsiz ve beklentisiz olmalı; onu kullanırken de ihtiyaç fazlasını harcamaktan çok korkmalıdır.
  • Ücret talebiyle hizmet edenlerin hizmetlerinin müessir olması mümkün değildir.
  • Hazreti Bediüzzaman’ın hediye kabul etmeyişi...
  • İnsanlardan bir şey beklemek suretiyle kredinizi bitirmeyin; şayet size güveniyorlarsa, bu güven kredisini onları hayırlı işlere yönlendirmede kullanın. Sizi emin bulan ve sözlerinizi dinleyen kimseler, himmet etsinler ama yine milletin kendisine versinler; gidip okul açsınlar, içine öğretmen koysunlar, muhtaç talebeye burs ayarlasınlar ve yeni nesillerin eğitim ihtiyacını karşılasınlar.
  • Milletin parasını kendi parasına değdirmekten bile korkan bir iffet abidesi...
  • Devlete ait bir parça kağıdın hakkını ödeyemezsiniz; çünkü hak kime ait belli değil, bütün millet ötede ellerini yakanıza uzatabilir.
  • Selef-i salihînin istiğnası ve döneminin en zenginlerinden biri olan Hazreti Osman’ın zühd hayatı... Hazreti Ali’nin kış gününde yaz elbisesi giymesi...
  • Fakir kabul edilen bir ailenin sabah kahvaltısındaki sofrası... Fakirlik mi, nankörlük mü?
  • Bazen günahlar nimetlerin kesilmesine sebebiyet verir, bazen de nimetler küstahlaşmaya kapı açar ve nıkmete dönüşür. Dolayısıyla, insan zenginliğin, makam ve mansıbın, her işinde muvaffak olmanın değil, amellerinde ihlasın ve neticede rıza-yı ilahinin peşine düşmelidir.
  • Kimi zaman insanın tuttuğu bir işte başarılı olamaması da onun için bir rahmet tecellisidir.

O'nunla diriliş ve Medrese-i Yûsufiye'de yükseliş

O'nunla diriliş ve Medrese-i Yûsufiye'de yükseliş

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in vilâdeti, insanlığın yeniden doğumu demektir

Mekke, uzun zaman kuraklığa maruz kalmış. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, tecessüm etmiş şekilde, “Muhammed” (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismiyle, yeryüzüne inince, -çünkü O, “rahmeten li’l-âlemîn!..”- o kurak arazi, yeniden bir bahar neşvesi içinde yeşermiş. Fakat tohum saçmak, Allah’ın muradına göre orayı güzelleştirmek, bir bahçeyi tımar ediyor gibi tımar etmek, dikenlerini kesmek/yok etmek, güllere “Buyurun!” demek çok kolay olmamış. İnsanlığın İftihar Tablosu, on üç sene orada ızdırap çekmiş; Medine-i Münevvere’ye gitmiş -Estağfirullah!- teşrif buyurmuş, yedi-sekiz sene de orada... Mekke yine kurak, yine kurak, yine kurak!..

O (sallallâhu aleyhi ve sellem) oraya şeref-kudûm buyurunca, adım atınca, orası da birden bire yeşermeye başlamış; O’nun nübüvvetini duymak suretiyle yeşermeye başlamış. Onlar da yeniden dünyaya geliyormuş gibi dünyaya gelmişler. Bir sözde ifade edildiği gibi, “O’nun vilâdeti, insanlığın yeniden vilâdeti demektir!” Zira O, dünyaya teşrif etmeden evvel, insanlık, insanlığından çok uzaktı; habersizdi Cenâb-ı Hakk’ın onu yaratmasındaki gayesinden. O (celle celâluhu) yaratırken, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “İns ve cinni, Bana kulluk etsinler diye yarattım!” (Zâriyât, 51/56) buyurmuştu; İbn Abbas hazretlerinin yorumuyla, لِيَعْرِفُونِي ثُمَّ لِيَعْبُدُونِي “Beni bilsinler, tanısınlar ve Bana kulluk etsinler.” diye. Fakat insanlık, bu hakikatten habersizdi, gafildi, bigâneydi.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), yollar vurdu, değişik değişik yollar vurdu. Ana damarlar açtı Allah’ın izniyle ve kollateraller açtı; biri tıkanırsa diğeri, diğeri tıkanırsa diğeri. “Allah’a karşı yollar hep açık olsun!” dedi, Allah’ın izniyle. O’nun açtığı o yollar, o damarlar sayesinde, mesele, ani’l-merkez açılım ile -makas gibi- bugünlere kadar geldi, dayandı.

Ama kuraklık, tenâvübî (sırayla, nöbetleşerek) olur esasen. وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ “Böylesi (tarihî ve önemli) günler ki, Biz onları, Allah gerçekten iman etmiş bulunanları ortaya çıkarsın ve sizden (hakka ve imanın hakikatine) birtakım şahitler edinsin diye insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i Imrân, 3/140) Günler, Cenâb-ı Hakk’ın emriyle, meşîetiyle, iradesiyle, kapı kapı dolaşır, bir yönüyle; bir gün birine bahar, ertesi gün birine bahar; bir gün birine hazan, ertesi gün birine hazan... Bütün bunlarda şart-ı âdî planında insan iradesini görmezlikten gelmek, mutlak cebrîlik olur. İradeyi görmezse determinizme girmiş olur insan ama “insanın iradesi” şart-ı âdî planında bir esastır. Allah, o damlaya deryayı bahşeder, o zerreye güneşleri lütfeyler. Hazreti Pîr’in dediği gibi, “Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.”

Evet, zerre halimiz ile bizler o kâinatları, güneşleri, sistemleri, bütün Samanyolu’nu, Samanyolu gibi milyonlarca galaksiyi talep ediyoruz. Öyle o küçük irade ile istediğimiz zaman da Allah (celle celâluhu) lütfeder; öbür tarafta insanlara mağrip-maşrık arası hususî mekânlar tahsis buyurur. Çünkü orası “kudret dairesi”, orada “Ol!” deyince, hemen, ânında her şey oluverir. Burada ise, sebepler meseleyi bir yönüyle imhâl ettirir.

Geriye dönelim: Şimdi İslam dünyası, bir kuraklık yaşıyor. Varsın birileri bir yer hakkında kendilerine göre “Bağa-bahçeye çevirdik!” desinler!.. Fakat kuru teselli; bağışlayın, demagoji, diyalektik. Hiçbir şeyden haberi olmayan, sürü gibi, yalancı sözler arkasından sürüklenip giden kimseler, bu yalanlara kansalar bile, Mele-i A’lâ’nın sâkinleri, acı acı tebessüm ile karşılıyordur bunu. Mele-i A’lâ’nın sakinleri ile aynı duyguyu yeryüzünde paylaşan insanlar da acı acı tebessüm ile karşılarlar onu. “Her yer çok mükemmel; güllük-gülistanlığa döndü!” Heyhat, nerede o?!.

“Ey kupkuru çölleri Cennetlere çeviren Gül / Gel, o bayıltan renginle gönlüme dökül // Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül / Ey kupkuru çölleri Cennetlere çeviren Gül!..” Yeniden her şey O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhlarda derinlemesine duyulmasına kalmıştır. Onu duyduğunuz zaman, O da sizin o iç duyuşunuza icâbet buyurur; davetiye gibi kabul eder, ruhu ile gelir, manasıyla gelir, mesajıyla gelir; siz farkına varmadan, kalbleriniz paylaşır O’nunla o duyguyu, o yüksek duyguyu paylaşır.

Yılmayın, sinmeyin, tökezlemeyin, düşmeyin; belki bir anlık sarsılabilirsiniz ama asla devrilmeyin; unutmayın, siz katiyen yıkılmayacak sütunlara dayanmışsınız!..

“Bir bahçe ki görmezse terbiye-tımar / Çalı-çırpı sarar, hâristan olur!” Birkaç asırdan beri terbiye görmeyen bağ ve bahçe, çalı-çırpının sardığı bir hâristana dönmüştür. Fakat bu koskoca hâristan, Cahiliye döneminde olduğu gibi, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o tertemiz solukları ile birden “bağistan”a döner, “bostan”a döner, “gülistan”a döner. Bunlar, Zengi Türklerinin yazdıkları Farsça kitapların adları. Evet, dünyanızın yeniden öyle bir bağistan olmasını istiyorsanız, bence şart-ı âdîdir insanın O’na teveccühü.

Nerede biz, nerede bizim teveccühümüz; nerede O’nun teveccüh-ü tâmmı?!. Fakat olsun!.. O virdlerde hep ifade edildiği gibi, sultanlar, insanları davet ettiğinde, bir tufeylî de onların arasında gelebilir; “Yaramaz, sen de gel!” derler. Kendimize öyle bakarak, adımlarımızı öyle atarak, bir Sultan’a doğru yürüyoruz. Deriz: Teveccüh, teveccüh doğurur; bakarsanız, bakarlar! Siz, kendi dar bakışınız ile bakarsınız; fakat onlar, nâmütenâhî engin bakışlarıyla bakarlar. Ve onlar bakınca da, birden bire hâristan bağistan olur, gülistan olur.

“Tecellâ-yı cemalinden Habîbim nevbahar âteş / Gül âteş, bülbül âteş, sümbül âteş, hak ü hâr âteş.” Sineler, O’nun muhabbeti ile bir ateş gibi. Bu sözler, Es’ad Efendi hazretlerinin. Sineler, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisi ile, aşkı ile bir kor gibi yandığı zaman, O, o yangını söndürmek için gelir. Ve gözlerinizden bir dönemde hüzün yaşları dökülmesine mukabil... Dökün onu da, o hüzün gözyaşlarını da dökün; çünkü bela ve musibet ateşini söndürecek, odur. Ondan sonra da sevinç gözyaşları dökersiniz. Sizden sonra gelecek nesiller adına o hâristan, bağistan olarak devam eder, Allah’ın izni ve inayetiyle. Tereddüdünüz olmasın!..

Ye’se düşmeyin; “Yeis, mâni-i her kemaldir!” diyor Çağın sözcüsü. Mehmet Akif de, “Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun. / Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun! / Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; / Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar.” der. Gerçi onun dediği bazı şeylerden dolayı da bazen insanın içinde yeis hâsıl olabilir. Ezcümle: “‘Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?’ diyorlar. Gördüğüm: Yer yer, / Harap iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler /.../ Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar; / Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar /.../ Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum; / Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”Başka bir yerde de şöyle diyor: “Kendi feryadımdır ancak ses veren feryadıma! / Kimseler yok âşinâdan, yârdan hâli diyar. / ‘Nerde yârânım?’ dedikçe ben, bülent âvaz ile.. / ‘Nerde yârânım!’  diyor vadi, beyâbân, kühsâr...”Bu, zannediyorum, bizim gibi uykuya dalmış insanları uyarmaya matuf bir ezan sesi!.. Öyle deyin!

Derlenir, toparlanırsanız, Allah, derlenip toparlanmanıza hız katar birden bire. Siz dörde ayarlanmış bir vites ile gidiyorsunuz; hiç farkına varmazsınız, bakarsınız birden bire vites, sekize yükselmiş, on altıya yükselmiş, -Var mı öyle bir vites?- otuz ikiye yükselmiş. Allah’ın (celle celâluhu) rahmeti, her şeyden daha geniş: إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي “Rahmetim, gazabımın önündedir.”وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.”(A’raf, 7/156) Allah’ın rahmeti, her şeyden vâsi’dir, her şeyi kuşatmıştır; O “ilm”iyle her şeyi kuşattığı gibi, “rahmet”iyle de her şeyi kuşatmıştır.

Öyle bir Sultan’a teveccüh... Eğer maruz kaldığınız/kaldığımız/kalınan bu belâ ve musibetler, bizi O’na döndürüyorsa, öyle bir teveccühe vesile oluyorsa, bence o bela ve musibetleri dahi takdir ile karşılamak lazım. Ama zinhar, sakın tasalanmayın, kederlenmeyin!.. لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Hiç tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir!” (Tevbe, 9/40) إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer o Peygamber’e yardım etmezseniz, siz de biliyorsunuz ki, Allah O’na hep yardım etmiştir. Hatırlayın ki, o bildiğiniz kâfirler O’nu Mekke’den çıkarmışlardı da, sığındıkları mağarada iki kişiden biri iken, (kendisini takip edenler mağaranın ağzına kadar geldikleri esnada O, hiçbir endişeye kapılmadan, Allah’a tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde) yanındaki arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Allah, sekînesini (iç huzur ve güven kaynağı rahmetini) daima O’nun üzerinde tuttu; O’nu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve küfredenlerin davası ve düşüncelerini alçalttı. Allah’ın Kelimesi ve davası ise, zaten her zaman yücedir. Allah, izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip olandır; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.” (Tevbe, 9/40) وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ ظَلَمُوا السُّفْلَى، وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا Zulmedenlerin dava ve düşüncelerini alçalttı; siyasilerin iddia ve ifadelerini alçalttı; Allah’ın Kelimesi ve davası ise, zaten her zaman yücedir. Zâlimin, kâfirin, size zulmeden insanların diyecekleri/edecekleri şeyler, ayakaltındaki çer-çöp gibi şeylerdir. Fakat “Allah’ın kelimesi” başka; “kelime” dediğiniz zaman, “Mutlak zikir, kemâline masruf!” fehvasınca işte o hatırlanır. Allah konuştu mu, her şey susar! Gelin gönülden O’na dönelim, hep O’nu analım, O’nu yâd edelim, Allah da (celle celâluhu) o cüz’î teveccühe, damla gibi teveccühe deryalar ölçüsünde teveccüh ile mukabelede bulunsun! O’nunkine “mukabele” denir; sizin zerre ölçüsündeki teveccühünüze, güneş ölçüsünde, Samanyolu ölçüsünde mukabelede bulunsun!..

Yılmayın, sinmeyin, tökezlemeyin, düşmeyin, sarsılmayın!.. Ha, “sarsılma” olabilir; mü’min, sarsılsa da ebedî yuvarlanmaz, kapaklanmaz; çünkü imanı var, iman gibi sütunlara dayanıyor o. Hele o sütunlardan en önemlisi veya tam sütun, mutlak sütun Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm ise!.. بُشْرَى لَنَا مَعْشَرَ اْلإِسْلاَمِ إِنَّ لَنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ Müslümanlara muştular olsun, öyle bir Sütun’a dayanmışlar ki, bunu İsrafil’in sûru bile deviremez! Evet, İsrafil’in sûru bile deviremez!.. Bence O’na dayanın, O’nu peygamber olarak, “gâye ölçüsünde bir vesile” sayarak O’na dayanın!.. Gâye ölçüsünde... Öyle olmasa, Allah, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ der mi? Nâm-ı Celîlini (celle celâluhu), O’nun nâm-ı celîli (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birleştirir mi? Gâye ölçüsünde bir vesile... O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) teveccüh edersiniz, o vesile sayesinde Hakk’a teveccüh etmişsiniz demektir. O’na (celle celâluhu) teveccüh eden de, ebediyen haybet ve hüsran yaşamaz!..

“Medrese-i Yûsufiye’nin her bir günü on günlük ibadet sevabı kazandırabilir; oranın fani saatleri baki meyveler dermeye ve birkaç senesi haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir.”

Üstadımızın “Nasıl, bazen ağır şerâit altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene ibâdet hükmüne geçebilir; öyle de sizin, bu ağır şerâit altında, her bir saat ibâdet zahmeti, çok saatler olup, o zahmetleri rahmete çevirir. (...) Hapiste geçen ömür günleri, her bir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir.” derken aldığı o ifade, hadis-i şerif mealidir: “Cephede bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçer!”Bu, Allahu a’lem, asgari mükâfattır, inanarak yapıyorsa. Onu çok önemli bir nöbetçilik mülahazasıyla yapıyorsa -“ribât” da deniyor ona- o, bazen on senelik de olabilir, şahsın ihlasına, rıza talebine göre; Cenâb-ı Hakk’a karşı aşk u iştiyakına bağlı o meseleyi götürüyorsa, yüz sene de olabilir. İnsanın ömrünü aşkın bir mükâfata vesile olabilir. Dolayısıyla da öyle birisi, Cennet’in göbeğine otağını kurabilir, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Biraz evvelki mülahazaları mercek yaparak bakacak olursanız; küçük bir amelimiz, samimi olursa şayet, O’nun (celle celâluhu) öyle büyük teveccühlerine mazhar olur ki, insanın aklı almaz. Çünkü Kendisi (celle celâluhu) de öyle buyuruyor kudsî hadiste: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin tasavvur edemeyeceği sürpriz nimetler hazırladım.” Sâlih kullarıma Kulluklarını arızasız yapan; riyaya, süm’aya, ucba, alkışlamaya, takdire, dünyevî menfaat ve çıkarlara bağlamayan insanlara.. dünyevî menfaatlere, çıkarlara, saltanata, debdebeye bağlamadan, her şeyi hâlisâne götüren, imandan sonra sâlih amel yapanlara... Öyle şeyler hazırladım ki, ihata edemezsiniz! Onun için ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de en derin, mütehayyil insanlar (hayal sahibi insanlar) tahayyül edecek durumdadırlar onu; tahayyülleri aşan bir şeydir!.. “Onu hazırladım!” diyor. Bu açıdan, yapılan küçük şeyler karşılığında, Cenâb-ı Hakk’ın lütfedeceği şeyler, hep baş döndürücü olmuştur. Bir saat, dolayısıyla bir sene olabilir, on sene de olabilir, yüz sene de olabilir.

Tehlikeli zamanlarda, mesela düşmanın gelip tosladığı zaman veya insanın şehadet yaşadığı zaman, o mesele, “on”a katlanır, “yüz”e katlanır, o ayrı bir mesele. Normal, orada ona “uyûn-i sâhire” deniyor, “uyanık gözler”. Esas uyuması istenen insanlar uyusunlar diye o orada uyanık duruyor. Cephede, hudutta nöbet tutuyor ki, rahat istirahat edenler, rahat istirahat etsinler; başkalarının rahatı için. Bir yönüyle, başkalarının rahatı adına kendi rahatını feda ediyor. Bu da bir yönüyle “îsâr” manasına geliyor; “yaşama”yı değil de esas “yaşatma”yı hedef alma. Meselenin temel esprisine bakılınca, bu olur. Şimdi bu, sadece orada harpsiz, savaşsız, bir tehlike karşısında olmadan, cephede nöbet tutma mevzuu, diğerlerini uyarma adına. Borazan ile mi uyaracak, zurna ile mi uyaracak, bağırma ile mi uyaracak; uyaracak, uyaracak işte, “Düşman geliyor!” diyecek. Dolayısıyla ona öyle sevap lütfediliyor, bahşediliyor.

Günümüzün zalimleri, dünün kefere ve fecerelerinin dahi yapmadıkları mezâlime tenezzül ediyorlar; mabetteki yaşlılara, evdeki mâsûmelere ve hatta beşikteki bebeklere bile ilişiyorlar.

Günümüzde hapsedilen Hizmet insanları, hiç olumsuz bir şey yapmadılar, Allah’ın izni ve inayetiyle. Ve şimdi onlara zulmedenlerin kendileri bile şu yirmi iki senedir, bütün stadyumlarda, belki sinema salonlarında, değişik yerlerde hep Hizmet’i takdir ile yâd ettiler. “Nesi var?” İtiraz edenlere böyle dediler; “Nesi var bunun? Dünyanın dört bir yanında bayrağımız dalgalanıyor; nâm-ı celîl-i İlahî soluklanıyor, nâm-ı celîl-i Nebevî (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada yâd ediliyor!” dediler. Hepsini toplasanız bunların belki yüzlerce olabilir; yüzlerce defa, yüzlerce insan, takdir ile yâd etmişler. Bu ne korkunç yalandır ki, yirmi sene takdir etmişler, sonra onun onda biri kadar bir zaman diliminde, meş’ûm bir zaman diliminde bağistanı, gülistanı, hâristana çevirmek istiyorlar.

Bilgisiz insanlar, çobanlığa liyâkati olmayan insanlar, ihraz ettikleri yerde kompleks yaşadıklarından dolayı... Çünkü konumlarının üstünde, genel durumlarının üstünde, akıllarının/mantıklarının üstünde, neş’et ettikleri kültür ortamının üstünde Cenâb-ı Hakk’ın eltâfına mazhar olmuşlar. Dolayısıyla kompleks yaşıyorlar. Asil bir damardan gelmediklerinden dolayı esas, onun kompleksi içindeler. Onlar, yirmi sene yaptıkları o takdiri, o alkışı, o -bir yönüyle- ödüllendirmeyi, bir anda inkâr ediyorlar. Hatta bazıları “Bunlara Nobel ödülü vermek lazım!” diye yazdılar, gazetelerde yazdılar, “Nobel ödülü vermek lazım!” Şimdi, ondan sonra, son bir iki senedir, onun onda biri bir zaman dilimi, meş’um bir zaman dilimi, mübarek ülkenin hâristana döndüğü bir zaman dilimi içinde bu defa kalkıp o şeyin aleyhinde bulundular. Aklını-mantığını kullanan insan, bence bu meselede bu farkı görerek, dün dediklerini bir yere koyar, bugün dediklerini bir yere koyar. Bu analizler ile -esasen- vereceği hükmü isabetli olarak verir. Ama aklını peynir ile yemişse, bence ona diyecek bir şey yok! Bal ile kaymak ile yeme varken, ne diye aklını peynir ile yiyorsun?!. Fakat “aklını peynir-ekmekle yiyen” çok var! Türk atasözüdür bu; evet, o idyumu ben de kullandım, kusura bakmayın!..

Evet, iyilik yaptıklarından dolayı.. tamamen o ülkeyi devletler muvazenesinde bir muvazene unsuru haline getirme adına göbekleri çatlayasıya koştuklarından dolayı.. o uğurda, Necip Fazıl ifadesiyle, “öz beyinlerini burunlarından kustukları”ndan dolayı.. yemeyip yedirdiklerinden dolayı.. içmeyip içirdiklerinden dolayı.. yatmayıp yatırdıklarından dolayı.. istirahat etmeyip istirahat ettirdiklerinden dolayı.

Belli bir dönemde de onlara kendilerince önemsedikleri bir misyonu edâ ettirdiler. Azgın bir zümre, on senede bir, “tecdîd” mülahazasıyla geliyor, balyoz gibi milletin başına iniyordu. Evvela içeriye attıkları insanları, onları hizaya getirmek için kullandılar; “Tecdîde son!” dediler. Onlar 60’ta bir geliyor, 70’te bir geliyor, 80’de bir geliyor, “Bu milletin yenilenmesi lazım!” diyorlardı: “Ee müceddidler yüz senede bir geliyorlar, ara çok açık olduğundan dolayı, bozulma/deformasyon çok hızlı oluyor! En iyisi mi biz on senede bir gelelim, balyoz gibi inelim başlarına bunların; akıllarını başlarına alsın, sırat-ı müstakimi bulsun, Cennet’e girsin, Allah’ın rızasını kazansınlar!” Esprideki manayı anlıyorsunuzdur!.. Onları hizaya getirmek için, o gün zimamı elinde tutanlar, “şurtiyyûn, adliyyûn, mülkiyyûn” diyeyim, -Çok onlara dokunmasın diye Arapçasını söyledim!- onları kullandılar. Sonra onları vesayet altına aldılar, seslerini kestiler onların, “Yeter öttüğünüz!” dediler; “Tecdîd sırası bizde!” filan dediler. Birilerine bu önemli misyonu edâ ettirdikten sonra, “Bunlar da bir gün bizim başımıza gâile olur, en iyisi mi bunların da hakkından gelmek lazım! Nemelazım, filolarımızın, villalarımızın, saraylarımızın, gelecek adına teminatı için bence yüzde bir ihtimal ile bile tehlike kokan insanları yok etmemiz lazım ki, ilelebet, biz ölünceye kadar, o saltanat, o debdebe içinde yüzüp duralım!” Böyle dediler ama farkında değiller, çarpana çalma ihtimali de var!

Şimdi, o içeriye atılan insanlar, masumiyetlerinin, önemli bir misyon edâ etmelerinin sonucu içeriye atıldılar; gadren, zulmen. Dolayısıyla dua ederken, “Mazlûmîn, mağdûrîn, mehcûrîn, mahkûmîn, mustantakîn, muzdarrîn, mutezarrirîn, münkesiretü’l-kulûb!” diyoruz. Kalbleri kırılmış insanlar... Hanım, beyinden ayrılmış; beyi, hanımından ayrılmış; çocuklar ortada kalmış, bazı çocuklar içeriye atılmış... O mübarek ülkeyi işgal ettikleri zaman, Friedrich Barbarossa’lar, Richard’lar, bu ölçüde mezâlime tenezzül etmemişler; mabettekine ilişmemişler, evdeki mâsûmeye ilişmemişler, çocuğa ilişmemişler. Bugün bütün bütün yok etme mülahazasıyla, sözde bununla geleceklerini ve saltanatlarını teminat altına alma adına...

Oysaki “Bindirirler cansız ata, / İndirirler zulmete, / Ne ana var, ne ata, / Örtüp pinhan ederler! // Ne kavim var, ne kardeş, / Ne eşin var, ne yoldaş, / Mezarına bir çift taş, / Dikip, nişan ederler!” Bu da Yunus Emre’ye aittir. Âkıbet, bu; sen ne kadar çırpınırsan çırpın; âkıbet bu. Çünkü buyuruyor: كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِHer nefis, mutlaka ölümü tadacaktır!” (Âl-i Imrân, 3/185) كُلُّ نَفْسٍ Buradaki “nefis” kelimesi, nekre. “Küll” kelimesi, nekreye muzaf olunca, “İstisnasız, ferden ferdâ herkes; çoluk, çocuk, yaşlı, kadın, erkek, herkes o ölümü tadacaktır!” demek oluyor. Bazı mezarlıkların giriş noktasına da bunu yazıyorlar; bu levhayı yazıyorlar, “Aklınızı başınıza alın!” diye. Tâife-i nisâdan birisi de bundan rahatsız olmuştu, “Buna bakınca insan rahatsız oluyor, biraz kalbi kırılıyor; keşke öyle yazmasalar.” Mesela, كُلُّ إِنْسَانٍ يَعِيشُ إِلَى اْلأَبَدِ “Her insan, ebediyen yaşar!” filan yazsalar da böylece içimize bir inşirah salsalar!.. Görüyor musunuz, inanmamanın handikaplarını?!. İnsanın başına nasıl bir bela olduğunu?!. Nasıl insanın içinde bir Cehennem çekirdeği haline geldiğini?!. Evet, iman -esasen- bir Cennet çekirdeği taşıyor; onu kaybettiklerinden dolayı, o zakkum-u Cehennem ile tir tir titriyorlar. Ve dolayısıyla kendilerini sarhoşluğa, saltanat alkışlamasına veriyor, unutmaya çalışıyorlar. Boş verin!..

Medrese-i Yûsufiye’nin sabırlı kahramanları her gün manevî mesafeler kat ederek dikey yükseliyorlar; inşaallah, bütün bütün arınmış olarak çıkacak ve kendilerini kurbet ufkunda bulacaklar.

Birileri masumiyetleri, mağduriyetleri, mazlûmiyetleri ile içeride... Gelen mesajlarda şunları görüyoruz: Kıldığımız namazlarda şüpheli olanları kaza ediyoruz. Şayet ezkaza kılmadığımız namazlar var ise, onları da kılıyor, kaza ediyoruz. Oruç tutuyoruz. Bazısı Pazartesi-Perşembe tutuyor, bazısı savm-ı Davud (günaşırı) tutuyor. “Teheccüd”, milletimizce unutulmuş bir Peygamber sünneti idi; O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) farz, bize sünnet. Teheccüd namazını kılıyoruz, iki-üç günde bir hatim yapıyoruz.

Dolayısıyla gelen rüyalarda da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sabır!” diyor, “Sizi Ashâbımın yanına alacağım!” diyor. Bir kere bu bişâret-i Nebeviye -bence- öyle bir referans ki, deseler ki “Size Cennet’te bir köşk veriyoruz!”, onun yanında bu zerre kalır. Evet, “Ben, sizi yanıma alıyorum!” diyor; “Kardeşlerim!” dediği insan olarak kabul ediyor. Diğerleri, o zakkum-u Cehennem’in azabını çekedursunlar; siz, Cennet çekirdeğini içinizde taşımanız sayesinde, bu bela ve musibetleri -bir yönüyle- Cennetin koridorlarında yürüyor gibi görebilirsiniz, Cennet’in göbeğine otağınızı kurmuş gibi görebilirsiniz. Onu da görüyorlardır, onu da görenler var! “Yürüdük, önümüze bir bağ ve bahçe geldi. Aman Allah’ım! Baş döndürücü!” falan diyorlar. Şimdi bu kadar sıkıntı karşısında, bir de bunlar var.

Aynı zamanda o sıkıntılara katlanma da ayrı bir sabırdır; ona صَبْرٌ عَلَى الْبَلاَءِ وَالْمَصَائِبِ “Bela ve musibetlere karşı sabır” deniyor; o da bir ibadet sevabı kazandırıyor. Bir de ibadetlerini katlayarak yapıyorlar; bu da “müzâaf bir ibadet” oluyor. Bir de Cenâb-ı Hak, içeriye koymuş, muharremâta karşı tamamen onları cebrî sıyânet altına almış; sütreler oluşturmuş, “İçeride durun; eliniz, ayağınız, gözünüz-kulağınız, diliniz-dudağınız günah işlemesin!” Bu da ona ayrı bir derinlik kazandırıyor; bu da mük’ab ibadet oluyor. Hazreti Pîr, sabrı bu üç şeye bağlıyor. Allah, bu üç tane sabrı birden, bu üç tane ibadet şeklini birden onlara yaşattırmak suretiyle, o hudutta nöbet bekleyen insanın yaptığı şeyin kat kat üstünde bir şey kazandırıyor o insanlara.

Medrese-i Yûsufiye haline geliyor oralar. Seyyidinâ Hazreti Yusuf da, o medrese-i Yûsufiye ile nâzırlığa yükseldi. Bir köle gibi satıldı, bir yerde iftiraya uğradı; o iftirada dediklerini yaptıramayanlar, onu zindana attırdılar. رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ “Allah’ım! Fuhşiyât adına beni çağırdıkları şeyden, zindan benim için daha hayırlıdır.” (Yûsuf, 12/33) dedi. Gönül rızasıyla, âdeta Kâbe’ye yürür gibi, zindana yürüdü. Yürüdü; nicelerinin ruhuna, ruhunun ilhamlarını boşalttı, gözlerini açtı, inandıran bir insan oldu ve inandılar onlar da; onlar da inandıran oldular, her birisi. Nitekim onlardan biri çıktı, o kralın rüyasını tabir ile alakalı, “Ben size haber getireyim!” dedi; Hazreti Yusuf’un rüya tabirini aldı, gitti. Böylece, Yusuf Aleyhisselam hapishaneden çıktı, bir sürü insanın gözünün açılmasına vesile olmanın yanı başında, bir de bir hamlede, bir nefhada nâzırlığa yükseldi. Kuyuya atmışlardı, derin bir kuyuya; kendi çıkması imkânsızdı. Allah (celle celâluhu), inayetiyle onu çıkardı. Bu defa da bir hamlede Allah (celle celâluhu), bir asansöre binmiş gibi onu nâzırlığa yükseltti.

Bir gün kendisine o kötülükleri yapanlar, iki büklüm, onun karşısına çıkacaklardı ve diyeceklerdi ki: “Sen bağışla bizi, hata bizde imiş!” diyeceklerdi ve o da kendisine yakışır bir ifade ile قَالَ لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Şöyle dedi: Hayır! Bugün size hiçbir kınama yok! (Ben hakkımı çoktan helâl ettim;) Allah da sizi affetsin. Çünkü O, bütün merhamet edenlerin üstünde mutlak merhamet sahibidir.” (Yusuf, 12/92) Orada aynı zamanda kardeşleri, babası, annesi ile buluşup adeta şeb-i arûs yaşarken, artık onun gözü ayrı bir şeb-i arûsta idi: رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ أَنْتَ وَلِيِّي فِي الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ “Rabbim! Bana iktidar ve hâkimiyetten önemli pay verdin ve bana belli seviyede, (rüyalar dâhil) hadiselerin mânâ ve yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratıp, değişmez bir sistem ve prensipler üzerine oturtan! Sen, dünyada da Âhiret’te de benim sahibim ve gerçek koruyucumsun. Beni Müslüman olarak vefat ettir ve beni sâlihler içine kat!” (Yusuf, 12/101) Rabbim! Sen, bana bunu yaptın, bunu yaptın, bunu yaptın; rüya tabirini öğrettin ve onun ile beni buraya getirdin... Artık dünyada alacağım şey kalmadı. تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ“Beni Müslüman olarak öldür ve o sâlihlere ilhâk buyur!” Bu, zirvedir, insanda zirvedir.

Evet, oraya Hazreti Pîr, “medrese-i Yûsufiye” demiş: Gönüllerin inkişaf ettiği yer; dimağların âhirete müteveccih olduğu yer. Hiç olmayacak insanların bile olgunluğa doğru yürüdüğü bir yerdir orası. Zannediyorum bir-iki tane, birkaç binde bir-iki tane insanın dökülmesi, muvakkat sarsılması söz konusu olabilir. Çünkü herkesin immün sistemi aynı değildir; yani “manevî anatomi” adına immün sistemi. İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, rıza, aşk u iştiyâk-ı likâullah; bu da insanın manevî anatomisinin immün sistemidir. O seviyede immün sistemine sahip olmayan insanlar, çok küçük virüsler karşısında hemen yatağa düşebilirler, inleyebilirler, “Ahh, off!.. edebilirler. Fakat -zannediyorum- binde dokuz yüz doksan dokuz virgül dokuz esasen orayı âdetâ bir Medrese-i Yûsufiye gibi görüyorlar. Orada duyup ettiklerinden, Efendimiz’in teşrifine şâhit olduklarından, Hazreti Ömer efendimizin, Hazreti Ebu Bekir efendimizin, Hazreti Hâlid efendimizin teşriflerine şahit olduklarından dolayı, “Yahu burası ne acayip bir koridormuş?!. Öbür âlemin şehsuvarları, atlarını mahmuzlayıp buraya geliyorlar!” diyorlar. Evet, nedir bu? Bu da işte bir yönüyle amudî olarak yükselme, bir hamlede değişik basamakları birden atlama ve insanın yapamayacağı şeyleri yapması gibidir. Veya fevkaladeden bir semâvî asansöre binmiş gibi birden bire kendilerini en alt kattan en yukarı kata çıkmış bulmaları gibi

Cenâb-ı Hak, onlara uzun ömür ihsan eylesin! Onları yakında çıkarsın Allah (celle celâluhu)!.. Sonra orada arınmış olarak çıktıklarından dolayı hizmetlerini katlanarak yapacaklardır; o hizmete de muvaffak eylesin! İşi bıraktıkları yerden, “Vira bismillah!” diye başlayacaklar!.. Bir yere kadar zaten getirilmişti. Orası metafizik gerilim adına onları biraz daha güçlendirdi. Bu defa vitesi yükseltecekler, biraz evvel dediğim gibi. Hizmetlerini devam ettireceklerdir, hiç tereddüdünüz olmasın!..

Günümüzün mazlum ve mağdurları için ızdırap çekip gözyaşı döken ve onların necâtları adına maddî manevî cehd gösteren insanlar, inşaallah ötede onlarla ve selef-i sâlihînle beraber olacaklardır.

Mekkeliler, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kastettiklerinde, O’nu -bir yönüyle- Mekke’den çıkmaya mecbur ettiklerinde, hem ölüm koridorlarıyla yolunu kestikleri halde ve arkasını bırakmayıp “Sakın!” deyip yakın takibe aldıkları halde, izledikleri halde... “Yakın takip, izleme”, emniyet tabiri; sizlerin şimdi yakın takibe alınıp izlendiğiniz gibi... Efendimiz’i izledikleri halde, Allah, O’nu sıyânet buyurdu: وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Allah, seni bütün insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu (senin aleyhindeki) hedeflerine ulaştırmaz.” (Mâide, 5/67) إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ، إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ، إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْمُنَافِقِينَ، إِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ السِّيَاسِيِّينَ Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hedeflerine ulaştırmaz. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hedeflerine ulaştırmaz. Şüphesiz Allah, münafıklar topluluğunu hedeflerine ulaştırmaz. Şüphesiz Allah, gayr-i meşru siyaset yapan şerir siyasiler topluluğunu hedeflerine ulaştırmaz.

“Allah, Seni bunların hepsinden masûn ve mahfuz kılacak, koruyacaktır!” Korudu Allah (celle celâluhu); O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek tüyüne, -Bir tek tüyüne canım bin defa fedâ olsun!- bir tek mübarek mûy-i mübareğine bile dokunamadılar! Cenâb-ı Hak, O’na yaptırdığı o önemli misyonu edâ ettirdi. O, gönüllerin sultanı olarak dünyaya teşrif buyurmuştu; vazifesini edâ etmesi suretiyle -başta arz ettiğim gibi- gönüllerin sultanı oldu. O sultan idi; gönüller de O’nun sultanlığını duymaya başladı. Gönüller, şimdi de o Sultan’ın sultanlığının bir kere daha gelip o gönüllere taht kurmasını istiyor. “Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül / Ey kupkuru çölleri Cennetlere çeviren Gül!”Gül gibi idi; etrafı, ıtriyata çevirmişti.

İşte, böyle bir yolda olan insanlar, zannediyorum elin-âlemin kaybettiği güzergâhlarda, sürekli yeni bir şey kazanıyorlar; her menzilde yeni bir şey kazanıyorlar, her konakta yeni bir şey kazanıyorlar. Şimdi rüyalarda, yakazalarda... Allah’ın izniyle, o kıvamla, o donanımla dışarıya çıktıklarında yapacakları şeyler ile, Cenâb-ı Hakk’ın hususî iltifâtâtına vesile olacaklar.

Sadece onlar mı? Onların yakınları, yurt dışında olup kalben yakın olan arkadaşları... Ben onların içinde en küçük, en denî, en aşağı, en bayağı insanım; fakat her gün, beş vakit namazda, on defa hepsi ve her biri için onlara dua ediyorum. Bir de bu kadar yanan sineler var onlar için!.. Dolayısıyla size de çektiriyor. Siz de içeridekiler adına çekmek suretiyle, o arkadaşlarınızdan geri kalmamak için, onların yürüdüğü yolda onlardan geri kalmamak için, otağ kuracakları yerlerde onların arkasında kalmamak için ızdırapla dolu bulunuyorsunuz.

Allah sizin engin, derin, hassas, duyarlı vicdanlarınıza da onların acılarını duyuruyor ki, paylaşasınız. Hadis: مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların derdini onlar ile paylaşmayan, onlardan değildir!”Siz, tabiatınızın icabı, imanınızın gereği, onlarla aynı yolda uzun zaman koşmanızın gereği, onların dertlerini-ızdıraplarını paylaşıyorsunuz. Dolayısıyla siz de ızdırap çekiyorsunuz. Siz, o kardeşlerinizden ayrılmayacaksınız.. o kardeşleriniz de Efendimiz’in arkadaşlarından ayrı düşmeyecekler ötede.. onlar da Hazreti Habîb-i Zîşân’ın, Sâhibkırân’ın uzağında kalmayacaklar.. O’nun beraberliğine/maiyyetine erecekler.. O’nun maiyyetine erenler de Allah maiyyetine ereceklerdir.

اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنَكَ الْحَصِينَ؛ وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ؛ وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ، يَا ذَا اْلجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ؛ وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

“Allah’ım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı.. ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı.. dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı.. vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı.. bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz. Ey Celâl ve İkrâm Sahibi!.. Niyazımızın sonunda, dualarımızın kabul edilmesine en büyük vesile olarak gördüğümüz Efendiler Efendisi’ne, âl ve ashâbına salat ü selam eylemeni dergâh-ı ulûhiyetinden diliyoruz!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

O’nunla bir ömür

Fethullah Gülen: O’nunla bir ömür

İntizâr ağırdır ama mükafatı ondan da ağırdır

  • Asıl önemli olan mesele her şeyin sonudur ama o sonu seyretmek çok kolay değil. İntizar ister. Kuluçkanın yumurtalar üzerinde adeta bir sancıyla sağdan sola dönmesi, yumurtaları çevirmesi, “Metâ.. metâ?!.” (Ne zaman.. ne zaman?!.) demesi!.. Hani Kur’an’ın ifadesiyle, Nebi bile “Metâ nasrullah – Allah’ın yardımı ne zaman?!.” diyor. O intizar dönemi oldukça ağırdır fakat mükâfâtı ondan daha ağırdır. Belki insanın sevap kefesindeki ağırlığa ağırlık katacak husus, o mevzuda onun mukavemeti, itiraz etmemesi, kahr u lütfu bir bilmesi, en acı şeyleri gönül inşirahı içinde karşılaması, canı yandığı yerde bile “Elhamdülillahi alâ külli hâl!” demesi.
  • Elhamdülillah! Bilerek, kasten, hele ısrarla ve inatla kötülüklere dalmaktan, mühlikâta inhimâk etmekten Cenâb-ı Hak korudu. Nisyan ve hatalarımız ise O’nun rahmetinin vüs’atine emanet.
  • Elhamdülillah! Cenâb-ı Hak hakiki imana, o imanın gereklerini yerine getirmeye ve bir yerinden dahi olsa İslamiyeti yaşamaya muvaffak kılmış. İhsan talebi arkasından koşturmuş; mülahazalarımızı ihlasa yönlendirmiş, rızayı vird-i zeban ettirmiş, halis aşk u iştiyakı gönlümüzün şekeri şerbeti haline getirmiş, hep onu terennüm ettirmiş. Bu güzel şeylerin yanında dünya kadar kusurlarımız ve hatalarımız da olabilir; fakat rahmetinin vüs’ati onları setreder.

Elhamdülillah.. Elhamdülillah diyebilmemize de Elhamdülillah!..

  • Bir; bu türlü nimetlere elhamdülillah.. bin defa elhamdülillah! Bir de onun şuuruna vararak elhamdülillah demeye elhamdülillah!.. O şükre şükretmeye de elhamdülillah!
  • Ayrıca mâsiyete düşmediğimize elhamdülillah!.. Çalıp çırpmadığımıza elhamdülillah!.. Hırsızlık yapmadığımıza elhamdülillah!.. Haramîliğe girmediğimize elhamdülillah!.. Kalbî ve ruhî hayatımızı makam hırsıyla feda etmediğimize binlerce elhamdülillah! O korkunç şeytanî sukûtlara maruz bırakmadığından dolayı Allah’a binlerce hamd ü sena olsun.
  • Burada dikili bir taşımız olmayabilir. Ölüp gittiğimiz zaman arkada bir şey bırakmamış olabiliriz. Hatta yâd-ı cemîl olma gibi, en büyük insanların bile bazen talebinde bulundukları şeyler konusunda da bir talebimiz olmayabilir. Aslında en büyüğü talep edenin, onun berisindeki herhangi bir talebe gönül bağlaması, aşağı inmesi demektir. “Allah’ım Sen ve rızan!” denmişse, “iştiyak likâullah!” denmişse şayet, onun berisinde cennete bile talip olmak, birkaç adım geriye atmak demektir. Bu O’na karşı saygısızlıktır. Onlar, O’nun lütfunun tezâhürleridir, tecellîleridir. Onlar O’nun lütfuna, ihsanına, teveccüh-ü Sübhânîsine, vüs’at-i rahmetine ve fazlına kalmış şeylerdir; büyükler de meseleyi bunlara bağlayarak istemişlerdir.

Şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur

  • Harama düşmeme hususunda azamî dikkat göstermek gerektiğini ifade eden Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Helal de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah’ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası mevcuttur; o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. İşte o, kalbdir!” Evet, aman şuna el uzatmayayım! Aman buna el uzatmayayım! Aman şuna göz kırpmayayım! Aman buna dudak ve dil hareket ettirmeyeyim!.. Bu mülahazalar içinde hareket ediliyorsa, Allah’ın izni ve inâyetiyle, hep kazanma kuşağında gidiliyor demektir.
  • Üzerinize gelindikçe, din iman adına biraz daha pekişeceksiniz. İmmun sisteminiz sağdan soldan gelip size sap olan bir kısım virüslerle, fakat vücudunuza zarar vermeyen virüslerle, adeta aşılanıyormuşçasına güç kazandığı gibi, siz de bu türlü şeylerle daha bir güçlü ve iradeli hale geleceksiniz inşaallah.

Geciktirdiğiniz hizmetlerinizi kaza edeceğiniz günler de gelecek

  • Havalar sükûnet kesbettiğinde, zalimler ve facirler çekip gittiğinde hizmetinizi katlayarak götüreceksiniz. Bugün hafif bir tevakkuf oldu diyorsanız şayet, o zaman diyeceksiniz ki, “O dönemde gerekli olan açılımı tamamen yapamadık! Vaktine erişip de yapamadığımız o açılımları şimdi kaza ediyoruz Allahım! Şimdiye kadar sekiz saatlik mesai yaptıysak, artık onu on sekiz saate çıkaracağız.” Ne uğrunda? Ruh ve mana değerlerimizi bütün âfâk-ı âlemde bir bayrak gibi dalgalandırma adına! Ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen usareleri bütün dünyaya duyurma adına! Milli ruhumuzu bütün dünyaya duyurma ve dünyadan da alacağımız şeyleri alma adına!..
  • Şimdiye kadar sekiz saat küheylan gibi koşuyor idiyseniz, sekiz saati on sekiz saate çıkaracaksınız! Aile ve çoluk çocuk hukukunu hiçe saymamak için onların da haklarını vererek, adalet-i tâmmeyi hem şahsî hem ailevî hayatınız hem de dininiz, diyanetiniz, mefkûreniz, milli ruhunuz, gelenekleriniz adına ihyâ etmek için mesainizi ikiye katlayacaksınız! Şayet bir saat fevt ettiyseniz, istiğfar edeceksiniz! “Estağfirullah! Ben bir saat kaçırdım!” diyeceksiniz.

Çalmadığımıza, haramîlik yapmadığımıza, zulmü alkışlamadığımıza ve zalime boyun eğmediğimize Elhamdülillah!..

  • Evet, “Küfür ve dalaletten başka her şeye elhamdülillah!” Küfür ve dalalete düşmediğimize elhamdülillah! Çalmadığımıza elhamdülillah! Haramîlik yapmadığımıza elhamdülillah! Yapılan haramîlikler karşısında susmadık elhamdülillah! Zulmü alkışlamadık elhamdülillah! Zalime yahşi çekmedik elhamdülillah! Eğilmedik elhamdülillah! Eğilecek yerimizi bildik elhamdülillah! Asâ gibi Allah karşısında eğildik elhamdülillah!.. “Yetmedi” dedik, secdeye kapandık; “Baş ayak aynı yerde, alnı öper seccade / İşte insanlığı kurbete taşıyan cadde!..” dedik, hep yüzümüzü yerlere sürdük.
  • El-âlem neler diyor neler?!. Ben de başımı yere koyunca, Tahiyyat’ta “Es-selâmu aleyke eyyühe’n-Nebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtühu” derken, bana inanın, kuyruğunu sallayan bir köpek gibi O’nun ayaklarının dibinde paçalarını öpüyor gibi görüyorum kendimi.. ve Cenâb-ı Hak, ruhumun ufkuna gideceğim -Gayyaya yuvarlamasın Allah- güne kadar da bu mülahazalarla -Siz de arzu ederseniz, sizin için de söyleyeyim bizi bu mülahazalarla- taçlandırsın. Bu mülahazalarla aziz kılsın. O’nun kıtmîri olmayı dünya sultanlığına değiştirmem. Bütün hayalim: Bir gün acaba ayaklarının ucunu, tırnaklarını öpme şerefini Cenâb-ı Hak nasip eder mi öbür tarafta?

Herkes O’nu Okuyor

Soru: Muhterem efendim! Birkaç senedir “Herkes O’nu Okuyor!” kampanyası gibi faaliyetler vesilesiyle milyonlarca insan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatını okudu. Rasûl-ü Ekrem Efendimizi yazılan kitaplarla mı, âyât ve hadislerin beyanıyla mı, salat ü selamlarda zikredilen isim ve sıfatlarıyla mı, hangi yolla daha doğru tanıyıp daha güzel anlayabiliriz?

  • Dünden bugüne -Allah sa’yleriyle onları serfiraz kılsın, Firdevsiyle taçlandırsın- bir hayli insan Kitap ve Sünnet ile onların izahı, şerhi, haşiyesi adına Siyer ve Megazi kitapları yazmışlar. Herkes kendi ufku açısından önemli gördüğü hususları nazara vermiş. Tabii bu mevzuda yönlendiren hususlardan bir tanesi de zaman ve konjonktürdür. Zaman önemli bir müfessirdir; şartların belirlemesine göre insan bazı şeyleri daha aydın görür. Belli şartlar içinde kendisini alakadar eden meseleleri daha iyi tanır, daha iyi değerlendirir, daha iyi analiz eder ve daha iyi tahlillerde bulunur. Bu açıdan herkes kendine göre bir şey yapmış; bugüne kadar pek çok devasa kâmet gelmiş ve O’nu anlatmışlar. Hazreti Pir-i Mugân da çağın dili ve tercümanı olması itibarıyla O’nu anlatmıştır; mucizeleriyle anlatmıştır, inkılaplarıyla anlatmıştır.
  • Ayet ve hadisler, yazılan kitaplar ve salat ü selamlardaki tavsiflerin her biri bırakılan bir uçtur; o uçlardan hareketle daha neler söylenebilir neler!.. Bu uçlar sayesinde -“Seleften Allah razı olsun, halefe ne kadar çok yapacak iş bırakmışlar” mülahazasıyla- sizin de o istikamette bir şeyler deyip şeref kazanmanız adına size de fırsatlar bahşedilmiştir.

İnsanlığın İftihar Tablosu her devrin idrâkine göre yeniden yazılıp anlatılmalıdır!..

  • Efendimiz’i herkes okuyor. İşte bu sene diyelim, bir çeşit bir siyer mütalaa edildi. Ülfet ve ünsiyet olmasın diye gelecek sene başka bir zaviyeden bakan başka bir siyer ile mesele ele alınmalı. Yoksa öyle bir eser, kafa kafaya verilmeli, kolektif şuura emanet bir gayret gösterilmeli; böylece daha mükemmel, daha câmi ve aynı zamanda o Büyük Zât’ın kamet-i balasını aksettirici siyerler yazılmalı; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in hayat-ı seniyyesi ifade edilerek daha mükemmel şeyler ortaya konmalı.
  • Ve bunun sonu da gelmeyecektir. Zaman şimdilerde çok hızlı cereyan ettiğinden ve değişimler de çok hızlı olduğundan dolayı on sene sonra bugünkü şeyleri bayatlamış gibi görebilirsiniz. Yirmi sene sonra, on sene sonraki şeylerin bayatladığını görebilirsiniz. Dolayısıyla her dönemde ister Kur’an ayetlerinin ve hadis-i şeriflerin, ister Siyer ve Meğazi’ye dair eserlerin, isterse de değişik zamanlardaki sahib-i zaman olan insanların yazdıklarının bıraktıkları uçlardan hareketle İnsanlığın İftihar Tablosu ve O’nun icraatları o devrin ruhuna göre yeniden anlatılmalıdır.
  • O, kendi hususiyetleriyle, kendi nübüvvet çerçevesiyle ve kendi mesajının esaslarına göre anlatılmadığı zaman -hafizanallah- O’nun yolunda yürüyoruz diye bir sürü sapık mezhep, sapık cereyan, sapık ideoloji ortaya çıkabilir ve bu da İslam’ın dırahşan çehresini karartır, insanları ürkütür. Bir dönemde İslam düşmanlığı yapan kimselerin ve bazı oryantalistlerin dedikleri şeylere hak verdirircesine bazı gruplar çıkar. İslam adına bazı şeyler yaptırtıyor gibi, şeytan bir kısım çirkin işler yaptırtır ve bunlara dıştan bakan insanlar Müslümanlığı seçme mevzuunda yerlerinde kalmayı tercih ederler.
  • İslam dünyası güzel bir görüntü sergileyemediğinden ve büyük büyük İslami iddialarla ortaya çıkanlar haramîliklere girdiklerinden, fuhşiyata daldıklarından ve bohemce hayat yaşadıklarından dolayı bugün çokları “Müslümanlık buysa şayet, ne diye seçelim ki?!.” diyecek haldedir. M. Akif tâ kendi döneminde, “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile / Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile! / Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir / Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir.” demiştir. Müslümanlık göklere çıktıysa, birkaç Müslüman da makberde mezar taşlarıyla kendilerini ifade ediyorlarsa, millet niye mezaristanı tercih etsin ki?!. Neden ulaşamayacağı göklerdeki Müslümanlığa talip olsun ki?!.

Allah Rasûlü sadece kitaplarla anlatılmamalı; her mü’min O’nu gösteren bir ayna olmalı!..

  • İki üç asır var ki İslam dünyası tahribe maruz kalmıştır; imrendirici, insanların iştihasını kabartıcı bütün hususiyetlerini, rengini, desenini kaybetmiştir. Bu açıdan da bir yandan İnsanlığın İftihar Tablosu kitaplarla engince anlatılırken beri taraftan da her mü’min -bir manada- Muhammedî olmalıdır. Hangi tarafından alıp değerlendirirseniz değerlendirin, bir ayna gibi, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam onda görülmelidir. “Ayinedir bu âlem her şey Hak ile kâim / Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim!” (A. M. Hüdayi hazretleri) denilmiştir. Nasıl ki Allah Rasûlü, Hakk’a aynadır; size bakanlar da sizde O’nu görmelidirler. “Oturuşları O, kalkışları O, geceyi ihya etmeleri O, teheccüdleri O, evvabinleri O, duhaları O, sık sık oruç tutmaları O, dillerini ve gözlerini yerinde kullanmaları O, İslam için koşmaları O, yüce mefkûreyi ikâme etmek için koşmaları O!..” demelidirler.
  • İster dinin çehresini karartan o şer şebekelerini, ister onlar karşısında sessiz kalanları, isterse de Müslümanlık adına ortaya çıkıp Müslümanlık yolunda yürürken haramîler gibi davrananları gören insanlar, “İslamiyet buysa, biz ondan fersah fersah uzağız!” derler. Bugün kendi ülkeniz de dâhil şu İslam dünyasında, o geniş imkânlarla, o iddialı güçlerle, o şakır şakır başlarından aşağı akan servetle on tane insanın Müslümanlığı seçmesine vesile olamadıklarını yeminle söylesem, yalan söylemiş olmam. Evet, onlarla olmuyor o!.. Ebu Bekir olmakla, Ömer olmakla, Osman olmakla, Ali olmakla oluyor o.
  • Bu açıdan, her biri bir dolunay olan o insanlar, esas mahiyetlerine uygun olarak anlatıldığı ve bununla beraber anlatan insanlar da onlara birer ayna olduğu zaman başkalarında bir imrenme, bir arzulama meydana gelecektir ve maksut da o vakit hâsıl olacaktır. Yoksa gerisi kuru gürültü ve kendi kendini aldatmadan ibarettir.

İrâdî hicretten sonra şimdi de cebr-i lutfî hicret fırsatı

  • Bu arada şayan-ı şükran bir husus var. Bir taraftan ihtiyarî olarak dünyanın dört bir yanına -tohumun toprağın bağrına saçılıp filize yürüdüğü gibi- saçılan hasbiler, fedakârlar var. Her türlü mehâliki göğüslemek üzere dünyanın dört bir yanına giden bu arkadaşların say ve gayretleri ihtiyari ve onlarınki tam hicret. Onlar belli ölçüde, zılliyet planında hicret sevabı kazanırlar. Diğer taraftan da bir cebr-i lutfî hicret söz konusu. O sevabı bugün gören sizin ağabeyleriniz, dünden bu işe sahip çıkan ve elli senedir bu işin içinde olan insanlar, geçende bana bu cebrî hicretle alakalı bir proje getirip sundular: Bu meseleyi nasıl realize ederiz? Yetmiş seksen yaşında biz de gidelim, hicret edelim. Asliyet planında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Sahabe bunu yaptı, kendi yüce mefkûrelerini dünyaya duyurmak, kendilerini ifade etmek, ortaya konması gereken şeyleri hal ve temsille ortaya koymak için gittiler. Biz de zılliyet planında, nisbi olarak aynı hicreti realize edelim. Evet birileri öyle ihtiyarî gitmişlerdi; şimdi de birileri bazı arkadaşların ikametgahlarına çomak soktular. Bu defa o çomaklar onları cebr-i lutfî hicrete zorladı. Onlar dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Oralarda olup biten şeyleri gördüler. Bu, evvela kendilerinde bir sinerjiye sebebiyet verdi, enerjilerine enerji kattı, daha bir güçlendiler. Bir diğer taraftan da bugüne kadar kendi ülkelerinde düşe kalka tecrübeleriyle edindikleri bilgileri, oradaki bu ilk ihtiyarî muhacirlere taşımak suretiyle onlara destek oldular, kuvve-i maneviyelerini takviye ettiler ve kendi masuniyetlerini, masumiyetlerini anlattılar. Zalimlerin iftiralarına, tezvirlerine, hıkdlerine, hasetlerine, şenaetlerine, denaetlerine, fezazetlerine, gıybetlerine ve iftiralarına rağmen, öyle olmadıklarını anlattılar, dünyaya duyurdular.
  • Hâsılı, asıl Siyer dediğimiz mesele, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in anlatılması, hal ve temsil diliyle anlatılmasıdır. Bu arada, bugüne kadar duyup ettiğiniz şeyleri kitaplara dökerek genç nesillere okutmak suretiyle onlarda da o arzu ve duyguyu uyarmak lazımdır. Bu da yine size düşen vazifelerdendir. Allah’ın izni ve inayetiyle, tasavvurlarımızı aşkın o şeyler size ve sizden sonraki nesillere müyesser olacaktır. Hazreti Pîr’in ifadesine bağlayarak diyeyim; Cenâb-ı Hak, asırlardan beri rahnedâr olan o kaleyi tamir etmeye sizi muvaffak kılacaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Off bile demediler; off bile demeyeceğiz!

Fethullah Gülen: Off bile demediler; off bile demeyeceğiz!

İnananlara kan kusturan o Ebu Cehiller, o Utbeler, o Şeybeler hiçbir dönemde eksik olmamıştır.

  • Garaz, insanı kör, sağır ve kalbsiz hale getirir. O garaz marazından uzak durmak lazım. Kin ve intikam duygusu, insanı insanlığından çıkarır, hayvanların daha dûnuna indirir ve saldırgan bir canavar haline getirir.
  • Fakat mü’mine düşen vazife: Kin ve intikam duygusuna yenilmiş kimselerin türlü olumsuzlukları karşısında dahi tavrını bozmamak ve o duruma düşmemektir. “Herkes kayıyor, düşüyor, devriliyor, dökülüyor; bizim kaymamızda da bir mahzur yok!” mülahazasına kapılmadan, en kaygan yerleri kaymadan aşmaya bakmak ve karakterini koruyarak en olumsuz durumda bile dimdik durmaktır.
  • Ashâb-ı Kiram efendilerimiz işkence ve eziyetlerin her türlüsünü çekmişlerdi. Yerinde boykotlara maruz kalmışlar, yerinde tehcirlere, tehditlere, tenkillere, ibâdelere uğramışlardı. Yurtlarını yuvalarını terk etme mecburiyetinde bırakılmışlar, farklı beldelere hicret etmek zorunda kalmışlardı. Habeşistan neresi, Mekke neresi?!. Oraya kadar, tepelerin arkasında, görünmeyen yerlere sine sine, bazen sürüne sürüne gitmişlerdi. Habeşistan’a doğru, Hazreti Muhbir-i Sâdık’ın işaret ve bişaretiyle göç etmişlerdi. Ama boş dönmemişlerdi. Oradaki insanların da gönlünü fethetmişlerdi. Necâşîlere “Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” dedirtmişlerdi. Bunun için çekilen her şeye değer!..
  • İnananlara kan kusturan o Ebu Cehiller, o Utbeler, o Şeybeler hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Aynı zamanda onların yanında bu haksızlıklara karşı sükût eden, dilsiz şeytanlar da hiç eksik olmamıştır. Ve onları bir şey zannederek, onların bir şey yapacaklarına inanarak, onların arkasından sürüklenen sürüler de eksik olmamıştır. Değişen hiçbir şey yoktur. “Allah’ın günleri” böyle kapı kapı dolaşır; bir gün birilerine bayram, ertesi gün birilerine bayram; bir gün birilerine hazan, ertesi gün birilerine hazan Sahabe, hazan yaşamışlardı fakat bağırlarında baharların, gülistanların, bostanların, baharistanların meydana gelmesine vesile olmuşlardı Allah’ın izni inayetiyle.
  • Zalimler hep olmuştur, olacaktır. Tiranlar hep olmuştur, olacaktır. Haccaclar hep olmuştur, olacaktır. Yezidler hep olmuştur, olacaktır. Önemli olan, doğru bildiğiniz yolda, hiç şaşırmadan, sağa sola sapmadan, “Acaba öyle mi etsek, böyle mi etsek?!.” demeden yürümenizdir.

Peygamber yolunda yürümenin gereği imtihanlar karşısında “off” dememek, her musibeti “ohh”larla karşılamaktır.

  • Dökülenlere bakıp da “Dökülme de oluyormuş!” demeyin. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sergüzeştini aktaran kitaplarda, senelerce boykota maruz kaldıkları halde, O’nun hiç “Off!” dediğini duydunuz mu? Hiç yolundan şaştığını gördünüz mü? Hatta O’na ve doğruluğuna inanan fakat dediğini demeyen amcasının “Off!” dediğine şahit oldunuz mu? Mekke’nin en zengin kadını olan, ticaret kervanları çıkaran mübarek validemiz Hazreti Hatice’nin hiç “Off” dediğini okudunuz mu? Serveti gitmişti, her şeyi karman çorman olmuştu ve o da o boykotta mağduriyete maruz kalmıştı fakat hiç “Off!” dediğine şahit oldunuz mu? Hayır, “Off” bile demediler; demediler ve Allah bir gün onların o “Off” dememelerini “Ohh”lara çevirdi.
  • Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’de bulunmanın ve Peygamber yolunda yürümenin gereği de “Off” dememek, her şeyi “Ohh”larla karşılamaktır. Ohh be “Küfür ve dalâletten (sapıklıktan) başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun!”
  • İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini himaye eden amcası ve çok sevdiği zevcesi Hazreti Hatice Validemiz’i kaybettiği “hüzün senesi”nde, “Habib-i Zîşanım, tasalanma! Ebu Talib’i ve Hatice’yi aldım ama Ben varım.” manasına gelen ilahî bir davet almış; hem bedeni hem de ruhuyla Cenâb-ı Hakk’ın mi’râcına mazhar olmuştu. “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ – İki yay aralığı kadar ya da daha yakın” tabiriyle Kur’an’da anlatıldığı üzere, imkân-vücub arası bir noktaya ulaşmıştı. Şefkat Peygamberi (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, melekût âlemini seyerân eylemiş fakat orada kalmak yerine ümmetini de Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmişti.

“Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!.”

  • Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashâb-ı Kirâm’ın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınmıştır. Ezcümle; bir ümitle gittiği Tâif’ten taşlanarak kovulunca, o müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk’a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir:

    اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ
    “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

  • Hâşâ, biz Nebiler Serveri’nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O’nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat O’nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, nefsini yerden yere vurduğunu, meseleyi -hâşâ ve kellâ- kendi yetersizliğine bağladığını ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığındığını görürüz.
  • Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Tâif dönüşü o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail’in gelip “Ya Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesi karşısında adeta tir tir titremiş; “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inlemişti.
  • Şimdi, Nebi bu işte!.. Sizin rehberiniz, pîşuvânız, pişdârınız bu!.. Arkasından gittiğiniz Zât bu!.. Dünyayı nura gark eden zat bu!.. Cennet’e giden yolları açan bu, Allah’ı tanıtan Zât bu!.. O’nun mülahazası buysa şayet, size, bize düşen vazife de o yolda sabitkadem olmaktır.

“Göz yaşarır, kalb hüzünlenir; buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!”

  • Çevresinde kıyametler kopuyorken, İsrafil surları duyuluyorken, yıkılan yıkılan arkasından sürüklenip gidiyorken, bir insanın bunlar karşısında teessür duymaması, bütün bütün gamsızlıktır. Böyle bir hissizlik, nezd-i ulûhiyette de, mele-i alanın sakinleri nezdinde de, insanlar nezdinde de mezmumdur. Fakat üzüntü ve teessürü bir yönüyle şikâyete çevirmek, -haşa- Allah’ın takdirine razı olmuyor gibi bir tavırla ortaya koymak ve onu, hizmete koşan insanların kuvve-i maneviyelerini kıracak, onları ye’se atacak şekilde seslendirmek de mezmumdur.
  • Oğlu İbrahim daha küçücük yaşında vefat edince, Müşfik Nebi, gözyaşlarıyla yanaklarını ıslatmış ve etraftakilerin “Sen de mi ya Rasûlallah?” sualine muhatap olmuştur. Peygamber Efendimiz’in cevabı bizim için çok güzel bir ölçüdür: “Göz yaşarır, kalb hüzünlenir; buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!” Bunu söyleyen Peygamber Efendimiz, kucağında son nefeslerini alıp veren biricik oğlunu öpüp koklamış, bağrına basmış ve “Ey İbrahim, gerçekten senin firkatinden dolayı mahzunuz.” deyip gözyaşı dökmüştür ama kaderi tenkit manasına gelecek ve isyan ifade edecek tek kelime söylememiştir.

Yıkmaya çalıştılar, yıkamadılar; iki senedir bir tek taş düşüremediler; korkuyla tir tir titriyorlar, gökten başlarına bir meteor düşecek diye!..

  • Bir de meseleye geriye dönerek bakmak lazım. Geriye dönerek baktığından dolayı Hazreti Pir, o çektiği mağduriyetler karşısında “elhamdülillah” diyor ve çektirenlere de hakkını helal ettiğini söylüyor. Çünkü onu hapsediyorlar; zindanlar, Medrese-yi Yusufiye’ye dönüyor. Bir yere sürüyorlar, gidiyor orayı gül bahçesi haline getiriyor. Başka bir yere sürüyorlar, orası bostan oluyor. Başka bir yere sürüyorlar, orası bağistan oluyor. Haristanlar gülistana, bostana, bağistana dönüyor. Meseleyi bu şekilde değerlendirdiğiniz zaman kahr ucundan lutfa uğradığınız mülahazasıyla “elhamdülillah” demelisiniz. Ama zalimlere gelince; zulmün gayretullaha dokunma limiti vardır.
  • Varsın zalimler Hizmet’i yıkmaya çalışsınlar. İki senedir yıkmaya çalıştılar, yıkamadılar, bir tek taş düşüremediler Allah’ın izni ve inayetiyle. Burkuntu yaşıyorlar, paranoya yaşıyorlar. Korkuyla tir tir titriyorlar, gökten başlarına bir meteor düşecek diye! “Acaba buna karşı bile nasıl seralar oluşturabiliriz?” diyorlar. Fakat Allah’ın kahrının, gazabının geliş keyfiyeti belli değildir.
  • Keşke Allah gözlerini açsa da o mesâvî yolunda yürümeseler. Keşke gerçek imanı duysalar, arkalarındaki sürülerle beraber, onlar da cadde-i Kübra-yı Kur’aniye’ye erseler, Allah hidayet etse, keşke onların gözlerini de Allah Cennet’e doğru açsa, Zât-ı ulûhiyetine doğru açsa, hak ve adalete doğru açsa!.. Keşke hak ve adalet adına haksızlık müesseseleriyle, adaleti çiğneyen müesseseleriyle, insanlara tasalluttan, tağallüpten, tahakkümden onları vazgeçirse!.. Keşke, keşke, keşke

Kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun’a ve firavunluğa ait bir hususiyettir!..

  • Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde çekmek adeta o büyük insanların değişmez kaderi olmuş. Gasplar da, gelip tepeye konmalar da, mala-mülke el koymalar da, alın teriyle kazanılan mala mülke kıyımcı insanlar tayin etmeler de tarih boyu hiç eksik olmamış. Mesela, Amnofis döneminde, Beni İsrail’e karşı Mısır’da aynı şeyler yapılmış; erkekler öldürülmüş, kadınlar bırakılmış, çocuklar bile boğulmuş. Mezalim, yine diz boyu değil belki gırtlakta devam edip gitmiş. Onlar öldürülünce mallarına, mülklerine kayyımlar tayin edilmiş, el konulmuş. Demek ki, kayyım tayini adı altında gasp yapma Firavun’a ve firavunluğa ait bir hususiyet!..
  • İnsanlığın İftihar Tablosu’na zulmedenler de sadece O’na zulümle kalmamış, bütün müslümanların mallarının üstüne konmuşlardı. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun maskat-ı re’si (doğum yeri) olan ev, amcasının oğlu olan Akîl tarafından tahrip edilmişti. Mekke fethedilince, “Ey Allah’ın Elçisi! Nerede dinlenmek istersiniz?” diye sorulunca, Efendimiz’in mübarek yüzünde acı bir tebessüm belirmişti. Çünkü yıllar önce sadece üzülsün ve duyunca kendisine işkence olsun diye kuzeni Akil tarafından yıkılıp, yerle bir edilen baba ocağı evini hatırlamış ve “Akil bize dinlenecek ev mi bıraktı?” demişti.
  • Bilmelisiniz ki, bu tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde cereyan eden hadiseler, çok farklı insanlar tarafından her zaman senarize edilecek ve bir kısım SS’lerle sahneye konacak. Tiranlar emredecek, başkaları da en zalimane ve en vahşiyane tavırlarla o zulüm emirlerini yerine getirecekler. Bir zaman “Benim gül gibi bacılarıma eziyet edildi!” diyenler, o bacıların başlarını yararcasına, TOMA’lardan üzerlerine su fışkırtacak, bilmem ne türlü gazlar püskürtecek; kadın erkek tefrik etmeden, “bacım” dedikleri insanlara da aynı zulmü, hainâne yapacaklar. Saltanatları için yapacaklar, dünyayı ebedî zannettikleri için yapacaklar, ahireti bilmedikleri için yapacaklar.
  • Bütün kötülüklere rağmen, siz, dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revan-i Muhammedî’nin şehbal açması için her şeye karşı göğsünüzü gereceksiniz: Katlanılacak yerde katlanacaksınız.. satırla kesildiğiniz yerde kesileceksiniz.. tank paletleri altında kaldığınız zaman ezileceksiniz Fakat “off” demeyecek, tavırlarınızı “ohh”larla taçlandıracaksınız.
  • Diğer taraftan; işte dün olan bir işgal, bir baskın, bir gasp, bir haramilik meselesi Daha üzerinden bir gün geçmeden dünyanın dört bir yanında “tın.. tın..” ötmeye başlıyor. Bu mesavîyi, bu fecâîyi, bu fezâîyi irtikâp edenlere de lanetler yağdırılıyor. Biz demiyoruz. Onlar ona kesb-i istihkak ettiklerinden dolayı insanlık maşer-i vicdanı onlara lanetler yağdırıyor. “Dine, diyanete, millî ruha, insanlığa hizmet etmekten başka bir derdi, davası olmayan, çoğunun yeryüzünde dikili bir taşı dahi bulunmayan, eve, saraya, yalıya, villaya gönül kaptırmayan samimi insanlara karşı bu kötülükleri yapanları Allah yerin dibine batırsın!” diye dünyanın dört bir yanında sesler yükseliyor. Binlerce insan sizin namınıza inliyor ve ağlıyor. Siz isterseniz öyle demeyin, fakat külliyet kesbetmiş bu inleme ve bu dualar, bir gün mutlaka o gayretullahı harekete geçirecektir.

“Zâlimlerin akıbetine çoklarınız şahit olacaksınız; o zaman sesim kulaklarınızda tınlayacak!”

  • Ne ki, Allah’ın bir adet-i sübhaniyesi vardır. İlişenlere öyle bir ilişir ki!.. Ama önce imhal üstüne imhal eder, mehil üstüne mehil verir. İnsanları içeri atarlar, mehil verir.. bazılarını sürgün ederler, mehil verir.. vazifeden ederler, mahrum bırakırlar, mehil verir.. gider birilerinin malı-mülkü üzerine konarlar, mehil verir.. kıyımcılar tayin ederler, mehil verir Fakat bir noktaya gelir ki, işte orada mesele gayretullaha dokunur. Allah da (celle celaluhu) başlarına bir kisef (gökten bir parça) mi indirir, yoksa Ashab-ı Fil’in başına saldığı gibi Ebâbîl’i mi salar?!.
  • Belki birileri diyordur da onu: “Allahım, Ashab-ı Fil’in üzerine Ebâbîl’i gönderip onları delik–deşik olmuş ekin yaprağına çevirdiğin gibi, günümüzün zalimlerinin üzerine de gönder ve onları da kurt yeniği ekin yaprağına çevir!” Belki böyle diyorlardır. İsterseniz siz demeyin; binlerce mazlum insan, o yüzleri yırtılan bacılarımız, evleri baskın gören hemşirelerimiz, annelerimiz, kardeşlerimiz Bunlar, nihayet tahammül-fersa hadiseler karşısında belki bunu diyorlardır. Bu bir yere kadar Cenâb-ı Hakk’ın imhaline takılır fakat bir noktaya gelir ki, gayretullaha dokunur. Allah da onları tepetaklak getirir.
  • Ben yaşarım yaşamam ama siz, Hitler’in akıbetine, Amnofis’in akıbetine şahit olacaksınız. Ebu Cehiller’in, Utbe’lerin, Şeybe’lerin, İbn-i Ebi Muayt’ların akıbetine çoklarınız şahit olacaksınız. O zaman Kıtmir’in bu kıtmirce sesleri bir insan sesi olarak kulaklarınızda tınlayacaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Öfke, sövüp sövdürme ve Hizmet

Fethullah Gülen: Bamteli: Öfke, sövüp sövdürme ve Hizmet

  • Yaşamayı zorlaştıracak adetler edinmemek lazım. İnsan en ağır şartlarda bile yaşayabilmeye kendisini hazırlamalı. (00:38)
  • Allah (celle celaluhu)

    وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
    “Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

    buyurmaktadır. Hazreti İbn Abbas, ayet-i kerimedeki “liya’budûn” ifadesini “liya’rifûn”, yani, “bilsinler, tanısınlar, mârifete ulaşsınlar” şeklinde tefsir etmiştir. Demek ki, kendisine şuur, idrak ve irade gibi bazı ilk mevhibeler verilen insan, bunları Hâlık-ı kâinatı bilme yolunda kullanmalıdır. İbtidaî bir Allah bilgisi ile de yetinmemeli; onu iyi değerlendirerek sonunda Cenâb-ı Hakk’a vasıl olabileceği bir kulluk yoluna girmeli; ibadet, ubudiyet ve ubûdet kanatlarıyla marifet ufkuna yürümelidir. Evet, insan önce icmâlen bilmeli; sonra da o bilgisini derinleştirmeli ve amel sayesinde onu marifete dönüştürmelidir. Zaten ibadet, Allah yolunda duyulan, hissedilen, yaşanan ve yapılan ‎ şeylerin insan hayatı ve insan tabiatıyla bütünleşmesinden ibarettir. (02:40)
  • İnsan olduğunun şuuruyla yaşayıp bütün mahlûkata karşı şefkatle muamelede bulunma acz, fakr, şevk, şükür ve tefekkür mesleğinin çok önemli bir rüknüdür. Başkalarına da canı, ciğeri, evladı gibi davranma bu şefkatin gereğidir. Âsi ve tâgî olacak evladın o felakete sürüklenmesine mani olmanın en akıllıca yolu onu kucaklamak, bağrına basmak ve şefkat sergilemektir. İşte, herkese karşı bu anlayışla hareket etmek esas olmalıdır. (05:00)
  • Şimdiye kadar öfke, hiddet ve şiddetle çözülmüş -hatta çok küçük bile olsa- bir problem bilmiyorum. Sadece bazı kimseler korkusundan sinmiş olurlar. Fakat sinen öfkeler, kinler, nefretler, gayzlar civciv yapar ve gelecek nesillere intikal eder. (05:56)
  • Hazreti Ebû Hüreyre’nin (radıyallahu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle bir hâdise anlatılmaktadır: Bir adam Allah Rasûlü’ne “Bana nasihat et!” dileğinde bulundu. Rasûlullah ona, “Gazaba kapılma, öfkelenme!..” buyurdu. Bunun üzerine, o şahıs, Rasûl-ü Ekrem’den tekrar tekrar nasihat etmesini istedi; Sâdık u Masdûk Efendimiz de her defasında ona “Gazaplanma!..” öğüdünü verdi. (07:00)
  • Öfke, muvakkat bir cinnettir; sonucu da altından kalkılmaz, telafisi imkansız bir nedamettir. (07:25)
  • Müstakim düşünceyi temsil eden insanlar, başkalarının ortaya attıkları tutarsız ve asılsız isnatlar karşısında bile asla çizgilerini değiştirmemelidirler. Elbette ki iftiralar karşısında, tavzih, tashih, tekzip ve hatta tazminat hakkını kullanma her zaman için mahfuzdur; şu kadar var ki, bunlar yapılırken de üsluba çok dikkat edilmelidir. Mesela, “Bu doğru değil” demekle “Siz yalan söylüyorsunuz!” sözü arasında fark vardır. Bunların her ikisi de usule dair bir hususu tamir etmeye matuf olabilir; fakat birinde üslup bozuktur. Dolayısıyla bu usulü de önüne katıp sürükler götürür. (07:53)
  • Lügatlerde yalan, gerçeğe aykırı asılsız söz, vâkıaya mutabık olmayan beyan, zatında olmamış bir şeyi var gibi sunma ya da söyleyen insanın bilgisini, düşüncesini, kanaatini -kasdî olarak- tam yansıtmayan bir ifade.. gibi değişik şekillerde tarif edilmektedir. Belâgat ilminde, yalanla alâkalı bir tarif daha vardır ki, o çok dikkat çekici ve ürperticidir. Bu zaviyeden, yalan, Allah tarafından bilinen bir şeyin aksini söylemenin, Allah’ın bildiğine muhalif iddiada bulunmanın ve bir meselenin Cenâb-ı Hak nezdindeki keyfiyetine aykırı söz uydurmanın adıdır. (10:12)
  • Sövüp saymakla, tahkir etmekle, tezyifte bulunmakla, başkalarını hafife almakla insanları zapturapt altına alamazsınız, yumuşatamazsınız, sırat-ı müstakime celbedemezsiniz. (12:44)
  • Kur’an-ı Kerim bazı hususları nazara verirken meseleleri hep evsafa bağlıyor. “Allah Ebu Cehil’i sevmez” demiyor; sevmez Allah, Ebu Cehil’i. Kur’an’da “Allah Ebu Cehil’i, Utbe’yi, Şeybe’yi sevmez” denmiyor ama Cenab-ı Hakk’ın zâlimi, fâciri, fâsıkı, âsiyi sevmediği ifade ediliyor; böylece mesele sıfatlara bağlanmış ve insanlar tiksindirici o sıfatlardan tenfir edilmiş oluyor. (13:07)
  • Günümüzde maalesef insanlar birbirlerinin tarlalarına sövüp sayma tohumları saçıyorlar. Öyle bir fasid daire (kısır döngü) ki, herkes birbirine kötü sözler söylüyor. Hâlbuki insan sâlih daire (doğurgan döngü) peşinde olmalı; her zaman güzel konuşmalı, böylece güzel şeyler duymaya da yatırım yapmış olmalı; hep iyilik yapmalı, iyilikler bulma yolunda kalmalı. (14:24)
  • Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Sahiha’da bazı insanlara sövüp saymanın, hakaret etmenin sevap olduğuna dair herhangi bir beyan yoktur. Hatta dinde Firavun gibi tiranlara sövülmesi ve onlara lanet edilmesi gerektiğine dair bir emir de söz konusu değildir; sövüp saymanın hiçbir sevabı yoktur. Aksine, sövmeler saymalar, sövüp saymalara yatırım demektir. (14:24)
  • Kötülere sövüp saymak yerine onlar hakkında bile “Allahım kalblerimizi ve onların kalblerini ıslah eyle” duasında bulunmak fazilettir. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınmış; fakat insanlara karşı hep şefkat tavrı ortaya koymuş, Uhud’da başı yarıldığı, dişi kırıldığı zaman bile “Allahım kavmimi affet, hidayet buyur, çünkü onlar beni bilmiyorlar!” diye dua etmişti. (18:20)
  • Kur’an şöyle buyurmaktadır:

    وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ مَرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
    “Allah’tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah’a söverler. İşte böyle biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rabbilerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’am, 6/108)

    (20:07)
  • Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde kişinin anne ve babasına sövmesinin büyük günahlardan olduğunu ifade etmiş, orada bulunanlar bu durumu yadırgayıp “Kişi hiç anne ve babasına söver mi?” diyerek istifsârda bulununca da, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm); “Evet, kişi tutar bir başkasının babasına söver, (nâseza, nâbeca sözler söyler), o da onun babasına söver; tutar annesine söver, o da onun annesine söver.” (Buhari, Edeb 4) buyurmuştu. (21:15)
  • Adanmış ruhlar anılırken “cemaat”, “hareket”, “camia” ve ”hizmet” gibi unvanlar kullanılıyor. Bunların hiçbirini demek istemedim ben. Batılılar biraz “hizmet” diyorlar, belki mazur bir isim olabilir. Bu harekete gönül veren insanlar, gördükleri Kur’anî mantığa ve yapılan işlerin makuliyetine inandıklarından dolayı her türlü fedakarlığa katlanarak vatana, millete ve insanlığa hizmet ediyorlar. Bu hareketin sırrı, -cami cemaatinin namaz için biraraya gelmesindeki tabiilik gibi- işin mantıkîliğinde ve makuliyetinde aranmalıdır. Kalbi aynı his ve heyecanlarla çarpan ve insanlığın imdadına koşmaya amade bulunan insanların, cehalet, fakirlik ve ihtilaf gibi hastalıklarla mücadele konusunda yapılan çağrılara topyekün icabet etmesinde aranmalıdır. (23:08)
  • Allah rızası için hizmet eden herkesi takdirle karşılamak ve onları da alkışlamak icap eder. (26:00)
  • Meseleyi tamamen âidiyet mülahazası içinde ele alırsanız, hatta dualarınızı bile o çerçeve içinde ele alırsanız, insafsızlık yapmış olursunuz. Öyle değil esasen, kucaklayıcı olmak lazım, herkese bağrı açmak lazım, herkesin yaptığı güzel şeyi alkışlamak lazım. Bu ilahî ahlaktır. (27:02)
  • Allah’ın güzel değerlendirdiği bir şeyi siz “Niye onlar yapıyor?” diye hafife aldığınız zaman, Allah’ın güzel gördüğünü siz çirkin görüyorsunuz demektir. (27:32)
  • Nur’un kahramanlarından merhum Zübeyr Gündüzalp Afyon Mahkemesi’nde “Sayın savcı, ‘Bediüzzaman’a olan hürmetin şekli diğer müfessirlerde görülemiyor’ dedi. Doğrudur. Hürmet ve tâzim büyüklük ve kemâlâtın derecesine, minnet ve şükran da elde edilen istifadenin miktarına göre olduğuna nazaran, Bediüzzaman’ın eserlerinden azîm faideler elde ediliyor ki, ona olan tâzim ve minnettarlıklar da görülmemiş bir şekilde oluyor.” derken çok önemli bir hakikate dikkat çekmiştir. Evet, bir insanda din, meslek ve meşrep muhabbeti derinlemesine olabilir. Bununla beraber, o samimi, içten ve derin duygunun başkalarının başına balyoz vuruyor gibi ifade edilmesi doğru değildir. (27:54)
  • “Varsa da biziz yoksa da biziz!” dediğiniz takdirde bir sürü düşman cephesi oluşturmuş olursunuz. Böylece hem başkalarını haset, gıybet ve olumsuz rekabet günahlarına sevk etmiş hem de güzergah emniyetinizi tehlikeye atmış olursunuz. (29:15)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Öğrenciler ve imtihanlar

Fethullah Gülen: Bamteli: Öğrenciler ve imtihanlar

Soru: “Fiilî dua”, “kavlî dua” ve “kadere rıza” esaslarını günümüzde imtihandan imtihana koşan talebeler, bilhassa da üniversite imtihanına girecek gençler açısından değerlendirir misiniz?

  • Dua ile alâkalı yapılan taksimattan biri de onun fiilî ve kavlî olarak ikiye ayrılmasıdır. Üstad Bediüzzaman hazretlerinin verdiği örnekle anlatacak olursak, bir çiftçinin toprağı işlemesi fiilî bir duadır ki, bununla hazine-i rahmetin kapısı olan toprağı saban ile çalmış olur. Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir atiyyesi olmadıkça, toprağa tohum atmadan o tarladan bir ürün almanın mümkün olmadığı açıktır. Dolayısıyla esbap adına ne gerekiyorsa mutlaka ortaya konulmalıdır. Fiilî duaya riayet etmek sebepler dünyası içinde yaşayan biz insanoğlu için kaçınılmazdır. Dolayısıyla fiilî dua esbabı nazar-ı itibara almak ve o sebeplerin gerektirdiği şekilde davranmakla olur. Ayrıca Cenâb-ı Allah sebepleri izzet ve azametine perde yapmıştır. Bizim de o perdeye saygılı olmamız iktiza eder. Onları görmezlikten gelmek bu açıdan Allah’a karşı bir saygısızlıktır. (00:48)
  • Diğer bir açıdan da, esbaba riayet etmeme bizi, insan iradesini reddeden Cebrîlik düşüncesi içine sürükler ki, bu da akîde ve inanç açısından çok tehlikelidir. Evet, irade ve şuur sahibi insanoğluna düşen, sebepleri görmek ve onlarla uyum içinde yaşamaya çalışmaktır ki buna “fiilî dua” da denmektedir. Talebeler için fiilî duanın en önemli esasları olarak şu hususlar sayılabilir: Sistemli çalışma, mesainin tanzimi (Allaha, nefse ve insanlara karşı sorumlulukların hepsini yerine getirme düşüncesiyle ne zaman ne yapmak gerektiğini güzelce tesbit edip çalışma ve dinlenme vakitlerini de gözeterek belli bir düzen tutturma), a’mâlin taksimi (yapılacak işleri belirleme, parçalara ayırma, bölüşme ve herkese kabiliyetlerine uygun bir iş yükleme), toplumun fertleri arasında teavün düsturunun teshili (yardımlaşma duygusunun canlandırılması ve fertlerin birbirinin işlerini kolaylaştırıcı olmaları). (01:21)
  • Kavl, söz demektir; insanın istek ve dileklerini sözlerle ifade edip Cenâb-ı Hakk’a kalbiyle beraber lisanıyla da teveccühte ve niyazda bulunmasına “kavlî dua” denmektedir. Dua, sebepler üstü bir talebin Cenâb-ı Hakk’a arzı ve Hakk’ın gizli-açık her şeye nigehban bulunduğuna inancın da ilanıdır. Bu itibarla, biz, sebepler dairesinde esbâba riâyet etmekle beraber, ellerimizi O’na açar, içimizi O’na döker, nâçâr kaldığımız yerde “çare” der inler ve dertlerimizin dermanını da yine O’ndan bekleriz; kendi kudret ve irademizle elde edemeyeceğimiz bir kısım neticeleri sebepler üstü bir kudret ve inayete sığınarak, Müsebbibu’l-Esbâb’dan dileriz. Dolayısıyla, sebeplere riayet (fiilî dua) ile kavlî duayı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Onlar birbirlerini tamamlayan iki unsur ve bir bütünün iki yüzünden ibarettir. (03:00)
  • Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) de sürekli rıza talebiyle tazarru ve niyazda bulunduğu düşünülürse, şu talepler “kavlî dua”ya en güzel misaller arasında sayılabilir:

    اللَّهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيـَتَكَ وَرِضَاكَ اَللَّهُمَّ إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى
    (Benim isteğim) affın, afiyetin ve rızândır Allah’ım; sevip hoşnut olduğun şeylere beni hidayet buyur!

    اَللَّهُمَّ وَفِّقْنَا إِلَى مَا تُحِبُّ وَتَرْضَى
    Allah’ım bizi nefsin hoşuna giden değil, Senin razı olacağın, rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere muvaffak eyle.

    اَللَّهُمَّ انْصُرْناَ فيِ شَأْنِناَ وَ فيِ أَمْرِناَ
    Allahım her türlü hal ve icraatımızda, bilhassa şu işimizde bize yardımcı ol.

    (03:37)
  • Sebeplere riayet etmek ve kavlî duayı yerine getirmek başka bir mesele, onların getirisini çok önemli görmek tamamen başka bir meseledir. Zira Cenâb-ı Hakk, hikmetinin iktizasına göre bazen verir, bazen de vermez. İşte bir insanın her iki durumdan da hoşnut olması, kadere rıza gösterdiğinin emaresi ve Allah’ın takdirine razı olduğunun ifadesidir. Zat-ı Ulûhiyet’in takdirini memnuniyetle karşılamanın yanında, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nübüvvetine ve İslam dinine kanaat etme de çok önemlidir. Fiilî ve kavlî duadan sonra -netice ne olursa olsun- kader ve kazayı gönül hoşnutluğuyla karşılama bu kanaatin de gereğidir. Bundan dolayıdır ki, sabah akşam okunması sünnet olan dualar arasında şu ikrar da mevcuttur:

    رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينـــــاً وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولاً
    Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.”

    (03:58)
  • Çalışmayı biricik mesele haline getirmek mahzurlu olabilir; fakat sistemli çalışmanın  hakkını da görmezden gelmemek lazımdır. İmtihanlarda derece yapan öğrencilerin hemen hemen bütünü başarılarının en büyük vesilesi olarak sistemli çalışmayı nazara vermektedirler. (06:46)
  • Öğrenciler, bazen hangi sahalarda başarılı olabileceklerini, neyi nasıl çalışmaları gerektiğini ve kapasitelerinin nelere yetebileceğini bilemeyebilirler. Bu konularda öğretmenlere ve anne-babalara büyük vazifeler düşmektedir. Öğretmenler ve aileler, psikolojinin ve pedagojinin kurallarını da nazar-ı itibara alarak, öğrencilerin hem şımarıp küstahlaşmamaları hem de morallerinin bozulup başarısızlığa uğramamaları için bütün sebeplere riayet etmeli ve her vesileyi değerlendirmelidirler. (08:10)
  • Fiilî dua, kavlî dua ve kadere rıza esasları sadece talebeler için değil, kendisini insanlığın saadetine adamış hizmet gönüllüleri, her seviyedeki devlet adamları, idareciler ve esnafıyla tüccarıyla iş adamları gibi her kesimden insan için söz konusudur. İnanan insan, hoşuna gitsin gitmesin, her meseleyi dini ölçülere göre ele almalı; her hadiseyi “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur. Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir. Netice itibarıyla neyin hayır ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216) meâlindeki ayet-i kerime zaviyesinden değerlendirmeli ve her zaman Cenâb-ı Hakk'ın tercihi istikametinde tercihte bulunmalıdır. Sebeplere riâyet ettikten ve kavlî duayı yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’ın takdirine bırakmalı; kendisiyle alâkalı tasarruflarında Rahmeti Sonsuz’a inanıp O’na güvenmeli ve O’nun yaptığı her şeyden hoşnut olmalıdır. Evet, kader rüzgârları ne yandan eserse essin gönül rahatlığıyla karşılamak ve her hadiseye “Bunda da bir hayır vardır; bu da geçer!” inancıyla yaklaşmak mü'min olmanın gereğidir. (12:20)
  • Her seviyedeki öğrencilerin, özellikle üniversiteye gidecek gençlerin imtihana girdikleri yerlerdeki heyecan manzaralarını; anne babaların tehalüklerini, ellerini ovuşturmalarını ve çocukları imtihanı kazanamazsa sanki kıyamet kopacakmış gibi telaşlanmalarını biraz abartılı buluyorum. Oysa çok iyi donanımla imtihana girmiş bir talebe bile dilediği yeri kazanamayabilir; kalemini silgisini unutur, moraline dokunacak hadiseler olur, evden çıkarken anne babanın beklenti dolu sözleri karşısında onları memnun edemeyecek olma korkusuyla psikolojik bir yıkım içinde bulunur ve neticede istediği puanı tutturamayabilir. Bunlar normal karşılanmalı, gençlere öyle psikolojik bir baskı yaşatmamalı ve menfi bir netice karşısında kadere taş atılmamalıdır. Ne var ki, bu konuda da anne-babalara ve öğretmenlere rehber olabilecek rıza kitapları, mevcuttan hoşnut olma kitapları yazılmalıdır. (14:52)
  • Bediüzzaman’ın ifadeleri içinde; harbe giderken vezirleri Celâleddin Harzemşah’a demişler: “Sen muzaffer olacaksın!”; o da onlara, “Ben Allah’ın emriyle cihad etmekle mükellefim. Galip veya mağlup etmek Allah’ın vazifesidir.” diye cevap vermiş. Hazreti Üstad’ın burada Cenâb-ı Hak için de “vazife” kelimesini kullanması belâgâttaki “mukabele” sanatıyla alâkalıdır. Bu açıdan mukabelenin bahis mevzuu edildiği bir yerde “Allah’ın vazifesi” demekte şer’î bir mahzur olmayabilir. Bununla beraber, Allah Teâlâ’ya saygının gereği olarak belâgâttaki mukabeleyi hiç gözetmeden “şe’n-i Rubûbiyet” demek de tercih edilebilir. (16:56)
  • Aslında sebepleri yerine getirip hem fiilî hem de kavlî duanın hakkını verdikten sonra netice ne olursa olsun Allah’ın takdirine rıza gösteren insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmış kimselerdir. Zira Ehlullah’tan bazıları meseleye tedellî (en âlâdan başlayıp aşağı doğru gitme) zaviyesinden yaklaşmış ve “Allah sevmeyince siz sevemezsiniz; O sizden razı olmayınca, siz rıza ufkuna ulaşamazsınız.” demişlerdir. Onlar biraz da eşyanın perde arkasına göre hüküm verdiklerinden dolayı, Cenâb-ı Allah’ın rızasının önce geldiğini, kulun Allah’tan hoşnut olmasının ise onu takip ettiğini söylemişlerdir. Nitekim ayet-i kerimelerde “Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (Maide, 5/119; Beyyine, 98/8) denilmiş ve önce Allah’ın hoşnutluğu zikredilmiştir. (19:18)
  • Selef-i salihînden bazıları hâfızayı güçlendirip unutkanlığı azaltma adına bir kısım dualar okumuşlardır. Ezcümle okuma, anlama ve müzakere etme gayretine girişirken şu dua genel manada yapılabilir;

    رَبَّناَ زِدْنَا عِلْمًا وَإِيمَانًا وَيَقِينًا وَتَوَكُّلاً وَتَسْلِيمًا وَتَفْوِيضًا وَثِقَةً وَاطْمِئْناَناً وَمَعْرِفَةً وَمَحَبَّةً وَعِشْقًا وَاشْتِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ وَعِفَّةً وَعِصْمَةً وَفَطَانَةً وَحِكْمَةً وَصَدَاقَةً وَإِخْلاَصاً وَوَفاَءً وَحاَفِظَةً وَذاَكِرَةً وَصِحَّةً وَعاَفِيَةً داَئِمَةً كاَمِلَةً.
    Rabbimiz ilmimizi, imanımızı ve yakînimizi ziyadeleştirmeni diliyor; tevekkülümüzü teslim, tefviz, sika ve itmi’nan zirvelerine yükseltmeni talep ediyor; marifetimizi, muhabbetimizi, hizmet aşkımızı ve Sana kavuşma hususundaki iştiyakımızı artırmanı arzuluyor; bizi birer iffet, ismet, fetânet ve hikmet insanı kılmanı istiyor; sadâkatimizi, ihlasımızı ve vefamızı azamî seviyeye çıkarman için yalvarıyor; algılama, öğrenme, akılda tutma ve hatırlama melekelerimizi kuvvetlendirerek, maddî-manevî, tam ve daimî sıhhat ve âfiyet vererek ilahî muradını anlama kasdıyla başladığımız müzakeremizi bütün bu mazhariyetlere vesile kılmanı sonsuz rahmetinden dileniyoruz. Duamızı kabul buyur Rabbimiz...”

  • Sonra da özellikle konumuzla ilgili şu talep çokça tekrar edilebilir:

    اللَّهُمَّ زِدْنَا حاَفِظَةً وَذاَكِرَةً
    Allahım algılama, öğrenme, akılda tutma ve hatırlama melekelerimizi kuvvetlendir.

    (21:41)
  • Uzmanlar, bazı besinlerin beynin çalışmasını doğrudan etkilediği üzerinde dururlar. Sabah kahvaltısının beynin performansını artırdığını ve kahvaltı alışkanlığı olmayan kimselerde konsantrasyon kaybı olduğunu belirtirler. Unutkanlığı yenmek ve hâfızayı güçlendirmek için beynin ihtiyaç duyduğu oksijen, glikoz ve bazı enzimlerin yeterli miktarda sağlanmasını ve kuru üzüm gibi içinde beynin ana yakıt maddesi olan glikoz barındıran gıdaların alınmasını tavsiye ederler. Ehlullahtan bazıları da her sabah 21 tane siyah, çekirdekli kuru üzüm yemeyi itiyad edinmişlerdir. Bütün bunlar, bu konuda yapılması gereken fiilî dualar arasında sayılabilir. (22:15)
  • Dünden bugüne bazı İslam âlimleri, zihin kirliliğinin hâfızayı zayıflattığına inandıkları için mâlâyânî işlerden, faydasız muhaverelerden, çer-çöp sayılabilecek bilgi kırıntılarından ve kontrolsüz hayal kurmaktan uzak kalınması gerektiğini vurgulamışlardır. Zannediyorum, hâfızayı zayıflatan sebeplerin en tehlikelisi şehevî hisleri galeyana getiren ve behimî duyguları tehyiç eden faktörlerdir. Bugün, aile ve içtimaî çevre özellikle gençlerin güzel yetişmeleri hususunda yetersiz kaldığı gibi, bir de etraftan akıp akıp gelen ve ruhu örseleyen telkinler zihinleri adeta felç etmektedir. Kafalara pompalanan onca kir, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tahrik edip yüce duygular üzerine bir balyoz gibi inince, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, çağımızın zavallı nesillerinde okumaya, öğrenmeye, düşünmeye hiç mecal bırakmamakta ve adeta hâfızaları bütün bütün kurutmaktadır. Hak dostları, harama nazarın nisyan (unutkanlık) sebebi olduğu hususunda ısrarla durmuşlardır. Gözlerine hâkim olamayan ve daimî surette şehevî duyguları kamçılayan manzaralara bakan bir insanın hâfızasının yavaş yavaş köreleceğini belirtmişlerdir. (22:57)
  • Allah Teâlâ inâyetini üzerimizden eksik etmesin, bizi ağır imtihanlara mübtela kılmasın ve neslimizi sıyânet buyursun.

    رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَۤا إِنْ نَسِينَۤا أَوْ أَخْطَأْنَا وَلاَ تُعَذِّبْناَ بِذُنُوبِناَ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَۤا أَنْتَ مَوْلَانَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِۤي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ آمِينَ وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلَى اَلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ
    Ya Rabbenâ! Eğer unuttuk veya kasıtsız olarak yanlış yaptıysak bundan dolayı bizi sorumlu tutma! Bizi günahlarımız sebebiyle azaba uğratma! Affet bizi, lütfen bağışla kusurlarımızı, merhamet buyur bize! Sensin Mevlâmız, yardımcımız! Kâfir topluluklara karşı Sen yardım eyle bize! Ey bizim kerîm Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı affet! Ayaklarımızı hak yolda sabit kıl ve kâfirler gürûhuna karşı bize yardım eyle. Dualarımızın kabul edilmesine en büyük vesile olarak gördüğümüz Rasûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselam Efendimize, temizlerden temiz nezihlerden nezih aile fertlerine ve ashabına salat ü selam eylemeni dergâh-ı uluhiyetinden diliyoruz ya Rab!

    (25:03)

Okuma Programları ve Izdıraplı Sineler

Soru 1: "Bazen mahzun bir kalbin ağlamasıyla Allah bütün bir âleme merhamet buyurur." deniliyor. Bugün itibariyle vicdanlarımızda yeterli manada ızdırap duyamıyor ve dertlenemiyoruz. Yeterince dertlenemememiz ve hissedemememizin sebepleri neler olabilir? Dualarımızın makbuliyeti için bu hali nasıl kazanabiliriz?

Öldürücü virüsler ve insan kazanmak

Fethullah Gülen: Bamteli: Öldürücü virüsler ve insan kazanmak

  • İnsanın kendi konumunu belirlemesi ve Hak karşısında ona göre bir duruşa geçmesi çok önemlidir. Kendi konumunu belirleyememiş olanlar için iktidar, servet ve makam gibi nimetler yanıltıcı birer unsura ve öldürücü birer virüse dönüşebilir. (00:30)
  • Bazen insanın güçlü olması onu yanıltabilir. Cenâb-ı Hakk’ın kudretini ifade eden isimlerinden biri her şeye gücü yeten manasına “Kâdir”, bir diğeri ise kâdir kelimesinin mübalağalı şekli olup çok güçlü, istediğini istediği gibi eksiksiz, kusursuz ve tam yapan, nâmütenahi kudret sahibi manasına “Kadîr”dir. Cenâb-ı Hak bir iktidar verdiği zaman bazen insan o konuda yanılabilir ve hafizanallah Zât-ı Ulûhiyete ait hususiyetleri hiç farkına varmadan -doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı yoldan- sahiplenebilir. (01:07)
  • Bir kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak,

    اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمَةُ إِزَارِي فَمَنْ نَازَعَنِي وَاحِدًا مِنْهُمَا قَذَفْتُهُ فِي النَّارِ
    “Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.”

    buyurmaktadır. Demek ki, kendini büyük görüp kibirlenen bir insan, bu ilâhî sıfatlarda Allah’a şerik olmaya kalkışmış sayıldığından Cenâb-ı Hak, böyle bir insanı derdest edip Cehennem’e atacağı ikaz ve uyarısında bulunmaktadır. (02:33)
  • Farkına varmadan büyüklük çağlayanına kendini salan insanlar çok defa hem kendilerini mahvetmişler hem de çok insanın kanına girmişlerdir. Sezar, Roma mefkûresini kendi heva ve hevesine çiğnetmiş; Napolyon, Büyük Fransa idealini hırslarının ağına hapsetmiş ve öldürmüş; Hitler, Büyük Almanya gaye-i hayalini maceralı çılgınlıklarıyla yiyip bitirmiştir. Gönlünü Kur’an’a vermiş, adanmışlık mülahazası içinde meseleyi götüren insanlar kibre karşı hep mesafeli durmalılar; akıllarına azıcık “Ben bir şeyim!..” diye geldiği zaman günah-ı kebâir işlemiş gibi tevbe etmeliler. (05:00)
  • Bir taraftan kendini büyük görmeye sebebiyet vermesi bir taraftan da insandaki hırs duygusunu beslemesi ve “kazanma.. kazanma.. ille de kazanma..” düşüncesini büyütmesi açısından servet ve imkan da bazen öldürücü bir virüse dönüşebilir. (08:33)
  • Bin kazandığımız zaman, şayet içinde bir tane haram varsa, onun içine bir tane haksızlık girmişse, geri kalan dokuz yüz doksan dokuzu da kirletmiş oluruz ve Allah hepsinin hesabını sorar. Zaten, hadis-i şerifin ifadesiyle, zekatı verilmemiş bir mal bütünüyle kirlidir. (09:22)
  • “Derken Kârun, ihtişam ve debdebe ile kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Kârun’a verilenin benzeri bize de verilseydi, doğrusu o çok şanslı’ dediler.” (Kasas Sûresi, 28/79) âyetinin ifadelerine göre Kârun, hayatı itibarıyla büyük bir kibir, çalım, gösteriş ve debdebe içindeydi. O servet ve imkanın altında kalıp ezildiği gibi başkalarına da kötü örnek oluyordu. Bugün de bulunduğu konumu şahsî çıkarları hesabına değerlendirmeye kalkışanlar, aynı zamanda başkalarına kötü örnek olduklarından onların veballerini de yüklenmiş sayılırlar. (10:20)
  • Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmişti. Hakk’ın kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin arkasındaki iyilik sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve ifsada başlamıştı. Tabiî Cenâb-ı Allah da yaptıklarının karşılığı olarak onu bütün varlığıyla beraber yerle bir etmişti. Böylece Kârun, ulü’l-azm bir peygambere yakınlığın hakkını veremeyip kazanma kuşağında kaybeden ibret vesilesi, tâli’siz bir servet sahibi olarak tarih defterinin yaprakları arasında yerini almıştı. Evet, Karun, kendisine lütfedilen nimetler karşısında tavır ayarlaması yapamaması, inkâra sapması yüzünden neticede sahip olduğu her şeyle beraber yerin dibine geçirilmekle cezalandırıldı ki Kur’ân bunu şöyle resmeder:

    فَخَسَفْنَا بِه وَبِدَارِهِ الْأَرْضَ فَمَا كَانَ لَهُ مِنْ فِئَةٍ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللهِ وَمَا كَانَ مِنَ الْمُنْتَصِرينَ
    “Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Zaten onun ne Allah’a karşı kendisine yardım edecek avenesi vardı ne de kendini savunup kurtulabilecek durumdaydı.” (Kasas Sûresi, 28/81)

    (13:04)
  • Bir hadis-i şerifte “Dünya bir cîfedir (leştir, pisliktir); onun talipleri ise köpeklerdir!” buyurulmaktadır. Bir başka hadis-i şerifte ise, “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır!” denmektedir. (15:04)
  • Rahata düşkünlük de bünyeye musallat olmuş öldürücü bir virüstür. Tenperverlik kanserden daha tehlikeli bir hastalıktır. (16:05)
  • İktidar, servet ve rahata düşkünlük virüsleri birbirlerini de destekler durur. Bazen servetten büyüklük doğar, bazen büyüklük servet hesabına kullanılır ve bazen de o büyüklük o servet insanda rehavet hissi hâsıl eder. Bu marazlara düşmüş kimseler, bir de kalkıp “Bunca zaman koştuk, hizmet ettik; “humus” (ganimetin beşte biri) kullanmak da bizim hakkımız!” demek gibi şeytanî mırıltılarla gayr-ı meşru tavırlarına meşruiyet bahanesi aramaya çalışırlar. (16:35)
  • Beklentiye düşme ve takdir görmeyi isteme de bir öldürücü virüstür. Halbuki mümin, övülmeyi sövülme gibi görmeli ve her işini sadece Allah’ın rızasına bina etmelidir. (20:40)
  • Hizmetleri karşısında Allah rızasından başka beklentilere girenler,

    أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا
    “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz. Allah’ın verdiği o güzel ve hoş nimetleri israf edip bitirdiniz. Hakkınızı dünyada kullanıp ahirete bir şey bırakmadınız” (Ahkâf Sûresi, 46/20)

    âyetinin tokadına maruz kalırlar. (21:48)
  • Bizim en büyük kredimiz istiğnadır; her türlü makam ve mansıp karşısında müstağnî davranmamız lazımdır. Makama bağlı vazifeler istenmemeli; talepsiz verildiğinde ise, ancak kerhen kabul edilmelidir. Bu meselenin tek istisnası vardır: Şayet bir vazifeyi sizin ölçünüzde yapabilecek başka bir müstakim mü’min yoksa, Hazreti Yusuf’un “Beni ülkenin hazinelerinin başına tayin et; çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yusuf Sûresi, 12/55) diyerek Kıptîler içinde vazifeye talip olduğu gibi, o vazifeyi talep etmekte mahzur olmayabilir. Hazreti Yusuf (aleyhisselam), bu sözü hiçbir müslümanın olmadığı, peygamberlik esintilerinin bulunmadığı, Allah’ın bilinmediği bir yerde vazifeyi talep sadedinde söylemiştir. (23:50)
  • Cevdet Paşa’nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere, riyâsete talip olmamak ve belli bir vazifeye tayin istememek gerektiği yönündeki nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazreti Ebû Bekir (Allah’ın rıza ve rıdvanı onun üzerine olsun), Hazreti Ali’ye (radiyallahu anh) gönderdiği bir mektupta bu mevzuyla alâkalı şu ölçüyü dile getirmiştir: “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.” (24:48)

Soru: En büyük yatırımın insana yapılan yatırım olduğu vurgulanıp himmetlerin insan kazanmaya teksif edilmesi lazım geldiği üzerinde duruluyor. Ayrıca, eserlerde, bir insanı, dine ait hiçbir hakikati ve delili kabul etmemek demek olan “küfr-ü mutlak”tan inkarda ve itikatsızlıkta şüphe taşımak manasına gelen “küfr-ü meşkûk”e yürütmenin dahi “hizmet” olduğuna dikkat çekiliyor. Bu açılardan, insan kazanmak ne demektir ve nasıl anlaşılmalıdır? (27:46)

  • Yeryüzü problemi insanla tanıdı; hatta şeytanın problemlerin babası oluşu da insanın yaratılmasıyla başladı. Bu açıdan da insanda problemi çözeceğiniz âna kadar ne yuvada, ne mektepte, ne camide, ne de idarî, siyasî, iktisadî hayatta asıl problemi çözemezsiniz. (28:26)
  • İnsan kazanmanın değişik seviyeleri vardır: Bir insanı tahkikî imana ulaştırmak üst seviyede bir kazanma olduğu gibi, bir insanı taklidî ve nazarî Müslümanlık kapısından girdirme de bir kazanmadır. (31:40)
  • Hilyetü’l-Evliya adlı eserinde Ebu Nuaym Hazretleri’nin naklettiğine göre, Sahabe efendilerimizdeki dini hassasiyete ve İslamî heyecana derin bir özlem duyan Hasan Basri Hazretleri, çağdaşı olan insanların hayatları ile Sahabenin yaşayışını kıyaslayıp çok üzüldüğü bir gün şöyle demiştir: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim. Onların çoğunun elbisesi basit bir yün kumaştan ibaret idi. Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlakın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi onların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.” (34:04)
  • Bir insanın demokratik tarz-ı telakki içinde sizi de bir yere koyup “Yaşamak onların da hakkı!” demesi de bir seviye ve bir kazanımdır. (35:30)
  • Sadece kendiniz gibi düşünen insanları kazanılmış görürseniz hiç farkına varmadan daha farklı dairelerdeki kazanımlara sırtınızı dönmüş ve onların tepkilerine sebebiyet vermiş olursunuz. (38:00)
  • Bütün insanlara kendinizi sevdirmeniz mümkün değildir; eğer mümkün olsaydı Peygamberler kendilerini herkese sevdirirlerdi. Mutlak manada İnsan-ı Kamil olan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman hala kendisine inanmayanlar vardı. Mesela, Ebû Leheb genel yapısı itibarıyla, şefkat ve mülayemet sahibi bir insandı. Rasûl-i Ekrem küçük yaşlarında Ebû Leheb’in evinde bulunmuş, hem Ebû Leheb hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimizi kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe’den süt emzirtmişlerdi. Ancak Ebu Leheb gururlu ve kibirli bir kişi olduğundan pohpohlanınca kendisine pek çok kötü şey yaptırılabiliyordu. Ona, “Sen Abdüluzza’sın, Benî Ümeyye kabilesiyle akrabalığın var. Haşimilerle Benî Ümeyye’nin iltika noktasını teşkil ediyorsun. Geniş bir oymağın başında bulunuyorsun. Sen şöyle adamsın, böyle adamsın ” diyor ve bu tür sözlerle onu hep oyuna getiriyorlardı. (38:50)
  • Hazreti Üstad’ı pek çok gazeteci ziyaret etmiş. Pakistan’dan gelip röportaj yapmak isteyen gazeteci “Hayatımda Üstad kadar ihlaslı birini görmedim!” demiş. O dönemde dine ve dindara karşı hasım bilinen bir başka gazeteci de Hazreti Bediüzzaman’ı ziyaret etmiş. Hazreti Üstad gazeteciyi çok güzel karşılamış, ihtiram göstermiş ve mahviyet içinde onu uğurlamış. Daha sonra da talebelerini çağırıp şöyle demiş: “Bir insanın İslâmiyet’e düşmanlığı yüz ise onu doksan dokuza indirmek hizmettir, hatta yüz bire çıkartmamak dahi hizmettir. Sizin yüz tane düşmanınız varsa, onun yüz bir olmasını arzu eder misiniz? O yüz düşmanın doksan dokuza inmesini istemez misiniz?” (41:00)
  • Bir gün Rasûl-ü Ekrem Efendimizin meclisinde herkes yerini almış otururken Cerîr İbni Abdullah el-Becelî hazretleri içeri girmişti. Hazreti Cerîr, kavminden 200 kişiyle birlikte Yemen’den Medine’ye gelerek müslüman olmuş saygıdeğer bir insandı. Genç, heybetli, güzel yüzlü ve imrendirici bir hâli vardı. Peygamberimizin huzuruna kim önce gelmiş ve nereye oturmuşsa orası onun hakkı idi; günümüzün nakil vasıtalarındaki numarasız koltuklarda olduğu gibi önce gelen arzu ettiği yere otururdu. Cerîr İbni Abdullah (radiyallahu anh) içeri girince oturacak yer bulamamıştı ve kendisine yer gösteren de olmamıştı. Bu durumu farkeden Peygamber Efendimiz, hemen cübbesini çıkarmış, künyesiyle ona seslenmiş “Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!” demişti. Sonra da, çevresindekilere dönerek, “Bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü yanınıza geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve hürmet edin.” buyurmuştu. (42:55)
  • Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a hitaben, “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâ Hâ Sûresi, 20/44) buyurarak her şeyden önce peygamberâne bir üslubu nazara vermiş; muhatap, Firavun gibi kalb ve kafası imana kapalı bir insan bile olsa, yine de hak ve hakikati “kavl-i leyyin” ile anlatmak gerektiğine işaret etmiştir. (45:48)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Ölüm korkusu ve imansız gitme endişesi

Soru: Mü’min, ölümden korkar mı? “Ölüm korkusu” ile “imansız gitme endişesi” arasında ne türlü farklar vardır ve bu iki korku birbirinden nasıl tefrik edilebilir? Hak dostu bildiğimiz ve yakînin zirvesinde bulunduğunu düşündüğümüz insanların imansız gitmekten çok endişe ettiklerini görüyoruz. İmanın kuvveti ile endişenin şiddeti arasında bir münasebetten bahsedilebilir mi?

  • İnsan, cismânî ve kalbî/ruhî olmak üzere iki derinliği ve iki yanı bulunan bir varlıktır. Önünde kabir ve neticesinde çürüme olduğu için, ayrıca yaşama arzusu ve alışageldiği lezzetleri kaybedeceği düşüncesi gibi sâiklerle, insan cismaniyeti itibariyle ölümden korkabilir. Bazen dinin emirlerini yerine getiren, hatta kabir ve sonrasına sağlam iman ediyor görünen kimselerde bile cismânî ve bedenî hislerin ağır basması sebebiyle ölüm korkusu görülebilir. (01:01)
  • İnsan, vicdanının enginliğiyle ve kalbî/ruhî yanı itibarıyla ölüme baksa, onu çok farklı görüp değerlendirecek, mevti çok tatlı bir rüya iklimine açılma gibi kabul edecektir. Mü’min, bunu Allah’tan istemeli; her fırsatta “Allahım içimizde Sana mülâkî olma iştiyakı yarat!” niyazını tekrar etmelidir. (03:49)
  • Hazreti Üstad’ın ölümün semeresi zaviyesinden olduğu kadar vuslat ve likâ açısından da ele alınabilecek şu ifadeleri çok güzeldir: “Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil’de “Ahmed,” Tevrat’ta “Ahyed,” Kur’ân’da “Muhammed” ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed’lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır.” İşte, “likâullah” bu türlü vuslatlarla da ölçülemeyecek kadar derindir ve onun yolu ölüm koridorundan geçmektedir. (06:42)
  • Hak dostları, can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam ederler; her ânı “Refik-i A’la” hülyalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu isterler; bir asker gibi terhis tezkeresi bekledikleri aynı anda dünyanın çehresindeki gurbetleri kurbetlere çevirmek için dava düşüncesiyle dünyaya bir süre daha katlanmaya razı olurlar ki onların bu hali “vuslata karşı sabır” sözüyle ifade edilebilir. (07.36)
  • “Ölüm korkusu” ile “imansız gitme endişesi” birbirinden çok farklı meselelerdir. İmanın vaad ettiği huzuru kevser yudumluyor gibi duyup hisseden ve ölümden korkmak bir yana onu bir vuslat vesilesi gören hakiki mü’minler aynı zamanda, “Ben ölünce hesabımı nasıl vereceğim, ötelere nasıl bir keyfiyette gideceğim?” endişesiyle de tir tir titremişlerdir. Zira akıbetinden endişe etmeyenin, akıbetinden endişe edilir. Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram, tâbiîn-i izam ve tebe-i tâbiîn-i fihâm efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş oldukları da görülmektedir. (09:50)
  • Tertemiz bir atmosferde neş’et eden ve hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehaî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Hazreti Alkame yanına girip soruyor: “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Evet, korkmayanın akıbetinden korkulur; endişe duymayanın akıbetinden endişe edilir. (11:30)
  • İmam Gazzâlî hazretleri, ihtiyarlıktan önce, ölümün keşif kolları henüz vücudu istila etmemişken daha ziyade havfın; ihtiyarlık döneminde ise recânın ağır basması gerektiğini ifade eder. Yani insan sağlığı, sıhhati yerindeyken Allah’tan çok korkmalı ve tir tir titremelidir. Ölümün soluklarını hissettiği günlerde ise, ümitsizliğe düşmemek için recâ duygusu ağır basmalıdır. İnsan vefat edeceği esnada: “Allah’ım ben Sana geliyorum. Sen şimdiye kadar Sana ümitle gelen insanların hiçbirisini o kapıdan boş çevirmedin. Sen, kapının tokmağına dokunan hiç kimseye ‘hayır’ demedin. Hiç kimsenin ayıbını yüzüne vurmadın. Çok küçük sermayelerle bile Sana teveccüh eden insanları, çok âlî sermayelerle gelmiş ziyaretçiler gibi kabul buyurdun ve onlara iltifat ettin.” mülâhazalarıyla dolup taşmalıdır. (13:28)
  • İnsan, imandaki derinliği ölçüsünde onu kaybetme korkusuyla tir tir titrer. Bir bankanın parasını arabayla bir yerden bir yere götüren görevliler, vazifelerini nasıl yürekleri ağızlarında yerine getirirler! Ebedî saadetin vesilesi olması dolayısıyla iman sermayesinin yanında trilyonların, katrilyonların ne ehemmiyeti olabilir ki! Evet, iman ebedî saadeti peyleyeceğimiz eşsiz bir sermayedir. Bu yönüyle o bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşır. Yani Cennet, o iman çekirdeğinden neşv ü nema bulacak, bir ağaç hâline gelecek, sonsuzluğa doğru ser çekip sizin ferih ve fahur bir şekilde ebediyetlere kadar gölgesinde yaşamanıza imkân sağlayacak. Şimdi insan bu kadar büyük bir sermayeye sahipse ve o insanın şeytan, şeytanın avenesi, nefs-i emmare ve cismaniyet gibi düşmanları varsa, aynı zamanda bu düşmanlar tarafından her an bir çelmeye maruz kalıp o sermayeyi kaybetme tehlikesi bulunuyorsa, böyle bir insan tabii ki çok korkmalı ve hep temkinli olmalıdır. İşte akıbet endişesi dediğimiz korku böyle bir korkudur ve o imandaki derinlikle doğru orantılıdır. (17:10)
  • Ben o ölçüde imanlı bir insan değilim; fakat günde belki on defa kâfir olarak gitme korkusuyla ayaklarım titriyor, rengim kaçıyor. Çarşı-pazarda ve halkın içinde değilim, endişe duyulacak atmosferlerde bulunmuyorum, falan filan şeylere karşı zaaflar geçip gitmiş artık; fakat şeytanın çok oyunu vardır, nerede nasıl bir çelme takacağı belli değildir. Çok samimi söylüyorum; o kadar çok korkuyorum ki, her gün defalarca, aklıma her gelişinde “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhab Sensin Sen!”(Âl-i İmrân, 3/8) mealindeki ayeti dua sadedinde okumazsam imanıma karşı vefasızlık yapmış olacağımı düşünüyorum. (21:07)
  • Mehmet Kırkıncı Hocaefendi gençliğinde bile çok defa ellerini dizlerine vurur; “Yahu Molla Fethullah akıbetimden çok korkuyorum!” derdi. (22:21)
  • Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh) hazretlerinin naklettiği hadis-i şerifte Kainâtın Medâr-ı İftiharı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: مَنْ أَحَبَّ لِقَاءَ اللهِ أَحَبَّ اللهُ لِقَاءَهُ وَمَنْ كَرِهَ لِقَاءَ اللهِ كَرِهَ اللهُ لِقَاءَهُ “Kim Allah’a kavuşma (likâullah) arzusu içinde olursa, Allah (azze ve celle) de –Zât-ı Ecell-i A’lâsına yakışır şekilde– ona kavuşmayı ister; kim de Allah’a vuslat iştiyâkı içinde bulunmazsa Cenâb-ı Allah da onunla karşılaşmayı istemez.” (Buhari, rikâk, 41) Bu hadisteki kavuşma arzusunu da rıza meselesinde olduğu gibi değerlendirmek lazımdır: Her ne kadar şart-ı âdî planında sizin meyil ve sevginiz bir ilk gibiyse de, temelde rızanın menşei yine Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğudur. O razı olunca, sizin içinizde de rıza hissi neşv ü nemâ bulmaktadır. Ne var ki, Allah Teâlâ, şart-ı adi planında, rızasını sizin meyil ve muhabbetiniz gibi bazı basit vesilelere bağlamıştır. Dünyalar kadar hazineyle sahip olamayacağınız rıza-yı ilahîye sizin altından kalkabileceğiniz bir bedel biçmiş; onu sizin için alınabilir kılmıştır. (23:25)
  • Ölüm, bizim için, her zaman rûhun dolaşıp durduğu çok buudlu bir mekâna ve çok derinlikli bir zamana kulluk vazifesinden terhis mânâsına, Cenab-ı Hakk’ın “Haydi şimdi bütünüyle Bana gel!” demesinden başka bir şey değildir. O’nu gönülden tanıyıp sevenler için bu “gel” deyişin üslûbunda öyle bir iltifat ve öyle baş döndürücü bir teveccüh vardır ki; “Ey gönlü itmi'nana ve huzura ermiş ruh! Sen O'ndan, O da senden razı olarak dön Rabbine!.. Katıl has kullarıma ve gir cennetime!” şeklindeki çağrıyı alan ruh, bir dakika bile burada kalmak istemez. Zira bu çağrının mânâsı, dünyanın sıkıntı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl!.. Yitirdiğin Cennet'e ve ruhun asıl yurduna dön, demektir. Ölümü, bu mânâda bir iltifat çağrısı kabul edenler, dünyaya gelişi bir memuriyet ve askerlik, ondan ayrılışı da bir terhis, bir ikinci doğum ve bir ebedî varoluşa uyanma şeklinde anlar ve merdane yürürler kabre doğru. Azrail arkadaşlığını, İsrafil dostluğuyla bir bilir, Allah’a yürüme ânının her lâhzasını Cebrail rehberliğinde miraca yükseliyor gibi zevk ederler. Dolayısıyla, ölüp mezara gömülmeyi, bir tohumun sümbül vermek için toprağın bağrına saçılması gibi gören mü’minler, diğer melekleri sevdikleri gibi Hazreti Azrail’i de severler. “Ölüm Meleği” ile alakalı hatalı düşünceler bilgi eksikliğinden ve telkin yanlışlığından kaynaklanmaktadır. (26:50)
  • Hazreti Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor: “Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Diğer milletlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi birbirlerini üzerinize çullanmak için çağıracakları zaman yakındır.” Orada bulunanlardan biri: “O gün sayıca azlığımızdan mı?” diye sordu. Allah Rasulü: “Hayır,” buyurdu, “Bilakis o gün siz sayıca çok olacaksınız. Fakat, bir selin getirip yığdığı çer-çöp gibi hiçbir ağırlığınız olmayacak. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve kalblerinize “vehn” atacak!” “Vehn de nedir ey Allah’ın Rasûlü?” denilince de şöyle cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” (30:53)
  • Hazreti İkrime, Müslüman olduğunda “Yâ Rasûlallah! Sana ve İslâm’a düşmanlık uğruna ne kadar mal sarfettiysem, bundan böyle İslâm için bunun iki mislini harcayacağıma söz veriyorum...”demişti. Yermük’te sözünde durmuştu.. ancak orada verdikleri arasında, canı da vardı. Yermük Muharebesi’ne hanımı ve çocuğuyla beraber katılır. O bu muharebede yaralanır ve alıp bir çadıra getirirler. Hanımı başucunda ağlarken İkrime, “Ağlama!”der, “Ben zaferi görmedikçe ölmeyeceğim.”Bu da ona ait bir keramettir. Biraz sonra çadıra amcası Hâris b. Hişâm girer: “Müjde,der, Allah bize zafer verdi!”İşte o zaman İkrime, “Beni ayağa kaldırın. Çünkü içeriye Allah Rasûlü girdi.”der ve Allah Rasûlü’nün ruhaniyatına hitaben şunları söyler: “Yâ Rasûlallah! Sana verdiğim sözümde durdum mu? Ahdimi yerine getirdim mi?” (32:42)
  • İslam’ın gurbet yılları ölüm korkusuyla, zahmete katlanamama zaafıyla, açılma hissinin sönmesi hastalığıyla, “dünya bize emanet” düşüncesinin yitirilmesiyle ve “Benim adım güneşin doğup battığı her yerde duyulacak!” mefkûresinin kaybıyla başlamıştır. Allah Rasûlü, bu gurbet yıllarını kurbet senelerine çevirecek gariplere “müjdeler olsun” buyurmaktadır. (34:16)
  • Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde altı garipten bahsetmiş ve “Mescid, namaz kılmayanlar arasında; Kur’an-ı Kerim, fâsıkın kalbinde ya da onu okumayan birinin evinde; sâliha bir kadın kötü huylu bir adamın nikahı altında; sâlih bir erkek arsız bir kadının yanında ve âlim, onun ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasında gariptir.” buyurmuştur. (36:20)

Ölüm talebi ve öteler endişesi

  • Mukaddime: Kulluk, bir şehrahta (büyük cadde, şaşırılması mümkün olmayan doğru ve açık yol, otoban) yürümek kadar kolay; bir patikayı aşmak, dar bir köprüyü geçmek kadar da zordur. Sırât burada geçilir; ötede ise, burada geçilmiş sırât geçilir. (00:45)

Soru: 1) Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyevî sıkıntılardan dolayı ölümün temennî edilmemesi gerektiğine vurguda bulunurken, “Allah’ım, hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, vefat daha hayırlı olunca da can emanetini al!” mealindeki duayı talim buyuruyor. Hayatın bir gayeye bağlanması ve ölüm hakikati zaviyesinden bu duayı nasıl anlamalıyız? (06:18)

  • Enes ibn Mâlik (radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:

    لاَ يَتَمَنَّيَنَّ أَحَدُكُمُ الْمَوْتَ لِضُرٍّ أصابهُ، فَإن كان لاَ بُدَّ فَاعِلاً فَلْيَقُل
    اللَّهُمَّ أَحْيِنِي مَا كانت الْحَيَاةُ خَيْرًا لِي، وَتَوَفَّنِي إذا كانت الْوَفَاةُ خَيْرًا لِي


    “Başına gelen bir musibetten dolayı hiçbir kimse ölmeyi istemesin. İllâ bir şey söyleyecekse, şöyle desin: “Allah’ım, hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat, vefat daha hayırlı olunca da can emanetini al!” (Buhârî, Merda 19; Müslim, Zikir 10) (06:50)
  • Sadakat nişanesi Hazreti Yusuf’un onca çilenin akabinde Mısır’ın azizliğine ulaştıktan, anne-babasına kavuştuktan, kardeşleriyle buluşup barıştıktan sonra, en mesut ve bahtiyar olduğu bir anda ölümü istemesini ve “Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı, dürüst insanlar arasına dahil eyle!” demesini, vazife tamam olunca gözlerini âhiretin yamaçlarına dikme.. Cenâb-ı Hakk’a vuslatı arzu etme.. ve ilahi aşk u iştiyakla dolup bir an evvel O’na mülaki olmayı isteme şeklinde anlamak lazımdır. Ayrıca, ölüm talebinin onun şeriatında caiz olduğu da düşünülebilir. (07:40)
  • “Likâ”; kavuşmak, buluşmak ve görüşmek manalarına gelen Arapça bir kelimedir. Özellikle tasavvuf ıstılahı olarak çokça zikredilen “likâullah” tabiri ise; Allah’a kavuşmak, Cenâb-ı Hakk’ın vuslatına ermek ve Cennet’te “Cuma Yamaçları”ndan Mevlâ-yı Müteâl’in o güzellerden güzel cemaliyle şereflenmek demektir. Belki de en büyük sabır; likâullaha aşk u iştiyak ile yanıp tutuşan ama henüz “gelebilirsin” davetini almadığından dünya zindanına katlanan hakikat âşıklarının vuslata karşı dişini sıkıp dayanma sabrıdır. Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları en zor sabırdır. Böyle sabır kahramanlarının hayatları hayırlıdır ve yaşamaları faydalıdır. (09:50)
  • Şefkat Peygamberi, Mi’râç’tan dönerken başta peygamber vârisleri asfiyâ olmak üzere bütün ümmeti için geçtiği kapıları aralık bırakmıştır. Efendimiz melekût âlemini seyerân eylemiş, daha sonra urûcunu, nüzulle taçlandırmış ve ümmetini Cenâb-ı Hakk’a götürmek için geri gelmiştir. Büyük velilerden Abdülkuddüs Hazretleri demiştir ki: “Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mi’râç’ta gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü’l-Müntehâya ulaştı, Cenâb-ı Allah’la konuştu. Fakat, Cennet’in câzibedâr güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!..” Bunu değerlendiren bir büyük zât ise, “işte nebi ile veli arasındaki fark” diyerek önemli bir hakikate işaret etmiştir. (11:45)
  • Hayat, yüksek bir gayeye, o gaye de Allah’ın rızasına bağlanmalıdır. Bugün hayatın adanabileceği en yüksek gaye, Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm)’ın mesajlarının dünyanın her yanına ulaştırılmasıdır. Evet, benlik çukurlarında sürüklenmek istemiyorsanız, böyle büyük bir gayeye dilbeste olmalısınız... Düşmemeniz ve Allah’ın sizi düşürmemesi için, yüce mefkurenizi gerçekleştirmeye kendinizi adamalı, varlığınızı o işe vakfetmeli ve hayatınızı onunla hayırlı hale getirmelisiniz. (15:47)

Soru: 2) Marûf-u Kerhî ve Şah-ı Nakşibend Hazretleri gibi büyükler, “Hasbunallahu ve ni’me’l-vekîl - Allah bize yeter, O ne güzel vekîldir!” ayetinden mülhem “Hasbiye” dualarında, din ve dünya umuruyla alâkalı hususlarda Allah’a sığınmanın yanısıra, ölüm, kabir, mahşer, hesap ve Sırat’ın zorluklarına karşı da Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvvetine iltica ediyorlar. Bu türlü hasbiyelere ve onların seslendirilmesi sırasındaki mülahazalara dair düşüncelerinizi lütfeder misiniz? (20:08)

  • Ma’rûf-u Kerhî hazretleri de Abdülkadir-i Geylanî, Akîl Menbicî, Hayat bin Kays el-Harranî, Ebu Hasan el-Harakanî, İmam-ı Rabbânî ve Hazreti Bediüzzaman gibi tasarrufu devam ettiğine inanılan insanlar arasında sayılır. Hazreti Üstad, Barla Lahikası’nda şöyle buyurmaktadır: “Saniyen: Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî İsm-i Âzamı, “Yâ Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü’l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne’l-evliya meşhur olmuştur.” (20:48)
  • Marûf-u Kerhî ve Şah-ı Nakşibend Hazretleri gibi büyükler “hasbiye” diye bilinen dualarında -bazı kelime farklılıklarıyla- şöyle tazarru ve yakarışta bulunmuşlardır:

    حَسْبُنَا اللّٰهُ الرَّحِيمُ عِنْدَ السَّـامِ ‏*‏ حَسْـبُنَا اللّٰهُ الرَّؤُفُ عِنْدَ الْمَسْئَلَةِ فِي الْجَدَثِ ‏*‏ حَسْـبُنَا اللّٰهُ الْكَرِيمُ عِنْدَ الْحِسَـابِ ‏*‏ حَسْبُنَـا اللّٰهُ اللَّطِيفُ عِنْدَ الْمِيزَانِ ‏*‏ حَسْبُنَا اللّٰهُ الْحَكِيمُ عِنْدَ الْجَنَّةِ وَالنَّـارِ ‏*‏ حَسْبُنَا اللّٰهُ الْقَدِيرُ عِنْدَ الصِّـرَاطِ ﴿حَسْـبِيَ اللّٰهُ لاَ إِلٰــهَ إلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُـوَ رَبُّ الْـعَـرْشِ الْـعَـظِـيـم﴾

    "Ölümün sıkıntılarına maruz kaldığımızda -kullarına hep hilm ile muamele eden- Allah bize yeter. Kabirde aşılması gereken bir akabe olan sorgu-sual esnasında -şefkati engin- Allah bize yeter. Kıyamet koptuktan sonra yeniden dirilme ve hayatın hesabını vermek üzere toplanma vaktinde -rahmeti sonsuz- Allah bize yeter. Amel defterlerinin uçuşup durduğu hesap hengamında ve herkesin yapıp ettiklerinin tartıldığı o dehşetli anda -çoğu zaman sürpriz ikramlarla kullarını sevindiren- Allah bize yeter.. ve Sırat’tan selametle geçip ebedî saadet yurduna girme mevzuunda -her vakit bütün mahlukâtın ihtiyacını görüp gözeten- Allah bize yeter. Rasûl-ü Ekrem’ine “Allah bana yeter. O’ndan başka mabud yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129) diyerek Kendisine sığınmasını talim buyuran Allah dünyevî ve uhrevî her ihtiyacımıza karşı bize yeter. (22:35)
  • Hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehaî vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “İnne’l-emra ciddün - Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar; “Orada ne muamele gördün, nasıl karşılandın?” diye soruyorlar; “Vallahi, nübüvvet’le aramda dört parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler.” cevabını veriyor. Evet, korkmayanın akıbetinden korkulur; endişe duymayanın akıbetinden endişe edilir. İşte, o büyük Hak dostları neticede kaybetme korkusuyla kıvrana kıvrana yaşadıklarından dolayı zaman zaman bir nevi reca kalkanına sığınmış ve “Allah bize yeter!” diyerek soluklanmışlardır. (24:00)
  • Kabir suali, bazı kimselere çok kolay gelecek olsa da aslında ekser insanlar için çok zor bir imtihandır. Risalelerde o imtihanda başarılı olmuş bir talebenin menkıbesi şöyle anlatılmaktadır: “Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesi, vefat edip kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke” (Senin Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip nahiv ilmiyle cevap vererek, “Men, mübtedâdır; Rabbüke, onun haberidir. Müşkül bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır.” diyerek, hem o melâikeleri, hem hazır ruhları, hem o vâkıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfü’l-kubur velîsini güldürdü ve rahmet-i İlâhiyeyi tebessüme getirdi.” (27:05)
  • Hadisçiler arasında “Bitâka” (üzerinde bir not yazılı olan küçük kağıt ya da kart) hadîsi olarak bilinen bir nebevî ihbarda Cenâb-ı Hakk’ın merhameti şöyle nazara verilmektedir: Bir insan (kıyamet günü) getirilir. (Terazinin) bir kefesine onun amellerinin yazıldığı doksan dokuz defter konulur; her biri göz alabildiğine uzundur. Diğer taraftan üzerinde “Lâ îlâhe illallah” yazılı bitâka da getirilir. O kimse sorar: Ey Rabbim, bu defterlerle birlikte bu kağıt nedir? Allah Teâlâ buyurur: Muhakkak ki sen haksızlığa uğratılmayacaksın! Sonra, o bitâka, terazinin bir kefesine konulur. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) buyurur ki: O kağıdın karşısında defterler çok hafif kaldı. (29:33)
  • Hâsılı, büyüklerin hasbiyelerini, akıbet endişesiyle tir tir titreyen bir Hak dostunun imkânlarının sınırlılığını, iradesinin yetmezliğini acz u fakr iniltileriyle dile getirmesi.. Hakk’ın sonsuz kudretiyle ümidi şahlandırması.. nâçâr kaldığı yerde kendisine sürpriz bir şekilde bir kapı aralanacağı recâsına sarılarak,

    “Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden
    Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden”
    (M. Lütfi)
    demesi ve en miskin bir dilenci gibi hâlini, o her şeye nigehbân Rabbine arz etmesi şeklinde anlamak ve sürekli tekrar etmek uygun olsa gerektir. (31:20)

Ölümsüzlük iksiri ve ilim-zühd münasebeti

Fethullah Gülen: Bamteli: Ölümsüzlük iksiri ve ilim-zühd münasebeti

Çay faslından hakikat damlaları: Ölümsüzlük iksiri

  • Yapılan pek çok hatanın temelinde insanın her şeyi bildiğini zannetmesi, kendi kendisine yeteceği mülahazası ve başkalarının fikirlerine müracaat etmeme inhirafı bulunmaktadır. Çağımızda bu körlük yaygınlık kazanmıştır. Halbuki, esas “Akla mağrur olma Eflâtun-ı vakt olsan dahi / Bir edib-i kâmil gördükde tıfl-ı mekteb ol!.” (Nef’î) sözünce yaşamaktır. Zira, Çekinme âkıl isen itiraf-ı noksandan / Emin olan delidir aklının kemalinden!” (M. Naci) (01:50)
  • Halk arasında “Marifet iltifata tabidir.” şeklinde yaygın olarak kullanılan bir söz vardır. Belki pek çok insan için böyle bir disiplin söz konusu olabilir ama aslında o bencilce bir yaklaşımdır. Yani halk iltifatta bulunduğu takdirde bazı insanlar marifetlerini döktürür, kabiliyetlerini sergilerler. Aslında iltifat, umumi manada insanlar için teşvik edici bir unsur, hatta bir ihtiyaç olarak görülebilir. Fakat adanmış bir ruha göre, iltifat marifete tabidir. Siz yapmanız gerekeni yapar, ortaya koymanız gerekeni ortaya koyarsınız; bunun sonucunda âlem ister iltifat eder, isterse etmez; meseleyi asla buna bağlı götürmezsiniz. Hatta çok defa onların iltifatlarını gördüğünüzde, “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lutf ile ihsan nedendir” der, nefsinizi sorgulamaya durursunuz. (03:00)
  • Bir ayet-i kerimede Hazreti İbrahim’in şöyle dua ettiği anlatılır:

    وَاجْعَلْ لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي اْلآخِرِينَ
    “Bana sonrakiler içinde bir lisân-ı sıdk (ve bir yâd-ı cemîl) lütfeyle!” (Şuarâ Sûresi, 26/84)

    Hazreti İbrahim’in bu duası kabul olmuştur; nitekim o, Müslümanlar (hatta Hristiyan ve Yahudiler) nezdinde hep bir yâd-ı cemîl olarak anılmakta ve dualarla yâd edilmektedir. Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz de öyle bir çizgide yaşamıştır ki O’nu hayırla anmamak mümkün değildir. Siz Allah rızasını gözeterek hizmet edin gidin, “Balık bilmezse Hâlık bilir” hakikati sizin için de cereyan edecek ve siz de yâd-ı cemil olacaksınız. (04:14)
  • Mahmud, yerde-gökte övülüp methedilen, sena edilen zât demektir. Bu unvan, Peygamber Efendimiz’in ismi olarak Kur’ân’da yer almasa da, ezan sonrası okuduğumuz duada geçtiği üzere Sünnet-i Sahiha’yla sâbit bir ism-i mübarektir. Makam-ı Mahmud, mutlak mânâda İnsanlığın İftihar Tablosu’na has, hamîdiyet ve mahmûdiyetin bir araya getirildiği ulvî bir makamdır. Şöyle ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’a karşı yerine getirdiği hamdiyle hâmid, gökte ve yerde övülüp medhedilmesiyle de mahmuddur. Evet O, hamd u şükürle kullukta bulunmuş, kulluk yaptıkça Cenâb-ı Hak tarafından övülmüş, övüldükçe mütemadiyen kulluk yapmış, Allah O’nu medih, O da Allah’a hamd etmiş ve neticede övülme ve övgüye mazhar olma makamına ulaşmıştır. (06:50)
  • Allah Rasûlü’nü (aleyhissalatü vesselam) salat ü selamlarla anmamızın neticesi yine bize dönüyor. O’nun şefaat dairesi genişliyor. Himmetine koşanlar himmet-yab oluyor. Kevserinin başına koşanlar orada âb-ı hayat yudumluyor, ölümsüzlük iksiriyle ölümsüzlüğe eriyorlar. (07:10)
  • Günümüzün insanlarının yabancılaştığı bir şey: Kendi insanlığını duyma.. insanın Allah için var olduğunu duyma.. ötelere namzet olduğunu duyma (07:45)
  • Muhterem Hocaefendi’nin işaret ettiği hutbede okunan yazı: “Yolda kalanlar da var” (Sızıntı-Nisan 1982-Başyazı) (09:09)
  • Yalana aldatmaya alışmış ve başkalarını da kendileri gibi zanneden zavallılar kendilerindeki takıyye ruhunu aksettirircesine “Ajandada ne var?” deyip duruyorlar. Ajandada iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhani var. Cenâb-ı Hakk’ı bilme adına bir türlü doymama var ve kendini hep gariplerden garip, fakirlerden fakir görme var. Zirvelerde dolaştığı halde, “Neden hala böyle zeminde sürüm sürümüm!” mülahazasını bir birleşik nokta haline getirerek zirve ile zemini beraber mütalaa etme var. Ajandamızda bunlar var ama hedeflerine dünyayı koyanlar bunları anlamazlar ki!.. (10:40)
  • “Ben ben” diyen “Hû”yu duyamaz. (12:16)

Soru: İrfana erememiş ilm-i zâhir erbâbının sadece kalıplarla meşgul oldukları, onların özünü/gâyesini göremedikleri ve مَنِ ازْدَادَ عِلْماً وَلَمْ يَزْدَدْ زُهْداً لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلاَّ بُعْداً mazmununca âlâ-yı illiyyîn yolunda esfel-i sâfilîne sukut ettikleri ifade ediliyor. Bu zaviyeden mezkur hadisteki zühd nasıl anlaşılmalıdır? (13:38)

  • Dünyevî hazları terk edip, cismanî meyillere karşı koyma mânâlarına gelen zühd; sofîlerce daha çok, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşamak, davranışlarında “takva”yı esas tutarak, dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, müstağni ve müstenkif bulunmak mânâlarına gelir. Şahsî kurtuluşunu düşünen bir insan için, Allah’ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma ve mala-mülke terettüp eden bütün hakları yerine getirme şeklindeki bir çeşit zühd yeterli olsa da, sahabe mesleğini tercih edenler için zühd dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşamak ve ebedî olan ukbâ saadeti için, muvakkat dünya rahatını terk etmektir. Bize hedef olarak gösterilen azamî zühde gelince; o, sıkıntı anlarında dahi dinin hudutlarını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama; dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama, kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama; medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme ve Hakk’a kulluğu her şeye tercih etme demektir. (14:14)
  • Alvarlı Efe Hazretleri der ki: “Öyle bir dildâre dil ver eyleye dilşâd seni / Öyle bir dâmeni tut ki ede ber-murâd seni!” Yani, öyle bir sevgiliye gönül bağla ki, gönlünü şâd etsin. Öyle bir eteğe yapış ki, seni muradına erdirsin. (16:50)
  • Bir insanın, herhangi bir araştırma lüzumunu duymadan, atalarından görüp duyduğu gibi inanması ve netice itibarıyla da davranışlarını ona göre ayarlaması bir taklittir ve sığlıktır. Bu türlü davranışta muhakeme ve dolayısıyla da “ilm-i yakîn” bulunmadığından, kitlelerin akışına, hârîcî müessirlerin ağır basmalarına göre, sık sık yer ve yön değiştirmeler olabilir. Ayrıca, fen ve felsefeden gelen dalâlet ve küfran karşısında taklit Müslümanları mukavemet edemezler. Bu itibarla, böyle kimselerin çoğu, cami gölgesinde ve sağlam bir toplum içinde neşet ettiklerinden dolayı müslüman olmuşlardır; fakat şayet bir kilisenin hariminde neşet etselerdi, (sebepler açısından) bu defa da birer Hıristiyan olurlardı. (18:55)
  • Tahkîk; bir şeyin doğru olup olmadığını araştırmak ve o hususta hakikata ulaşmak için çalışıp didinmek, cehd ve gayret göstermek demektir. İman esaslarının mahiyet ve hakikatini araştırıp soruşturarak, sonra da onu amel vesilesiyle iyice tabiata mal ederek (yani tahkik sonucu) ulaşılan imana “tahkîkî iman” denir. Günümüzün insanı böyle bir tahkik peşine düşmediğinden, sadece taklit ile avunduğundan ve bir de bir kısım alkışçılar karşısında bütün bütün aldandığından bir sürü mehdî (!) zuhur etti, adeta mehdî enflasyonu yaşanıyor. (20:50)
  • “Bak şu gedânın hâline / Bende olmuş zülfün teline / Parmağım aşkın balına / Bandıkça bandım, bir su ver!” diyen Gedâî gibi marifete doymamak ve daha ötesine ulaşmaya çalışmak gerekir. Tatma ve doyma (itminan) mertebelerinden de öte doyduktan sonra doymadığına inanmak ve sürekli doyma peşinde bulunmak lazımdır. Allah karşısında fevkalade terakki ile fevkalade tevazuu cemetmek esastır. (23:20)
  • Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster” diye dua ediyordu. Hak dostları da “Allahım beni kendi nazarımda minnacık, pire kadar, sinek kanadı kadar kıl ama dinimde derin kıl.” manasına gelecek şekilde dualar etmişlerdir. (25:45)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Mâiz’e ve Gâmidiyeli kadına tevbe yolunu göstermiş, kendi ısrarlı talepleriyle cezalandırıldıktan sonra da biri hakkında “Öyle bir tevbe etti ki, bu tevbe şu iki dağ arasındaki insanlara paylaştırılsaydı hepsine yeterdi!”; diğeri hakkında da “O öyle bir tevbe etti ki eğer haraç alan bir mü’min dahi bu tevbeyi yapsaydı Allah affederdi!” buyurmuştu. (27:12)
  • İnsan iman, marifet, muhabbet, zevk-i ruhânî, aşk u iştiyak ve marifette sabit-kadem olma mevzuunda öyle bir derinliğe ulaşmalı ki.. fakat kendisini sığlardan sığ görmeli. Zaten gerçekten öyle bir derinliğe ulaşan, kendisini insanların en hakiri görür. Mefhum-u muhalifi şudur bunun: Kendini başkalarının üstünde belli bir faikiyete bağlayarak ifade etmeye kalkan kimseler, insanların en zavallısıdır. Mü’min de olsa öyledir, münafık da olsa öyledir, kafir de olsa öyledir. Kendisine kendine göre hayalinde payeler kurgulayan, “Ben şuyum galiba.. şöyle önemli bir misyonu eda etmek üzere dest-i kudret tarafından hususi bir donanımla insanlığın elinden tutmak, onları evc-i kemalata çıkartmak üzere gönderilmiş bir meb’us-u hâssım!” mülahazasını taşıyan insan basbayağı bir zavallıdır ve onun sinek kanadı kadar bir kıymeti yoktur. Büyüklerde büyüklüğün alameti tevazu ve mahviyettir; küçüklüğün alameti de tekebbürdür. (28:00)
  • İlm-i zâhir erbâbı, eşya ve hâdiselerin neye bakıp neyi gösterdiklerini okumadan daha ziyade, bir kısım naturalistlerin yaptıkları gibi sadece kalıplarla meşgul olur da onların özünü ve gâyesini göremezler; göremez de

    مَنِ ازْدَادَ عِلْمًا وَلَمْ يَزْدَدْ زُهْدًا لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا
    “Kimin ilmi arttıkça zühdü de artmazsa, o ancak Allah’tan uzaklığına uzaklık katmış olur.”

    mazmununca âlâ-yı illiyyîn yolunda esfel-i sâfilîne sukut ederler. (29:45)
  • Alvarlı Efe Hazretleri,

    Ne ilmim var ne amâlim,
    Ne hayr u taate kaldı mecalim;
    Garîk-î isyanım, çoktur vebalim,
    Acep rûz-i cezada ne ola halim!

    diyerek kendisine bakışını ortaya koyuyor. Aslında bütün büyüklerin kendilerine bakışı böyledir. (31:47)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Oruç ve ibadetin özü

Orucu sadece aç durma ve susuz kalma şeklinde anlamamalıyız. Aynı zamanda gözümüze, kulağımıza, ağzımıza da oruç tutturmalıyız. Oruca başlarken yememeye, içmemeye niyet ettiğimiz gibi orucun ruhuna dokunacak ve onun özünü çatlatabilecek şeylere karşı kapanmaya da niyet etmeliyiz. Bu hususta ümmetini ikaz eden Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Nice oruç tutan vardır ki tuttuğu oruçtan onun yanına kalan sadece açlık ve susuzluktur."

Osmanlı, Yeniçeri ve İnsaf Perspektifi

Soru: Bazen bir toplumun veya kurumun değişik fertlerinde meydana gelen kusurlar, o heyetin her bir ferdi tarafından işlenmiş; bazen de farklı zamanlarda vukû bulmuş hatalar, bir anda yapılmış gibi algılanarak suizanlara girilebiliyor. Dünden bugüne tarih ve müesseseler değerlendirilirken de böyle bir hatanın yansımaları olmuş mudur? Bu yanlışlığa düşmemek için, tarihimize bakarken ve muhataplarımızı değerlendirirken hangi hususlara dikkat etmeliyiz?

Osmanlı’da Fütüvvet Ruhu

Özellikle Batılı yazarlar Osmanlı’yı asırlar boyu ayakta tutan faktörlerden en önemlisinin "savaş ekonomisi" olduğunu söylüyorlar. Dolayısıyla da, cihada o kadar kilitlenmiş olmalarını bu faktöre bağlıyor ve Osmanlı tarihini "savaşlar tarihi" şeklinde gösteriyorlar. Maalesef, bizdeki bazı tarih kitapları da Osmanlı’yı genellikle aynı çizgide ele alıyor. Bu konudaki mülahazalarınızı lutfeder misiniz?

Ötelere iştiyâk ve peygamberâne îsâr

Ötelere iştiyâk ve peygamberâne îsâr

Sâdî-i Şirâzî diyor ki: “Ne kadar okursan oku, bilgine yakışır şekilde davranmadığın sürece, câhilsin demektir!” Bilginin tabiata mal edilmesi.. bilginin Allah’ın rızasını kazanma istikametinde bir dinamik haline getirilmesi.. bilginin insanı sürekli şarj etmesi ve aldığı bu enerji ile insanın hep “Hû” deyip O’na (celle celâluhu) doğru koşması… Bilgi, bunu yapmıyorsa, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “… (Onların durumları) tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer…” (Cuma, 62/5) Kur’an-ı Kerim ifade ettiği için, diyorum: Öyle biri, sayfaları, dosyaları, kitapları sırtında taşıyan bir merkûp gibidir!..

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gökler ötesi âlemlerden, dönüp insanlar arasına inmesi hiç kimseye nasip olmayan bir “îsâr” derecesidir.

Bilginin, “marifet”e dönüşmesi… “Vicdan kültürü” haline gelmesi de diyebilirsiniz. Sonra onun orada kaynaya kaynaya kaymaklaşıp “muhabbet” haline gelmesi.. muhabbetin insanı çıldırtacak bir “aşk” haline gelmesi, insanın “aşk” deyip inlemesi.. sonra kaynaya kaynaya aşkın “iştiyâkullah/iştiyâk-ı likâullah” halini alması. Bu kaymak üstü kaymak, “akrebü’l-mukarrebîn”in işi. Hedef, o olmalı; insan, dünyevî işlerinde koşarken de hedefi o olmalı; uhrevî işlerde koşarken de hedefi o olmalı: “İştiyâk-ı likâullah”, Cenâb-ı Hakk’a mülâkî olma iştiyakı.

İnsan, iradesiyle frenlemeli o arzuyu. Yani insan, “Keşke bir an evvel ‘şeb-i arûs’ (vuslat günü/düğün gecesi) olsa; bir an evvel O’na (celle celâluhu) mülâkî olsam; bir an evvel bana ‘Kulum!’ dediğini duysam, bir an evvel!.. O eşref-i mahluk olan, ekmel-i mahluk olan İnsanlığın Medâr-ı İftiharı Hazreti Seyyidü’l-enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile bir an evvel diz dize gelebilsem.. lâl ü gûher gibi dudaklarından dökülen inci-mercanı dersem.. kulak yoluyla kalbime indirsem.. ve onun zevki ile mest ve sermest olsam!..” demeli ama iradesiyle, “Hele dur biraz!.. Bu duyguyu, bu düşünceyi başkalarına duyurma gibi kutsal bir vazife de var!” düşüncesiyle o arzuyu frenlemeli.

Senin o kavuşma arzusuyla yanıp tutuştuğun Efendimiz, Allah’a mülâkî olduktan sonra, O’nun cemâl-i bâ-kemâlini müşâhede ettikten sonra dünyaya döndü. Büyük çoğunluğun kanaati bu istikamettedir: Gördü!.. Süleyman Çelebi de Mevlîd’inin Miraç bahsinde “gördü”ye bağlar meseleyi. Gördü!.. Cennetin binlerce sene mesûdâne hayatı bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini gördü. “Ben Sen’den hoşnudum!” iltifat-ı sübhâniyesini duydu. Ama döndü, geriye geldi; elinizden/elimizden tutmak için, o ufuklara bizi de ulaştırmak için.

İşte dünyada kalınacaksa, bunun için kalınır. Yoksa… Kutsal bir vazifedir İstanbul’un fethi de. Nasıl olmaz ki?!. Efendimiz buyuruyor: لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ، فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا، وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” Fakat böyle bir vuslat arzusu.. iştiyâk-ı likâullah tutkusu.. “cinneti” de diyebilirsiniz.. o işin mecnunu olmak, mec-nu-nu… Mecnun, Ferhat, Vâmık gibi işin mecnunu olmak; esasen, onu şiddetle arzu etmek. “Burada kalma ne kadar zor yahu! Bir an evvel bir şeb-i arûs için kalbim hep çarpıyor, nabzımı tuttuğum zaman ‘Şeb-i arûs, şeb-i arûs, şeb-i arûs!..’ diyor. Ama burada kalıp da bu duyguyu başkalarına duyurma gibi kutsal bir vazife var!” Evet, bu, “îsâr”ın zirvesidir.

Birine yemek yedirmen, onu kendine tercih etmen, îsâr.. kendin giymeyip giydirmen, îsâr.. kendin binmeyip arabanı birine vermen, onu bindirmen, îsâr.. eski sisteme göre, atına binmeyip onu başkasına vermen ve yaya yürümen, îsâr.. aç durman ama başkasını doyurman, îsâr.. susuzlukla cayır cayır yanman ama suyu başkasına vermen, îsâr… Fakat bütün bu îsârların üstünde farklı bir îsâr var: İştiyâk-ı likâullah (Allah’a iştiyak duygusu) ile yanıp tutuştuğu halde, Efendimiz’e iştiyak duygusuyla yanıp tutuştuğu halde… Ki Hazreti Pîr “…Milyonlarca Fârûkî Ahmedler ile muhât olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” diyor. Binlerce Fârûk-i Serhendî’ler ile, İmâm-ı Rabbânî’ler ile muhât. Etrafına gittiğiniz zaman, belki peygamberân-ı ızâm bile, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) halka-i zikrinde, halka-i fikrinde veya halka-i sohbetinde veya müşâhede-i cemâlinde bulunuyor, etrafında halkalar teşkil ediyorlar. O halkanın içinde bulunma, onlarla beraber; Hazreti Musa’nın, Hazreti İsa’nın, Hazreti İbrahim’in, Hazreti Nûh’un temaşasına koştuğu Zât’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) temaşasına koşma… İşte, bu iştiyak ile yanıp tutuşma fakat iradenin hakkını vererek, “Hele az daha dur, dişini sık, sabret!” deyip başkalarında da o duyguyu uyarma, çok önemli bir îsâr ve îsâr duygusunda “zirve bir îsâr”. Mü’minin, bütün îsâr duygularını böyle bir îsâr duygusuyla taçlandırması gereklidir. Gerçek mü’min, hakiki iman etmiş bir insan, böyle bir taçlandırmanın sevdalısıdır.

“Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da. Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü!”

İnsanlığın İftihar Tablosu, Âyetü’l-Kübrâ’nın kendi hususiyetleriyle zuhûrunu müşâhede etti, ama asla gözleri kamaşmadı; kamaşmadı ve bütün gök ehlince “müşârun bi’l-benân” oldu. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى “O dem ki Sidre’yi bir feyiz sarıyor, sardıkça sarıyordu… Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da. Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü!” (Necm, 53/16-18)

Orada, gördüğü her şeyi doğru gördü. O güzellikler karşısında, kendisini yanlış yorumlamaya sevk edebilecek yanlış algılamaları olmadı. Cenneti, debdebe ve ihtişamıyla gördü, “vücûd-i necmî-i nûrânî”siyle, “vücûd-i hâkânî”siyle… Cismanî keyfiyet kazanıp öbür tarafta size sunulacak şey, o cennet, o cehennem şu anda da mevcut; belki mahiyet farklılığıyla mevcut. Şu anda, siz onu göremezsiniz; çünkü belki birisi bir zakkum-ı Cehennem tohumu halinde, öbürü de bir tubâ-i Cennet çekirdeği halinde. Ama Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi vücûd-i necmî-i nûrânîsi, vücûd-i hâkânîsiyle gördü. Esasen, rüya değil, tahayyül değil, tasavvur değil ama farklı, tam kendine göre. O vücuda döndüğü zaman, o “tahavvül” mü diyelim, bir yönüyle, o “değişim” mi, “farklı değişim” mi diyelim; sofîlerin ifadesiyle, “fenâ fillah”, “bekâ billah/maallah” mı diyelim, o vücûd-i hâkânîsiyle, o âlemler, bütün debdebe ve güzelliğiyle meşher gibi O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) önüne serildi. Neye baktı ise o engin bakışıyla, sadece bakma değil, gördü; her şeyi gördü. Her şey nasıl görülecekse, göz kaymadı, öyle gördü; onun hakkında nasıl bir mütalaada, nasıl bir analizde, nasıl bir sentezde bulunulacaksa, nasıl bir terkipte, nasıl bir tahlilde bulunulacaksa, öyle bulundu.

Bir de çokları gibi Kadı Iyaz, “Şifâü’ş-Şerîf”inde ısrarla üzerinde duruyor, Aliyyü’l-Kâri de, Şifâ kitabı üzerine yazdığı şerhte Kadı Iyaz hazretlerinin mütalaalarına destek veriyor: Kaynak söylüyorum, erbâbı bilir bunları; “Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini de gördü!” diyor. Ama şu, bir disiplindir: “Muhît, muhît olduğu aynı anda, muhât olmaz!” Onun için Kur’an-ı Kerim, esas, “ihâtâ”yı nefyetmekte: لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak/ihata edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) Basarlar, O’nu ihata edemez, kuşatamaz! Çünkü bizim basarımız, bir yönüyle “muhât bir basar”dır, bize göredir; ne kadar engin bakarsanız bakınız, bize göredir. Oysaki O (celle celâluhu) nâmütenâhîdir, nâmütenâhî… Nasıl “Zât-ı Baht” dediğimiz Hazreti Zât-ı Kibriyâ, “nâ-kâbil-i idrâk”tir; aynı zamanda ihâta edilme mevzuunda da O, öyle ihata edilmez. Ama Efendimiz, o yüksek kabiliyet ve istidadıyla ve gözü kaymama kabiliyetiyle, Cenâb-ı Bârî hazretlerini de gördü; o baş döndürücü şeylere de şâhit oldu. Bir; böyle anlamak lazım.

Bir de başınız öyle döner ki, işte “Bed’ü’l-Emâlî”de dendiği gibi;

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54) Ehl-i İ’tizal, “Rü’yet”i kabul etmediklerinden dolayı, “Yazıklar olsun ona!” diyor.

Efendimiz, orada, baş döndürücü şeyler görüyor; Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini de görüyor. Neyi görüyor? Cennetin binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen Zât-ı Bâri’yi müşahede ediyor. Kendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç hadis-i şerifinde ifade buyurduğu üzere, köşkleri/villaları görüyor. Hatta Seyyidinâ Hazreti Ömer’in, yine vücûd-i necmî-i nurânîsiyle, kendi villasını görüyor. İstiyor ki, o çok sevdiği, “Peygamber olsaydı benden sonra, Ömer olurdu!”buyurduğu insanın evini şereflendirsin. İhtimal, onun oradaki o hâne-i saadetlerine şeref vermek için adım atmak istiyor. Döndüğünde, bunu Hazreti Ömer’e hikâye ediyor: “Ömer’in o mevzudaki hassasiyet ve kıskançlığını hatırladım, geriye adım attım! Evinden içeriye girmek istemedim! O âlemdeki evinden içeriye girmek istemedim!” Hazreti Ömer, gözyaşlarını tutamıyor; “Sana karşı mı ya Rasûlallah!” diyor.

Harem odasına kadar, bırak harem odasını, kalbimizin en mahrem noktasına kadar, buyursun gelsin!.. Kalblerimizin Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) kursun otağını oraya!.. İman.. iz’an.. o mevzuda yakîn.. esasen, marifet-i tâmme, muhabbet-i tâmme şeklinde vicdanlarımız O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) otağını kurabileceği bir tahttır, bir taht. O’nu öyle taht-ı hümayun haline getirmeli ki, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, oraya baksın; “Tam bana göre bir taht!” desin. O bakış, cihanlara değer!..

Evet, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) Cenâb-ı Hakk’ın ne büyük âyetlerini gördü! مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى “Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da. Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü!” (Necm, 53/16-18) Esasen dünyada da bir sürü ayet var: Âyât-ı beyyinât, tekvinî emirler; hepsi âyât. Kur’an, o ayetlerin tefsiri. “Sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” Yalnız Sensin, ey Kur’an! Ey Tercüman-ı Kur’an, Hazret-i Ruh-u Seyyidi’l-Enâm!.. Sana canlarımız kurban, sallallâhu aleyhi ve sellem.

Ne gördü, ne ettiyse, onları hep vazifesi adına değerlendirmiş. Baş döndüren öyle bir meşheri temâşâ etmiş ama fevkalade vefalı. Biraz evvel îsâr adına bir şey dedim; O, îsârda insanlığın ulaşamayacağı ufku ihraz etmiş bir “îsâr âbidesi”. “Kahraman” tabirini de kullanmıyorum, Mahmud Akkad, kullanıyor. Bir îsâr âbidesi… Gördü onları; “Yahu insan, nasıl bunlardan mahrum kalır?!. Ben eğer burada kalmaya karar verirsem, pekâlâ buraya gelmeye çok ihtiyacı olan o insanlar buraya nasıl gelecek? Öyle ise her şeye rağmen, Benim geriye dönüp onların ellerinden tutmam icap diyor!” deyip döndü. Evet, o büyük Hak dostunun ifade ettiği gibi; “Hazreti Muhammed Mustafa, öyle makamları ihraz etti ki, vallahi ben oraya çıksaydım, geriye dönmezdim. Ama O (sallallâhu aleyhi ve sellem), döndü, geldi, elinden tutulacak kimselerin ellerinden tuttu.” Ve sonra hükmünü koyuyor: “İşte veli ile Peygamber arasındaki fark!” İşte Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm ile en büyük veli arasındaki fark! Devlet başkanı falan-filan değil!.. Onlar, bir Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallâhu anhüm) değilse, beş para etmez. Satsanız bana, ben beş paraya almam! Çünkü yalanları, doğrularından daha çoktur; “Siyasette söz, hakikatin hilafınadır.”

“Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.”

Şimdi, Cenâb-ı Hak, evvela kalblerimizi o türlü iştiyakla mamur kılsın! Bizi, aşkın, sevdanın, iştiyâk-ı likâullah’ın delisi haline getirsin!.. Kendi kendime söz vermiştim: Hayat-ı Kıtmîrânenin sonunda, daha ziyade münâcaat ve naat yazmaya. Öyle şiire de kabiliyetimin olduğu söylenemez. Ama herkesin kendine göre bir dırdırı, bir mırmırı vardır. Şiiri de kirletmiş olabilirim, naatı da kirletmiş, münâcaatı da kirletmiş olabilirim. Ama şimdiye kadar o kadar enfes münâcaatlar, o kadar enfes naatlar yazılmıştır ki, Zat-ı Ulûhiyete karşı aşk u iştiyakı dillendiren, O’nun delisi olduklarını ortaya koyan!.. Hangisinin o sözlerine bakarsanız, “Yalan söylüyor, mübalağa yapıyor!” diyemezsiniz. Onu, bir sevda delisi şeklinde, Mecnun gibi görürsünüz. Öyle Mecnun gibi görürsünüz ki, sevdanın sevdalısıdır. Aşkın âşığıdır o. Ne dediğinin, ne ettiğinin farkında değildir, artık tamamen o işin delisi olmuştur.

Şimdi mesele gönle öyle yerleşince, -hep tekrar ettiğim ifade ile- tabiatın bir derinliği haline gelmişse, iç dinamizminiz haline gelmişse şayet, zannediyorum, sizde de çok ciddî, öyle bir iştiyak olacak. Diyeceksiniz ki: “Hayatta kaldığımız sürece, bu hayatta kalmanın gâyesi, gâye-i hayali veya mefkûresi veya ideali -bize göre- kendini düşünmeden, kendi rahatını düşünmeden, aile efradının mutluluğunu/rahatını düşünmeden, insanlık adına bir şeyler yapıp ortaya koyma mefkûresi/gaye-i hayalidir.”

Aslında böyle bir gaye-i hayal olmazsa, insanın, enâniyet girdabına kapılmaması da mümkün değildir. İşte Hazreti Üstad’ın bu mevzudaki beyanı: “Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse, ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.” Yani öyle yüksek bir duyguya, bir düşünceye, bir meseleyi realize etmeye kilitlenmemiş iseniz şayet… Yani Bağdat’a gitmeye… Bağdat derlerdi, eskiden sultanlık orada olduğundan dolayı… Bağdat’a gitmeye karar vermemiş iseniz şayet, enâniyet girdabına, egoizm girdabına, egosantrizm girdabına, narsizm girdabına düşmeniz, kaçınılmaz olur.

Öyle diyor: “Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse…” Nisyan, unutma demektir; gaye-i hayali unutma. “Benim vazifem: İ’lâ-i Kelimetullah!” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) maddî mücâhedede: مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ “Kim, Allah adının/dininin en yüce olması için mukâtele ederse, o Allah yolunda demektir.” buyuruyor. Günümüzde bu meseleyi ifade edecek olursak; مَنْ جَاهَدَ لِتَكُونَ كَلِمَةَ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا، فَهُوَ فِي سَبِيلِ اللهِ Nâm-ı Celîl-i İlahînin, her yerde anılan bir şey haline, şehbal açan bir bayrak haline gelmesi istikametinde, tamamen o duyguya kilitlenmiş, o gâye-i hayale kilitlenmişse şayet, zannediyorum, o insanın da başı dönmez, bakışı bulanmaz, sağa-sola takılmaz. Biri gelse ısırsa, öbürü çelme atsa, öbürü bir el-enseye kalkışsa, öbürü bir kündeye girişse, bunların hiçbirini görmez; yürür, “Vira bismillah!” deyip hedefine doğru. Durdursalar, yine yürür, yine yürür, yine yürür. Öbürü de arkadan ürür!..

“Gâye-i hayal olmazsa ya nisyan veya tenâsî edilse..” Unutulacak gibi değil ama tenâsî edilse. Tenâsî, “tefâ’ül” kipinden, “izhâru mâ leyse fi’l-bâtın” manasına. “Yahu unutulacak gibi değildi bu ama…” Hani eski Tıpta kullanılırdı, “temâruz”. Maraz, hastalık demek; temâruz ise, hasta görünme demektir. Böyle bir rapor koparmak için hasta görünür; “Uf başım, of kasıklarım, of falan-filan!” der. Buna eski hekimler, “temâruz” (تَمَارُض) derlerdi, şimdi ne diyorlar bilmem. “Te’âmî” (تَعَامِي) de onun gibidir; gördüğü halde görmezden gelmek. Gâye-i hayal olmazsa ya nisyan veya tenâsî edilse; görmezden gelinir, unutulmuş gibi bir muameleye tabi tutulursa, “ezhân enelere dönüp etrafında gezerler”; insan, egoizmanın korkunç akıntılarına kapılır ve bir daha da o kahredici akıntıdan sahil-i selamete çıkamaz; “Dünya!” deyip arkasından koşanların çıkamadıkları gibi.

Yüce bir gaye uğrunda, damla ile deryaları kazanma ufkuna yürürken çekilen sıkıntılar yolun kaderi olarak görülmelidir.

Bize gelince, dileğimiz: اَللَّهُمَّ اِشْتِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ، تُغْنِينَا بِهِ عَنِ اشْتِيَاقِ مَا سِوَاكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ Allah’ım! Bize, Zâtına ve Habîbine karşı öyle delirtici bir iştiyak ver ki; başka bütün iştiyaklar, sinemizden silinip gitsin! Ey yegâne merhametli, başka bütün iştiyaklar, sinemizden silinip gitsin! Cennet bile silinip gitsin! Onun kıymeti de orada Allah’ın Cemâli var, Rıdvân’ı var, Enbiyâ-ı ızâm var, Allah’ın sevdikleri var; ondan dolayı, onların hatırına. Yoksa, bizim sevdalı olduğumuz şey, O (celle celâluhu).. Hû.. Allah Hû.

Evet, dünyada, böyle bir yüksek gâye-i hayal için durmaya değer. Kıtmîr’in mülahazası; iştirak etme mecburiyetinde değilsiniz. Ben, Sultanlar Sultanı’nı (celle celâluhu) insanlara anlatamayacaksam.. bu mevzuda bir hizmetim olmayacaksa.. Efendimiz ile alakalı iki tane gönle O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdiremeyeceksem şayet.. bir insanın hidayetine -Allah’ın yaratmasıyla- vesile olamayacaksam şayet.. kendi şahsî hayatım adına eğer böyle yüksek bir gâye-i hayale dilbeste olamamışsam… Siz beni mazur görün, kendime ait bir söz ile söylüyorum; cihanları fethetme dahi olsa onun karşılığında, kendimi “eşek” sayarım. Sakın size bir şey söyledim zannetmeyin! Ben, düşündüğüm şeyi -kendi adıma düşündüğüm şeyi- kendime söyledim!..

O’nu (celle celâluhu) sevdirme… Emir: حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ buyuruyor: “Allah’ı sevdirin kullarına ki sevsin Allah da sizi!” Mukabele… Böyle bir mukabele!.. Bir damla ile O’na (celle celâluhu) doğru adım atın, size derya ile mukabelede bulunsun! Bir zerre ile O’na (celle celâluhu) doğru bir adım atın, size güneşler ile mukabelede bulunsun! Bir fâni âlem ile O’na (celle celâluhu) doğru bir adım atın, bir bâkî âlemi size bahş eylesin!

Pazarlığa bakın! “Te’âtî”ye bakın! Ticarette “te’âtî” yolu ile alışveriş vardır. Malın fiyatı üstünde, bellidir; karşılığını verir, alırsın; pazarlık yapmadan, be’y ü şirâ mülahazasına girmeden. Buna da Kitabü’l-Büyû’da, “te’âtî yoluyla alışveriş” denir. İşte bu, “te’âtî”dir: وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ  “Verdiğiniz sözü tutun, bakın nasıl söz tutuluyormuş, Ben nasıl size verdiğim sözü tutacağım!” (Bakara, 2/40) Hele bir dilbeste olun, hele bir gönlünüz ile O’nun (celle celâluhu) arasındaki engelleri, mâniaları, surları elinizin tersiyle itin! Hele O’nun (celle celâluhu) ile bir kalbî bütünlüğe geçin; bakın başınızdan aşağıya sağanak sağanak neler yağdırıyor!..

Evet, O’nun (celle celâluhu) bir şey kazanmaya ihtiyacı yok. O (celle celâluhu), Ganiyy; O, Muğnî; O, Müstağni-i Mutlak. Siz/biz, muhtaç. Üyevsü’l-Karnî’nin münâcaatında dediği gibi; belki daha öncesi Seyyidinâ Hazreti Ali’ye, Zeynülâbidîn’e, Hasan Basri gibi kimselere dayanıyor. Evet, O (celle celâluhu), Ganiyy-i ale’l-ıtlâk, Müstağnî-i Mutlak!..  Muhtaç olan, biziz; fakir olan, biziz; âciz olan, biziz; sermayesi damla olan, biziz; sermayesi zerre olan, biziz!.. Bu minicik şeyleri vermek suretiyle cihan-bahâ şeyleri elde etmek, ne kadar kârlı bir ticaret!.. إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) buyuruyor.

Allah sizin ile öyle bir pazarlıkta bulunuyor. Satın size ait fânî şeyleri; alın bâkî şeyleri.. gelip-geçici şeyleri atın; alın gelip-geçmeyen şeyleri.. atın böyle fânî güzellikleri; elde edin bâkî bir güzelliği, bakmaya doyamayacağınız, gördüğünüz/baktığınız zaman kendinizden geçeceğiniz. Çünkü sadece dünyada değil, sistemlerde, galaksilerde, manevî hayatta, maddî hayatta, cismâniyette, metafizikte, metapsişikte ne kadar serpiştirilmiş güzellikler varsa, bütün o güzelliklerin kaynağı O (celle celâluhu)’dur. O güzelliklerin hepsini dolunay halinde, bir ufukta temâşâ ediyor gibi temâşâ etme… Orada kalb durması olsa, -zannediyorum- kalb durur. Fakat orada kalb durması yok, orada aritmi yok. Evet, kalb durur, ölür insan o güzellik karşısında. Dünyaya ait güzellikler, öyle deryada damla ve topraktan bir zerre gibi bir şey. Onu ver, bak ne alıyorsun karşılığında!..

Siz, ona talipsiniz, ona talip oldunuz arkadaşlarınızla beraber. Bugün de Cenâb-ı Hakk öyle yüce bir şeye talip olmanın bir parça sıkıntısını çektiriyor. Öyle büyük bir şeyi elde edeceksiniz, azıcık sıkıntı çekmeniz lazım. Öyle bir şey karşılığında sıkıntı çekmek, âdet-i İlahî. أَشَدُّ النَّاسِ بَلاءً: اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu, enbiyâ-ı ızâma… Sonra derecesine göre diğer insanlara.” Hazreti Pîr, açılımını yaparak söylüyor; أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَوْلِيَاءُ “Belanın en çetini, enbiyâ-ı ızâma; sonra evliyaya…” İsterseniz “asfiyâ”, “ebrâr”, “mukarrabîn” de diyebilirsiniz, derecesine göre. Enbiyâdan sonra “mukarrabîn”, onlardan sonra “asfiyâ”, onlardan sonra “evliyâ”, onlardan sonra da “sizler gibi güzel insanlar”, onlardan sonra da sizin yanınızda bulunduğundan dolayı belki Kıtmîr. Evet, “kıtmîr”, hurma çekirdeğinin yarığındaki iplik/nokta gibi şey veya o çekirdeği saran zar demektir; değersizliğin ifadesi olarak kullanılır; Ashâb-ı Kehf’in köpeğinin de adıdır. Evet, Hizmet dünyasında “kıtmîr”, o kadar.

Haramîler Hizmet’i taşlıyorlar; bilmiyorlar ki, “Kazara bir sapan taşı bir altın kâseye değse / Ne taşın kıymeti artar, ne kıymetten düşer kâse.”

Evet, sizi ötede şanlı, namlı, nişanlı, adlı, ünvanlı hâle getirecek bir yolda yürüyorsunuz. O güzel hallerinizle hallolmayacak mesele yoktur. İnsanlığın problemlerini, o güzel halinizle/temsilinizle halledeceksiniz. Ha, bu arada birileri gelip ilişecek; diş atacak, ısıracak, yalan söyleyecek. Bunların hepsi kâfirce şeyler; onlara “kâfir” demiyoruz fakat bu davranışlar, kâfirce şeyler. Yalan, kâfirce bir şey.. iftira, kâfirce bir şey.. olmadık bir şeyde bulunma/söyleme, kâfirce bir şey.. birini ifnâ etme, ibâdede bulunma, tenkîlde bulunma, itibarsızlığa zorlama, kâfirce tavır, kâfirce davranış…

Bunları yapan insanlar, tevbe ederlerse, kurtulurlar. Bir de deyip ettikleri kimselerden özür dileme şartı vardır. Ama bir şey var ki bana yapılamaz gibi geliyor: Heyeti milyonlara bâliğ olan bir cemaat hakkında, bir Hizmet hakkında bu türlü iftiralarda, isnatlarda, nâsezâ/nâbecâ sözlerde bulunuyorlarsa, hafizanallah… O cemaatin teker teker her ferdinden -el öpme pahasına bile olsa- helallik almadıktan, bütününe “Hakkını helal et!” deyip helallik almadıktan sonra kurtulmaları mümkün değildir. Ve ona ne benim ne başkasının ne de başkalarının gücü yetmez. Cenâb-ı Hak, böyle diyen ve böyle edenleri, altından kalkılmayan o “vizr fâsid dairesi”nden halâs eylesin!.. “Vizr”, vebal, günah, kaybettiren şey demektir. O “vizr fâsid dairesi”nden halâs eylesin!..

Dünya, başlarını döndürmüş, bakışlarını bulandırmış; dünyadan başka bir şey görmüyorlar. “Dünya saltanatı!” deyip onun uğrunda her şeylerini fedâ ediyorlar. Kur’an’ın ifadesiyle: “Bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih ediyorlar.” Ve bir yönüyle, bu kıymetli, çok değerli olan Hizmet’i değersizleştirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Cenâb-ı Hak, o fâsid daireler zincirinden onları da halâs eylesin! Ne diyelim?!.

Evet, “Kazara bir sapan taşı bir altın kâseye değse / Ne taşın kıymeti artar, ne kıymetten düşer kâse.” Bir kâsede altın taşıyorsunuz; kendini bilmez bir densiz, bir taş atıyor. Taş gelip kâseye (keseye) değiyor; ne taşın kıymeti artar, ne kıymetten düşer kâse. Öyle bir şey taşıyorsanız, size diyenler, sadece kendi densizliklerini ortaya koymuş olurlar. Evet… “Hakîr düştüyse ‘Hizmet’, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kıymetten…” Sürgün.. ihtifâ.. cebrî hicret.. zindan.. evlere kapanma, dışarıya çıkamama.. aç bırakılma, susuz bırakılma.. kâfirin, zâlimin yapmadığı/yapmayacağı şeylere maruz kalma… Bütün bunlarla sizi kıymetsizliğe mahkûm etme ceht ve gayreti içindeler. Fakat, yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kıymetten!..

Siz, cihan çapında maşerî vicdana otağlarınızı kurmuş insanlarsınız. Sevgi otağlarınızı, sempati otağlarınızı… Kimsenin o gönüllerden onu söküp atmaya gücü yetmeyecektir. Amnofis de olsa, yetmeyecektir; Jul Sezar da olsa, yetmeyecektir; Lenin de olsa, yetmeyecektir; Tiran da olsa, yetmeyecektir; yetmeyecektir, yetmeyecektir… Siz, hal ile, temsil ile dünya çapında insanlığın sinesine otağ kurmuşsunuz. Densiz, kirli ağızlar, ağızlarını her açışlarında levsiyât boşaltan insanlar, “terör örgütü” diyecekler, “firak-ı dâlle” diyecekler, “paralel” diyecekler… Halt edecekler, herze yiyecekler; fakat katiyen size zarar gelmeyecek.

Durumunuzu resmetme açısından -min gayri haddî- bunları söyledim. Eğer sizi incittiysem, özür dilerim. Allah karşısında da yakışıksız, şık olmayan bir şey dedimse, O’ndan da af dilerim. Ama zâlimlerden asla!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Oyun İçin mi Yaratıldın?

Soru: 1) Umumi manada bütün insanlar, hususiyle de gençler için eğlenmek bir ihtiyaç mıdır? Şayet öyleyse, yeni nesillerin ciddiyetsiz olmalarına da meydan vermemek ve “Helâl dairesi keyfe kâfidir. Harama girmeye lüzum yoktur.” hakikatini de gözetmek şartıyla bu ihtiyacın karşılanması adına özellikle anne-baba ve eğitimciler neler yapabilirler?

  • Allah’ın helal kıldığı çerçevede yeme-içme, rahat etme; israf, lüks ve fanteziye girmemekle beraber Cenab-ı Hakk’ın lutfettiği nimetlerden meşru dairede faydalanma; cismaniyet ve maddî hayat itibariyle onları kullanma duygusu hem kula verilmiş bir hak hem de insan olmanın muktezasıdır. Eğlenme de helal dairesinde kalmak ve harama bulaşmamak şartıyla bu kategoride değerlendirilebilir. (01:06)
  • Asr-ı Saadet’te ata binme, koşu yarışı, deve müsabakaları, atıcılık ve bazı yerlerde de yüzme türünden sporlar yapılmıştır. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, Hazreti Âişe ile zaman zaman koşu yarışı yaptığı, bu yarışları teşvik ettiği; kuvvetliliğiyle tanınan Rükâne adındaki sahâbîyle güreştiği ve onu yendiği; ok atmayı ve biniciliği öğrenmeye teşvik ettiği; hatta kazananlara zaman zaman maddî ödül verdiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, Rasûlullah Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) bayram günü kendi aralarında def çalıp mersiyeler söyleyen cariyelere izin vermiş ve Habeşlilerin mızraklarla yaptıkları gösteriyi Hazreti Âişe ile birlikte seyretmiştir. (02:30)
  • Dinimizde, gayr-i meşru eğlencelere, kasdî ve iradî olarak lâubâlîliğe, birilerini güldürmek için şakalar yapmaya, ölçüsüzce gülmeye ve güldürmeye, dolayısıyla zamanı israf etmeye müsaade yoktur. Bununla beraber, bazı hak dostlarının, sürekli marifet ufkunda bulunmaları itibarıyla hep mehabet ve mehafet yaşayan müritlerine biraz nefes aldırmak ve tam canları gırtlaklarına geldiği sırada onlara oksijen yudumlatmak için espri ve nüktelere başvurmaları türünden, bazen hikmet edalı olan ve belli bir gayeye matuf dile getirilen mizah diyebileceğimiz türden latife, nükte, kıssa ve menkıbelerin anlatılmasında da bir beis olmasa gerektir. (04:55)
  • Sahabe-i kiram efendilerimiz, dinin i’lası yolundaki vazifelerini eksiksiz yapmak ve ibadet ü taat tavrıyla Habib-i Kibriya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) benzemek için ölesiye bir gayret sarf ediyorlardı. Fakat bazen bu hal ve gönüllerinde duydukları sorumluluk onlara çok ağır geliyordu. Bundan dolayı, bir gün onlar Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek kendilerine az soluk aldıracak bir kıssa talebinde bulunmuşlardı. Onların bu istekleri murad-ı ilâhiye muvafık düştüğünden Cenâb-ı Hak da sûre-i Yûsuf’u indirmişti. (06:03)
  • Şimdilerde genç-ihtiyar, kadın-erkek, okumuş-okumamış hemen herkes televizyondan sonra İnternet denen devvâr u gaddârın elinde de bir oyuncak ve bu sihirbazın meshûr (büyülenmiş) bir piyonu halini almaya başlamıştır. Mevcut durumu itibarıyla o, bedeni ve cismâniyeti, ruhun ve kalbin önüne çıkararak, vicdana kezzâp döküp insan hissiyatını köreltmekte; gıybete ve iftirâya prim vererek dünya kadar bühtân bağımlısı yetiştirmekte ve bilhassa gençleri ve çocukları çirkin şeylere özendirmekte, haramlara alıştırmaktadır. Anne, baba ve eğitimciler İnternet kullanımını mutlaka kontrol altına almalı; çocuklarını kafa ve vücud sağlığını destekleyen sporlara yönlendirmelidir ki, “Çocuklarınıza yüzmeyi, atıcılığı ve biniciliği öğretin” hadisi de bize -bir yönüyle- bu ufku göstermektedir. (09:36)
  • Televizyon ve İnternet gibi, derin düşünmeden ve fikri zorlamadan bilgi elde etmeye yarayan ama bugün çokları tarafından oyun ve eğlence için kullanılan teknoloji ürünleri kitap okumanın yerini almaktadır ki, günümüzün nesillerinin sığlaşmasına yol açan en büyük tehlikelerden biri de budur. Zira, bilgisayar ve İnternet’le iştigali bir hobi haline getirmek, insanın zihnî müktesebatına zarar vereceği gibi, çoğu zaman bilhassa gençlerin iffetsizliğe düşmelerine ve hatta bazı yuvaların yıkılmasına da sebep olur. (11.25)

Soru: 2) Üstad Hazretleri bir vesileyle, “Beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesâta da ihtiyaç duyar. Fakat bu keyifli hevesât, beşte bir ile sınırlandırılmalı; yoksa hevânın sırr-ı hikmetine münafi olur.” diyor. “Keyifli hevesât” sözüyle ne kastedilmektedir? Hevânın sırr-ı hikmeti nedir? (13.11)

  • Belli kural ve kaideler çerçevesinde karşılıklı konuşma, herhangi bir hakikatin/hakikatlerin vuzuh ve inkişafı adına fikir teâtîsinde bulunma diyebileceğimiz ‘münazara’, aynı kanun ve esaslara dayanarak beyin fırtınası yaşamanın, müşterek düşünmenin, insaflı ifade ve beyanın ayrı bir unvanıdır. Biraz daha açacak olursak, münazara, iki veya daha fazla münazırın, herhangi bir konuda, okunup yorumlanacak bir obje, bir nesne vesaireyi doğru okuyup doğru yorumlamak suretiyle gerçeğe ulaşma gayreti; münazara esnasında ortaya konan mülâhaza ve bu mülâhazalara bağlı çağrışımların vaad ettikleri de nazar-ı itibara alınarak tam bir hakperestlik hissiyle bütün bir düşünce gücünün gerçeği bulmaya teksif edilmesi ameliyesidir. Kanaatimce, bu türlü münazaralar, bilgi yarışmaları ve bilim olimpiyatları, “keyifli hevesat” ihtiyacını karşılama noktasında gençlerin önlerine konabilecek en önemli alternatiflerdendir. (13:38)
  • Günümüzde, görev ve meslek dışında severek yapılan, dinlendirici çalışmalara hobi deniliyor. Aslında hobi, bir yönüyle heva ve hevesin rüzgarını arkaya alıp iş yapma demektir ki, bu mesele gençlerin her türlü gelişmesi noktasında da işletilebilir. (15:53)
  • Anne, baba ve eğitimciler, çocukların ve gençlerin ruhlarına hakikat aşkı aşılayıp onları kitap müzakeresi ve münazaralar gibi faydalı meşguliyetlere sevketmelidirler. Genç dimağlara, özellikle sayfaların kenarlarına şerhler düşerek, yorum ve tahlillerde bulunarak, mukayeselere girişerek derin ve farklı okuma yollarını göstermeli; onlara sorgulayarak okumayı ve müzakere yapmayı mutlaka sevdirmelidirler. (17:40)
  • Leyla Hanım, “Hevâ-yı nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura hangi yüzle varayım ya Resûlullah!” der. Onunla aynı ufku paylaşanlar, suç ve hatalarını itiraf etmişlerdir. Heyhat ki, bugün ekseriyet bu itirafı dile getirmese de, toplumumuz hiçbir zaman bu çağda olduğu kadar cahil kalmamış, derbeder olmamış ve fikrî bir iflas yaşamamıştır. (22:41)

Soru: 3) Yaşıtı olan çocuklar, “Yahya, gel, sen de bize katıl; beraberce oynayalım!” dedikleri zaman, “Ben, oyun için yaratılmadım!” cevabını veren Hazreti Yahya’nın bu düşüncesi bir ufuk meselesi midir? Menkıbe de olsa, bundan da alınacak bir ibretten bahsedilebilir mi? (26:55)

  • Yaşı açısından daha küçücük bir çocuk iken, Allah Teâlâ’nın hususî lütuflarına mazhar olan ve kendisine hikmet verilen Hazreti Yahya (aleyhisselam) neslimiz için en güzel örneklerden birisidir. Rivâyete göre; yaşıtı olan çocuklar, “Yahya, gel, sen de bize katıl; beraberce oynayalım!” dedikleri zaman, “Ben, oyun için yaratılmadım” diyen Aziz Nebî, oynamak çocukların şiarı olmasına rağmen, kendisi daha o yaşta hilkatin gayesini kavramış, dünyevî meşgalelerden mümkün olduğunca uzaklaşmış ve yaratılış hikmetine uygun bir gidişâtı ihtiyar etmiştir. (27:19)
  • Hazreti Yahya’nın o inceliğini ziyadesiyle Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’de de görmek mümkündür. O da ilk yıllarında zaman zaman çocukların arasına karışmıştı ama hep bir nezafet, nezahet ve üstünlük sergilemişti. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) daha altı, yedi yaşlarındayken üzerini değiştireceği zaman amcası Ebu Talib’e, “Amca üzerimi değiştireceğim, lütfen sırtını dön.” diyecek ölçüde bir hayâ ve iffet abidesiydi. (29:09)
  • Bir iffet ve fetanet abidesi olan Hazreti Yahya, bizim için de örnektir ve onun “Oyun için yaratılmadım!” düşüncesinin bize ifade edeceği çok mana vardır. (33.00)

Paranoyaların gereği, gayr-ı meşru sevginin neticesi ve iradenin güçlenmesi

Fethullah Gülen: Bamteli: Paranoyaların gereği, gayr-ı meşru sevginin neticesi ve iradenin güçlenmesi

Çay faslından hakikat damlaları:

1. On elimiz de olsa hizmete ancak yeter!..

  • Sürekli iyi düşünmek, güzel görmeye çalışmak ve iyi şeyleri ikâme etmeye bakmak lazım. Yoksa bazı kimselerin yaşadıkları paranoyalara paranoya ile mukabele eder, “Falanlar bize karşı şöyle duruyorlar. Onlar bizim hakkımızda şöyle düşünüyorlar. Biz de şunu şöyle, bunu böyle yapalım!” vehimlerine binaen benzer paranoyalara bağlı stratejiler üretmeye kalkarsak, bu bizi öyle meşgul eder ki yapmamız gerekli olan hizmetleri yapamayız. (00:38)
  • Biz başkalarının paranoyalarına hiç aldırış etmeden doğru bildiğimiz işleri yapmaya devam etmeliyiz. Doğru bildiğimiz işlerin başında, Allah’ı kullarına sevdirmek, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’i herkese tanıtmak ve elimizden geliyorsa insanların hepsini Cennet’e yönlendirmek gelir. İşte biz bu doğruları gerçekleştirmeye kilitlenmeliyiz. (01:53)
  • İlahî Beyan’da raûf ve rahim olarak tavsif edilen Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları ebedî hüsrandan kurtarma dâvasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’âna) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin” (Kehf, 18/6) diyerek dile getirmektedir. Hem ta’dil ve tembih hem de takdir ve iltifat ifade eden bir başka ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin” (Şuara, 26/3) şeklinde hitap etmektedir. Benzer ayetler mü’minlere beşerin ebedî saadetini düşünmekten kaynaklanan bir hüzün yolunu göstermekte ve bize yaşatma duygusuna kilitlenme gereğini işaret etmektedir. (02:56)
  • El âlem sizin hakkınızda şöyle böyle düşünüyor ve kendi paranoyalarına göre değişik stratejiler oluşturuyorlar. Bazıları “Biz belli bir yol, belli bir yöntemle belli şeyler elde ettik. Bunlar da bir gün güç haline gelince aynı şeyleri yaparlar!” mülahazasını taşıyor olabilirler. Buna karşı da elli türlü alternatif oluşturabilirler. Fakat bunlar bizi bağlamamalı, kendi yolumuzdan alıkoymamalı. Bizim duygu ve düşüncemiz Allah’ı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nu sevdirme olmalı. (04:08)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyuruyor: “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin!..” Fakat, biz bunu gerçekleştiremedik. Belli bir dönemde insanlığa fetret devrini biz yaşattık. Kendimize takılmaktan vazgeçerek dünyanın dört bir yanına açılarak İnsanlığın İftihar Tablosu’nu kendi ihtişamıyla tanıtamadık. Bir kabul etme ve “Bu çok büyük bir insan” deme bile çok önemlidir. Bunu derlerse, Allah onlara bir adım daha attırır ve “Muhammedun Rasûlullah” da derler.. der ve kurtulurlar. Ne var ki, insanlığa fetreti biz yaşattık. Belki onların da bunda tesirleri vardı; duyarsızlıklarının, önyargılarının, âbânın (yönlendiren, fikir veren, yol gösteren babalarının) ifsadının tesirleri vardı. Fakat, biz azıcık tanıtabilseydik, sözünü ettiğimiz kadar tavırlarımızla da İslam’ın güzelliklerini sergileyebilseydik, belki böyle karanlık bir dünyayla karşı karşıya kalmayacaktık. (04:50)
  • Size yakın, hatta çok yakın, aynen sizin gibi düşünen, başını yere koyan, Allah karşısında iki büklüm olan insanlar sizin hakkınızda suizanlara düşebilirler. Fakat onlar ne düşünürlerse düşünsünler.. paranoyalarına bağlı ne türlü planlar yaparlarsa yapsınlar, bize düşen vazife, evvela Allah’ı ve Peygamberi sevip sevdirmek.. sonra da Allah’tan ötürü insanların birbirlerini sevmesini sağlayıp bir barış ortamı oluşturmaya çalışmaktır. Bunu gerçekleştirebilmemiz için öncelikle dağınıklıktan kurtulmamız ve elin âlemin medya yoluyla sürekli ortaya atıp insanları meşgul ettikleri iddialara, isnatlara, takılmamamız lazım. (09:15)
  • İhtimallere binaen planlar oluşturmaktan sakınmak lazımdır, zira onun arkasında çok büyük bir su-i zan vardır. Herkesin kötülük yapabileceği ihtimaline bağlı plan ve projeler oluşturmak çok ciddi bir su-i zan ihtiva eder. Su-i zan da bazen insanı tepe taklak götürebilecek bir günahtır. (11:05)
  • Sözün özü: Kendi işimizle uğraşalım, başkalarının paranoyalara dayalı bir kısım kuruntularıyla meşgul olup himmetimizi, gayretimizi, efkârımızı dağıtmayalım. Hazreti Üstad buyuruyor ki: “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.” (12:02)

2. “Gayr-ı meşru muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir.” (12:33)

  • Hazreti Pir, “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir” kaidesine dikkatleri çekiyor. Evet, bazen birilerine karşı öyle bir alaka gösteririz ki, aslında onların nezd-i uluhiyette o alakaya liyakatleri yoktur. Fakat biz o mevzuda dengeyi koruyamayız, “ille de onlar” deriz ve hiç farkına varmadan onlardan şefkat tokatı değil de öyle nikmet tokatları (intikam, azap, kahır şamarları; içinde hiç merhamet bulunmayan hiddet silleleri) yeriz ki dünyaya geldiğimize de geleceğimize de bin pişman oluruz. (12:45)
  • Dengede kusur etmemek lazım; herkes ne kadarsa, o kadar alaka göstermek lazım. Delice, divanece alaka gösterilecekse şayet, o Allah’â, İnsanlığın İftihar Tablosu’na, Hulefâ-yı Râşidîn’e ve derecelerine göre Ashab-ı Kirâm’a karşı gösterilmelidir. Toplumda ihya edilmesi gerekli olan duygular bunlardır. (13:35)
  • Biz Allah sevgisi mahrum-zedeleriyiz.. biz Peygamber sevgisi mahrum-zedeleriyiz. Kaç insan gösterebilirsiniz eskiden olduğu gibi camilerde Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm bahis mevzuu edildiği zaman bayılıp düşüyor, kalb masajı yapıp onu yeniden hayata döndürüyorlar. Hiç gördünüz mü böyle birisini!.. Evet, biz muhabbet mahrumu insanlarız. Allah sevgisini çaldılar bizden.. Peygamber sevgisini çaldılar. Sevgi kabiliyetimizi bütünüyle dünyaya ve kendimize bağladılar. Sevilmesi gerekli olanları sevilmesi gerektiği ölçüde derinlemesine sevemedik. O sevgiyi suiistimal ettik. Bazen birisi şöyle bir iyilik yapacak diye ona öyle bir sevgi duyduk ki bu da gayretullaha dokundu; Cenâb-ı Hak suratımıza bir şamar indirdi ve âdeta ‘Aklınızı başınıza alın.. onlar o kadar teveccühe, o kadar takdire layık değillerdi.’ dedi.” (14:12)
  • Evet, bu mevzuda dengeyi koruyamadığımızdan dolayı gayr-ı meşru muhabbetin cezası olarak merhametsizce tokatlara müstahak olduk. Tokatlıyor Allah: Aklınızı başınıza alın; bu ölçünün insanları değil onlar!..” (15:28)
  • Anlatılan gerçeklerin, vicdanlarda ma’kes bulmasının bir tek yolu vardır; o da, gönülden inanmak ve inandıklarını yaşayıp anlatmak. Cenâb-ı Hak Hazreti İsa’ya,

    يَا عِيسى عِظْ نَفْسَكَ فَإنِ اتَّعَظَتْ بِهِ فَعِظِ النَّاسَ وَإلاَّ فَاسْتَحْي مِنِّي
    Ey İsa! Önce kendi nefsine nasihat et; o, bu nasihatı tuttuktan sonra başkalarına hayırhâh olmaya çalış; yoksa benden utan.”

    buyurur. (16:24)
  • Soru: İradeyi besleyen kaynaklar nelerdir; insan hangi vesilelere başvurmalıdır ki iradesini kuvvetlendirebilsin ve bir irade insanı haline gelsin? (17:55)

    • İrade her şeyden önce imanın gücüyle doğru orantılı olarak kuvvetlenir; dolayısıyla imanı, Allah’la münasebeti ve Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz ile irtibatı takviye etmek lazımdır. (18:12)
    • İrade, âlem-i emir içinde, vicdan mekanizmasının dört temel unsurundan birisidir. Bediüzzaman Hazretleri’nin sehl-i mümteni diye nitelendirebileceğimiz o enfes üslûbuyla ifade ettiği gibi, irade “Bir meyelan (eğilim) veya meyelandaki tasarruftur.” Hazreti Üstad, Kader Risalesi’nde iradenin güçlendirilmesiyle alakalı da şifre diyebileceğimiz bir cümle söylemekte, anahtar kelimeler serdetmektedir: “Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” (20:47)
    • Şeddad bin Evs’den (radıyallahu anh) rivayet edilen hadisin “Seyyidü’l-İstiğfar” olarak anılan şu kısmı istiğfar için önemli bir duadır:

      اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لاَ إِلـٰهَ إِلاَّ أَنْتَ خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي ذُنُوبِي فَإِنَّهُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إلاَّ أَنْتَ
      “Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. İman ve ubûdiyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misâkın üzereyim. Yâ Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Senin bana in'âm ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve itirâf ettiğim gibi kendi kusur ve günâhlarımı da itirâf ediyorum. Rabbim! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zîra, Senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez, yegâne Gafûr Sensin.”

      (Bu duayı her sabah dört kere söylemek sünnettir.) (22:27)
    • İslâmiyeti bihakkın yaşama, mükellefiyetleri hassasiyetle yerine getirme ve imanı amelle derinleştirme de irâdeyi besleyen önemli kaynaklardandır. Bunun ötesinde, Hak inâyetinin, insanın gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili ve tutup yakalayan eli hâline gelmesi ise, onun teheccüd namazı gibi nâfilelerdeki titizliğine bağlıdır. (23:28)
    • Şair der ki: “Bir bağ ki görmezse terbiye, tımar / Çalı çırpı sarar, haristan olur.” Gülistan, baharistan, bostan olması mümkün bir kalb/bir irade, terbiye görmezse, diken tarlasına döner. (24:47)
    • İman ile küfür birbirinin tam zıddıdır. Bir insanda küfür sıfatları varsa, ondan imana dair bazı sıfatlar uzaklaşmış olur. Bu itibarla da küfrün en küçük iz ve emaresinden bile kaçmak lazımdır. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde,

      ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهِنَّ حَلاَوَةَ اْلإِيمَانِ: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُما، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ
      “Üç haslet vardır, bunlar kimde bulunursa, o, imanın tadını duyar: Allah’ı ve Rasûlünü her şeyden ve herkesten daha çok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası için sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.”

      buyurmaktadır. (27:22)
    • Evet, irade, bir eğilim veya eğilimde tasarruftur. Yani iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insanın, o iki şeyden herhangi birini seçme cehd ve gayretini ortaya koymasıdır. Aslında bu, bir şart-ı âdidir ve tabiî bu şart-ı âdide, sebeple müsebbep arasında tenasüb-i illiyet prensibine göre bir münasebet de aranmaz. Yani cihanları aydınlatan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunma ile aydınlanma veya koskoca sistemlerin yıkılması veya teessüs edilmesinin, sizin bir üfürüğünüze bağlanması ve sırf sizin üfürüğünüzle o sistemin yıkılması veya kurulması gibi. İbadetlerimizin ve kulluğumuzun karşılığında içindeki bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmaklarıyla (Muhammed Sûresi, 47/15) ebedî Cennet’in verilecek olması da böyledir. İnsan kendi kendine ebedî olamaz ama Allah’ın ebediyetinin gölgesi olarak ve Allah’ın ebedî kılmasıyla ahirette insan ebedî olacaktır. (28:37)
    • İnsanın bir şart-ı adî olan iradesinin hakkını vermesi aynı zamanda dua yerine geçer. Samimi dua edene de Cenâb-ı Hak, icâbet buyurur. Kur’an-ı Kerim bu hakikati şöyle ifade etmektedir:

      وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
      “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara, 2/186)

      (33:43)

    Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.