Cihad Nedir? Küçük ve Büyük Cihaddan Bahsediliyor, Tarif ve İzah Eder misiniz?

Cihad, Arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi mânâlara gelir. Ancak, bu kelime İslâm'la birlikte; nefis ve şeytana, mesâvi-i ahlâk diyebileceğimiz fena huy ve fena davranışlara ve kendi şartları içinde zarurî hâle gelince de hasımlara karşı mücadele etmenin, direnmenin, tetikte olmanın, teyakkuzun ve hazırlıklı bulunmanın unvanı olmuştur.

Daha sonra da izah edileceği gibi, Efendimiz'e isnat edilen bir ifadeyle cihad, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılmıştır.[1]

Fakat biz, bu taksime geçmeden evvel, bir nebze, cihadın ehemmiyeti üzerinde durmak istiyoruz. Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur. Zaten olsaydı, Allah (celle celâluhu) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk'ın, bu vazife ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeleri getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Her şeyden evvel düşünülmelidir ki, Hazreti Âdem'den bu yana, nebi olsun, veli olsun, Allah'ın en seçkin kulları, büyük ölçüde bu seçkinliğe, mücahede ve nefis muhasebesi sayesinde ulaşabilmişlerdir.

Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihad, insanın yaratılış gayesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hak katında cihad çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sahiptir.

Hiçbir mazereti olmadığı hâlde cihaddan geri duranlarla, durmadan cihad eden ve ömrünü bu uğurda bitiren insanlar arasında, kapatılması başka amellerle mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu mânâyı ifade eden âyette meal olarak şöyle denilmektedir:

"Mü'minlerden -özür sahibi olanlardan başka- oturanIar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (Cennet) vaad etmiştir; ama mücahidleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır."[2]

Allah yolunda mücadele eden ve davasını anlatmayı kendine yol edinen, kat'iyen diğerleriyle aynı seviyede mütalâa edilemez. Bunu şöyle bir misalle basitleştirip anlatmak mümkündür:

Peygamberlik, Allah tarafından bazı müstesna insanlara verilen bir pâye, bir meslektir. Onların işleri, Allah'ın anlatılması ve getirdikleri dinin tebliğ edilmesidir.[3] Bu vazife, peygamberlik mesleğinin gereği ve icabıdır. İnsanlar arasında birçok meslek dalı ve o mesleğin gerekli kıldığı birçok vazifeler vardır. Bir berberin, bir marangozun, bir saracın veya başka bir meslek erbabının kendilerince ufuk nokta kabul ettikleri bir gaye ve hedefleri mevcuttur ve bulundukları yeri de hedefe göre değerlendirmeye tâbi tutar ve öyle kıymet verirler. Aynı zamanda, teker teker bu meslekler, varmak istedikleri neticenin değerine göre bir kıymet ifade ettiği de unutulmamalıdır; yani, bir berberin neticede elde edeceği nokta neyse kıymeti o ölçüdedir. Bir terzi veya saracın da öyledir. İsterseniz meslek gruplarını daha ileri seviyeye götürebiliriz. Eğer milletvekilliği, başbakanlık hatta cumhurbaşkanlığı birer meslekse, onlar için de verdiğimiz hüküm aynen geçerlidir. Bunlar da neticede, varılacak nokta ile değerlendirilirler.

Şimdi siz bir insanın herhangi bir şeye başlangıç ve netice itibarıyla durumunu düşünün. Üzerinize damladığında yıkamak mecburiyetinde kaldığınız pis bir su damlasından, sonra çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir ceset.. insanın mebdei ve neticesi bu değil midir?[4] İşte, mesleği ne olursa olsun, insanların varacağı son ufuk nokta budur. Hâlbuki peygamberlik mesleği hiç de öyle değildir. Onların hedeflerinde de bir ufuk ve bir ideal nokta vardır. Ancak bu nokta diğerlerinde olduğu gibi çürüyüp kokuşan bir nokta değildir. Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef şudur:

Allah'ın tanıtılması ve insanlığın O'nu tanımakla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye çizerek Allah'a ulaşması.. şu fâni âlemde bekâ cilveleri göstermesi.. yoktan varlığa ait renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması.. öyle zafer tâkı gibi bir gökkuşağı ki, zafer tâklarının altından bir kere geçilir ve gidilir ama onlar gökkuşağından tâklar gibi, saatler ve saatler geçilip gidilmeyecek şekilde insanın başının üstünde tüllenir durur. İşte insan böyle bir ebede namzet olarak gelmiştir ve insanda bu düşünce, bu duygu ve mahiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettiren de ancak nübüvvetin mânâsını taşıyan ve nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir.

Dolayısıyla peygamberlik mesleği, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslektir ki, Cenâb-ı Hak, Zât-ı Ulûhiyet'inden sonra onların risaletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihaddır. Mademki her meslek neticede varacağı ve elde edeceği noktaya göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer atfettiren husus da varacağı netice olacaktır; öyleyse bu en mukaddes mesleğin vardırmak istediği noktaya vesile ve vasıta olan hareket tarzı da aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır.

Ve yine cihadın ehemmiyetindendir ki, cihad için söz vermiş, biat etmiş cemaatin durumu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır:

"Muhakkak ki, sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir."[5]

Âyete nüzûl sebebi olarak gösterilen hâdisenin hulâsası şudur: Allah Resûlü Mekke'ye gidip Kâbe'yi tavaf edeceklerini Müslümanlara müjdelemişti. Herkes heyecan ve coşku içindeydi. Seneler vardı ki hasretten yanıp tutuşuyorlardı. Nasıl olmasın ki, bizler bile bir iki defa görmekle oraya âşık oluyor ve gidemediğimiz zamanlar da hasretten yanıp tutuşuyoruz. Çünkü orası, Nebiler Nebisi'nin maskat-ı re'si (doğum yeri) ve yeryüzünün ilk bünyadı Kâbe'nin bulunduğu yerdir.[6] O Kâbe ki, Nâbi'nin ifadesiyle "Metâf-ı Kudsiyân"dır. Yerden ta Sidretü'l-Müntehâya kadar meleklerin ve kudsîlerin tavaf yeridir. İşte Müslümanlar da doğup büyüdükleri ve kavuşmak için yanıp tutuştukları bu beldeye gelip, kudsîlerin tavaf ettiği Kâbe'yi tavaf edip tekrar Medine'ye dönmeyi önü alınmaz bir iştiyakla istiyorlardı. Ancak Hudeybiye'ye vardıklarında hiç beklemedikleri bir hâdiseyle karşılaştılar. Mekke müşrikleri, Müslümanların Kâbe'yi tavaf etmelerine izin vermeyeceklerini ve eğer diretirlerse Müslümanlarla harp edeceklerini ilân ettiler. Bu beklenmedik hâdise, Müslümanlar arasında şok tesiri yaptı. Kimse duyduğuna inanmak istemiyordu. Böyle bir hareketi, İslâm'ın onuruna vurulmuş bir darbe gibi görüyorlardı. Hisler kabarmış, heyecan doruk noktaya ulaşmış ve öfke müthiş bir gerilim hâsıl etmişti. Kimse kimseyi dinlemiyor; âdeta herkes düştüğü şokun tesiriyle ayrı bir bocalama geçiriyordu.

İşte tam bu esnada Allah Resûlü mü'minleri biata davet etti. Biat denince akan sular duruyordu. Şimdi herkes sıraya girmiş Allah Resûlü'nün elinden tutarak biat ediyordu. Ve her sahabi, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Resûlü'ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu mânâda Allah Resûlü'ne el verip yemin etme, Kur'ân'da tebcil ediliyor ve oradaki mü'minlerin bu hareketleriyle Cenâb-ı Hakk'a ne derece yakınlık kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da yine cihada verilen değerin bir başka tezahürüydü...

Bir başka âyette mealen şöyle deniliyor:

"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur."[7]

Nefislerini, bedenlerini, cismanî varlıklarını Allah'a satan insanlar, bunun karşılığında Cennet'i ve Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanıyorlar ve bunu ifade ederken Kur'ân-ı Kerim "alışveriş" tabirini kullanıyor. Bu öyle bir pâye ki, insan bu sayede Cenâb-ı Hakk'a muhatap olacak seviyeye yükseliyor.

Allah Resûlü de bir hadislerinde şöyle buyuruyorlar: "Ah, ne kadar arzu eder ve isterdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim, sonra yine diriltileyim ve sonra yine öldürüleyim..."[8] Eğer sözün uzaması mevzuubahis olmasaydı Allah Resûlü bu ifadeyi kim bilir kaç kere tekrar edeceklerdi. Esasen bu ifadeyle kasdolunan da sonsuzluk mânâsıdır ki bu, öldürülüp diriltilmeyi arzu etmek demektir. Düşünün ki bunu talep eden, Nebiler Sultanı (aleyhisselâm) Efendimiz'dir. Cihadın kıymetini biz, ancak Allah'tan ve O'nun Resûlü'nden öğreniriz. Resûl-i Ekrem buyuruyor ki: "Allah yolunda ve Allah uğrunda gelen tehlikeleri gözetlemek üzere bir tek gün uyumayan göze sahip olmak ve bir gedikten böyle muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen, dünya ve dünyanın içindekilerden daha hayırlı bir iş yapmış demektir."[9]

Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten memlekete felaket ve helâket sızacak, işte bunu gözetlemek için orada duran ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe'den daha hayırlı bir iş yaptığını söylese ve yemin etse yemininde yalancı değildir. Zira, "Dünyanın içinde bulunan her şeyden" tabirine Kâbe de dahildir.

Başka bir hadislerinde de şöyle buyururlar: "Her amel insanın ölmesiyle sona erer. Ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli bundan müstesnadır. O kıyamete kadar nemalanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir sualinden Allah onu emin kılar."[10]

Cihadın fazilet ve ehemmiyeti hakkında yüzlerce âyet ve hadis vardır. Ancak mevzuumuz o olmadığı için biz, zikrettiklerimizle iktifa ediyoruz.

Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihad mânâsına (cihad-ı ekber) diyoruz. Bir de aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleşmeye alıp götürme için yapılması vardır ki bu da küçük cihad mânâsına (cihad-ı asgar)dır.

Düşmana haddini bildirdiği bir cihaddan dönerken cemaatine hitaben Allah Resûlü, "Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz." buyurmuşlardır. Büyük cihadın ne olduğunu soran sahabeye de "Nefisle mücadele" cevabını vermişlerdir.[11]

Bu ifade aslında bir hakikatin iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de, insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi, Allah katında matlup keyfiyeti kazanması düşünülür ki, bu durumda cihadın büyüğü de küçüğü de aynı hakikatin ayrı ayrı yüzleri sayılır.

Zaten insanların bu hâle gelmesi, peygamberlerin gönderiliş gayesi değil midir? Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle anlatılır: "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik."[12]

Peygamberler, insanların, gözlerinden perdeyi aralamak ve onların, Cenâb-ı Hakk'ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderilmişlerdir. Böylece onların gönül ve kalblerindeki engel ve mânialar yıkılacak; eşya ve hâdiselere bakış keyfiyetleri tamamen değişecektir. İnsanların körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde bir mânâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyât-ı tekvîniyeyi okuma ve anlama ancak onlarla mümkün olmuştur.

Nebidir insanları temizleyen ve onları özlerine erdiren. Çünkü insanlar madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki cürufu ve işe yaramayan kısmı atarak matlup keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktır. Bu hâle ermek ise, ancak nebilerin irşadıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş hâline gelmek asla mümkün değildir.

Âyette dikkat çekilen bir husus da nebinin, Kitab'ı ve hikmeti öğretmesidir. Eğer 'Kitap'tan maksat Kur'ân ise -ki öyledir- hikmet Kur'ân'dan başkadır. Zira aynı şeyin kendi üzerine atfedilmesi caiz değildir. Bundan da anlıyoruz ki hikmet, Efendimiz'in Sünnet-i Seniyyeleridir.

Nebi, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi talim edecek ve öğretecektir. Bu hitap sadece o günün insanına inhisar ettirilemez. Demek ki kıyamete kadar gelen insanların nebiden öğrenecekleri çok şey olacaktır...

Şahsî hayat adına, kalb tasfiyesine giden yolları bizler, Allah Resûlü'nden öğreniyoruz. Bizler gibi bu vesile ile, O'nun tilmizleri arasında öyleleri yetişiyor ki, Hz. Ali gibi, "Gayb perdesi kalksa yakînimde bir artış olmayacak."[13] diyebilenler.. Şah-ı Geylânî gibi yerde iken gökteki esrarı sezenler.. Fudayl İbn İyaz, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî gibi daha binler ve yüz binler... hep o büyük terbiyenin meyveleridirler. Eğer Efendimiz'den sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri İsrail peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semasında pervaz edeceklerdi...

Peygamberimiz'in bize öğrettiği çok şey olmuştur ve olacaktır. İnsanlık, hayatın her sahasında, O'ndan bugüne kadar akıl erdiremediği birçok meseleyi öğrenmiş ve gelecekte de cehaletin zifiri karanlığından O'nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tufanı idrak edecek; ilim, fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır.

Evet, peygamberlik mesleği, insanları billûrlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb'in hoşnut olacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen dava adamlarına da aynı yükü miras olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de ancak cihadla mümkündür.

Cihad vazifesi Hakk'a şahit olma vazifesiyle aynı mânâyı paylaşır. Bir mahkemede hak ve hukukun kime ait olduğunu tespit için şahitler dinlenir ve hüküm verirken onların şehadeti nazara alınır. İşte, cihad yapanlar da, gök ehline karşı, yerde, inkârda bulunan nâdânların muhâkemesinde en gür sadâlarıyla bağırarak "Allah vardır." diye şehadette bulunmaktadırlar "Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki, O'ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur."[14] âyeti bütün vuzûhuyla bize bu hakikati anlatmaktadır.

Allah (celle celâluhu) kendi varlığına şehadet eder. O'nu, vicdanında hakikate ermiş olanlar duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını kitapların beyan etmesi mümkün değildir.

Melekler de Allah'ın varlığının şahitleridir. Melekler, saf mahiyetten yaratılmışlardır. Fıtratları katışıksızdır, dupdurudur. Şeytan onların içine küfür ve dalâlet sokamamıştır. Aslî yapıları kat'iyen bozulmamıştır. Ayna gibidir onlar, bakıldığında hemen Cenâb-ı Hakk'ın tecellîleri görülür.

İlim sahipleri de Allah'ın varlığına şehadet ederler. Bütün dünya Allah'ı inkâr etse bu üç şehadet O'nun varlığını ispata kâfidir ve yeterlidir.

Evet, öyledir. Zira bizler bütün çıplaklığı ve azametiyle bu hakikati vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka hiçbir delil aramamak şartıyla duymaktayız. Bu şahitlik Mele-i A'lâ'nın sakinleri için de yeterlidir. Yerdeki kör ve sağırlar kâinattaki tarrakaları duymuyorlar ve ilâhî sanatı anlamıyorlarsa buna da ilim sahipleri şahit olarak yeter.

Allah'ın şahitleri, en karanlık yerlere kadar gidecek ve Yüce Yaratıcı'nın inkâr edildiği en muzlim noktalarda dahi bütün gür âvâzlarıyla nida edecek, bağıracak ve "Biz, Allah'ın şahitleriyiz." diyeceklerdir.

Evet, işte nebiler de en yüksek keyfiyette, bu şehadet vazifesini ifa etmek için gelmişlerdir.

"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder, onu Kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah kâfidir."[15]

Her millet içinde onların, ufuklarını aydınlatmak için bir nebi doğmuştur. Devirler, aynen dünya gibi dönüyor ve her devirde gül açar gibi bir nebi zuhur ediyor. Gelen her devir karanlık bir çağ gibi geliyor ve her nebi kendi çağını aydınlatıyor. Ve son olarak da, Efendimiz geliyor ve bütün çağları aydınlatıyor. Allah (celle celâluhu) O'na Kur'ân'ında şöyle sesleniyor: "Ey Nebi, şüphesiz Biz seni, şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik."[16]

Âyetteki "en-Nebi" ifadesinin başında bir lâm-ı tarif vardır. Bu bilinen ve mâruf olan demektir. Allah Resûlü, nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. Cansız varlıkların (cemadatın) selâmlamasıyla[17], bitkilerin temennâsıyla[18] ve hayvanların serfürû etmesiyle[19] nebiliği malum ve meşhuddur. O, inkârı mümkün olmayan, herkesin bildiği, belli ve bilinen peygamberdir ki, Kur'ân-ı Kerim O'na hitaben "Ey bilinen malum nebi!" demektedir. Zaten taş gibi gönüllerin, O'nun karşısında eriyip gitmeleri de O'nun bilinen nebi olmasına yeterlidir.

"İnnâ erselnâke": Burada muhatap sığasıyla "Seni" deniliyor. Âdeta rahmetle diz dize gelmiş bu Rahmet ve Şefkat Peygamberi'ne bu vasıflarından dolayı telmihte bulunuluyor.

"Şahiden": Seni insanlığa bir şahit olarak gönderdik. İnsanlığa, Beni duyuracak, Benim şahidim olacaksın. Bütün cihan yalanlasa ve inkâr etse, Sen, Allah'ın varlığını ilân edeceksin. Sen böyle bir şahitsin. Arkandan gelen şahitler cemaati de var. Onlar da bütün insanlığa şahit olacaklar, Sen de onlara şahit olacak ve 'Bunlar benim.', diyecek; onların şehadetine şahitlik edeceksin. Ve hadisin ifadesiyle O'nun ümmetinin şehadeti, mahşerde nebileri mesuliyetten kurtaracaktır.[20]

O, iyi yolda müjdeleyen ve kötü yolun encâmından mü'minleri sakındıran bir insandır. Ve işte cihadın ruhu da bu hakikatte saklıdır. İşte nebiler bu ulvî vazifeyi yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Aydınlatacak, tenvir edecek, âfâk-ı âlemde güneş gibi doğup batacaklar ve böylece insanlık karanlık yüzü görmeyecek. Hakikatin duyurulmadığı tek vicdan ve hakikate açılmadık tek kapı ve tek panjur kalmayacak. Hak ve hakikat her eve girecek ve herkes ondan istifade edecektir...

Onun içindir ki, ilk peygamberden son peygambere kadar geçen devre içinde yaşayan ve kıyamete kadar da yaşayacak olan hemen bütün insanların zihninde, düşünce dünyasında bulanık da olsa bir peygamberlik anlayışı vardır. Bu anlayışın bir kısım hüzmeleri geçmişteki peygamberlerin getirdikleri nurdan kaynaklanmaktadır. Gerçi iki devre arasında yaşayanlar, ekseriyetle doğru yoldan kaymış ve çeşitli sapık düşünce ve anlayışlara girmişlerdi; fakat müessese olarak peygamberlik ve nübüvvet mânâsının girmediği ev kalmamıştı. Bugün, bizim vicdanlarımızda, açık kapalı kendini hissettiren cihad ruhu ve düşüncesi de onların bu temiz soluklarının tesirinden başka bir şey değildir. Çünkü, ard arda gelen her peygamber, hakkı neşretme uğruna hayatını Allah yoluna vakfetti ve büyüğüyle, küçüğüyle cihadın en kusursuz temsilcisi oldu.

Cihad-ı asgar (küçük cihad), sadece cephelerde elde edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış cihad ufkunu daraltmak olur. Hâlbuki cihadın yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. Bazen bir kelime, bazen bir susma, bazen sadece yüzünü ekşitme, bazen bir tebessüm, bazen o meclisten ayrılma, bazen de meclise sadece dahil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma, sevgi ve öfkeyi O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihadın şümulüne girer. Böyle bir tabandan başlayarak hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde onu iyileştirme adına sürdürülen her türlü gayret de yine cihad cümlesindendir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken daire daire bütün dünyaya uzanan bir hacmiyle yapılan ve yapılacak olan cihad, cihad-ı asgardır. Bu cihad bir mânâda maddîdir. Mânevî cepheyi teşkil eden büyük cihad (cihad-ı ekber) ise insanın iç âlemiyle, nefsiyle olan cihadıdır ki, bunların ikisi birden ifa edildiği zaman denge korunmuş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman hakikatteki muvazene bozulmuş olur.

Biz, her şeyi olduğu gibi, cihadı da her iki şekliyle Allah Resûlü'nden öğreniyoruz. Esasen bizler, henüz siyerin felsefesini yapabilmiş değiliz. O, hakkı neşretmiş ve bunu yaparken de sistemli bir şekilde ve kıyamete kadar tatbiki mümkün sağlam kaideler üzerine oturtarak o vazifeyi ifa etmiştir. Eğer meselelere o felsefeyle yaklaşacak olursak, Efendimiz'in hayat-ı seniyyelerinde gelişigüzel ve kendini zuhuratın akışına bırakmış tek bir hareket dahi göremeyiz. O bir plân ve program adamıydı. Belki bunları günümüzün insanının anladığı şekliyle yazıp çizip şematikleştirmiyordu; fakat hep, daha önceden hazırladığı bir çizgi, bir sistem üzerinde yürüyor gibiydi. Zaten bu da O'nun nübüvvetine delillerden biridir. Aynı zamanda Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın da en güzel örneğidir.

Allah Resûlü risaletinin ilk devrelerinde namazlarını hep Kâbe'de kılıyordu. Bu sadece orada kılınan namazın faziletinden değildi. Belki, bu hareketiyle güttüğü nice gayeler vardı. Belki de hak ve hakikati en masum şekil ve hüviyetiyle anlatmanın, o gün için tek çıkar yolu buydu.

Gençlere bir şeyler anlatacaktı. Ne var ki, onların yanlarına gidip, onlara bir şeyler anlatmak âdeta mümkün değildi. Zira hepsinin gençlik hevesatından gelen taşkın hareketleri oluyordu. Eğer Allah Resûlü onların arasına karışacak olsaydı, birçok uygunsuz davranışlarla karşılaşabilirdi. Onun için gidip Kâbe'de Rabbi'yle olan irtibatını fiilen gösteriyordu. Gençlerde O'nun bu davranışı merak uyandırıyordu. Gelip ne yaptığını soruyorlar; O da onlara davasını anlatma fırsatı buluyordu. Bundan dolayı Allah Resûlü, Kâbe'de namaz kılmayı tercih ediyordu.

Namaz kılarken çeşitli saldırılara uğradı. Hâlbuki evinin bir köşesinde namaz kılmış olsaydı bunlardan hiçbiri başına gelmezdi. Demek ki bütün sıkıntılara rağmen orada namaz kılmasının bir mânâsı vardı. Kaç defa başına işkembe konulmuş[21], kaç defa saldırıya uğramış ve öldürülmek istenmişti...

Bir defasında Ebû Cehil elinde büyük bir taşla Kâbe'ye gelmiş ve ne yapmak istediğini soranlara, "Muhammed secdeye vardığında bu taşı başına vuracak ve O'nu öldüreceğim." demişti. Allah Resûlü secdeye kapandığında Ebû Cehil elindeki taşı kaldırmış ve tam vurmak istediği anda elleri havada donup kalmıştı. Bir sıtmalı gibi titriyor ve gittikçe yüzü kireç rengini alıyordu. Etrafındakiler koşuşup ne olduğunu sordular: "Aramıza dehşetli bir canavar girdi ve neredeyse beni yutacaktı!" dedi.[22]

Başka bir seferinde Ukbe İbn Ebî Muayt, Allah Resûlü namaz kılarken gelmiş ve Resûlullah'ın sarığını boynuna dolayıp sıkmaya başlamıştı. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir yıldırım gibi gelmiş ve bu caniyi Allah Resûlü'nün başından defetmiş ve şöyle demişti: "Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?"[23] Esasen bu, tarihî bir sözdür. Asırlarca önce, Hz. Musa'nın başına üşüşenlere karşı, o devrin inanan bir mü'mini de aynı şeyleri söylemişti. Öyle ki daha sonra Kur'ân-ı Kerim bu şahsın sözünü âyet olma şerefine erdirmiştir.[24] Hz. Ebû Bekir öyle güçlü kuvvetli bir insan değildi. Ancak imanındaki kuvvet onu yenilmez bir insan hâline getiriyordu.

Eğer hususî himaye olmasaydı, Allah Resûlü namazında ve secdesinde uğradığı bu saldırıların birinde şehit olabilirdi. Fakat Allah O'nu korumayı kendi teminatı altına almıştı. Şu kadar var ki, İki Cihan Serveri Kâbe'de namaz kılmak için ölümü göze alıyor ve öyle namaz kılıyordu. Demek ki böyle hareket etmesinde hayatî bir önem vardı ki adına and içilen bir hayat, âdeta o uğurda istihkar ediliyordu.[25]

Hz. Ebû Bekir evinin önünde yaptırdığı cumbasında yüksek sesle Kur'ân okuyor ve onun sesini duyanlar etrafına toplanıp dinliyorlardı. Zamanla dinleyenlerin sayısı o kadar arttı ki, Mekke müşrikleri bu durumdan ciddî rahatsızlık duymaya başladılar. O da her türlü taarruzu göze alarak bu hareketini devam ettirdi. Hatta Hz. Ebû Bekir'i himayesine aldığını ilân eden ve bir insan olarak takdir eden İbn Dağinne, himayesinin devamı için Kur'ân okumadan vazgeçmesini teklif etti.. edince de Hz. Ebû Bekir hayatını ortaya atarak her şeye rağmen Kur'ân okumaktan vazgeçmeyeceğini söyledi ve mücadelesine devam etti.[26] Söz, fiil ve davranışlarla cihad mümkün olduğu sürece, cihaddan uzak kalmamak onların yegâne prensibiydi. Çünkü biliyor ve inanıyordu ki, ferdin ve cemiyetin hayatiyeti, ancak cihadla mümkündür ve cihadı terk edenler çürüyüp kokuşmaya mahkûmdur. Aynı zamanda Allah'ın himayesine girme de ancak O'nun dinine omuz vermekle mümkün olacaktır. "Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder."[27] mânâsına gelen âyet veya âyetler bu hakikati ifade etmektedir.

Evet, siz Allah'ın dinine omuz verirseniz, Allah da size elini uzatır, size yardımcı ve destekçi olur; sizi kat'iyen kaydırmaz ve sizi zayi etmez.[28] Eğer hayatınızda kaymaktan emin olmak istiyorsanız, mücadele ve mücahedede bulunmayı hayatınıza gaye edinin. Yemeniz-içmeniz, yatıp-kalkmanız ve bütün hareketleriniz, hep bu gayeye hizmet için olsun. Ta ki cihadın en küçüğünü olsun yapmış olasınız.

Yine hayalen Mekke'ye dönüyor ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareket tarzını takip ediyoruz.

Şartlar iyice ağırlaşmıştı. Bazı Müslümanların dayanacak takatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda olanların cihadı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihadın kendisi olacak ve biat etmek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti.

Habeşistan'a yapılan iki hicretten sonra Müslümanlar, bütünüyle ve en son olarak Medine'ye hicret ettiler. Medine devrinde ise cihad başka bir seyir takip etmeye başladı. Artık, Medine Site Devleti'nin temelleri atılmıştı ve şimdi bu şartlara göre bir cihad lâzımdı. Keyfiyette bir değişiklik yoktu; bütün mesele kemmî durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazen gaza, bazen de frene basma ve manevra kabiliyetini daima zinde tutma... bunlar işin stratejik yönleriydi... ve devrin, hâdiselerin durumuna göre değişiklik arz etmesi de gayet normaldi...

Cihada izin verileceği ana kadar Müslümanlar fiilî bir müdahalede bulunamıyorlardı. Bu bir bakıma, pasif direniş dönemiydi. Saldıran hep küfür cephesi oluyordu. Müslümanlar daima mazlum ve mağdur ediliyor; fakat, maddî cihada izin verilmediği için mukabele düşünülmüyordu. Hicretten sonra da bir müddet daha böyle geçti. Nihayet cihada izin veren âyet nazil oldu. Âyet şöyle diyordu:

"Kendileriyle savaşılanlara (mü'minler), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır." dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, azîzdir."[29]

Dün kendilerine, "Güç ve kuvvet kullanmayın." denen insanlar, düşman kapıya dayanınca maddî cihad izni aldı ve bu izni kullanacak zemini beklemeye koyuldular.

Bir müddet sonra ise, bu bir izin olmadan çıktı ve emir oldu. Artık mü'minler kılıçlarıyla cihad etmeye mecburdular. Bedir'e giderken Müslümanlar, âdeta Cennet'ten davetiye almış gibi sevinç ve sürur içinde gidiyorlardı. Sanki biraz sonra canları tehlikeye girecek olanlar onlar değildi. Bu uğurda ölmeyi hepsi de canına minnet biliyordu. Cihada çağrılan hiç kimse bu davete icabetten geri kalmadı. Sadece münafıklardır ki ordu bozanlık ediyorlardı.. ve her zaman da öyle yaptılar. Cepheden ayrılıp gittiler.. Efendimiz'i mevzide terk ettiler.. ve bazen de hiç iştirak etmediler. Onlar, içte safvete erememiş, gönül dünyasında nifakı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefil ruh ve bir kısım nefsin zebunu kimselerdi ki, karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı...

Allah Resûlü'ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan mevziini terk eden tek bir insan bile gösterilemez. Diğer bir tabirle, cihad yolunda vâsıl-ı ilallah olmuş ve Allah'a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler yoldaki şaşkınlar, hakikati idrak edememiş ve ruhunda hakikatle bütünleşmemiş zavallılardı.

Vâkıa onlar da insandı; her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. Kur'ân-ı Kerim de insandaki bu duyguyu görmezlikten gelmemiş ve inananlara şöyle hitap etmiştir: "Hoşunuza gitmediği hâlde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz."[30]

İnsan tabiatının böyle olmasına rağmen mü'minler, kayıtsız şartsız Allah Resûlü'ne boyun eğdi ve teslim oldular. Onlardaki bu bağlılık Cenâb-ı Hakk'ın onlara ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti.

Böylece her geçen gün mü'minlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler en kısa zamanda civar kabileler arasında da duyuluyordu. Mü'minlerin her zaferi onları sevindirirken kâfirleri de mahzun ve mükedder ediyordu.

Cihad, birbirine bağlı zincirin halkaları gibi devam ediyor. Mü'min daima dirliğini ve diriliğini cihadda buluyor. Cihadı bıraktığı an da öleceğini biliyor. Evet, mü'min ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlılığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider.

Ne kadar, bedbîn ve karamsar insanlar varsa hepsini tetkik edin, hep karşınıza, cihadı terk etmiş insanlar çıkacaktır. Bunlar Hak ve hakikati başkalarına anlatmadıkları için, Allah içlerindeki füyûzatı çekip almış ve dolayısıyla da kapkaranlık kalmışlardır. Hâlbuki ne kadar cihad eden varsa, aşk u şevk içindedirler, içleri apaydındır ve biri bin yapma gayreti peşindedirler. Her cihad onlarda yeni bir cihad düşüncesi uyarır ve böylece salih bir daire teşekkül eder. Her hayır başka ve yeni bir hayra vesile olur. Onlar da hayırlar içinde yüzer giderler... "Amma bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir."[31] âyeti bize bu hakikati anlatmaktadır.

Allah'a giden çeşitli yollar vardır ve bu yolların sayısı mahlukatın nefesleri adedincedir. Allah için cihad edenleri O, bu yollardan birine mutlak surette hidayet eder. Ne kadar hayır yolu varsa onların önüne çıkarır, ne kadar şer yol varsa öyle yollardan onları korur.[32]

Allah'ın yolu sırat-ı müstakîmdir. O yolu bulan bir insan her şeyde orta yolu tutar gider. Gazapta, akılda, şehvette orta yolu tuttuğu gibi, cihadda ve ibadetlerde de hep orta yolu takip eder. Bu, Allah'ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir.

Fedakârlık derecesi ne olursa olsun dışa karşı yapılan mücadele bütünüyle cihad-ı asgara dahildir. Ancak bunun küçük cihad olması büyük cihada nispetledir; yoksa cihadın küçük hiçbir tarafı yoktur ve kazandırdığı netice ise pek büyüktür. Nasıl olmasın ki, bu yolda gazi olup Cennet'e namzet olma, şehit olup berzah hayatını dipdiri geçirme ve her ikisinin sonunda da Allah'ın rızasına erme söz konusudur. Evet böyle bir neticeyi sonuç veren cihad nasıl küçük olabilir ki?

Cihad-ı asgar, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzuda kendinden bekleneni eda etmektir. Cihad-ı Ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma, daima muhasebe ve murâkabe içinde bulunmadır. Kin, nefret, haset, enaniyet, gurur, kendini beğenme, fahir, nefs-i emmare gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve duygu varsa bütününe birden cihad ilan etme, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır ki, buna en büyük cihad denilmiştir.

İnsan, küçük ve maddî cihadda bulunduğu zaman çok kere kendini düşünmeye vakit bulamaz. Bu bir tehlikedir. Bir ikinci tehlike de, insan bu küçük cihadı terk ettiği zaman baş gösterir ki, o da pörsüyüp çürümedir. Bu duruma maruz kalan bir insan ise, bütün kötü düşünceler tarafından dört bir yanı sarılacak ve mânevî hayatı felce uğrayacaktır. Bu bakımdan maddî cihad yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gazadan dönerken büyük cihada dönüldüğünü söylemiştir. Bunun mânâsı şudur: İman ettik. Cihad da yaptık. Gaza şerefiyle şereflendik. Belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize bir rahat ve rehavetin çökme ihtimali vardır. Belki bazılarının içine kendini beğenmişlik gelecektir. Belki de nefs-i emmare başka yollardan ruha girip onu ifsad edecektir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır.

Bu sözün muhatabı, sahabeden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizleriz. Onun için bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz gerekmektedir. Eğer bir insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murâkabesinden uzak bulunuyorsa, o, tehlike mıntıkasına girmiş sayılır.

Asr-ı Saadet'in insanı, harp meydanlarında kavga verirken aslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibadet ve zikirle Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunurlardı.[33] Sanki onlar gündüzleri, gözleri hiçbir şey görmeyen o cengâverler değil de bir köşede inzivaya çekilmiş zahidlerdi. İş böyle olunca, maddî cihadı her şey sayıp cihad-ı ekberi görmezlikten gelmek veya cihad-ı ekber diye diye dinin en önemli bir müeyyidesini yıkıp onu ruhbanlığa çevirmek, onun ruhuna hıyanetten başka bir şey değildir. İşte önümüzde Allah Resûlü'nün bütün bir hayatı ve işte teker teker bütün sahabe...

Bir muharebe gecesinde iki sahabi nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine: "Sen istirahat et biraz, ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım." der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri namaza durur. Bir ara düşman işi anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabiyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak, o namazını bitirinceye kadar dayanır. Namazdan sonra yanındakini kaldırır. Arkadaşı onun durumunu görünce hayretten dona kalır. "Niçin, der birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?" Cevap verir: "Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim."[34]

Huzur onu böyle çepeçevre kuşatıyordu. Sanki o, namazda Kur'ân okurken bizzat Kur'ân ona nazil oluyor ve sanki Cibril onun ruhuna Kur'ân solukluyor gibi okuyor ve o böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan oktan acı dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihadı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihad adına hakikatin gerçek yüzü...

Efendimiz'de, her iki cihadı da en uç ve ufuk noktada bütünleşmiş olarak görüyoruz.

O, harp meydanlarında bir cesaret âbidesi olurdu. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafıyla, harp meydanında endişe ve korkuya kapılan bütün sahabe, O'nun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Meselâ, Huneyn'de öyle bir kükremişti ki, atının dizginlerini iki kişi tutmakta zorlanıyor, O ise durmadan düşman saflarına doğru atını mahmuzluyordu. Bir taraftan da en gür sadâsıyla haykırıyordu: "Ben peygamberim, bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in torunuyum, bunda yalan yok!"[35]

Bu şecaat ve kahramanlık âbidesi İnsan, ibadetlerinde de aynı şekilde, âdeta bir kulluk âbidesi hâline geliyordu. Namaz kılarken, kaynayan bir tencere gibi ses çıkarırdı[36]; ağlayıp gözyaşı döktüğü zaman O'nu görüp dinleyenleri rikkate sevk ederdi. Bazen günlerce oruç tutar "savm-ı visal" yapardı.[37] Bazen sabaha kadar namaz kılar ve ayakları şişerdi. Hatta Hz. Âişe Validemiz, bu tehâlükü çok görerek, "Gelmiş geçmiş günahları affolan sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun?" diye sormuş, O da: "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermişti.[38]

Bir insan düşünün ki mağarada yılan ve çıyanlara aldırış etmeden saklanıyor, tam o esnada müşrikler mağaranın kapısına kadar geliyorlar ve Hz. Ebû Bekir O'nun namına telaşlanıyor; fakat O, hiç aldırış etmeden, "Korkma Allah bizimledir." diyebiliyor[39] ve aynı şahıs Kur'ân dinlerken öyle rikkate geliyor, öyle gözyaşı döküyor ki, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Meselâ, İbn Mesud'a "Bana Kur'ân oku." demişti. O ise, edep içinde "Yâ Resûlallah, Kur'ân sana nazil olurken ben sana Kur'ân mı okuyacağım?" diyor. Ancak, Allah Resûlü ısrar ediyor ve "Ben başkasından Kur'ân dinlemeyi severim." buyuruyor. Bunun üzerine İbn Mesud, Nisâ sûresinin başından okumaya başlıyor. "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de hepsine şahit kıldığımız o gün nasıl olacak."[40] mealindeki âyete gelince, Allah Resûlü artık dayanamaz hâle geliyor ve eliyle "Yeter, yeter." diyor. Gerisini İbn Mesud'dan dinleyelim: Sustum. Döndüm baktım Allah Resûlü ağlıyor ve gözyaşları da çağlıyordu.[41] O bir kalb ve gönül insanıydı, maddî cihadda da mânevî cihadda da... O idi ki ümmetini istiğfara teşvik ediyor ve "Ben her gün yetmişten fazla istiğfar ediyorum." diyordu.[42]

Büyük cihadda muvaffak olan bir insanın ekseriyet itibarıyla, küçük cihadı da kazanması muhakkak ve mukadderdir. Fakat, büyük cihadda kaybeden insanın küçük cihadda kazandığı hiç görülmemiştir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir kerteye kadar götürseler bile neticeye varmaları mümkün değildir.

Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: "Allah Resûlü bir gece bana hitaben! "Yâ Âişe!" dedi, "Müsaade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım." (O Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asalet O'nun damarlarına işlemişti.) Ben, "Yâ Resûlullah dedim, seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini daha çok isterim."

Sonra, Anamız diyor: "Allah Resûlü abdest aldı namaza durdu ve uzun süre "İnne fî halki's-semâvâti ve'l-ardı"[43] âyetini okudu ve sabaha kadar gözyaşı döktü."[44]

Bazen de Allah Resûlû, hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Âişe Validemiz anlatıyor: Bir gece uyandığımda Allah Resûlü'nü yanımda bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanımlarından birinin yanına mı gitti diye düşündüm. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah Resûlü'nün ayaklarına ilişti. Baktım ki Allah Resûlü secdeye kapanmış bir şeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu: "Allah'ım Senin gazabından, öfkenden Senin rızana sığınıyorum. Ukûbetinden bağışlamana sığınıyorum. Allah'ım Senden yine Sana sığınıyorum. (Kahrından lütfuna; celâlinden cemaline; ceberûtiyetinden rahmâniyet ve rahîmiyetine sığınıyorum.) Sen, Seni senâ ettiğin gibisin. (Ben, Seni senâ edemem. Senin en büyük şahidin yine Sensin.)"[45]

İşte Allah Resûlü ve işte O'nun iç derinliği, büyük cihadı! O böyle olunca, ashabı daha başka türlü olabilir miydi? Öbür tarafta O'nunla beraber olabilmek için, burada O'na benzemek gerekir. Sahabe, tam anlamıyla bunun şuurundadır. Hatta onlardan bazıları, -Sevban gibi- Allah Resûlü'nden ayrı kalma düşüncesi akıllarına geldiği an, iştahtan kesilir ve ciddî rahatsız olurlardı.

Efendimiz bir cihada çıkmış, Sevban ise O'nunla bulunamamıştı. Allah Resûlü döndüğünde herkes kendisini ziyaret ediyordu. Bunlar arasında Sevban da vardı. Sararmış, solmuş ve âdeta bir iğne bir iplik kalmıştı. Şefkat Peygamberi sordu: "Sevban bu hâlin ne?" Cevap verdi: "Yâ Resûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hâllere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben Allah Resûlü'nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir âlemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah'ın Resûlü'dür. Makamı muallâdır. Gireceği Cennet de O'na göre olacaktır. Hâlbuki ben sıradan bir insanım. Cennet'e girmiş dahi olsam, Allah Resûlü'nün gireceği Cennet'e girebilmem mümkün değil. Ve O'ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hâllere düştüm."

Allah Resûlü bu dertli insanın derdine derman olarak şu ölümsüz ifadesiyle karşılık verdi: "Kişi sevdiğiyle beraberdir."[46] Kişiyi sevmek ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olacaktır. İşte sahabe bu mevzuda herkesten daha hassastır.

Hz. Ömer bütün hayatı boyunca Allah Resûlü'ne, akrabalık yönünden kurbiyet kazanmanın iştiyakı içinde yandı durdu. Hz. Fatıma'yla bunu yapmak istedi; fakat o Hz. Ali'ye nasip oldu. Başka çare kalmayınca, Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'ü aldı.[47] Bütün derdi herhangi bir bağla Allah Resûlü'nün akrabaları arasına girmekti. Yoksa isteseydi, Bizans imparatorunun kızını, hem de isteme zahmetine katlanmadan alacak durumdaydı. Ama onun derdi evlenmek değil, Allah Resûlü ile bir bağ kurmaktı. Çünkü o, bütün soyun-sopun, hasebin-nesebin hiçbir işe yaramayacağı bir gün, işe yarayan bir nisbet, bir hasep ve nesep peşindeydi.. kızı Hafsa'yı Allah Resûlü'ne vermek istemesinde yine aynı dert ve iştiyak bahis mevzuu idi.

Allah Resûlü'ne olan mânevî bağı zaten çok kuvvetliydi. Kim bilir kaç defa, İki Cihan Güneşi onu elinden tutmuş, "Burada da, ahirette de hep böyle olacağız." demişti. Ancak o, bir de maddî bağını tahkim etmek istiyordu. İşte bu düşünceyle kendi kızını Allah Resûlü'ne vermiş ve Allah Resûlü'nün de kız torununu almıştı. Hatta böyle bir münasebette muvaffakiyet, o koca Ömer'i çocuklar gibi sevindirmişti...

Bir gün kızı Hafsa Validemiz kendisine, "Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor. Ve daima yeni yeni heyetler kabul ediyor, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?" diyor.

Hz. Ömer kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa dönüyor. Allah Resûlü'nü ve Hz. Ebû Bekir'i kasdederek, "Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim. Vallahi dünyada onlar gibi yaşamalıyım ki, ahirette onlarla beraber olabileyim." cevabını veriyor.[48]

Biz buna, büyük cihad veya mânevî cihad diyoruz. Allah Resûlü'nün ve sahabenin yolu budur. Onlar Cenâb-ı Hak'la sıkı bir irtibat içinde hayat sürdürdüler. Onların zikir ve ibadetleri o kadar çoktu ki, onları görenler ibadetten başka hiçbir şey yapmıyorlar zannederlerdi. Hâlbuki durum tamamen aksineydi ve onlar hayatı bir bütün olarak yaşıyorlardı...

Onlar âdeta ihlâsın özü ve hulâsası hâline gelmişlerdi. Yaptıkları her işi Allah rızası ölçüsünde yapıyorlardı. Onların her işlerinde bir iç derinliği ve iç murâkabesi vardı. İşte yine, karşımızda bir ihlâs âbidesi olan Ömer! Hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevzuu değiştirir, "Yâ Ömer, der, daha dün baban Hattab'ın develerini güden bir çobandın." Hutbeden iner. Sorarlar: "Durup dururken seni bunu söylemeye sevk eden neydi?" Cevap verir: "Aklıma halife olduğum geldi..." Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, cevabı yine aynı oluyordu: "İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim..."

Ömer İbn Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara: "İçimde bir gurur hissettim, onun için mektubu yırttım" der.

Ruhen olgunluğa ermiş, ruhuyla bütünleşmiş, paklaşmış bu temiz kimselerin cihadı, Allah rızası için olacağından, semereli olur. Hâlbuki kendi iç meselelerini halledememiş, riyadan, ucuptan, gurur ve kibirden kendini kurtaramamış, sağda solda çalım satmak için iş gören insanların cihad adına yaptıkları şeyler ise büyük ölçüde yıkım olacaktır. Böylelerinin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkündür; ancak neticeye varmaları, üzerine basa basa ifade ediyorum, mümkün değildir.

Büyük ve küçük cihadı bir arada mütalâa eden âyet ve hadisler vardır. Bunlardan biri de "en-Nasr" sûresidir. Bu kısa sûrede mealen şöyle denmektedir: "Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O'nu tesbih eyle ve O'ndan mağfiret dile, çünkü O, tevbeleri fazlaca kabul edendir."[49]

Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman mü'minler fevc fevc, bölük bölük İslâm'a girecek ve dehalet edecekler. Öyle de oldu. Maddî cihad (cihad-ı asgar), emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münker, Hakk'ın anlatılması sayesinde engeller bertaraf edildi ve insanlar İslâm dinine girmeye başladılar.

Bu duruma gelindiğinde, Cenâb-ı Hakk'ın emri şu oluyor: "Rabbini tesbih ve takdis et."[50] Çünkü bütün bu olanlar bir taraftan Rabbinin sana bir ihsanıdır, diğer taraftan da bütün bunları yapan ve yaratan Allah'tır. İşte bunları düşün ve Rabbini tesbih ve takdis et!

Debdebe ve ihtişam içinde kazanılan bu muzafferiyetlerin yanında insan kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalı ki, cihad tamamlanmış ve cihad hakikati bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Âişe Validemiz bize şunu naklediyor: Bu sûre nazil olduktan sonra Allah Resûlü durmadan "Sübhânekellâhümme innî estağfirüke ve etûbu ileyke" duasını okurdu.[51]

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde yine bu iki cihadı bir arada zikreder: "İki göz vardır ki Cehennem ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağlayan göz."[52]

Sınır boylarında veya harp meydanlarında, en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terk eden insanın cihadı maddî cihaddır. Bu cihadı yapan insanın gözü Cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de mânevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet, bu iki göz de Cehennem'i ve onun azabını görmeyecektir.

Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl muhal ise, Allah korkusundan ağlayan gözün Cehennem'e girmesi o derece muhaldir. Allah yolunda üstü başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah Resûlü, bu toz ve toprağın Cehennem ateşiyle asla bir araya gelmeyeceği mevzuunda birçok beyanda bulunmuşlardır.[53]

Allah korkusuyla ürperip ağlayan göz; düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, râbıta yapan, memleketin başına gelecek felaketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri Cehennem ateşi görmeyecektir.

Bu itibarladır ki, sadece meseleyi, sağda-solda diyalektik yapıp, millete bir şey anlatma şeklinde cihad yapıyorum zannedenler, anlattıklarını ne ölçüde tatbik ettiklerini kontrol etmeyenler, sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar demektir. İçlerini zapturapt altına alamamış, riyanın burnunu kıramamış, fahrı ayaklar altına alıp ezememiş, başkalarına iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdahaleler, huzursuzluk kaynağı ve gürültüden başka hiçbir yararı olmayacaktır. Meseleyi yalnız mânevî cihad şeklinde ele alan ve "Kendi nefsimle yaka paça olup onu yenmeden başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz" deyip, bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazandırmayı her şeyin üstünde görenler; Allah'la insanlar arasındaki engelleri kaldırma ve kulları kendi özlerine erdirme gayretlerine iştirak etmeyenler, bunlar da en hafif ifadeyle İslâm'ı yogileştirme gayretine düşmüşler demektir. Bunların bazılarında da şöyle bir düşünce hâkimdir: "Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan önce kendini kurtarmaya bakmalı..."

Evvelâ, böyle düşünen kimseler bakmalıdırlar ki bir insan, kendini kurtardığını zannettiği gün girdapların en içinden çıkılmazına kendini kaptırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilir ki? Kur'ân "Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et!"[54] demektedir. Yani perde açılıp sana öbür âlemden "Artık buyur." deninceye kadar, kulluk mânâsına dahil hiçbir fiilden uzak kalamazsın. İnsan, ömrünün son nefesini verinceye kadar kullukla mükelleftir.

Durum böyle olunca, insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl mümkün olabilir ki? Hâlbuki onun mükellefiyetleri devam etmektedir. Öyleyse insanın nefsiyle cedelleşmesi, içindeki fena huylarla yaka paça olması ve kendini ıslaha çalışması hayatının sonuna kadar devam edecektir.

Biz havf ve korku ağırlıklı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emin olma hiçbir mü'mine yakışmaz. Ümitsizlik de aynı şekilde mü'min sıfatı olamaz. Ancak havf tarafı ağır basmalıdır. Hz. Ömer gibi bir insan bile son anlarını yaşarken endişe içindeydi. Ancak İbn Abbas'ın şehadeti kabul etmesi ve "Ahirette senin iyi bir insan olduğuna ben şahidim." demesi, bir mânâda onu bu endişeden kurtarıyordu. Nasıl olmasın ki, "Rabbinin azametinden korkana Cenâb-ı Hak iki Cennet vaad etmektedir."[55] diyordu...

Durum böyle olunca, ömür boyu cehd ve gayret isteyen bir meseleyi, cihada mâni bir engel gibi değerlendirme ne derece yanlıştır ve bu iyice düşünülmesi gereken bir husustur.

Netice olarak, mevzuu şöyle hulâsa etmek mümkündür:

Küçük ve büyük cihad, teker teker ele alındığında, birisinde sadece lafazanlık, diyalektik ve anarşi, diğerinde ise, mistiklik, miskinlik, tembellik ve uyuşukluk vardır. Hakikî cihad ise her ikisini birleştirmekle olur ki, Allah Resûlü'nün ve sahabenin cihad anlayışı da budur.

İslâm'ın yetiştirdiği büyük ve hakikî mürşidlerde de hep böyle bir cihad şuuru görmekteyiz. Onlardan hiçbiri, cihadı tek yönlü ele almamışlardır. Demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an uzaklaşmamış ve gecelerini de gündüzleri kadar aydınlık geçirmişlerdir. Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş, hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun kalb dairesini ihmale uğratmamışlardır. Bu sayede duydukları her şey, onlarda yeni bir iman peteğinin oluşmasına vesile olmuş; böylece ihsan şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk'ın murâkabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rablerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışlardır ki, Rab, onların gören gözü ve tutan eli olmuş ve böylece birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır.[56]

Günümüzün insanı, Cenâb-ı Hakk'ı hoşnut edecek bir cihad yapmak istiyorsa -ki öyle yapması lâzımdır- başkalarına hak ve hakikati anlatmanın, neşretmenin yanı başında, kendisini ve arzularını da kontrol altına alıp, ciddî bir iç murâkabesine geçmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimali, çok kuvvetlidir ve yaptığı şeylerin de ne kendine ne de başkalarına yararı olmayacaktır.

Mücahede insanı, Allah'ı her şeye tercih edecek şekilde, ihlâslı, samimî, yürekten ve gönül adamı olmalıdır. O zaman verilen mücadele faydalı olacaktır. O, başkalarına karşı felsefe yapıp onların kafalarına faydalı faydasız bir sürü malumat yığını aktarma yerine; kalb ve kafalara, mümkün olduğunca, samimiyet, hüsnüniyet, içtenlik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirmeye çalışmalıdır.

Cihad, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme, hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi de küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığı sürece, cihad cihad olmaktan çıkar, birinden miskinlik, diğerinden anarşi doğar. Hâlbuki biz, Muhammedî bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Bu da, her meselede olduğu gibi bu meselede de, Allah Resûlü'ne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır.

Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşları kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini unutmazlar.

Sidretü'l-Müntehâ: Hz. Peygamber Efendimiz'e (aleyhissalâtü vesselâm) miraç gecesinde hilkatin aldığı son şekli gösteren yaratılış ağacı, kâinat ağacı.
Âyât-ı tekvîniye: Kâinatta işleyen ilâhî kanunlar.
Mele-i A'lâ: Yüce topluluk.
Muzlim: Karanlık.
Serfürû: Baş eğme, itaat etme.
Sîga: Fiil çekiminde meydana gelen hâl, kip.
Telmih: Üstü kapalı, îmâ yoluyla ifade etme.
Füyûzat: İlâhî feyizler, ihsanlar, lütuflar.
Nefs-i emmare: İnsana sürekli kötülükleri emreden nefis.
Zahid: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
Rikkat: İncelik, yumuşaklık.
Havf: Korku, endişe.
Cehd: Emek, çaba.
Diyalektik: Herhangi bir meseleyi dış görünüşe göre (zâhirî sebeplerle) sadece akıl yürüterek çözmeye çalışma metodu.

[1] el-Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 1/511. Cihad hakkında geniş bilgi için bkz.: Gülen, M. Fethullah, İ'la-yi Kelimetullah veya Cihad, s.19-35.
[2] Nisâ sûresi, 4/95.
[3] Bkz.: Mâide sûresi, 5/67; Ahzâb sûresi, 33/39; Hâkka sûresi, 69/44-47; Cin sûresi, 72/26-28.
[4] Bkz.: Kıyamet sûresi, 75/37; Mürselât sûresi, 77/21-22; Abese sûresi, 80/18-22.
[5] Fetih sûresi, 48/10.
[6] Bk.: Âl-i İmrân sûresi, 3/96.
[7] Tevbe sûresi, 9/111.
[8] Buhârî, iman 26; Müslim, imâre 103; Nesâî, cihad 30.
[9] Buhârî, cihad 73; Tirmizî, fezâilü'l-cihad 25.
[10] Ebû Dâvûd, cihad 15; Tirmizî, fezâilü'l-cihad 2; Dârimî, cihad 32.
[11] el-Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 1/511.
[12] Bakara sûresi, 2/151.
[13] Aliyyü'l-Kârî, el-Esraru'l-merfûa, s. 286.
[14] Âl-i İmrân sûresi, 3/18.
[15] Nisâ sûresi, 4/165‑166.
[16] Fetih sûresi, 48/8.
[17] Müslim, fezâil 2; Tirmizî, menakıp 5, 6; Dârimî, mukaddime 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/89, 95, 105; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/620.
[18] Müslim, zühd 74; İbn Mâce, taharet 23; Dârimî, mukaddime 4; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/113, 4/170, 172; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/617; İbn Hibban, es-Sahih, 14/434, 456.
[19] Bkz.: Buhârî, büyû 34; cihad ve siyer 46; Müslim, radâ' 57; fezâil 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/348, 5/170-1716/113; Abdurrezzak, eMusannaf, 5/389; el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 6/52, 53, 9/3-4.
[20] Buhârı, i'tisam 19; enbiyâ 3; İbn Mâce, zühd 34; Tirmizî, tefsiru'l-Kur'ân 3.
[21] Bkz.: Buhârî, vudû' 69; salât 109; Müslim, cihad 107, 108; Nesâî, taharet 191.
[22] Bkz.: Müslim, sıfâtü'l-münafıkîn 38; el-Heysemî, Mecmaü'z-zevâid, 8/227; el-Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, 2/190-191.
[23] Buhârî, fezâilu's-sahabe 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/204; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/70; İbn Hibban, es-Sahih, 14/526.
[24] Bkz.: Mü'min sûresi, 40/28.
[25] Bkz.: Hicr sûresi, 15/72.
[26] Buhârî, menakıb 45; İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 2/11-13.
[27] Muhammed sûresi, 47/7.
[28] Bkz.: Bakara sûresi, 2/143; A'raf sûresi, 7/170; Tevbe sûresi, 9/120; Hûd sûresi, 11/115; Yusuf sûresi, 12/56, 90; Kehf sûresi, 18/30.
[29] Hac sûresi, 39-40.
[30] Bakara sûresi, 2/216.
[31] Ankebût sûresi, 29/69.
[32] Bkz.: Ankebût sûresi, 29/69.
[33] Bkz.: İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, 7/16.
[34] Ebû Dâvûd, taharet 79; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/258.
[35] Buhârî, cihad 52; Müslim, cihad 78.
[36] Nesâî, sihr 18; Ebû Dâvûd, salât 107; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/25-26.
[37] Buhârî, savm 49; Müslim, savm 59.
[38] Buhârî, teheccüd 6; Müslim, sıfâtü'l-münafıkîn 81. Ayrıca bkz.: Müslim, salât 223; Ebû Dâvûd, salât 148; vitr 5.
[39] Buhârî, tefsiru sûre (9) 9; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/4.
[40] Nisâ sûresi, 4/41.
[41] Buhârî, tefsiru sûre (4) 9; Müslim, salâtü'l-müsafirîn 247-248.
[42] Buhârî, daavat 3; Tirmizî, tefsiru sûre (47) 1; İbn Mâce, edep 57; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/282, 341.
[43] Âl-i İmrân sûresi, 3/190.
[44] İbn Hibban, es-Sahih, 2/386; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azîm, 2/164; el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 4/197.
[45] Müslim, salât 221, 222; Tirmizî, daavat 75, 112; Nesâî, taharet 119; tatbik 47; Ebû Dâvûd, salât 148; vitr 5; İbn Mâce, dua 3.
[46] Buhârî, edep 96; Müslim, birr 165.
[47] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/492.
[48] el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/211; İshak İbn Rahûye, el-Müsned, 1/196; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 7/79; İbnü'l-Mübarek, ez-Zühd, 1/201; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/49.
[49] Nasr sûresi, 110/1-3.
[50] Nasr sûresi, 110/3.
[51] Müslim, salât 218, 220; Ebû Dâvûd, salât 119; Tirmizî, daavat 32.
[52] Tirmizî, fezâilü'l-cihad 12; el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 5/288.
[53] Tirmizî, fezâilü'l-cihad 8; Nesâî, cihad 8; İbn Mâce, cihad 9.
[54] Hicr sûresi, 15/99.
[55] Rahmân sûresi, 55/46.
[56] Bkz.: Buhârî, rikâk 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/256.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.