• Anasayfa
  • Eserleri
  • Asrın Getirdiği Tereddütler
  • Diğer Peygamberlerin Ümmetlerine Olan Sevgileri İle Peygamberimiz'in Ümmetine Olan Sevgisi Farklı mıdır? Ayrıca Kendi Ümmetinin Fertleri Arasında da Sevgi Farkı Var mıdır?

Diğer Peygamberlerin Ümmetlerine Olan Sevgileri İle Peygamberimiz'in Ümmetine Olan Sevgisi Farklı mıdır? Ayrıca Kendi Ümmetinin Fertleri Arasında da Sevgi Farkı Var mıdır?

Soruda birkaç husus var. Evvelâ, bütün peygamberler kastedilerek onların ümmetlerine olan sevgi ve muhabbetleriyle, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevgisi arasındaki fark; sonra da İki Cihan Serveri'nin kendi ümmetinin fertlerine gösterdiği farklı muhabbet ve sevgi hakkında malumat isteniyor.

Her peygamber kendi ümmetini sever. Bu sevgiden bazen sevginin kendisi bazen de şefkat mânâsı kasdolunabilir. Her ikisi de peygamberlerde en ulvî seviyede vardır. Ancak peygamberlerin kendi aralarında derece farkları mevzuubahis olduğu gibi, onlardaki duygu ve düşüncede de farklılıklar söz konusudur. İşte bu hakikate binaen, bütün peygamberlerde var olan sevgi ve muhabbet Efendimiz'de en a'zam derecede vardır. Vardır ki, Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), O'nun bu şefkat ve muhabbetini anlatma sadedinde kendi isimlerini O'na izafe etmiş ve Allah Resûlü'ne "Raûf, Rahîm" demiştir.[1] O, mü'minlere karşı işte böyle bir sevgi ve şefkat âbidesidir.

Ve yine O'nda öyle bir sevgi ve şefkat vardır ki, doğduğu zaman "Ümmetî, ümmetî!"[2] demiş ve her nebinin, her velinin "Nefsî, nefsî!" diyeceği yerde o yine "Ümmetî, ümmetî!" diyecektir.[3]

Bu şefkat ve sevgiye bakın ki, miraç vasıtasıyla ulaştığı zirveden, hem de başka hiçbir beşere nasip olmayan o yüksek pâyeden, sırf ümmetini kurtuluşa götürebilme ve ellerinden tutup onlara da böyle bir miraç zevkini tattırabilmek için geriye dönmüş ve dünyaya ızdırap yudumlamaya gelmişti.[4]

O nasıl bir şefkattir ki, kendisini taşlayan ve vücudunu kan revan hâlde bırakanlara Melek feveran ediyor ve "Müsaade et de şu dağı onların başına geçireyim!" diyor; fakat O: "Kıyamete kadar onların zürriyetinden bir fert ümmetime dahil olacaksa, hayır istemem." karşılığını veriyor...[5]

O'ndaki sevgi ve şefkat işte bu mânâda hiçbir peygamberle dahi kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür. O'nun tarih-i hayatı yüzlerce şefkat ve merhamet misalleriyle örülmüş bir kanaviçe gibidir. Meselenin ledünnî cephesini ise bizim kavramamız mümkün değildir.

Burada, Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi ümmeti arasındaki sevgi farkına geçmeden bütün peygamberler için geçerli bir kaideyi söyleyeyim: Her peygamber kendi ümmeti içinde en çok kendi nübüvvetine vâris olanları sever. Bu umumî bir kaidedir ve Allah Resûlü de bundan müstesna değildir. Çünkü bütün peygamberlerin dünyaya geliş gayesi nübüvvete ait mânâları tebliğden ibarettir. Onlar, miras olarak geride kalanlara ne mal ne de makam bırakırlar.[6] Bıraktıkları tek miras tebliğ ettikleri dindir ve o dinin esaslarıdır. O dine sahip çıkanlar öncelik sırasına göre elbette peygamberlerin de en çok sevdikleri kimseler olacaktır.

Kâinatın Efendisi bir hadislerinde mealen şöyle buyurdular: "Size iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı Kur'ân ve Ehl-i Beytim."[7]

Ehl-i Beyt'e bu teveccüh, sadece sıhrî karabetten değildir. Bunda ince bir sır vardır ve Allah Resûlü bu sırra binaen Ehl-i Beytini nazara vermektedir. Zira, Ehl-i Beyt-i Nebevî, cibillî olarak Kitabullah'a ve Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O'nun getirdiklerine sahip çıkmaktadırlar. Onun içindir ki, daha sonraki devirlerde onlara sahip çıkmak aynen dine sahip çıkmak gibi olmuştur. İşte bu hikmete mebni O, daha çok Ehl-i Beytini nazara vermektedir.

Diğer taraftan Allah Resûlü'nün davasını temsilde ve nübüvvet mânâsına sahip çıkmada vârisleri Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm ecmain) gibi zatlardır. Bunlar Efendimiz'in gerçek vârisleridir.

Bu noktadan hareketle Efendimiz'in peygamberlik davasına birinci plânda sahip çıkanlar sahabe-i kiramdır. Daha sonra da çeşitli devirlerde o pâk nesilden gelen ve yaşadıkları dönemde İslâm'ı en ulvî şekilde temsil edip gönüllere hayat üfleyen Ehl-i Beyt olmuştur. Vâkıa dinî hayat ve dine hizmet daha önce gelir. Hangi devirde olursa olsun Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek mirasına sahip çıkanlar O'nun en yakınları ve Ehl-i Beyti sayılırlar.

Onun içindir ki, günümüzde dinî hizmetlere sahip çıkan mü'minlere "Bunlar peygamberin vârisleridir." dense doğru söylenmiş olur. Çünkü onlar nübüvvet davasına vâristirler. Meseleye bu açıdan bakılacak olursa, Hz. Ebû Bekir'le başka bir sahabi arasında fark yoktur. Zira hepsi de dava-yı nübüvvetin vârisleridir. Fakat hususî fazilette bütün ümmet bir araya gelse yine Hz. Ebû Bekir'e (radıyallâhu anh) denk olamazlar.[8]

Demek oluyor ki, ister kendi asrı içinde ve kendi devrinde yaşayanlar, isterse daha sonraki asırlarda yaşayanlar kim nübüvvet davasına ve hangi ölçüde sahip çıkarsa, o ölçüde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından sevilmeye liyakat kesbedecektir.

Nasıl ki, "Vemâ ale'r-Resûli ille'l-belâğ"[9] sırrıyla peygamberlere düşen vazife sadece tebliğdir; aynen öyle de, O'nu rehber kabul edip arkasından giden mü'minlere düşen vazife de yine sadece tebliğdir. Keza bu noktada bize düşen de O'nun arkasında edeple el bağlayıp "Bizim vazifemiz ancak tebliğdir." demek olacaktır. Bu şekilde bir intisapla O'na bağlandığımızdan ötürü de, kendimizi dünyanın en tali'lileri arasında kabul edebiliriz.

Şimdi de meselenin bir başka yönüne dikkatlerinizi istirham ediyorum.

Efendimiz'e (aleyhissalâtü vesselâm) nübüvvet nurunu görerek ve O'nun pırıl pırıl atmosferi içinde yetişerek vâris olan kimselerin durumu, diğerlerinden çok farklıdır. Bu da gayet normaldir. Zira onlar bizzat Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördüler, O'nun nurundan istifade ettiler, O'nun her hâline vâkıf oldular, sağanak sağanak vahiy yağan bir iklimde, vahyin ürpertici serinliğini daima iliklerine kadar hissettiler. Ve o şanlı Muallim ve Üstad tarafından yetiştirildiler. Öyleyse, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onlara diğerlerinden daha farklı bir muhabbet beslemesi, onlara ihtimam göstermesi ve onları aziz tutarak "Ashabıma söven benden değildir."[10]"Ashabım gökteki yıldızlar gibidir."[11] şeklinde ifadelerle onları taltif etmesi, öyle bir mürüvvet âbidesine yakışan en uygun ifade ve hareket tarzıdır. Beşeriyet içinde O'nu en çok onlar sevdi; Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu sevgiye mukabelede bulundu, O da onları sevdi.

Ayrıca, Efendimiz bu hareketiyle kendinden sonra gelip cemaatlerin önüne geçen ve onları sevk ve idare durumunda olanlara da bir hikmet dersi vermekte ve onlara bir usûl öğretmektedir. Her devir ve her devrede, birinci plânda duran ve mücadele verenler hep birinci plânda tutulmalı ve başkaları onlara tercih edilmemelidir.

Bu bir vefa borcudur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise insanlar arasında, bu yönüyle dahi en zirvededir. O'ndan daha vefalı bir ikinci insan gösterilemez.

Kendisine gelip: "En çok kimi seviyorsun?" diye soran sahabiye, "Âişe'yi" buyurur. "Erkeklerden kasdetmiştim." diye devam edince de, "Babasını" karşılığını verir.[12]

Burada, sevme ile vazife tahmili arasındaki farkı izah etmeme gerek yoktur zannederim. O her istidadı yerinde kullanmada da misli görülmemiş bir fetanet sahibiydi. Kimi nerede istihdam edeceğini çok iyi biliyordu. Öyle biliyordu ki, bu mevzuda tarihin tespit ettiği aksi bir vak'a bilmiyoruz. Seçtiği insan hangi iş için seçilmişse, muhakkak diğerleri arasında o, mevzuu en iyi temsil edenlerden biridir.

İki Cihan Serveri nasıl ısmarlama yaratılmış bir insandı, ona sahabi olacak kimseler de kendi çaplarında ısmarlama insanlardı.[13] Bunun mânâsı şudur:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha dünyaya geldiğinde peygamber olarak gelmiştir. Çünkü O'nun çocukluk döneminde dahi bütün davranışları, daha sonraki durumunu destekleyici mahiyettedir.

Meselâ, bir kerenin dışında, cahiliye insanının anadan doğma üryan gezdiği devrede dizinden yukarısını açmamıştır. O biricik vak'ada da Melek gelmiş ve ikaz etmiştir.[14] Onun içindir ki, risalet vazifesi kendisine tebliğ edilmeden evvel dahi, Mekke ve civarında, iffet, namus, hayâ denince ilk akla gelen O'nun ismi olurdu. İsmet sahibiydi. Hiç günaha girmemişti. Ahde vefada, doğrulukta, verdiği sözü yerine getirmede ve emanette emin olmada onun üstüne kimse yoktu. O'nun bir adı da "Emîn" idi.[15] Tertemiz bir hayat yaşadı. Tertemiz olarak bu dünyayı terk etti. Vefatını duyup Medine'ye gelen en yakın dost Hz. Ebû Bekir'in ona hitaben söylediği son sözler ne kadar mânidardır. "Hayatın da pırıl pırıl, mübarek, nâşın da pırıl pırıl ey Allah'ın Resûlü."[16] Bu ifadeler aynı zamanda başlangıcından sonuna kadar Allah Resûlü'nün hayatını bir tek cümlede ifade etmekti. O, bir çocuk masumiyetiyle dünyaya gözlerini açmış.. yaşadığı seviyeli hayatla melek masumiyetine ulaşmış ve zirveleşmenin akıl almazlığı içinde uçup ötelere gitmişti.

Onun içindir ki Mekke müşrikleri Allah Resûlü'ne ettikleri bunca iftira arasına, O'nun nezih ahlâkını tenkit ifade eden, tek kelime sokamadılar ve hep, akıl sahibi bir kimsenin kabul etmeyeceği iftiralarda bulundular. Sahir, şair dediler de, meselâ, hiç kimse -hâşâ- yalancı, dönek veya buna benzer isnatlarda bulunamadılar. Bir yönüyle Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) O'nun nezih ahlâkını, müşriklerin ağzına bir tokat gibi vurdu ve hepsini susturdu.

O, büyük bir davayı temsil etmek için gelmişti. Cenâb-ı Hak (celle celâluhu) O'na ümmet, sahabi ve arkadaş olacakları da, öyle bir davayı ilk omuzlayacaklar olmaları itibarıyla, bu işin altından kalkabilecek kıvam ve mahiyette, hususî olarak yarattı. Evet, onlar hususî ve ısmarlama insanlardı.

Düşünün ki Halid İbn Velid, Mute'ye iştirak ettiğinde henüz iki aylık bir Müslüman'dı. Bir nefer olarak harbe iştirak etmişti. O gün ismi sayılan kumandanlar arasında onun adı yoktu. Zeyd İbn Hârise, Cafer İbn Ebî Talib ve Abdullah İbn Revâha sırasıyla sayılmış ve "Eğer ona da bir şey olursa sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç alsın." denilmişti.[17]

Mute'de Müslümanların sayısı üç bin, Bizans ordusu ise tam bunun 66 misli, yani iki yüz bin kişiydi.[18] Bazıları tereddüt geçirdi. Biz bu kadar sayıda bir düşman beklemiyorduk, Medine'ye geri dönelim, dediler. Ancak Zeyd önlerine dikildi. Nasıl bütün hayatı boyunca ve hangi mevzuda olursa olsun hiç dönmemişti, burada da dönmeyecekti. O tecessüm etmiş bir itaatti. İki Cihan Serveri ona, anası yaşında bir kadınla, Ümmü Eymen'le evlenmesini söylemiş hiç tereddüt etmeden kabul etmişti. Tâif'te Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) atılan taşlara kalkanlık yapmış ve her tarafı kan revan içinde kalmıştı.[19] Bugün bir ordu kumandanıydı. İşin mahiyeti değişse bile özü değişmemişti. O hep itaat ediyordu. Aslanlar gibi kükredi. Düşmanın sayısı ne olursa olsun geri dönülmeyecekti. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara bunu emretmişti.

Altıncı güne kadar savaşıldı. Altıncı gün bütün ordu komutanları sırasıyla şehit oldular. Sancak yere düşeceği sırada bir nefer onu kaptı ve sahibini aramaya koyuldu. Halid'i görünce de sancağı ona uzattı. Fakat Halid (radıyallâhu anh) "Sen benden önce Müslüman oldun, daha lâyıksın." diyerek sancağı almak istemedi. Ancak, çok ısrar edilince kabul etti. Zaten bütün bu olanları Allah Resûlü, Medine'de ashabına anlatıyordu. Evet hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve anlatıyordu...

Halid İbn Velid (radıyallâhu anh) o gün büyük bir iş yapmıştır. Bazıları Mute'ye zafer değildir, deseler bile, Mute destandır, zaferdir ve bu zaferi Cenâb-ı Hak (celle celâluhu), Halid'in (radıyallâhu anh) eliyle nasip etmiştir.

O gece orduyu yedi sekiz bölüğe ayırır. Cenahları değiştirir. Sağ cenahı sola, solu sağa taşır. Öndekileri arkaya, arkadakileri de öne geçirir. Ayrıca birkaç gruba da vazife verir. Gizlice Medine tarafına doğru gidecekler ve geceleyin Medine'den yeni bir güç geliyor gibi def ve dümbelek çala çala geleceklerdir.

Denilenler aynıyla yapılır. Ertesi gün düşman neye uğradığını anlayamaz. Herkesin karşısına tanımadığı bir sima çıkmıştır. Hele nümâyiş içinde Medine tarafından gelenler onları iyiden iyiye yıpratır ve artık psikolojik olarak çökmüşlerdir.

Ertesi gün Halid atına biner ve düşmanın merkezine hücum eder. Gözü hiçbir şey görmemektedir. Dikkat edin, henüz Müslüman olalı iki ay olmuştur. Ne bildi ne öğrendi de bu kadar kısa bir zaman içinde bu mahiyete geliverdi.

Stratejisi de tam tatbik ediliyordu. Arkaya yerleştirdiği insanlar tenbih edildiği şekilde durmadan geliyordu. Düşman iyice sarsıldı ve gerilemeye başladı. Bunu fırsat bilen Halid (radıyallâhu anh) hemen ordusunu topladı ve Medine'ye avdet etti. Fakat düşman öyle korkmuştu ki, onun geri dönüşünü dahi, bir harp taktiği zannediyorlardı, dolayısıyla da takibe cesaret edemediler.[20]

Ben Halid'i bir misal olarak söyledim. Siz buna bütün diğer büyük istidatları, kendisinden sonra cihanı idare edecek olan halifeleri, siyasî dehası herkesçe müsellem Amr İbn Âs'ları, ordu kumandanlarını veya hep bir nefer gibi cansiperâne bir harp meydanından diğer harp meydanına koşanları, gece bir âbid, gündüz bir muharip olanları ekleyin düşünün[21]; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi onların da birer ısmarlama insan olduklarını ve daha sonra gelenlerden hiç kimsenin onlara benzemelerinin mümkün olmadığını ayne'l-yakîn bir surette kabul ve ilân edeceksiniz.

İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) öbür âlemden buraya, el ele, omuz omuza ve kol kola geldiği bu cemaatini, diğerlerinden üstün tutuyor ve onlara asıl vârisleri nazarıyla bakıyordu.

Şu kadar var ki, O vefa âbidesi insan, ümmetinin diğer kısmını da unutmuş değildi. Kendine bağrını açan taşı toprağı dahi unutmayan O insan, asırlarca sonra dahi olsa, O'na ümmet olmayı şeref bilen ümmetini unutur muydu hiç? Her cumartesi Kuba'yı ziyaret ederdi. Çünkü orası O'na ilk konaklık yapan yerdi. Mekke'den ayrılınca ilk defa O'na Kuba sinesini açmış ve "Burada kal yâ Resûlallah!" demişti. O da her hafta giderek bu vefa borcunu ödüyordu. Uhud'u da mutad vakitlerde ziyaret eder, Bakî'deki dostları için gözyaşı dökerdi. Son ziyaretinde de "Kardeşlerime selâm olsun." demişti. Sahabe: "Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" dediler. "Onlar henüz gelmedi." buyurdu.[22] İşte O'nun "Kardeşlerim" dediği, günümüzde i'lâ-yı kelimetullah vazifesine omuz verenlerdir. Çünkü sahabe O'nun arkadaşlarıydı. O'nunla beraber yaşamışlardı. Daha sonra gelip, görmeden O'na biat edip, davası uğruna gece gündüz demeden çalışıp her türlü çile ve ızdırabı göğüsleyen ve böylece dava-yı nübüvvete vâris olduğunu gösterenler de O'nun kardeşleriydi. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara selâm gönderirken "Kardeşlerim" demişti. Belki de şu ifadelerin içinde hususî olarak, birbirini kardeş kabul eden ve kardeşte fâni olmayı şiâr edinen adanmış ruhlara da hususî bir iltifat vardı. O kendisine yakışır şekilde iltifat ederken, bu iltifatın muhatapları da liyakatlerini göstererek kendilerine yakışanı bir vazife şuuru içinde eda etmelidirler. Aksi tablo ise, O Büyük Ruhu her an dilgîr eder.

Onlar kendi devirlerine ait vazifeyi kendilerine has firasetle yerine getirdiler. Şimdi, aynı vazifeyi aynı şuurla yerine getirme vazifesi bugünün insanına düşmekte.

Raûf: Pek şefkatli.
Rahîm: Pek merhametli.
Sıhrî karabet: Evlilik yoluyla meydana gelen akrabalık.
Cibillî: Tabiî, tabiat itibarıyla, soy gereği.
Mebnî: ...den dolayı, ...den ötürü.
Fetanet: Peygamber mantığı. Bütün meselelerini akıl, kalb, ruh, his ve latîfelerini bir araya getirip öyle mütalâa eden, en büyük zorlukları dahi gayet rahatlıkla çözen harikulâde mantık.
Âbid: Çok ibadet eden, kendini ibadete veren.
Firaset: Bir şeyi çabuk sezme yeteneği, keskin ve hızlı idrak kabiliyeti.

[1] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/128.
[2] Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğduğunda başını kaldırıp bakışlarını semaya diktiğine.. secdede, ellerini kaldırmış, çok muztar bir vaziyette dua ediyor olduğuna.. tekbir getirdiğine.. dair rivayetler için bkz.: es-Suyûtî, el-Hasâisu'l-kübrâ 1/80, 85, 91; en-Nebhânî, Huccetullâhi ale'l-âlemîn s. 224, 227, 228.
[3] Mahşerin dehşetinden herkes hatta enbiyâ dahi "Nefsî, nefsî!" dedikleri zaman, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Ümmetî, ümmetî!" diyeceğine dair bkz.: Buhârî, tevhid 32; Müslim, iman 326.
[4] Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Miraç'tan getirdiği ve Cenâb-ı Hakk'ın marziyatını ifade eden hediyeler için bkz.: Buhârî, menâkıbu'l-ensar 42; Müslim, iman 279; müsafirîn 253; Tirmizî, tefsîru sûre (53) 1; Nesâî, salât 1; iftitâh 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/387, 422.
[5] Bkz.: Buhârî, bed'ü'l-halk 7; Müslim, cihad 111; İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 2/60-63; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/166.
[6] Peygamberlerin mal miras bırakmayacağına dair bkz.: Buhârî, i'tisâm 5; hums 1; Müslim, cihâd 51; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/463.
[7] Tirmizî, menakıb 31.
[8] Konuyla alâkalı bkz.: el-Gazzâlî, Kavâidü'l-akâid s.228; el-Kelâbâzî, et-Taarruf li mezhebi ehli't-tasavvuf 1/57; İbn Ebi'l-İzz, Şerhu Akîdeti't-Tahâviyye 1/533-534. Ayrıca teferruatlı bilgi için bkz.: İmam Rabbânî, el-Mektûbât, 1/134 (251. Mektup), 146 (266. Mektup).
[9] Nûr sûresi, 24/54; Ankebût sûresi, 29/18.
[10] Ashab efendilerimize sövmeyi yasaklayıp haram sayan hadis-i şerifler için bkz.: Buhârî, fezailu's-sahabe 5; Müslim, fezâilu's-sahabe 221-222; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 6/405; Muhibbuddin et-Taberî, er-Riyazu'n-nazıra, 1/195, 248.
[11] Bkz.: el-Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 1/132.
[12] Buhârî, fezailu's-sahabe 5.
[13] Ashab efendilerimizin ısmarlama insan olduklarına dair bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/379; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/375. Ayrıca geniş bilgi için bkz.: Gülen, M. Fethullah, Sonsuz Nur, 3/156.
[14] Buhârî, hac 42; Müslim, hayz 76; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 2/350. Ayrıca, "Allah Resûlü hayatında iki defa düğüne gitmeye niyetlenmiş, ikisinde de Cenâb‑ı Hak, O'na bir uyku hâli vermiş ve yolda uyuyup kalmıştır." (İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 2/350-351)
[15] Bkz.: İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 1/209; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/425; Ayrıca bkz.: Buhârî, tefsiru sûre (111) 1; Müslim, iman 325; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/83.
[16] Buhârî, fezailu's-sahabe 5.
[17] Bkz.: el-Heysemî, Mecmau'z-zevâid, 6/156-157; İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 4/15, 21; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 4/291.
[18] Bkz.: Buhârî, megâzî 44; İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 4/15-30; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 4/291-295.
[19] Bkz.: Buhârî, bed'ül-halk 7; Müslim, cihad 111; İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 2/60-63; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/166.
[20] İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 4/30; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, 4/295.
[21] Efendimiz'in yetiştirdiği çıraklar için bkz.: Sonsuz Nur, 2/348-354.
[22] Müslim, taharet 39; Nesâî, taharet 109.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.