• Anasayfa
  • Eserleri
  • Asrın Getirdiği Tereddütler
  • "Din, İnsanların İzah Edemedikleri Meseleleri Kamufle İçin Zorunlu Olarak Ortaya Atılan Bir Fikirdir" Deniliyor. Medeniyetin Terakki Etmesi Dine Olan İhtiyacı Ortadan Kaldırır mı?

"Din, İnsanların İzah Edemedikleri Meseleleri Kamufle İçin Zorunlu Olarak Ortaya Atılan Bir Fikirdir" Deniliyor. Medeniyetin Terakki Etmesi Dine Olan İhtiyacı Ortadan Kaldırır mı?

Dine inanmayanlar, din mefhumunun insanlar tarafından bir acziyet veya şükran ifadesi olarak uydurulduğunu iddia etmektedirler. Fikirlerinin hulâsası şudur:

Kâinatta esrarını anlayamadığımız, fizik ve kimyanın kanunlarıyla çözemediğimiz bazı hâdiseler vardır. İşte çözülemeyen bu hâdiselere, bir çözüm getirmek için, bunlar eskiden olduğu gibi bugün de hep bir Yaratıcı'ya istinat ettirilmiştir. Ayrıca insanlar, kendilerine menfaati çok olan varlıklara birer kudsiyet atfetmiş, daha sonra da onları birer ilâh kabul etmişlerdir. Ganj nehrinin Hindistanlılar için, Nil nehrinin de Mısırlılar için mukaddes oluşu ve bu ülkelerde başlayıp günümüze kadar da devam eden ineğe kudsiyet atfı hep insanoğlunun menfaatine katkıları dolayısıyladır. Korku karşısında da insanın tavrı bundan farklı olmamıştır. Aşırı korku onu saygıya sürüklemiş ve bu saygıyla, korktuğundan emin olacağı kanaatine sahip olmuştur. Bazı dinlerde hayır ve şerre ait iki ayrı ilâh kabul edilmesi, bir cihetten bu sevgi ve korkuyu iki ayrı ilâha taksim mânâsınadır. Cennet ve Cehennem de aynı ruh hâlinden kaynaklanan düşüncelerin mahsulüdür. Din, haddizatında bir burjuva tesellisidir; din adamlarının uydurduğu sömürü aracıdır ve o bir afyondur, insanları uyutmak için uydurulmuştur... ve daha neler neler?

Hakikaten din, onların dediği gibi sonradan mı uydurulmuştur ve altından kalkılamayan hâdiselere izah getirmek için icat edilmiş bir avunma ve teselli kaynağı mıdır? Hayır, hayır, aslâ ve kat'â!

Din, Arapça bir kelime olup, itaat etmek, ceza vermek ve yol gibi mânâlara gelir. Esasen bu üç kelime de dinin tarifi içinde vardır. O bir yoldur, şehrahtır, bir ana caddedir. Onda Cenâb-ı Hakk'a itaat söz konusudur. Ve yine onda, itaat edene mükâfat, etmeyene de ceza vermek gibi bir müeyyide de vardır.

Dinin şer'î tarifi ise şöyledir: "Din akıl sahiplerini bizzat hayırlara sevk eden ilâhî kanunların bütünüdür."[1]

Din akıl sahiplerine hitap eder. Böylece insanlar itaatlerini kendi iradeleriyle yapmış olurlar. Din, iradenin hakkını verir, onu felç etmez. Ve onun insanları sevk ettiği nokta da mutlak hayırdır. Şunun bunun anlayış ve telâkkisine göre hayır kabul edilenlere değil, hayrın bizzat kendisine doğru yönlendirme bahis mevzuudur.

Din bu yönlendirmeyi evvelâ, itikat cihetinden ele alır. Belki, insan sırf aklıyla dahi, kendisini ve bütün kâinatı yaratan bir Yaratıcı'nın olduğunu kavrayabilir, fakat o, bir nebinin gürül gürül sesinden, vicdanındaki kabulü destekleyen bir sadâ ile Rabbi'nin anıldığını duyduğunda, esas inanması gerektiği şekilde bir iman ve yakîne sahip olur. Aynı zamanda O nebi, Cenâb-ı Hak'tan vazifeli olduğunu gösteren belgelerle gelmiştir. Gösterdiği yığın yığın mucizenin yanında bir de mucizeliği kıyamete kadar sürecek bir kitap getirmişse, artık kuşkuya meydan kalmamış demektir. Bu insan, o kitap sayesinde, ahirete ve kadere nasıl inanılması gerektiğini ve daha nelere inanılmasının şart olduğunu öğrenecek ve orada muğlâk gelen hususları, bizzat O nebi talim edecek, izahta bulunacaktır.

Böyle bir imanın, gönüllerde hep taze olarak kalabilmesi ve bayatlayıp pörsümemesi ise ibadete bağlıdır. İman, ibadet sayesinde hiç eskimeden hep yeni kalabilir. Yoksa, ibadetsiz insanda, bir müddet sonra iman aşk ve şevki adına sadece yerin altındaki büyükleriyle övünme kalır. Onların da sırf hoca ve hacı olduklarından bahseder. Gerçi ecdadına ağzı dolu dolu sövenlere göre, onlarla övünen insan elbette içinde az da olsa bir cevher taşıyor sayılır ama, böyle bir cevherin son ana kadar dayanıp dayanamayacağı meçhuldür.

Günde beş defa koşup ulaştığımız Allah huzuru, bizi her an şahlandıracak ve âdeta inandığımız hususlara yeniden bir ahd ü peymâna zorlayacaktır. Her namazında hatta, her namazın her rekâtında, Kur'ân ve tesbihlerde Allah'tan yeni mesajlar alınamıyorsa, bu ülfet ve ünsiyetin pörsüttüğü bir ibadettir ki şuursuzca ve ledünniyatına vâkıf olmadan geçiştirilmiş bir borç edası sayılır. Böyle bir namazın edasıyla farz yerine getirilmiş olsa bile, namazdan beklenen asıl füyûzat elde edilmiş olamaz.

Onun içindir ki, büyüğümüz, secdesinde öyle bir hâl hisseder ki, "Keşke, der şöyle bir rekât namaz kılabilseydim." Ve sonra da şu tavzihte bulunur: "İşte sahabenin her namazı böyleydi."[2] Her namazın her rüknü onlara, Cenâb-ı Hak'tan ayrı mesajlar getiriyordu. İbadetlerinde ülfet ve ünsiyet yoktu. Diğer ibadetler de aynı ruh hâletini verecek mahiyetteydi. Bu itibarla, hacca giden, zekât veren, oruç tutan emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker'de bulunan herkes yaptığı ibadetlerin cinsine göre, o ibadetten beklenen itici ve takviye edici mânevî güç ve dinamikleri iyi değerlendirmelidir ki imanını tam perçinleyebilsin.

Dinin bir diğer yönü de muamelâta bakar. İnanan insan çarşı ve pazardaki davranışlarını Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun şekilde düzenlemelidir. Kur'ân ve Sünnet'in ticaret ahlâkı adına ortaya koyduğu prensiplere göre muamelelerde bulunmalıdır. Bu da yine imanı ve itikadı takviye eden hususlardandır. Çünkü bu sayede insan nefsinin arzu ve isteklerini terk ederek Cenâb-ı Hakk'ın emir ve isteklerine râm olmaktadır.

Diyelim ki mü'min; bir mal satacak, o malının ayıbını söylemesi, gerekir. Hâlbuki o, malın ayıbını söylediğinde, kazancı azalacak veya zarar görecektir. İşte buna rağmen, malının kusurunu söyleyen insan, içinde Rabb'e itaatten gelen bir inşirah hisseder. Biraz sonra Rabb'in huzuruna gelip namaza durduğunda, içindeki bu inşirah, onun namazdan elde edeceği feyze müsbet yönde tesir edecek ve böylece o da imanının tazeliğini ve zindeliğini korumuş olacaktır. İşte bunlar bizi Rabb'e götüren vesilelerdir. Zaten vesile aramamızı bizzat Kendisi emretmektedir.[3] Allah Resûlü, mağarada kalan üç kişinin durumunu anlatırken, onların yaptıkları iyi amelleri nasıl birer vesile yapıp mağaranın ağzının açılmasını talep ettiklerini anlatır ve vesilenin önemine dikkati çeker. Bunlardan birisi, ana ve babaya karşı mürüvveti, diğeri iffeti ve bir üçüncüsü de hakka riayeti kendilerine vesile yapmış ve dua etmişler; böylece mağaranın ağzını kapayan taş da açılmıştır.[4] Değil sadece hareket ve davranışlarımızda, bizler elimizden gelse, fizikî yapımız itibarıyla Allah Resûlü'ne benzemeye çalışırız. Evet, O'nun gibi göze, kulağa, burna, ağza sahip olmayı kim arzu etmez. Öyleyse, mümkün olmayan benzeme şeklinden mümkün olan benzeme şekline intikal ederek, ahlâkımızı ve yaşayış tarzımızı tam O'na uydurma gayretine gireceğiz. O'nun gibi yiyecek, giyecek, yatacak, kalkacak ve kulluğumuzu da O'nun gibi yapmaya çalışacağız.

Cenâb-ı Hak faize haram[5] demişse, bir kuruşa bin kuruş dahi faiz verilse biz ondan tevakki edip kaçacağız. Yarın karşımıza bir alev, bir kor hâlinde çıkacak olan büyük-küçük bütün günahlara karşı da tavrımızı aynı şekilde ayarlayacağız.

Bütün bunlardan anlaşılan şey şudur: Din bir bütündür, tecezzi ve inkısam kabul etmez. Veya başka bir ifadeyle, tecezzi ve inkısam kabul edene din denmez. Sanki din bir ağaç gibidir. İtikada ait meseleler onun kökü, ibadete müteallik hususlar dalı budağı, muamelât onun çiçekleri, ukûbât koruyucusu, evrâd ve ezkâr gibi hususlar da o ağacı alttan ve üstten besleyen unsurlardır. İşte böyle bir bütünlük ve yekpârelik arz eden din, bütünüyle Allah tarafından vaz'edilmiş ve peygamber tarafından da tebliğ ve talim edilmiştir.

Herkesin vicdanı, Rabbi'yle münasebete geçip, dinin ruhunu vasıtasız O'ndan alabilirdi. Fakat, herkesin o ruh safvetine ermesi mümkün olmadığındandır ki, Cenâb-ı Hak enbiyâ-i izâmı ıstıfâ edip seçti. "Allahü yastafî mine'l-melâiketi rusülen ve mine'n-nâsi"[6] âyetinde işaret edildiği gibi Allah risalet vazifesini, ister meleklerden, isterse insanlardan bir seçkin gruba yaptırtır.

Cenâb-ı Hakk'ın, yaratıldığından beri rükûda, secdede ve kıyamda ibadet eden ve sayılarını ancak kendisinin bilebileceği melekler varken, onlardan birine değil de, Allah Resûlü'ne vahiy getirme vazifesini Cibril-i Emîn'e vermiştir. Ve yirmi üç sene Efendimiz'le münasebeti o temin etmiştir. O, O'na vahiy getirdi, Allah Resûlü de onu edeple dinledi ve bütün benliğine işledi. O, geçen yirmi üç senelik zaman zarfında, Cibril'le öyle bir dostluk ve kardeşlik temin ve tesis etmişti ki, Cibril'in son gelişi O'nu iki büklüm etmiş ve ağlatmıştı. İşte Allah (celle celâluhu) risalet vazifesine bunları seçiyordu. Diğer peygamberler de aynı şekilde seçilmiş, öz ve kaymak hâline gelmiş insanlardı. Bunların hepsinin madeni de altındandı. Evet, onlar ısmarlama insanlardı. Nasıl ki Allah Resûlü böyle seçkindi, O'na sahabe olma liyâkatini elde edenler de aynı şekilde seçkin insanlardı. Ve din bize o altın zincirin intikal ettirmesiyle gelip ulaşmıştır.

Peygamber Efendimiz ve bütün peygamberler, dinî tebliğ uğruna her türlü çile ve ızdırabı göğüslemek mecburiyetinde kaldılar ve tabiî dünya namına ellerine geçen herhangi bir şey de yoktu. Hatta Efendimiz, davasından vazgeçseydi, hem çok zengin olacak, hem de dünyaya ait bütün başkalarının arzu edip arkasından koştukları şeyler O'nun önüne serilecekti. Civarın en güzel kadınıyla evlenmek, Mekke'ye reis olmak da bunlar arasındaydı. Şimdi bırakın bunları, O miraca çıkmıştı. Bütün yıldızlar parke taşları gibi ayağının altına sıralanmış ve bunlar üzerinde yürüyerek Rabbisine varmıştı. Görülebilecek bütün güzellikleri müşâhede etmiş ve bir başkasının asla vazgeçip dönemeyeceği yerleri O teker teker dolaşıp gezmiş ve ümmetine de aynı kavsiyeyi yaptırabilmek için geri dönmüştü.[7] O devrede, acaba döndüğü yer neresiydi? Geçtiği yollara dikenlerin serpildiği, taşlanarak ayakları kan revan içinde bırakıldığı, istihza ve alay edildiği, horlanıp hakir görüldüğü bir yere dönüyordu. Acaba, Allah Resûlü'nün, bütün bu görüp katlandıklarına ne ihtiyacı vardı. Dini tebliğ ederken, hangi menfaat veya korku O'nu harekete geçiriyordu? Bir insanı Cennet dahi büyüleyip cazibesi içine alamazsa ve O insan ümmetine dönmeyi her şeye tercih edecek kadar bir fedakârlıkta bulunursa, atılan bütün bu iftiralar, iftira atanın o kalın kafasını kırmaz mı?

Kendisine kullukta bulunduğumuz Allah (celle celâluhu) her şeyden müstağnidir. O'nun bizim din ve diyanetimize ihtiyacı yoktur. Kulluğa muhtaç olan bizleriz. Yeryüzünde kendisine halife yaptığı insanların, sair canlılar karşısında dengeli ve uygun yaşamalarını istiyor ve bunun için de, dengeli ve uygun yaşamanın ifadesi olan Kur'ân çizgisinde bizi harekete zorluyor. Diğer bir ifadeyle, biz kendi kendimizi idareden âciz olduğumuzdan dolayı, yanlış iş yapmamamız ve yanlış yollara sapmamamız, takılıp yollarda kalmamamız için, bize din gibi aydınlık bir yol lütfediyor. Ve elimize verdiği Kur'ân'a bakmamızı, kendimizi o Kur'ân ölçülerine göre ayarlamamızı emrediyor. Ta ki bizler de insanlık semasının burçlarına doğru mesafe katedebilelim ve mahiyetimize ait istidat ve kabiliyetleri işleterek, ufuk noktalara doğru kanat çırpabilelim.

Evet, bizim dine ihtiyacımız var. Eğer insanlar gerçek ihtiyaçlarını bilebilse, ebedî saadete namzet olduklarının şuuruna varsa ve bütün latîfelerini inkişaf ettirme noktasına ulaşsalardı, ifadeleri ayrı, ancak talepleri aynı olarak şöyle diyeceklerdi: "Allah'ım bize bir din gönder, dininin ışığıyla yolumuzu aydınlat, bizi yanlış yerlerde yürümekten ve mesafelere takılıp kalmaktan, eğri büğrü gitmekten ve yol alamamaktan kurtar."

En akıllı filozoflar dahi yalpalaya yalpalaya yürümüş, herhangi bir yerde düşüp kalmış ve hakikate ulaşamamışlardır. Hâlbuki bizim en âmimiz dahi, Muhammedî yolun aydınlatıcı tayfları altında bir tek adımını dahi boşa atmamış ve hayatının her safhasında insan gibi yaşamış ve başka insanların da hukukuna riayet etmiştir. Perspektifinde Allah'ın rızası ve önünde Allah Resûlü gibi bir pişdârı vardır ve o, ömür sermayesinin her ânını bin veren başak gibi kullanmaktadır.

Din zarurete binaen insan karîhasından çıkmış veya onların tabiriyle uydurulmuş değildir. Onun zarurî gibi görünmesi dinin tabiîliğinde ve insan fıtratında din duygusunun bulunmasından ileri gelmektedir. İnsan, dinî emirlere ihtiyaç içinde yaratılmıştır. Ve o, dine her zaman muhtaçtır.

İnsan inancında, ibadetinde ve bütün muamelâtında doğru ve hakkı ancak din sayesinde öğrenir ve yine ancak din sayesinde Cennet'e ehil hâle gelir. Din potasında eriye eriye şekillenen insan, "Livâü'l-Hamd"in altında, Allah Resûlü tarafından tanınıp elinden tutulacak bir hüviyet elde eder.

Kendisine, ümmetini nasıl tanıyacağı sorulan Allah Resûlü, abdest azalarının pırıl pırıl olmasından tanıyacağını ifade buyururlar: "Sizler, der, alnı-nişanlı atınızı at sürüsü içinde nasıl tanırsanız, Ben de ümmetimi işte öyle tanırım."[8] Bizim böyle bir tanınmaya ihtiyacımız var. Onun için de muhtaç olan biziz ve dine de, O'nun hayat veren soluklarına da muhtacız.

Din, hayatı bütünüyle kucaklayıcı en müsbet prensiplerle gelmiştir. Onu yetersiz bulma idrak yetersizliğinin apaçık bir ifadesidir. Onu rafa koymaya çalışanlar, tarihî yanlışlıklarını bir gün bütün dehşetiyle anlayacak ve ettiklerine bin pişman olacaklardır.

Dünyanın doğusunda, batısında yapılan bu tür yanlışlıklar, günümüzde artık itiraf edilir hâle gelmiştir. Din, hayatın hayatıdır ve bunu kimse inkâr edemeyecektir.

Dinin bir usûlü bir de fürûu vardır. Usûlde aslâ değişiklik söz konusu değildir. Hz. Âdem zamanındaki dinle, bizim dinimiz arasında usûl bakımından bir farklılık yoktur.

İman esasları bütün semavî dinlerde aynıdır. Hatta hakkında bir nass olmadığı için kesin bir hüküm vermekten kaçınmama rağmen, şu kadar diyebilirim ki, dinin usûlünde meleklere ait hükümler de aynıdır. Yani bütün melekler de bizim inandıklarımıza inanır ve iman ederler. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye onlar da aynen bizim gibi iman ederler; fark sadece derece ve mertebe ölçüsündedir.

İnançta olduğu gibi, ibadette de bütün dinler aynıdır. Yani ibadetsiz hiçbir hak din yoktur. Ne var ki ibadetin şekil yönü her devre göre değişiklik arz etmiştir. Cenâb-ı Hak, her devrin insanına, o devrin şuur ve o devir insanının kapasitesine göre bir ibadet tahmil etmiştir. Şekil değişebilir; ancak usûl olarak ibadet hiçbir surette değişmez.

Meselâ, ahiret inancı bütün dinlerde vardır, olması da zarurîdir. Arada icmal veya tafsil farkı olmakla beraber, her peygamber, ümmetine ahiretten bahsetmiştir. Zaten fenalıkları önleyici, iyilikleri de teşvik edici böyle bir ahiret inancı olmasaydı, din sadece iktisadî ve içtimaî sistemlerden biri durumuna düşerdi; veya başka bir ifadeyle onlardan ibaret kalırdı. Din, büyük bir kısmı itibarıyla hükümlerini öldükten sonra dirilme prensibine bina eder.

Eğer ahirete iman olmasaydı, yapılan ibadetlerin, çekilen bunca çile, ızdırap ve fedakârlıkların hatta hiçbir inancın insana faydası olmazdı. Zaten insan o takdirde, şimdi kendisinde mevcut bütün faziletlerden de bir bakıma soyulmuş olurdu. Evet, bizleri faziletli olmaya zorlayan ahirete imanımızdır. Çünkü bütün yaptıklarımızın, zerre kadar dahi olsa, bir gün karşımıza çıkacağını hiç tereddütsüz kabul ediyoruz.[9]

Ayrıca bütün Cennet hayatı bir kerecik olsun O'nun Cemalini seyretmeye mukabil gelmeyecek olan Rabbimizi müşâhede edeceğimiz ânı sabırsızlıkla bekliyor ve o büyük nimete erebilmek için, içimizdeki şevkin kamçısıyla şahlandıkça şahlanıyor ve bizi o neticeye götürecek yoldan hiç inhiraf etmeden yürümeye çalışıyoruz.

Teferruata ait meselelerde peygamberler, bir evvelki şeriatı neshedip hükmünü kaldırabilir. Bu gibi meselelerde hep değişiklik olagelmiştir. Bu da beşerin biraz olgunlaşması ve kemale ermesiyle alâkalıdır. Hz. Âdem döneminde beşer çocukluk devrini yaşıyordu. Hâlbuki Efendimiz kendini ikindi sonrası güneşine benzetmektedir.[10] Demek ki O'nun devrinin insanı olgunluk ve kemal devrini yaşamaktadır. Bu devrede haktan sonra bâtıl çok iyi fark ediliyor ve bâtıldan sonra gelen hakka sımsıkı tutunuluyordu. Gelen dinin teferruata ait kısımları da bu düşünce ve fikir merhalesine göre ayarlanmıştı. Fakat bunu yapan da yine Hakîm olan Allah'tır. Bu dinin bütün ibadet şekillerinde yüzlerce maslahat vardır. Yani ondaki ibadet şekli olgun bir cemaate münasip ibadet tarzıdır. Diğer dinler ise, daha sonra zaten tahrife uğramış ve asıl hüviyetlerini kaybetmişlerdir. Eski hâllerini muhafaza etselerdi dahi bugün için geçerli olamazlardı.[11] Çünkü Allah, din olarak kendisinin razı olacağı dini tespit buyurmuş ve bunun İslâm dini olduğunu söylemiştir.[12]

Bir cümleyle meseleyi hulâsa etmek istiyorum:

Din; sel felaketinin, yıldırım afetinin insanları zorladığı, muztar kalmaktan doğan bir sistem olmadığı gibi, beşerin iktisadî, içtimaî durumlarını temin etmek, onları huzura kavuşturmak için ortaya atılmış bir sistem de değildir. Yine o, Renanların, Russoların dediği gibi, insanın tabiatından doğmuş olmaktan da fersah fersah uzaktır. O ilâhî bir kanunlar mecmuası, ilâhî bir vaz'dır ve insanların dünyevî ve uhrevî saadetini tekeffül etmektedir.

Buradaki huzur ve mutluluğumuz ona bağlıdır. Hukuk mefhumuna bağlı kalmak ancak onunla mümkündür. Ahirette de yine, Cennet'e ve Cemalullah'a erme onun sayesinde olacaktır.

Medeniyet ne kadar terakki ederse etsin, insanın sadece dünya hayatını dahi mutlu ve mesut kılmaya yeterli olmayacaktır. Nerede kaldı ki, dinin yerine geçsin.

Şehrah: Büyük cadde, ana yol.
Ahd ü peymân: Yemin etme, söz verme.
Ledünniyat: Mâneviyât, iç derinlikler.
Füyûzat: İlâhî feyizler, ihsanlar, lütuflar.
Tecezzî ve İnkisam: Bölünme, parçalanma.
Ukûbât: Cezalar, yaptırımlar.
Vaz'etmek: Koymak.
Istıfâ: Seçme, ayırma, süzme.
Pişdâr: Öncü, önder, rehber.
Livâü'l-Hamd: Kıyamet gününde Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ihsan edilecek olan ve altında bütün peygamberler ve inananların toplanacağı "Hamd Sancağı".
Usûl: Dinî esaslar, temel dinî prensipler.
Fürû: İnanç esaslarından olmayıp amele dair meseleler.
İcmal: Genel, öz, ayrıntısızlık.
Tekeffül etmek: Kefil olmak, üstlenmek, garanti etmek.

[1] et-Tehânevî, Kitabu Keşşâf-i ıstılahati'l-fünûn, 1/503.
[2] Bediüzzaman, Sözler, s. 655-656 (Yirmi Yedinci Söz'ün Zeyli).
[3] Bkz.: Mâide sûresi, 5/35.
[4] Buhârî, enbiyâ 50; büyû 98; icare 12; hars 13; edep 5; Müslim, zikr 100; Ebû Dâvûd, büyû 29.
[5] Bkz.: Bakara sûresi, 2/275, 279.
[6] Hac sûresi, 22/75.
[7] Miraç için bkz.: İsrâ sûresi, 17/1; Necm sûresi, 53/4-18.
[8] Müslim, taharet 39; Nesâî, taharet 109.
[9] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/123; İsrâ sûresi, 17/13-14; Tûr sûresi, 52/16; Kıyamet sûresi, 75/13; Zilzâl sûresi, 99/7-8.
[10] Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Tevrat ehlinin Tevrat'la gün ortasına kadar, Hıristiyanların da İncil'le ikindi vaktine kadar amel ettiklerini belirtmiş, önceki ümmetlere nazaran kendi ümmetinin ömrünü de ikindi vakti ile güneşin batması arasındaki müddete benzetmiştir: Buhârî, mevâkîtü's-salât 17; enbiyâ 50; fezâilü'l-Kur'ân 17; tevhid 31, 47; Tirmizî, edep 82; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 2/121, 124, 129.
[11] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 2/19.
[12] Bkz.: Mâide sûresi, 5/3.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.