Ehl-i Tasavvufun Kıdem Anlayışı İslâm Akidesiyle Telif Edilebilir mi?
Ehl-i tasavvuf, âlemin kıdemine kâil değildir. Hele bütünü hakkında böyle düşünmek tamamıyla hatalıdır. Mutasavvıflar içinde, âlemin kıdemine değil de, "vahdet-i vücud" hatta biraz daha ileri götürerek "vahdet-i mevcud" faraziyelerine saplananlar olmuştur; ama bu, âlemin kıdemine kâil olma demek değildir. Zâhiren, âlemin kıdemine kâil oluyor gibi görünseler de, aslında öyle olmadığı muhakkaktır.
İlk önce mutasavvifîni ve sofîliği anlamak lâzım. Mutasavvıfîn, büyük ölçüde, tasavvufun nazariyatçılarıdırlar. Bu sahanın gerçek erleri olan sofiyyûn ise daha çok hâl üzerinde dururlar.. ve mesleklerini dayandırdıkları bir kısım noktalar da yok değildir. Sevr Mağarası'nda Resûl-i Ekrem'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ebû Bekir'in mânen bir şeyler aldığı veya Hz. Ali ile baş başa kaldığı zaman, Hz. Ali'nin O'ndan bir şeyler aldığı kanaati bu meslek erbabı arasında çok yaygındır. Vâkıa, Kitap, Sünnet, İcmâ esaslarına göre hareket eden bir insanın, bu kanaatte olması zor görünse de, yolun sâliklerince bu mevzudaki inanç tamdır. "Men lem yezuk lem ya'rif - Tatmayan bilmez..."
Günümüzde olduğu gibi, o devirde de bu mesele hakkında şüphe ve kuşkuda bulunanlar vardı. Hatta, Hz. Ali'ye soranlar da oldu: "Yâ Ali, senin yanında, Resûl-i Ekrem'den sana intikal eden gizli bir şey var mıdır?" O, kılıcının kabzasında, diyete, âkile ve zimmîler hukukuna ait üç husustan başka bir şey olmadığını söyledi.[1] Bunun dışında Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem), hususî mahiyette bir şeyler aldığına dair herhangi bir nakil bilmiyoruz.
Sevr Mağarası'nda Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Hz. Ebû Bekir arasında geçen sırlı muhaverelere gelince, o hususu da ispat etmek oldukça zor. Evet, Kur'ân ve hadisin dışında böyle gaybî bir şey varsa, yani kitaba yazılmayan, ama sahabe ve tâbiînin, Sevr Mağarası'ndaki muhavereye dair anlattıkları şeyler içinde, Resûl-i Ekrem'in gizliden gizliye Hz. Ebû Bekir'e bir şey öğrettiğine dair herhangi bir hususa rastlamadığımızı da söyleyebiliriz. Bence, böyle yapılacağına, doğrudan doğruya, Cenâb-ı Hakk'ın yeryüzünde elçisi ve beşerin en büyük mümessili olan Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vesayası altında bulunulduğu anlatılmalı ve tekellüflere girilmemelidir. Kanaatimce bu daha samimî, daha inandırıcı olur.
Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) pek çok vazifeleri vardı. Müslümanların, İslâmiyet'in bütün icaplarını rahatlıkla yerine getirme imkânlarına kavuşturulmaları; keza, Müslümanların, yeryüzünde mahkûm değil, hâkim olarak yaşayabilmeleri için, maddî-mânevî bir kısım dinamiklere sahip olmaları gibi pek çok şeylerle donatılmaları icap ediyordu. Bu noktada, gönül hayatının, her şey üzerinde hâkimiyet tesis etmesi çok önemliydi. Binaenaleyh, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), farzlardan âdâba kadar, din adına ne varsa hepsini yaşıyor, yaşanmasını teşvik ediyor ve her şeyde Allah'ın isteklerini ve hoşnutluğunu arıyordu. Meselâ O'nun hayatında, her sabah 100 defa "Lâ ilâhe illallah vahdehu lâ şerîke leh" vardı. Diğer dua ve münacatlar da öyle... Biz sabah-akşam namazlarında sadece, O'nun okuduklarının onda birini okuyabiliyoruz. Keşke hepimiz okuyabilseydik! Demek, Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği şeylerden ancak çok az bir şey yapabiliyoruz. İnşâallah, yaptıklarımızla, vazifemizi yapmış sayılırız. Gerçek sofîlik ve vilâyet ise, ihlâsla O'nun yaptıklarını yapmaktan geçer. Vâkıa, kulluk vazifemizi zirvede eda etsek dahi, Hakk'a karşı şükür, Efendimiz'e karşı da minnet borcumuzu yerine getirmiş olamayız.
Bir gün ashabdan biri gelir der ki: "Yâ Resûlallah, ben günün dörtte birini salât ü selâmla geçiriyorum." "Güzel, daha fazla yapsan daha iyi olur." Adam yükseltir. Efendimiz "Daha fazla yapsan daha iyi olur." demeye devam eder...[2] İşte, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu cevabı, ibadet ü taati, altından kalkamayacak hâle getirmedikten sonra, yapabildiğin kadar yap demektir. Evet, götüreceğin kadar al! Zira; "İnne'd-dine yüsr" yani, din ona ait mükellefiyetleri herkesin yerine getireceği kadar kolaydır.[3] Onu ağırlaştırıp yaşanmaz hâle getiren, altında kalır-ezilir. Sonra götüremeyecek hâle gelir ve mağlup olur.
Mükellef, farzları terk edemez; müekked sünnetlerin terkinde de itap var. Sair şeylerde, artırabildiği kadar artırabilir. Bir de bunu sonuna kadar da götürmeye azimli olursa, artık ona, Allah'a yaklaşma ve dost olma yolları açılmış demektir. İşte Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönüllerde inkişaf hâsıl eden, bu bâtın tarafına "Bâtın-ı Muhammedî" diyoruz. Bu yola giren kimse -inşâallah- hakikî mü'min, gerçek müttaki mânâsına uygun sofî ve tam mânâsıyla vilâyete namzet sayılır.
Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mesleği, bir iki asır sonra perdelendi. Kur'ân okunuyordu, ama gırtlaklardan aşağıya inmiyordu. Hadis okuyorlardı; ama, muktezası gönüllerde mâkes bulmuyordu. Şunu bunu ilzam etmek için güzel laflar söylüyorlardı; ama, sözler gönüllerin derinliğinde heyecan uyarmıyordu. Bunun için mücedditler, yani dini aslına irca etmek ve yeniden Müslümanlarda eski aşk, eski heyecanı meydana getirmek isteyen kimseler zuhur etti. Meselâ Ebû Hanife, İmam Şafiî, Ahmed İbn Hanbel'i bunlardan sayabiliriz. (Ömer İbn Abdülaziz, ondan sonra Şafiî'dir, diyenler de var.) Aslında, bunlar, çeşitli sahaların mücedditleridirler. Bu büyük zatlar, kitlelerde heyecanın sönmüş ve ölmüş olduğunu görünce, buna bir çare aradılar. Sünnet'e dikkati çekmek için medreseler, tekyeler kurdular. Bu müesseselere fertleri davet ettiler. Bunlara, seviye, idrak ve anlayışlarına göre nasihat etmeye başladılar. Bunlar, samimî, hasbî kimselerdi... Eğri büğrü hâlleri ve yanları yoktu. Söyledikleri sözler, derhal cemaat arasında heyecan uyarıyordu. Onlar konuşurken âdeta mescit kandilleri dahi harekete geçiyordu. Bunlar, bulundukları yerlerde manyetik alanlar meydana getiren güçlü kimselerdi. İbrahim İbn Edhem, Fudayl İbn İyaz, Cüneyd-i Bağdâdî, Bişr-i Hafî, Ahmed İbn Hanbel bu zahid zatlardandı. Böyle güçlü zevât, etraflarına halkı topluyor, sonra da Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evrâd ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı.
Böylece, bu müstesna zatlar sayesinde yeniden gönüller Allah'a teveccüh etti. Derken onların etrafında herkes müridler gibi toplanmaya durdu; arkasından da birer birer tasavvuf ekolleri meydana gelmeye başladı. İşte ondan sonradır ki, müteakip dönemlerde, Kâdirî, Rifâî, Mevlevî, Nakşî tarikatları gibi tarikatlar kuruldu ve bunlar, o dönem itibarıyla tarihsel olarak İslâm dünyasının dört bir yanını nura gark ettiler.
Bunlar arasında Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sünnet'ine uymayı esas alan ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen İmam Rabbânî gibi mürşitler, hep bu esası işlemiş ve: "Ancak Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen sahil-i selâmete çıkar."[4] diye ısrarla Peygamber yolunu tavsiye etmişlerdir.
Sünnet mizanlarına göre hareket etmeyen insanın, dış âlemle alâkası kesildiği nispette, ölçüler alt üst olur. Evet, tasavvuf berzahında yaşamanın insanî buudları değiştirdiği, insanı âdeta başkalaştırdığı içindir ki, zaman zaman bir kısım dinî ve tabiî prensipler hafife alınır olmuş ve şer'-i şerifteki muvazene de bozulmuştur. Böyle bir muvazenesizlikle, evliliğin gereksizliğine inananlar, insanlardan kaçıp kendi iç dünyalarına kapananlar, "Bana kalbim yeter." deyip sadece kalbî ve ruhî hayatla meşgul olanlar hiç de az değildir. Zaman gelmiş böyleleri, bütün bütün zâhirî duygulara sırtını dönerek beden ve cismaniyete ait her şeyi inkâr etmişlerdir.
İşte böyle bir istiğrak ve vecd içinde bulunanın gözünde, bütün dünya ve içindekiler silinir gider de, çevresinde sadece ve sadece Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîleri parıldamaya başlar. Artık O'nun tecellîlerinden başka her şey yok olur. O da: "Allah'tan başka mevcut yoktur." demeye başlar. Vâkıa, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat "Hakâiku'l-eşya sâbitetün - Allah var, Allah'ın yarattığı eşya da var." diyerek, eşyanın varlığını kabul etmişlerdir; ama vecd insanına göre, bunda hiçbir beis yoktur. Zira, eşya O'nunla kâimdir. O var olduğu için eşya da vardır.
Ehl-i Sünnet'in bu mevzudaki değiştirilmez, sabit hükümlerine rağmen veli, vecd ve istiğrak hâlinde verdiği bu hükmü, bu durumdan ayıldıktan sonra "sahve" haline de tatbik eder. Meselâ, Muhyiddin İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiye ve Fûsusu'l-Hikem'inde; Sühreverdî, Heyâkilu'n-Nur'da ve daha başkaları pek çok kitapta, "Sen, ben her şey hayalât, sadece Allah var." gibi sözleri ve benzerlerini tekrar eder dururlar. Ancak, bu büyük zatların bu mevzudaki düşünceleri vahdet-i mevcudcuların (monist) mütalâalarıyla karıştırılmamalıdır. Evet bunlar, "vahdet-i vücud" erbabıdır, "vahdet-i mevcud" değil. Vahdet-i mevcud bir bakıma, Epikür'le başlamış, Hegel'le geliştirilmiş, tarihî maddeciliğin elinde ayrı bir şekil almış "ruh-i küllî" esasına dayanan, istismara müsait bir nazariyedir. Vahdet-i vücud bir hâl ve istiğrak ifadesidir. Maddecilikle de hiçbir alâkası yoktur. Aksine, o, Allah adına, bütün kâinatın nefyi ve inkârıdır. Bundaki kusur, sadece sünnet mizanları ile ölçülüp biçilmeden, müşâhede ve duyuşa göre hüküm vermekten ileri gelmektedir. Bu kusuru niçin yaptılar diye aklınıza gelebilir. Evet, "Muhyiddin İbn Arabî, hayatı boyunca vecd ve istiğraklarını yazdı. Keşke kendine geldiği ve yakazaya döndüğü zaman bunları tashih etseydi. Neden iltibasa müsait bu mülâhazaları olduğu gibi bıraktı?" diyebilirsiniz. Bence, evvelâ, büyüklüğünü ölçemeyeceğimiz bu kimseler hakkında, hücum ve teşni yerine daha dikkatli olmak icap eder.
Evet bunların, şeriatın ruhuna muhalif beyanları karşısında insanın "Hazret, bunları niçin daha sonra tahkik ve tashih etmedin?" diyesi gelebilir. Ancak, onlar, asıl âlemi, vücud olarak, kendi sekir ve istiğraklarıyla yaşadıkları âlem kabul ediyor, bizim âlemimize döndükleri veya diğer tabirle, kendi âlemlerinden ayrıldıkları zaman, onu uykuya dönmek kabul ediyorlarsa, neyi ve niye tashih ve tahkik edecekler ki?
Onun için Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri gibi zatlar, Cenâb-ı Hakk'ın tecellîleriyle baş başa kaldıkları zaman, müncezip oluyor, o âlemi hakikî âlem olarak görüyor; bize göre rüya, onlara göre hakikat sayılan bu âlemde kalemi ellerine alıyor, o âlemde düşünüyor, o âlemin ölçü ve kıstasları içinde yazıyor; yazdıkları şeyleri biçimlendiriyor ve kat'iyen bu âleme ait hususiyetlerle telif etmeyi düşünmüyorlardı. Şayet onlar bu âlemi hakikî âlem olarak bilselerdi, herhâlde o âlemdeki hataları, bu âlemde tashih edeceklerdi. Etmediklerine göre, demek ki, bizim âlemimize hiçbir zaman hakikî âlem nazarı ile bakmadılar.
Mevzuu böylece icmal ettikten sonra diyebiliriz ki, hiçbir mutasavvıfa, maddeci demenin imkânı yoktur. Aksine maddeciler ile vahdet-i vücudcular arasında tam bir zıddiyet vardır. Maddeciler, madde ve kâinat hesabına Allah'ı inkâr ederler. "Sadece madde ve atom vardır; her atom parça ve parçacığı da şuurlu olarak hareket etmektedir." demelerine mukabil, mutasavvifînden vahdet-i vücudcular Allah hesabına kâinatı nefyeder, "Her şey O'na dayalıdır, O'ndan başka her şey fânidir. Öyleyse biz de bunların fâniliğine hükmetmeliyiz ki, huzurumuzu ihlâl etmesinler. Çünkü O'ndan ayrı olan her şey fânidir." derler. Aradaki bunca zıddiyete rağmen, hâlâ da ikisini "bir" görüp göstermek, doğrusu anlaşılır gibi değildir.
Bazı tenkitçiler, Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretleri'nin eserlerinin içine, bir kısım Batılı panteistlerin fikirlerinin sokulduğunu iddia ederler. Bu arada Afzal-i Kâşî'ye ait olduğu söylenen, pek çok panteistçe düşüncenin, İslâm ruhunu tahrif niyetiyle, İslâm düşmanları tarafından bu eserlere karıştırıldığını ileri sürerler.
Evvelâ, Hz. Mevlâna'ya isnat edilen bütün eserlerin ve onun eserleri içindeki her parçanın ona ait olduğu söylenemez. Günümüzde Mevlâna'ya ait olduğu söylenen eserlerden bazılarının başkalarına ait olduğu şimdiye kadar çokları tarafından ortaya kondu.
Bunlardan, "Fîhi Mâ Fîh"i için, Afzal-i Kâşî'nin adından bahsedilmektedir. Afzal-i Kâşî'nin kendisi Neoplatonisttir ve hayatı boyunca Eflatunculuğu tekrar ihya etmeyi düşünmüştür. Hatta bu hususu, hayatına gaye edinmiş olduğu da söylenebilir. Bu zat aynı zamanda, Hurûfî'dir. Harfleri kâinatın atomları gibi telâkki eden Fazlullahi'l-Hurûfî'nin mezhebinden...
Hadis-i şeriflerin bile arasına bir sürü şeylerin sokulmak istenilmesi yanında, Mevlâna ve Muhyiddin İbn Arabî gibi zatların sözleri arasına bir kısım yalan ve uydurma şeylerin sokulması mevzuunda -kanaatimce- biraz müsamahalı düşünmek lâzımdır. Yani, girebilir demek iktiza eder.
Buhârî gibi, yüzlerce hadis imamı, önünden hadisler geçerken, o söz Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mi, değil mi, onu bilebiliyordu. Bu mevzuun mütehassısı olan bu zatlar, tahkik ettikleri sözlerde, âdeta, Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri kokuyor mu, kokmuyor mu, bunu hissedebiliyordu. Onun için hadisler, sağlam mihenklere vurulup ayıklandı; ama tasavvuf büyüklerinin sözleri için böyle bir garantiden bahsedilemez
Ayrıca Muhyiddin İbn Arabî: "Bizim durumumuzda olmayanın ve hâlimizi bilmeyenin, bizim kitaplarımızı okuması haramdır." demiştir.
Sâlik: Bir yola giren, bir yolda giden.
Âkile: Diyet ödemeyi yüklenen kimse veya kimseler.
Zimmî: İslâm Devletinin hâkimiyeti altında yaşayan gayrimüslim.
Muhavere: Karşılıklı konuşmak, diyalog.
Tekellüf: Zorlama, külfet.
Müekked sünnet: Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ara vermeden, devamlı yaptıkları, bir mücbir sebep olmadıkça terk etmedikleri sünnet.
İtab: Azarlama.
Müttaki: Takva sahibi. Dinin emir, yasak ve tavsiyelerine titizlikle uyan kimse.
Zahid: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
İstiğrak: Kendinden geçme, dünyayı unutma, kalbini dünyevî endişelerden temizleyip bütünüyle Hakk'a yönelme.
Vecd: İnsan benliğini bütünüyle iştiyakın sarması; hâlin, akıl, mantık ve muhakemenin önüne geçmesi.
Teşnî: Kötüleme, ayıplama.
Sekir: Basiret ve şuurunu, yaşadığı hâlin duygu ve hülyalarının baskısı altında geçici olarak kaybetme hâli.
Müncezip: Kendini ilâhî cezbeye bırakmış, cezbeye salmış.
İcmal etmek: Özetlemek
Panteist: "Her şey Tanrı'dır." diyen, Tanrı ile evreni bir sayan felsefî görüşü benimseyen kimse.
[1] Buhâri, diyât 31; ilim 39; cihad 171; Tirmizî, diyât 16; Nesâî, kasâme 12.
[2] Tirmizî, sıfatü'l-kıyame 23.
[3] Buhârî, iman 29; Nesâî, iman 28.
[4] İmam Rabbânî, el-Mektûbat, 1/240 (260. Mektup).
05 Kasım 1976, İzmir Bornova Merkez Camii
- tarihinde hazırlandı.