Bitişler ve Yeni Başlangıçlar
Soru: İçinde bulunduğumuz asrın hayat tarzı ve beşerin korkunç sefaheti karşısında nasıl bir nesil yetiştirmeliyiz?
Cevap: Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki beşer, tarih sahnesine çıktığı ilk andan itibaren ilerlemesini ne ile temin etmişse bugün de aynı yollarla temin edecektir. Değişik bir ifade ile arz edecek olursak, beşer neleri terk ederek bir çukura düşmüşse, yeniden onlara yapışıp tutunarak o çukurdan çıkacaktır.
Ayrıca bir mü’minin hatırından hiç çıkarmaması gereken bir diğer husus ise, hiçbir şart ve durumda insanlığın istikbali adına ümitsizliğe düşmemektir. İnsanlığın şu anki tasavvurları ve perişan hâli karşısında ümitli olmak çok zordur. Ancak bizler, beşerin bu durumuna değil, küçük plânda da olsa bir kısım gelişmelere ve Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) lütuf ve ihsanının her tarafta kristalleşmesine bakmalı ve ümitvâr olmalıyız.
İnsanlık, tarihin çeşitli dönemlerinde yirminci asırda olduğundan çok daha aşağılara sukût etmişti. Hazreti Âdem’le (aleyhisselâm) başlayan süreçte insanlığa sayılamayacak kadar çok peygamber gönderilmiştir. Bunların hepsini sayıp anlatma imkânına sahip olmadığımızdan konunun anlaşılması için birkaç misalle iktifa edeceğim.
Ulü’l-azm bir nebi olan Hazreti Nuh (aleyhisselâm) devrinde insanlık her şeyiyle iflas etmiş ve ahlâkî olarak derin bir çukura düşmüştü. Kur’an-ı Kerim’in beyanıyla yer bütün sularını fışkırtıp, sema sağanak yağmurlarla yeryüzünü göl hâline getirdiği gün, kavmine dokuz yüz elli sene emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münkerde bulunan Hazreti Nuh’la birlikte gemiye ancak birkaç elin parmakları sayısınca mü’min binmişti;[1] zira insanlık korkunç bir sukût içindeydi. Tufan sonrası hayatta kalanlar, yeniden çoğaldılar ve medeniyet adına bir hayli mesafe katettiler. Bu durum Hazreti Hûd (aleyhisselâm) ve ondan sonra da Hazreti Salih’e (aleyhisselâm) kadar böylece devam etti.
Her peygamberin devri, sanki bir bitiş ve bir başlangıcın uç uca geldiği bir nokta olmuş, bitişleri hep yeni başlangıçlar takip etmiştir. Tarihî gerçeklerle sabittir ki beşer, tükendiği her noktada daima yeni bir var oluşla bir kez daha kendi olmuş ve ayaklarının üzerine doğrulmuş, -Allah’ın tevfîk ve inayetiyle- yeniden zirveleşmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) öncesinde de insanlık adına her şey yeryüzünden silinmiş, Arap yarım adasında tamamen vahşet hükümferma olmuştu. Ferdî ve içtimaî ahlâksızlığın yayılması temeli üzerine kurulan bir anlayış her tarafa hâkim olmuştu. Âkif’in ifadesiyle,
“Fevzâ (anarşi) bütün âfâkını sarmıştı zeminin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan tefrika derdi.”
İşte tam bu dönemde beşerin kurtarılmasına vesile kılınan ve وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ “Biz, Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[2] ile tanıtılan Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) geldi ve insanî mânânın tam tükendiği bir noktada insanlığı yeniden ihya etti.
Bu arada -ehemmiyetine binaen- bir hususa dikkatinizi istirham edeceğim: Batı anlayışına göre gerçek bir medeniyetin tekniği, teknolojisi, sanayisi, sosyal ve psikolojik bütün yönleriyle insanlığa mal olabilmesi için üç-dört nesil lâzımdır. Bu üç-dört nesil vazifesini eda etmedikten sonra beşer, gerek şahsî ve içtimaî hayatı gerekse teknik ve sanayisiyle kendini gösteremeyecektir. Bu hakikate bütün insanlık tarihi şahittir. Meselâ Roma tarihini sarsan komünital sistemin kurucularından Kral IV. Agis’in (M.Ö. 241) ortaya attığı fikirler Yunan ve Roma medeniyetlerinde ancak iki-üç asır sonra gerçekleştirilmiştir. Martin Luther gibi kimselerin başlattığı ve Fransız ihtilalinin en önemli sebeplerinden biri olan halk hareketi, ancak birkaç asır sonra tatbik edilir hâle gelmiştir. Bütün bu gerçekleri bilen Batılı, itiraf ve takdir hisleriyle diyor ki: Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) işi sıfırdan başlattı. Üç-dört asırda ancak yapılabilecek şeyleri yirmi üç senede gerçekleştirdi. Taklit devresini atlatıp uyum devresine geçti; uyum devresini atlattıktan sonra da cemiyette tam olarak müstakil ve şahsiyetli fertlerin hâkim olduğu bir sistem tesis etti.
İnsanî değerler adına çukurun en dibine düşen günümüz insanı, ümidini yitirmeden, Hazreti Muhammed’e (aleyhissalâtü vesselâm), onun, insanlığı sukûttan kurtaran prensiplerine ve -hadisin ifadesi ile– “Bir ucu Allah’ın elinde olan”[3] ipin beriki ucuna sımsıkı sarılabilirse –Allah’ın tevfik ve inayetiyle- düştüğü yerden bir hamlede çıkacaktır. Yine merhum Âkif’in ifade ettiği gibi,
“Bir nefhada insanlığı kurtardı o Masum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları yere serdi!”
Bugün de aynı şeylerin O’nun düsturları ve prensipleriyle olması her zaman mukadderdir. Bunun icmalî mânâsı bu; kısa tafsili de şudur: Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), insanları ferden ferdâ nar-ı beyzâ hâline getirebilecek bir metotla hareket ediyor, şahıslar ve ailelerle meşgul oluyor, heptenci fertler yetiştiriyor ve “namaz kılmayan, oruç tutmayan, davamızın içinde görünse dahi kıblemize dönmeyen bizden değildir” diyordu.[4] İşte bu mânâda o dinin en küçük âdâbından, Allah’ın (celle celâluhu) önem atfettiği en büyük farz ve şeâirine kadar İslâm adına her şeyi harfiyen ele alma ve yaşama heptenciliği ile hareket ediyordu.
Evet, Resûl-i Ekrem’i (aleyhissalâtü vesselâm) Rehber-i Ekmel olarak tanımayan ve O’nun ortaya koyduğu prensiplere eskimiş kanunlar nazarıyla bakan bizden değildir. Böyle birinin çare adına getireceği her şey, bu milleti batırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Enstitülerimizde, İmam Hatip Liselerimizde, varsa kurslarımızda ve sair ilim-irfan müesseselerimizde bu heptencilik hâkim olmazsa, imanı zayıf, davranışları laubali ve sürekli his ve hevesâtını yaşayan insanların, din ve diyanete hizmetten daha çok zararları olacaktır. Bu hayırlı müesseseleri kuranlar, böylelerinin açtıkları uçurumları görecek ve yaptıklarına pişman olacaklardır. Ama biz, rahmet-i ilâhiyeden ümit edip sonsuz rahmetine sığınarak dileyelim ve dilenelim ki, buraya kadar bizi getiren Mevlâ-yı Müteâl, şu âciz kullarını bundan öte başıboş ve avare bırakmasın, ihsan ve lütfuyla elimizden tutsun, bizi kâmil mü’minler olmakla şereflendirsin!
[1] Bkz. Ankebût sûresi, 29/14-15.
[2] Enbiyâ sûresi, 21/107.
[3] Bkz. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/125; İbn Hibbân, es-Sahîh 1/329.
[4] Bkz. Buhârî, salât 28; Tirmizî, îmân 2; Nesâî, îmân 9.
- tarihinde hazırlandı.