İnsan Küçültülmüş Bir Kâinattır
Soru: “İnsan kâinatın fihristidir” ve “İnsan küçültülmüş bir kâinattır” deniyor. Bu ifadeleri izah eder misiniz?
Cevap: İnsan, fizyolojisiyle ele alınıp maddî yapısıyla masaya yatırılarak incelendiği zaman, onun hakikaten bir kâinat şeklinde olduğu görülür. Kâinat, bir kalb gibi atarak genişlemekte, arkasında görünmeyen bir kudret, bir irade hükmetmekte, onda her yönüyle müthiş bir âhenk görünmektedir. Bunun yanında o, koşarak çözülmeye ve ölüme doğru gitmektedir. Aslında bütün bunlar, bütün karakteristik durumuyla insanda aynen temsil edilmektedir.
Meseleyi enfüsî mânâsıyla ele alınca Allah’ın (celle celâluhu), kâinat kitabında kudret ve iradesiyle bazı hakikatleri yazdığını ve bunları Kur’an-ı Kerim’le tercüme ettiğini görürüz. Allah bu tercümede insanı muhatap olarak almış ve bunu, en mükemmel tercüman olan Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla insanlığa tebliğ etmiştir. Bu mânâda kâinatta ne kadar esmâ-i ilâhiye tecellî etmiş ise insanın mahiyetinde de o kadar esmâ-i ilâhiyenin tecellîsi söz konusudur. Kâinat, insanın önüne getirilip serilse ve insan, kâinattaki bütün satırları Kur’an-ı Kerim’in iki sayfası gibi görse, ışık hızıyla milyarlarca sene ötede bulunan nebülözlerden haber gelse, sonra da insanın mahiyetine inilip araştırılsa görülecektir ki, kâinatta bulunan her türlü esrar, envar ve ders aynı zamanda insanın mahiyetinde de mevcuttur.
Kâinatta, şeriat-ı fıtriye adına cereyan eden (tohumdaki gelişme, yerçekimi... gibi) bazı kanunlar olduğu gibi bir de bu kanunlara nezaret eden nevâmis-i mukaddese (mukaddes kanunlar) vardır. Bunlar, Allah’ın (celle celâluhu) şuurlu melekleridir. Melekler, cereyan eden bu hâdiseler üzerinde âdeta insanın mahiyetindeki ruh gibidirler. Bu âlemlerde Allah’ın, nazarlarımıza arz edilen sanatlarını alkışlayan, kanunlardaki hakikat ve incelikleri müşâhede eden, sanat incelikleri ve anlayışı karşısında kendilerinden geçen; kimisi şaşıp ayakta kalan, kimisi rükûa giden, kimisi de ayaklarının bağı çözülüp secdeye kapanan melâike-i kiram vardır ve şeriat-ı fıtriye üzerinde bunların durumu insandaki ruh gibidir.
Bu mânâda koca kâinatın karşısında insan değerlendirilince görülür ki, insanın hücrelerindeki âhenk, kâinattaki nizama denk mahiyettedir. Evet, vücudumuzdaki her hücrenin bir devlet gibi işlediği görülür. Hücre zarından içeriye girildiğinde sanki bir devletin sınırlarından içeriye girilmiş gibi olur. Hatta bu âlem o kadar emniyetlidir ki, -eğer hücre ciddi bir arızaya maruz kalmamışsa- her gelen öyle kolaylıkla hücrenin içine giremez. Hele gelen tehlikeli bir mikropsa, vücudun diğer yerlerinden oraya yığınak yapılır ve vücut korunur. Bir arıza söz konusu ise büyüyen o arıza bir irin hâlinde vücuttan dışarı atılır.
Hâsılı, adeta bir devlet gibi işleyen insan vücudundaki bütün hücrelere de sanki bir melek hükmediyor gibidir. Bu da, bütün bunların üzerinde Cenâb-ı Hakk’ın, âlem-i emirden gelen şuurlu, bilinçli bir kanun-i ilâhî ve sübhanîsi olan ruhun olduğunu gösterir.
Allah’la (celle celâluhu) sıkı bir münasebet içinde olan insan ruhu, âyette مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي “Rabbimin emrinden”[1] ile ifade edilir. Bu ruh, doğrudan doğruya âlem-i emirle ve Allah’la münasebet halindedir. Hayatiyetini, her lahza Cenâb-ı Hakk’a mensup olması sayesinde devam ettiren bu ruh, bu intisabın bir an bile kesilmesiyle mahvolabilecek bir mahiyet arz eder. Dolayısıyla ruh, insan cismi üzerinde merkezî bir konum teşkil eder. Nebülözlere, galaksilere, yıldız kümelerine müvekkel bir kısım melekler olduğu gibi aynen öyle de insanda bulunan her bir hücrenin bir canı ve bütün bu canların üzerinde bunlara hükmedebilecek olan, âlem-i emirden, şuur sahibi, insan ruhu var.
Bu yönüyle insan her tarafında melekler bulunan büyük bir topluluğa karşı getirilmiş oluyor. Onun için kalbin, vücudun ve latîfelerin ibadet ü taat ve zikri, bütün bunlara bu zevkleri tattırmak ve duyurmak suretiyle meleklerin zirvesine varabildikleri ibadet neşvesini tattırma, o büyük kitaba tam bir fihrist olmanın gereğidir. İnsan eğer seyr u sülûkünü tam yaparsa meleklerin kendi âlemlerinde duydukları her şeyi en ince letâifine duyurabilir. Kulluğu, vücudun en gizli ve en ince noktalarına kadar duyurma, insanoğlunun, kâinat kitabının fihristi olmasının gereğidir.
İnsan olarak bizim kendi imkânlarımızla kâinatın bütününü görebilmemiz, mütalâa edebilmemiz ve Rabbimiz hakkında, bütün esmâsını içerecek şekilde malumat sahibi olabilmemiz imkânsızdır. Zira biz bazen büyük bir kitabı okumaya bile vakit ve imkân bulamayız. Bunun yerine şayet kitabın yazarı, kitap hakkında mükemmel bir şekilde malumat veren bir fihrist hazırlamışsa, o zaman kitabın muhtevasını anlayabiliriz. Bu kitabın ve fihristinin güzelliğine göre, kitaptaki en küçük cümlelerden dahi kitap hakkında fikir sahibi olur, muhtevasını öğrenebiliriz. Bir de o hakikatlere tam mâkes olabilecek bir kafa ve kalbimiz varsa iyiden iyiye anlar, sanki bütün kitabı okumuş gibi oluruz. Evet, işte insan mahiyeti böyle bir şeydir. Allah (celle celâluhu), ehadiyetinin muktezası olarak insana, bütün kâinattan kendisine ait irfan hüzmelerini çıkarma gibi bir zorluk yüklememiştir.
İnsanın, kâinatı bütünüyle görmesi için mutlaka bir teleskopa ihtiyacı yoktur. İnsan kendi ağzını, burnunu ve kulağını tetkik eder, yaptığı vazifelere inerse bir devlet gibi işleyen her uzvun kendine has hareketliliği içinde olan düzen “Ben, Allah’ın mahlûkuyum” diyecek ve “Lâ ilâhe illallah” ile şehadet edecektir ve bu şekilde kâinat kitabı okunmuş olacaktır.
Kâinat kitabını herkes kendi seviyesine göre okuyabileceğinden ehl-i hakikat, dışarıdaki âfâkî tefekkürden önce enfüsî tefekkürün (insanın kendi şahsı üzerinde yapacağı düşünme ameliyesinin) daha faydalı olabileceği hususuna dikkati çekmişler; çok iyi bir enfüsî tefekkür dersi almayan insanın âfâkî malumata dalmasının, dibi delik bir kovayla su çekmek gibi olacağını söylemişlerdir. İnsanın meseleyi evvelâ kendi içinde halledip mekanizmayı öyle kurması lâzımdır. İçine gelecek bütün ilim ve irfanı; kan ve dışkı gibi çirkin şeylerin arasından çıkan süt hâline getirmesi gerekir. Fizik, kimya, astronomi gibi ilimlerden gelen bilgilerin irfan hâline gelebilmesi için insanın kendi içinde enfüsî tefekkürü halletmesi zaruridir. O, bu enfüsî tefekkürden sonra laboratuarlarda veya teleskopların başında hem makro âleme yükselecek hem de mikro âleme inecek; arı gibi, konduğu çiçeklerden mârifet hüzmeleriyle dönecek ve irfanla donatılmış bir insan olacaktır. Böyle olunca da fihrist, kitaptan daha muhteşem hâle gelecektir.
[1] İsrâ sûresi, 17/85.
- tarihinde hazırlandı.