Bakara Sûre-i Celîlesi (11-12. âyetler)
﴾وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ قَالُۤوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَأَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ﴿
“Ne zaman onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denilse ‘Biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler. Gözünüzü açın, bunlar bozguncuların ta kendileridir, lakin şuur yoksunudurlar, fark edemiyorlar.”
Bu âyetle de, münafıkların hayat-ı içtimaiyede sebebiyet verdikleri, verecekleri ayrı bir hususa dikkat çekilmektedir. Fakat önce...
Müfredat mânâsı (11. âyet)
إِذَا bir edattır, şart ifade eder. قِيلَ meçhul fiil-i mâzi, ل harf-i cer, هُمْ zamir-i muttasıl, لَا تُفْسِدُوا nehy-i hâzır. İfsat kelimesi, fesat kökünden gelir ve if’âl babındadır. Lügat mânâsı itibarıyla, fesada verme, telef etme, bozma, ihlal etme ve bağı, akdi çözme mânâlarına gelir ki bu da ancak insanların eliyle olur. Nitekim: ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ “Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bir fesat meydana geldi ve nizam bozuldu.” (Rûm sûresi, 30/41) âyeti bu hakikati ifade etmektedir.
فِي الْأَرْضِ : اَلْأَرْض üzerinde bulunduğumuz yerküredir. Ayrıca arz, bir şeyin altı, alt tarafı mânâsında da kullanılır ki, yerküremiz de izafî olarak ayaklarımızın altındadır. Çoğulu أَرَضُونَ ve أَرَاضِي şeklindedir.
قَالُۤوا mâzi fiilden cem-i müzekker gâibdir.
إِنَّمَا kelimesi, hasr ifade eden bir edattır.
نَحْنُ zamir-i munfasıl olup mütekellim maa’l-gayr makamında kullanılır.
مُصْلِحُونَ kelimesi if’âl babından أَصْلَحَ fiilinin ism-i fâilidir ve ifsadın tam zıddı bir mânâya gelmektedir. İfsatta; fesada verme, telef etme, akdi bozma, insanları birbirine düşürme, nifak ve şikak çıkarma gibi mânâlar söz konusu olmasına mukabil ıslahta, fesada sebebiyet veren hâllerin ortadan kaldırılması bahis mevzuudur. Lügatlarda ıslah kelimesine, “onarma, fitneyi fesadı izale etme, nifak ve şikakı kaldırma, bozuk düzeni ıslah etme, deformasyona maruz kalmış bir şeyi yeniden şekillendirme, reforma tâbi tutup eski hâline irca etme” gibi mânâlar verilmiştir. Ferdî, ailevî ve içtimaî zaviyeden daha başka mânâlar da melhuz olabilir.
Şimdi de kelimelerin ifade ettiği bu mânâlardan hareketle âyetin mazmununa bakabiliriz.
Evet, Kur’ân’ın beyanı vechile, o münafıklara: “Yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmayın, toplumun değişik kesimleri arasında kardeşlik rabıtalarını kopararak herc ü merce sebebiyet vermeyin ve ifsattan vazgeçin!” denildiğinde onlar: “Siz ne diyorsunuz! Bizler birer ıslahçıyız, yeryüzünden fitne ve fesadı gidermek suretiyle sulh-u umumiyi temin edip, değişik kesimleri birbirleriyle uzlaştıran ıslahçılar gürûhundanız.” derler.
Bu âyette emr-i bi’l-ma’ruf vazifesini yapmak için mü’minlere eğriyi-doğruyu gösterme adına nasihat edildiği gibi, onların karşısında bulunan ifsatçılar gürûhuna da aynı şekilde nasihat edilmekte ve fitne ve fesattan vazgeçmeleri istenmektedir; istenmektedir zira onların en bariz vasıfları fitne ve fesattır.
Fitne ve fesat, hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kâtil (öldürücü zehir) hükmünde olduğundan, onun bertaraf edilmesi çok önemlidir.
Her şeyden evvel bir toplumda fitne ü fesat ve herc ü merc devam ettiği sürece ne şahsî ne ailevî ne de içtimaî huzurdan, sükûndan söz edilemez. Öyleyse ilk önce bu fitne ü fesadın izalesine çalışmak lazımdır ki, bu da her toplumda, söz ve hareketleriyle fesat çıkaranlara karşı “Zinhar fesat çıkarmayın ve toplumu birbirine düşürmeyin.” diyecek bir ıslahçılar grubunun bulunmasını gerektirmektedir. Gerçi, buna karşılık onlar da her devrin fesatçıları gibi hareket edecek, hiçbir müfsit “Ben müfsidim.” demez prensibiyle “Biz ifsatçı değiliz.” diyeceklerdir. Bu gerçeğe binaen hiç kimse kendini fesatçı görmeyeceğinden, mü’minlerin onlarla muamelelerinde bu hususu da nazara almalarında yarar var.
Sâniyen: Onların, إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ demeleri, bundan önceki âyette görüldüğü gibi yine fıtratlarındaki zikzakın bir sonucudur. Bu açıdan da âyetler arasında bir irtibat söz konusudur. Sibaka göre siyakın böyle olması gayet latif düşmektedir. Esasen o zavallılar fıtrat-ı selimeleri bozulduğu ve olumsuz bir fıtrat-ı sâniye iktisap ettikleri için, salahı fesat, fesadı da salah zannetmekte ve lehlerinde olan bir şeyi aleyhlerinde, aleyhlerinde olanı da lehlerinde görmektedirler. Evet onlar, gülistanı hâristan (dikenlik), nîrânı (cehennemleri) cinân (cennetler) şeklinde görmektedirler. Bu itibarla da en tatlı, en leziz şeyler onlar için acı ve acı verici; en acı ve acı verici şeyler de aksine en mütelezziz şeyler hâlinde görünmektedir. İşte bu bir fıtrat bozulmasıdır, ne var ki onlar bunun farkında bile değillerdir.
Kur’ân’ın resmettiği bu tip insan psikolojisinin çok iyi anlaşılması lazımdır ki, bilmeyerek yanıltılmayalım ve aldatılmayalım. Evet, onlar anarşi çıkarırken sulh yaptıklarını sanırlar ve terörle bir yere varılacağını zannederler. Bunun için de toplum hayatında, sınıflar arası mücadele hissini tetikleyerek sürekli kavgalara sebebiyet vermekte ve kitleleri birbirine düşürmektedirler. Böyle bir münafık karakterin geniş dairede toplum hayatına hâkim olduğunu düşünün, öyle bir toplumda herc ü merc kaçınılmaz olacak, zengin-fakir, çalışan sınıf-çalıştıran sınıf birbirinin hasmı hâline gelecek; bir yanda paraya hükmeden kapitalistler, beri tarafta ezilen fakirler.. derken gerginlikler arttıkça artacak ve korkunç ihtilaf ve iftiraklarla inleyen yığınlar kahrolup gideceklerdir.
Bu durumda, hayat-ı içtimaiyede amûd-i fikârî (omurga) konumunda bulunan orta sınıf ve bu sınıfı besleyen daha alt katmanlar yok olup gidecek; derken koskoca bir dünya emek ve sermaye mücadelesiyle sarsılacak ve neticede içtimaî, iktisadî hayat felce uğrayacaktır. Neticede bu anlayış, tam zıddıyla mukabele görmek suretiyle sistem alternatiflerinin doğmasına sebebiyet vererek toplumları iç içe karmaşalara sürükleyecektir ki, Liberalizm ve Kapitalizm karşısında Komünizmin doğması bu vetirenin sonucudur. Dikkat ederseniz bunlar, bu feci süreç sonunda sulh-u umumiyi temin edeceklerini söylüyorlardı. Aslında fesadı sulh görüyor ve kendilerini de ıslahçı kabul ediyorlardı.
Böyleleri, selim fıtratlarını kaybettiklerinden hayat-ı içtimaiye adına öldürücü zehir olan meseleleri şerbet diye sunuyor ve kendileri gibi bütün âlemi de sersem görüyorlardı.
Bir diğer husus da; onlar hem Saadet Asrı’nda hem de daha sonraki asırlarda bu fitne ve fesadı irtikâp ederken kendilerini uzlaştırıcı, arabulucu gibi görüyor ve takdir bekliyorlardı. İbn İshak’ın İbn Abbas’tan (radıyallâhu anh) rivayetinden anlaşılan şudur: Onlar “Biz ıslahçılarız.” derken şunu kastediyorlardı:
“Ehl-i Kitap olan Hıristiyan ve Yahudiler ile ümmet-i Muhammed arasında çok ciddi uçurumlar vardır. Biz, bir kısım köprüler tesisiyle hatt-ı muvâsalayı temin etmek ve bütün Ehl-i Kitap’ı bir araya getirmek istiyoruz.”[1]
Aslında bu beyanları yalandı ve Kur’ân-ı Kerim’in ifade ettiği gibi onlar bu yalanın cezasını göreceklerdi. Bunlardan bazılarının da şöyle-böyle dinsizlere yanaşma, şirin görünme gibi bir hâlleri vardı ki bu da, Kur’ânî tabirle, “zalimlere ednâ bir rükûn/meyil”le meyletmek suretiyle helâk olma demekti. وَلَا تَرْكَنُۤوا إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ مِنْ أَوْلِيَۤاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ “Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın, yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yar ve yardımcınız da yoktur. Böyle davranınca, O’ndan da yardım görmezsiniz.” (Hûd sûresi, 11/113) Tabi bu meyil, onlara göre, Üstad Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye’de kullandığı tabirle, “aradaki hatt-ı muvâsalayı temin”[2] maksadına matuftu.
Hâlbuki aradaki dere o kadar geniş idi ki, böyle bir şey kat’iyen mümkün değildi. Nasıl olur ki, bir tarafta Allah’a iman dâhil bütün içtimaî, iktisadî huzurun ana unsuru olarak “madde”yi kabul eden sistem, diğer yanda bütün içtimaî, iktisadî ve siyasî huzurun teminini Allah’a imanda gören başka bir nizam.. evet, bunlar birbirinden o kadar uzak idi ki, sözde arabuluculuk yapıyoruz diyen bu gürûh, hatt-ı muvâsalayı temin edemedi ve o derin dereye düşüp boğuldular ya da öbürlerine iltihak ettiler.
Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (11. âyet)
Kısaca verdiğimiz meal ve müfredat bilgilerinden sonra şimdi de âyetin dille alâkalı nükteleri açısından muhtevası üzerinde durmaya çalışalım:
وَإِذَا قِيلَ cümlesi onlara böyle bir ikazın yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Böyle bir ifadeden biz irşad etme ve emr-i bi’l-ma’ruf yapmanın fıtrî, beşerî ve insanlık için lüzumlu bir mesele olduğunu anlarız. قِيلَ kelimesi meçhul fiildir ki, bu da herhangi bir insan bu işi yaparsa yeterli olur demektir. O kadar ki, nasihat yapma, hayırhâhlıkta bulunma mevzuunda bir kişinin yapması, o hizmetin diğerlerinden düşeceğini gösterir ki bu da cihadın farz-ı kifâye olduğuna delâlet eder.
“Fesat çıkarmayın.” mânâsını ifade eden لَا تُفْسِدُوا kelimesi fiil-i muzâridir, teceddüde delâlet eder. Demek ki onlar fesadı peyderpey ve zincirleme çıkarıyorlardı. İfade, “İşte bu muzaaf cinayeti yapmayın.” demektedir.
Demek ki onlar, hep fesat düşünüyor ve bir fesat çıkardıktan sonra hemen ikincisine koşuyorlardı. Zaten her devrin münafığı kendi devrine fesat çıkarır. Fiildeki teceddüt bunu da hatırlatır. Ayrıca; “Fesat çıkarmayın, sonra bu fesat teceddüt eder durur.” mânâsı da söz konusu olabilir ki, bu da ilk fesat tohumunu attıktan sonra siz kenara çekilseniz dahi o zincirleme devam eder gider de vebali hep size râci olur. Yani fesada sebebiyet vermeniz cihetiyle siz mesul olursunuz. Evet, hem sizin yanlış bir iş yapmanız hem de başkalarına kötü örnek olmanız açısından vebaliniz katlanır durur.
فِي الْأَرْضِ “Sizin ayağınızın altında ve sizin için âdeta bir beşik gibi olan ‘yerkürede’” sözünden şu anlaşılmaktadır: İnsanlar yeryüzünde bir hânenin içinde yaşayan hâne halkı gibidirler. Beşikleri bir olduğu gibi o beşiği sallayan bir; keza o beşiği herkese aynı nimetlerle donatıp önlerine koyan da birdir. Siz yeryüzünde fesat çıkardığınız zaman, bunun neticesi herkese dokunacak ve zengin-fakir, zayıf-kavi, zalim-mazlum bundan zarar görecektir. Evet, فِي الْأَرْضِ yeryüzünde, yani onların hânesinde sözüyle, güçlünün yanında zayıfa, kavinin yanında âcize ve zalimin yanında masuma da olan olacak, diyerek fesat çıkaranların rikkat-i cinsiyelerinin yani insanın kendi cinsine karşı şefkat hislerinin harekete geçirilmesi hedeflenmiştir.
Buraya kadar olan kısım o hayırhâhların ve nasihatçilerin deyip edeceğiydi. Buna karşılık muhatapları diyalektiğe başvurarak قَالُۤوا diyeceklerini diyorlar. Bu da göstermektedir ki onlar, kendilerine yapılan nasihati ne dinlemiş ne kulak vermişlerdir. Zaten onlar böyle şeyleri anlayacak durumda da değillerdir. Hâlet-i ruhiye itibarıyla başka şeylerle dolu bulunduklarından, kendi dünyalarına ait mefsedet dışında hiçbir şeyi dinlemezler, dinleseler de anlamazlar. Evet, onlar kendi düşünce dünyalarının dışında ne anlatırsanız anlatın onu kendi kıstasları içinde anlar ve ona göre de karşılık verirler. Siz Allah, ahiret ve Cennet... dersiniz, onlarsa, “Doğru, bizim kırlarda cennetlerimiz var.” diye mukabelede bulunurlar. Onlara göre burada çalışıp ahirette mükâfat görmek değil, burada çalışıp burada yiyip içmek esastır. Evet, her şeyi o yanlış kıstaslarına göre değerlendiren bu tali’sizler o dar düşüncelerinden kat’iyen sıyrılamazlar. Binaenaleyh siz ne derseniz deyin onlar kendi bildiklerinden şaşmaz ve kahrolası gururlarının güdümünde “Sen nasihat ededur.” إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ “Gerçekte sadece biz ıslahçılarız.” sözleriyle soluklanır ve bildiklerini söylerler.
إِنَّمَا kelimesi hakikaten veyahut iddia olarak maluma dâhil olur. Bu da onların, muhataplarıyla istihza ettiklerini gösterir. Yani “Siz bize fesat çıkarmayın.” diyorsunuz; oysaki siz de biliyorsunuz ki asıl ıslahçı bizleriz.
إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ Bir isim cümlesidir ki, te’kidle beraber devam ve sebata delâlet etmektedir. Böyle bir diyalektikle onlar, “Biz şimdiye kadar hep ıslahçı olduk ve ıslahçılarız.” diyorlar.
Aslında daha önce arz ettiğim gibi onlar, hiç kimsenin kendi namına kötülüğü, fesadı kabul etmeme hâlet-i ruhiye ve psikolojisiyle bunu söylemiş olabilecekleri gibi cibilliyetlerinin, fıtratlarının bozulmuş olması itibarıyla, yaptıkları fesatları, salâh saymaları şeklinde de anlaşılabilir. وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ ne var ki onlar, bu hususun farkında değiller.
Evet, أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ “Gözünüzü açın, bunlar bozguncuların ta kendileridirler ama şuurları yok, farkında değiller.”
[1] et-Taberî, Câmiu’l-beyân 1/126; İbn Ebî Hâtim, et-Tefsîr 1/45.
[2] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye s.114 (Habbe).
- tarihinde hazırlandı.