Müfredat mânâsı (12. âyet)
أَلَۤا kelimesi, dikkati çeken, uyaran bir tembih edatıdır ki, eskiden hocalarımız bize bu edatı anlatırken şöyle mânâ verirlerdi: “Âgâh u mütenebbih olun ki!” Mütenebbih olma da uyanma, kendine gelme, etrafından haberdar olma gibi mânâlara gelmektedir. Ayrıca, أَلَۤا’da bunların yanında geçmişi hatırlama, geleceği de dikkate alma mânâları söz konusudur.
هُمْ muttasıl zamirdir ve إِنَّ ile te’kid edilmiştir.
هُمُ الْمُفْسِدُونَ : اَلْمُفْسِد kelimesi de ism-i faildir ve اَلْمُصْلِحُونَ’a karşılık fesadı çıkaranlar demektir.
* * *
Burada şu disiplinler üzerinde durmakta yarar var: Biz mü’miniz, bu itibarla da evvelen ve bizzat hüsnüzanla mükellefiz.
Sâniyen ve bi’l‑araz, gelecek zararlara karşı da uyanık olma mecburiyetindeyiz. Binaenaleyh herhangi bir kimseden açıktan açığa bizi hedef alan bir zarar görmedikten sonra onun hakkında “zararlı” hükmüne varamayız. Evet, biz ki Müslümanız, aldanırız fakat asla aldatmayız. Ancak bunun mânâsı, her zaman aldanırız demek değildir. Çünkü sahih hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bir mü’min, bir delikten iki kere ısırılmaz.”[1] buyururlar. Efendimiz bu hadislerini, daha önce esir alınan, sonra Müslümanlığı kabul eden, akabinde irtidat edip Mekke’ye giden ve burada Müslümanlar aleyhinde hicviyeler yazan, yazdıran ve nihayet ikinci kez ele geçince de “Beni bırak, eman ver, size dehalet edeceğim.” diyen Ebû İzze el-Cümahî’ye karşı söylemişlerdi.[2]
Evet mü’min, hüsnüzannında yer yer aldanabilir fakat ondaki bu aldanma daimi değildir. Öyleyse, âyette anlatıldığı gibi mü’minin karşısına bazen “Biz ıslahçılarız.” diye çıkan kimseler olabilir. Bunlar içtimaî, siyasî, iktisadî, kültürel ve ilmî açıdan ıslah adına yaptıkları bütün değiştirme, dönüştürme ve inkılaplarında bize hüsnüniyetli görünebilir, biz de buna aldanabiliriz; ancak baştan bu yana sıralanan türlü türlü denî sıfatlar ile muttasıf olan bir gürûhu gördüğümüz zaman dikkatli olmamızı da yine Kur’ân salıklamaktadır. Böylelerinin mâzideki sergüzeşt-i hayatlarını dikkate alıp, tezekkür etmek ve onlarla alâkalı geleceğe de o nazarla bakmak en doğrusudur.
Evet, mutlaka aldanmamaya dikkat etmelidir; dikkat etmeli ve “İman ettik.” dedikleri hâlde iman etmeyen, muhâdaasını Allah’a kadar götüren; “Yeryüzünde fesat çıkarmayın!” dendiğinde de fesadı insanlara sulh gibi gösteren, ifsada sulh-u umumi diyebilen ve sonra da hiçbir şey yapmamış gibi kendilerini ıslahçı olarak anlatan bir gürûhun varlığı da göz ardı edilmemelidir.
İşte Kur’ân bize: “Bu kadar karışık bir zümreyi gördüğünüz zaman çok dikkatli olun!” mülâhazasını أَلَۤا ile ifade ettikten sonra, onların gerçek karakterlerine dikkatleri çekme sadedinde: إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ “Onlar fesatçıların ta kendileridir.” buyurarak onları herhangi birinin anlatmasına göre değil de kendi davranışları içinde anlamalısınız diyor.
Burada dikkat çeken bir başka husus da, Kur’ân-ı Kerim أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ derken, münafıkların kendilerinin de iz’an, ilim, akıl yürütme bir yana, şuurlarıyla dahi künhüne varamadıkları bir fesat içinde bulunduklarını göstermektedir. Evet, bu tür fesat içinde bulunan kimseler, partiler, hizipler her zaman kendilerini doğru sanmaktadırlar. Bu itibarla sanki Kur’ân: “Size diyorum; onlar fesatçıların ta kendileridir; ama kendileri bunun şuurunda değiller. Dolayısıyla da onlardan sulh u salah adına bir şey beklemek beyhudedir.” demektedir.
Hâlık’ın nazarında değer ifade eden şeyler sıfatlardır, cisimler değil. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) cismi itibarıyla belki Ebû Cehil gibi okkalı değildi.. ve tabiî şekil ve sureti hiç önemsemezdi.. hele olduğunun üstünde hiç mi hiç görünmezdi. Ayrıca, ne kavmiyle ne de kabilesiyle bir şey olduğu iddiasındaydı; ama o, Allah (celle celâluhu) nezdinde öyle bir kıymeti hâiz idi ki, onunla alâkalı Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bütün insanlığın imanı, Ebû Bekir’in imanıyla karşılaştırılsa onun imanı ağır basar.”[3] buyuruyor ve ondaki o iç cevhere dikkat çekiyordu. Evet, Allah (celle celâluhu) sıfatlara ehemmiyet vermekte ve onunla insanı değerlendirmektedir. Öyleyse kim Allah nazarında makbul olan sıfatları hâiz ise o artık olacağını olmuş demektir.
Bu açıdan Kur’ân-ı Kerim bize münafıkların müfsit olduğunu anlatıp muhataplarına, “Siz onları, sıfatlarıyla tanımaya bakmalısınız; şekle şemaile asla aldanmamalısınız; aksine münafığı düşünce, hâl ve tavırlarında tespit etmeye çalışmalısınız.” diyor ki أَلَۤا ile işaretlenen de işte budur.
Öyleyse; hüsnüzan yanında tedbir ve temkin adına bize düşen şey, “falan-filan müfsittir” deme yerine şuna bakmak olmalı: Kim inanmadığı hâlde inanmış görünüyor, yalan söylüyor ve başkalarını aldatmak için hileden hud’aya, hud’adan hileye koşuyorsa işte müfsit odur. Kim Allah’ın yardımını ve tevfikini bir tarafa bırakarak, Allah’ın emrettiklerini yerine getirmiyor ve hilelerle halkı aldatacağını, iğfal edeceğini, kandıracağını zannediyorsa işte müfsit odur. Keza kim yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor, helâl-haram tanımıyor ve İslâm’ın servet mevzuundaki temel disiplinlerine aykırı hareket ediyor, ticarî ahlâksızlık, içtimaî ahlâksızlık yapıyor ve maddeyi esas alıp her şeyi maddî plânda görüyor ise işte bütün bu sıfatları itibarıyla gerçek müfsit odur. Evet, âyette işte bu vasıflar nazara veriliyor. Yani siz kimde bu vasıfları görürseniz, onlara karşı mutlaka ihtiyatlı olmalı ve temkin içinde bulunmalısınız.
Dil açısından Kur’ân-ı Kerim’in bu beyanı, iç dünyaları itibarıyla onları deşifre etmekte ve bizi de uyarmaktadır. Evet, Kur’ân-ı Kerim إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ sözünü, onların yalanları olarak müekked bir cümleyle yüzlerine çarpıyor.
إِنَّمَا نَحْنُ : إِنَّمَا te’kid içindir ve إِنَّ kelimesi, kâffe (amel etmesine mani olan) مَا ile kullanıldığında hasr ifade eder. نَحْنُ kelimesi ise zamir-i munfasıldır.
Buna göre onlar: “Eğer yeryüzünde ıslahçı olarak gösterilecek bir zümre varsa o da, biziz.” diyorlar. Aslında, günümüzde de hangi ifsatçıya sorarsanız sorun, “Biz her türlü klik, mezhep, meşrep anlayışların çok çok ötesinde insanlığa hizmet eden kimseleriz.” dediklerini duyarsınız. Onlar böyle diyecekler ama görünen köy kılavuz istemez, onlar bozguncuların ta kendileridirler ve yalan söylemektedirler.
İşte bunları işaretleme adına Kur’ân-ı Kerim أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ sözüyle onları faşediyor. Evvela, أَلَۤا ile dikkat çekiyor ve “Uyanık olun, dikkat etmezseniz aldanırsınız.” diyor. Sâniyen, onların إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ demelerine karşılık إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ diyor ve onların gerçek yüzlerini ortaya koyuyor. Ayrıca, onların اَلْمُصْلِحُون ıslahçılar değil, اَلْمُفْسِدُونَ fesatçılar olduklarını vurguluyor.. Ve وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ beyanıyla da onların şuursuzluklarını hatırlatıyor.
Şuur kelimesi üzerinde dururken, onun bir iz’an olmadığını görmüştük. Evet o, bir inanç değildir ki insanı amele sevk etsin, bir ilim değildir ki tefekküre esas teşkil etsin, akıl değildir ki, birbirinden farklı lemhalarından makûl bir sonuca ulaşsın. O, esas itibarıyla sadece cismanî ve ruhanî bir kısım müşâhede ve duyuşların lemhalarını aksettirmektedir. Buna göre şöyle denebilir: Bunların şuurları o kadar az ki, herc ü merce sebebiyet vermekle döktükleri kanı bile görmüyorlar. Hatta öldürdükleri nebileri bile göremiyorlar.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, اَلْمُفْسِدُونَ sözüyle, müfsitlerin belli ve bilinen kimseler olduklarını da işaretliyor. Evet, onlar bellidirler, zira Bedir’de kafa karıştırıp bir kısım sahabe-i kiram’ı da farklı düşüncelere çekerek ordu içinde bozgunculuk yaptılar. Uhud’da bir hayli sahabinin kafalarını çelip araya ihtilaf attılar... keza Tebük hâdisesinde bozgunculuk çıkarıp Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yalnızlaştırmaya çalıştılar. Hususiyle bunlardan bazıları durmadan bozgunculuk yapıyor ve kafa karıştırıyorlardı. Gün geldi Hayber’de toplandılar ve orayı âdeta bozguncuların kalesi hâline getirdiler.
Binaenaleyh; bunları öyle derince araştırmaya da lüzum yok. Onların şuurları buna taalluk etmese de, en basit şuura sahip olan insan bile yapılan şu şeylerin bozgunculuktan ibaret olduğunu hemen anlar. Onlar, döktürdükleri ve döktükleri kanların şarıl şarıl akmasına, her yerin, öldürdükleri insanların naaşlarıyla dolup taşmasına ve daha nice ürpertici şeylere sebebiyet vermelerine mukabil hâlâ yaptıkları bu ifsada ıslahat diyorlarsa bu sadece maddeye saplandıklarından akıllarının gözlerine inmiş olmasıyla yorumlanabilir. Zaten böyle olduğu için yaptıkları ifsadı ıslah zannetmiyorlar mı?
Buraya kadar olan kısımda iki veya üç âyet-i kerime çerçevesinde verilmeye çalışılan izahat içerisinde, toplum hayatı için nifakın ve onun arkasındaki inkârcı düşüncenin öteden beri insanlık için ne büyük karmaşa, kargaşa ve herc ü merce sebebiyet verdiği anlaşılacaktır. İleride tafsilen anlatıldığında onun ne öldürücü bir zehir olduğunu da görmüş olacağız. Tavzih sadedinde daha sonraki âyet-i kerimede onların da diğer insanlar gibi Allah’a inanmaları lazım geldiği/geleceği hususunda çok yönlü ihtarda bulunulmaktadır. Ne var ki onlar, kendilerini mü’minlerden üstün gördüklerinden bu ihtarı da anlayamayacaklardır. Aslında burada mukabele sanatıyla nifakın işte bu türlü bir alâmeti ortaya konmaktadır. Tabi bu alâmetlerin hepsi yan yana getirildiğinde bu farklılıkların hâsıl ettiği, renk ve desen itibarıyla karışık bir ruh hâletinin ifade edildiği görülecektir. Onların bu hâlini, مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذٰلِكَ لَۤا إِلٰى هٰۤؤُلَۤاءِ وَلَۤا إِلٰى هٰۤؤُلَۤاءِ “Onlar, mü’minlerle kâfirler arasında bir oraya bir buraya gelip gitmek suretiyle bocalayıp duruyorlar: Ne tam onlardan olabiliyorlar ne de bunlardan...” (Nisâ sûresi, 4/143) beyanı ne güzel ifade etmektedir..!
[1]Buhârî, edeb 83; Müslim, zühd 63.
[2]el-Aynî, Umdetü’l-kârî 14/277, 2/173; Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 9/253-254.
[3]Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/63, 5/376; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/186.
- tarihinde hazırlandı.