Müfredat mânâsı (16. âyet)
Daha evvel de izah edildiği gibi أُولٰۤئِكَ ism-i işarettir ve ذَا’nın alâ gayrı’l-kıyas cem’idir. Buradaki ك hitap edatıdır ve hitap Efendimiz’edir (sallallâhu aleyhi ve sellem). الَّذِينَ ism-i mevsûldur. اشْتَرَوْا kelimesi شَرَى – يَشْرِي kökünden, “satın aldılar” mânâsına gelmektedir. Müfessirler bunu اِسْتَبْدَلُوا (değiştirdiler) şeklinde tefsir ederler. Aslında bu lafız اِسْتَبْدَلُوا mânâsına gelse de اِسْتَبْدَلُوا kelimesinin اشْتَرَوْا’in ifade ettiği mânâyı tam karşılamadığı açıktır.
اَلضَّلَالَة kelimesi “yolunu sapıtma, inhiraf etme, şöyle-böyle bir doğru parıltısı hissedip ümitlense de tam istikameti bulamama” mânâlarına gelmektedir.
رَبِحَتْ : رِبْح masdarının fiil-i mâzi müfred müennes gâibesi olup “kazandı, kâr etti, ticaret yaptı” mânâlarına gelmektedir. Bilindiği gibi, mal-emtia mübadelesinde elde edilen fazlalığa kâr (رِبْح) denir.
Bu kelimelerin ifade ettiği mânâlar çerçevesinde âyet-i kerimeye şöyle bir mânâ vermek mümkündür:
Ey Habib-i Zîşânım! İşte çok uzaktan tasvirlerini gördüğün şu zümre, hidayet karşılığında dalâleti satın alan, sapıklığı peyleyen öyle kimselerdir ki, onlar bu şekildeki ticaretleriyle bir kazanç, bir kâr elde edememişlerdir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi اِشْتَرَوْا kelimesi “satın aldılar” mânâsına gelmektedir. İştirâ (satın alma), “istibdal”den farklıdır. Satın almada, biri satıcı diğeri müşteri olmak üzere karşılıklı iki şahsın bulunması şarttır. İstibdal ise bir şeyi diğer şeyle değiştirme demektir. Bu işlem yapılırken her zaman iki şahsın bulunması şart değildir. Yani bir şahıs, mesela kendi paltosunu çıkarıp onun yerine ceketini giyer.. ya da ceketini çıkarıp onun yerine paltosunu giyer.. bütün bunlar istibdaldir ama iştirâ değildir.
Ticaret iki maksattan dolayı yapılır. Bunlardan biri, sermayeyi muhafaza etmek, ikincisi ise kâr elde etmektir ve bunlar, ticaretin temel prensiplerindendir. Âyet-i kerimede ifade edilen, onların ticaretlerinde kazanç elde etmemeleri, hüsranlarını ifade etmektedir. Hidayeti verip, karşılığında dalâleti alarak böyle bir alışveriş yapma, ticaretin bu iki temel kaidesine ters düşmektedir. Nitekim bu şekilde ne sermaye muhafaza edilmiş ne de bir kazanç elde edilmiş olmaktadır. İnsanın sermayesi, hidayettir. Doğan her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğmaktadır. Yani her insan, inanabilme ve hidayete erebilme kabiliyeti ve donanımıyla yaratılmıştır. İşte onlar, bu türden donanmış bulundukları istidat ve kabiliyetleri vermiş ve karşılığında dalâleti satın almışlardır.
Hidayet vücûdî (varlığa, mevcudiyete taalluk eden, var olan), dalâlet ise ademî (yokluğa taalluk eden, bir şeyin yokluğuna dayanan) bir şeydir. Hidayet, insanın âfâkî ve enfüsî delilleri araştırması neticesinde Cenab-ı Hakk’ın onun kalbinde yakacağı bir nurla her şeyi doğru görmesi; dalâlet ise kişinin inanması gerekli olan rükünlerden birini dahi terk etmesiyle kendini karanlıkta bırakması demektir. Evet kişi, imanın bütün rükünlerine inansa da mesela, sadece kitaplara inanmasa, yine dalâlete düşmüş demektir. Hatta bütün erkân-ı imaniyeye tam inansa fakat Kitab’ı heva ve hevesine göre tefsir etse, değiştirse yine dalâlete ve sapıklığa düşmüş sayılır. Bundan dolayı dalâleti, “kâfirlerin içine düştükleri ve çıkamadıkları sapıklık” mânâsının yanında “İslâm’a yakın ve uzak her türlü inhirafın unvanı” şeklinde anlamak da mümkündür. Bu nokta-i nazardan hareketle Mutezile, Cebriye, Şia, Müşebbihe ve Mücessime… gibi fırkalara da ehl-i dalâlet denilmektedir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin yetmiş küsur fırkaya ayrılacağını ve bunlardan sadece birinin, o da kendi ve ashabının yolu üzere bulunanların hidayette olduğunu bildirmişlerdir.[1]
أُولٰۤئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى âyetinin ifadesiyle sermayesi hidayet olan, yani hidayet gibi bir sermayesi bulunan insan, vücudî olan bir nimeti, yani bizzat kıymet ve değer ifade eden bir şeyi vererek karşılığında hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan dalâleti elde etmiş olmaktadır. Bu durumda ne sermaye muhafaza edilebilmekte ne de bir kâr söz konusu olmaktadır. Kâr şöyle dursun onlar iç içe üç kayıp yaşamaktadırlar:
1. Ticaret gibi memduh bir işi kendi prensipleri içinde değerlendirememektedirler.
2. Sermayelerini kaybetmektedirler.
3. Hidayetin ekstra vâridatını kaybetmektedirler.
İşte böyle yanlış bir “iştirâ”dan ötürüdür ki onlar muzaaf bir hüsran yaşamaktadırlar.
Burada ribhin ticarete, ticaretin ribhe isnadı hakikat değil, mecazdır, çünkü kazanç elde eden, ticaretin kendisi değil, ticareti yapandır. Hidayet, insanın içine girdiğinde bir canlı gibi ona varlığını hissettirmektedir. Yani hidayette olan insan, biri kendi öz varlığı, diğeri de elde ettiği hidayet olmak üzere âdeta iki varlık gibi yaşamaktadır. Dalâlet içinde olan insan da, biri kendisi diğeri de dalâlet içinde bir dalâlet olmak üzere iki varlık gibi yaşamaktadır. Şimdi, onların ticaretinde, hareketli levhaların yer değiştirmesi gibi hidayet süratle dalâletin yerine, dalâlet de süratle hidayetin yerine geçmektedir ve bu mübadelede hiçbir şey kazanılmamaktadır. Şöyle ki, burada فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ “Onların ticaretleri kâr etmedi.” beyanının yerine, mesela فَمَا رَبِحَوا في تِجَارَتِهِمْ “Onlar ticaretlerinde bir şey kazanmadılar.” denilseydi kat’iyen bu resim ve bu canlılık görülemeyecekti.
Evet, Kur’ân bu üslubuyla bir canlılık sergilemektedir. Öyle ki burada hidayetle dalâlet âdeta nöbet değiştiriyor gibi yer değiştirmektedir ve işte bu mübadele işine ticaret denilmektedir; ama bu ticaret esasen herhangi bir kazanç getirmemektedir.
Ticarete isnadın mecaz olarak kullanılması ve bunun altında ticaret yapan münafıkların durumunun kastedilmesi çok yerindedir. Esasen onlar bidayette selim bir fıtrata ve hanif bir ruha sahiptiler. Evet bu, onlarda bir istidat hâlinde vardı. İkinci olarak, münafıkların ön saflarda bulunanları daha ziyade Yahudiliği ve Hıristiyanlığı benimseyen Araplardandı. Bunlar hem geçmiş dinleri hem kendi dinlerini hem de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geleceğini çok iyi biliyorlardı. Bu itibarla ruhlarında peygamber mesajını alacakları âna kadar hidayet şuuru da vardı ve sadece Sahib-i Hidayet (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldiği zaman kibriti çakıp meşaleyi tutuşturma işi kalmıştı.
Evet, işte onlar böyle bir hidayet potansiyeline sahip bulunuyorlardı. Ne var ki, Sahib-i Hidayet geldiğinde bunu vermiş, karşılığında dalâleti satın almışlardı. Eğer onlar selim fıtratlarını bozmasalar, tehevvüd, tenassur veya temeccüs etmeselerdi, geçmiş kitaplarda geleceği bahsedilen, intizar ettikleri o Zat geldiği zaman O’nu kabul ederek hidayete tam nâil olacaklardı. Ancak onlar, kibre, gurura kapılarak potansiyel hidayeti verip karşılığında dalâleti satın almışlardı; satın almış ve bu mübadelede hiçbir kazanç temin edememişlerdi. Aslında onlar gerçek hidayeti hidayet görmemişlerdi.
Evet onlar, “bilkuvve mühtedîn” idiler. Ama asla “bilfiil mühtedîn” olamamışlardı. Şayet bu kimseler ellerindeki imkânları değerlendirselerdi bilfiil o hidayeti de duyup hissedeceklerdi. Ama onlar Sahib-i Hidayet’e sırtlarını dönmüş ve kendi minik ışıklarını da karartmışlardı.
[1]Tirmizî, îmân 18; Ebû Dâvûd, sünnet 1; İbn Mâce, fiten 17.
- tarihinde hazırlandı.