Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (16. âyet)
أُولٰۤئِكَ ism-i işarettir. Mahsüsa işaret edip, uzağı göstermektedir. Buraya kadar münafıkların bir kısım vasıfları anlatılmış ve nazarlarda bu sıfatlar ile kendini gösteren bir zümre tecessüm ettirilmişti. Münafıklar, “inandık” demişler fakat inanmamışlar, Allah’a karşı hile ve hud’ada bulunmuşlar, ama esasen nefislerine karşı hud’a yaparak başkasına zarar verelim diye ellerindeki silah ile kendilerini yaralamışlardı. Keza yeryüzünde hep fitne fesat çıkarmışlar ve bozgunculukta bulunmuşlardı; kendilerine “Bu işten vazgeçin.” denildiğinde de ıslahçı olduklarını söylemiş ve her devirdeki anarşistler gibi yeryüzünde sulhun ve sükûnun temsilcisi olduklarını iddia etmişler, bir taraftan anarşi ve huzursuzluk çıkarırken diğer taraftan da muslih olduklarını göstermeye çalışmışlardı. Bunlardan başka onların bir diğer vasıfları da mü’minlerle karşılaştıkları zaman iman ettiklerini söylemeleri, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da mü’minlerle münasebetlerinin onlarla istihzadan ibaret olduğunu ifade etmeleriydi.
أُولٰۤئِكَ الَّذِينَ İşte buraya kadar anlatılan vasıflarla âdeta tecessüm eden o münafıklar, اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى hidayet karşılığında dalâleti satın almışlardı.
اَلَّذِينَ kelimesi ism-i mevsûldür ve اشْتَرَوْا kelimesiyle sılalanacağı âna kadar bir anlamda meçhuldür. Bu kelime aynı zamanda “şu hususi ve Hak’tan uzak kimseler” mânâsında bir gariplik ifade etmektedir. Böyle bir mânâ أُولٰۤئِكَ kelimesinin hem mahsüs hem de uzağa delâlet etmesinden çıkarılmaktadır. Bir anlamda bu şöyle bir mânâya gelmektedir: Şu âna dek insanlık tarihinde bunlar kadar garipleri görülmemiştir. اَلَّذِينَ kelimesi bu hususu işaretlerken, اشْتَرَوْا kipi de mefûlleriyle beraber bunu göstermektedir. Yani onlar dalâleti alıp, hidayeti vermişlerdir ki çok garip bir durumdur. اَلَّذِينَ ile اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى ifadesi, bir tek hakikatin etrafında omuz omuza vermiş bir “tecâvüb” içerisinde bulunmaktadır. Bu kelimelerin hepsi birden, onların garip üslubunu arz etmektedir. Öyle ki, اَلَّذِينَ ism-i mevsûlü, dalâletin hidayetle mukabelesi gibi unsurlar hep aynı mânâyı seslendirmektedir.
Ayrıca اشْتَرَوْا kelimesi burada geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. Onlar, inanmadıkları hâlde inandık demek suretiyle dalâleti alıp hidayeti bıraktıkları; fesatçı oldukları hâlde, ıslahçı göründükleri; mü’minleri aldatma mevzuunda, onların arkasında Allah’ın olduğunu unutarak kendi sapıklıklarını tescil ettikleri ve netice itibarıyla haklarında verilen bu hükmü, kesblerinin neticesi olarak kendilerinin iktisap etmiş olduğu anlatılmaktadır. Bu sebeple اشْتَرَوْا kelimesi mâzi kipiyle gelmiştir.
فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ kelimesindeki ف bir mânâda sebebiyet ifade eder. Şöyle ki, hidayet verilip karşılığında dalâlet alındığı takdirde ticaretin kazanç elde etmeyeceği açıktır. Aynı zamanda burada şöyle bir husus da söz konusudur: Müslümanlardan ilk saffı teşkil eden kimseler ticaret kanunlarını çok iyi biliyorlardı. Zira Kur’ân’ın muhataplarının bir kısmını, muhacirîn-i izam teşkil ediyordu ki onlar, –Kureyş Sûresi’nde anlatıldığı gibi– kış mevsiminde Yemen’e, yazın da Şam’a ticaret münasebetiyle gidip geliyorlardı ve ticaretten maksadın kâr olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Binaenaleyh âyette, bilip anlayabilecekleri bir temsil ile mesele kendilerine anlatılıyordu. Keza münafıklar ve Yahudiler de ticareti çok iyi bilmekte idiler. Nitekim emek ve sermaye meselesini ortaya atan, ticareti kendi çıkarları hesabına çok iyi değerlendiren ve Kur’ân’ın farklı muhatapları sayılan bir kısım Ehl-i Kitap da bu hususa vâkıf bulunuyordu. İşte bu sebeple âyet-i kerime onların anlayabilecekleri bir ifade tarzıyla meseleyi resmedivermişti.
وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ beyanına gelince, burada mâzi, cem-i müzekker sigasıyla bir keynûnet ifadesi söz konusudur. Bundan anlaşılan ise şudur; hidayet ve dalâlet, yaşana yaşana, terdatla, tekrarla insanın ruhunda bir mizaç ve tabiat hâlini almaktadır. Yani bir yönüyle hidayet, amelde ve pratik hayatta bir tekrarın ifadesi olarak rüsuh bulup sabitleştiği gibi dalâlet de bir alışkanlık neticesi olarak, insanda rüsuh bulmakta, bir daha da “dâll” olan kimseden ayrılmamaktadır. Binaenaleyh ister hidayet, ister dalâlet keynûnete bağlanarak anlatılmışsa o râsıhadır ve köklüdür ve وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ fehvasınca böyleleri asla hidayetin kokusunu dahi duymamış ve hidayet içine girememişlerdir. Onlar hidayet mevzuunda amelî durumlarıyla her şeyi değerlendire değerlendire farklı bir keynûnete sahip olamamışlardır. Daha önce de işaret edildiği gibi burada كَانُوا kelimesiyle مُهْتَدِينَ kelimesi aynı meseleyi anlatıyor gibidir.
اَللهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ وَإِلَيْهِ الْمَرْجِعُ وَالْمَأٰبُ.
- tarihinde hazırlandı.