Müfredat mânâsı (17. âyet)
اَلَّذِي : مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا ism-i mevsûl. Eskiler bize bunu, “şol şey ki, öyle bir şey ki, şu ki...” gibi mânâlarla tercüme ederlerdi.
اِسْتَوْقَدَ kelimesi istif’âl babından olup وَقَدَ – يَقِدُ kökünden gelir. Tutuşturdu, yaktı demektir. فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ “Öyle bir ateşten korkun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Bakara sûresi, 2/24) âyet-i kerimesinde geçen وَقُود kelimesi de yakıt demektir. Mevzumuz olan âyetteki اسْتَوْقَدَ نَارًا“ateşi tutuşturdu, cayır cayır yanar hâle getirdi” demektir.
نَارًا kelimesi, bilindiği gibi, ateş demektir. Nar ile nur aynı kökten gelir. Bazı kelimeler temeyyüz ederek nuraniyetleri itibarıyla üste çıkmış, inâre, tenvir gibi aydınlatma mânâlarını almışlar, bazı kelimeler de denâetleri, ağırlıkları, kesafetleri itibarıyla âdeta aşağıya düşmüş, onlar da ihrak edici, yakıcı mânâ kesbetmişlerdir. Zaten genel mahiyeti itibarıyla ateşin iki hususiyeti vardır: Biri itibarıyla yakar, ısıtır, pişirir; diğeri itibarıyla da aydınlatır, tenvir eder, göze medet verir. Binaenaleyh biz, ateşin bir tarafına onun bir hususiyetini, diğer tarafına da diğer özelliğini koyuyoruz ki, belâgat nükteleri anlatılırken böyle bir kelimenin seçilmesindeki incelik de ancak bu sayede anlaşılabilecektir.
فَلَمَّا ibaresi, iki kelimeden, ف ve لَمَّا’dan müteşekkildir. لَمَّا mâzi fiilin başına geldiğinde حِينَ mânâsına gelir, فise takip, tertip ifade eder.
أَضَاءَتْ kelimesi hem lazım (geçişsiz) hem de müteaddî (geçişli) olarak kullanılır. Müteaddî mânâsına olduğu takdirde أَنَارَ “aydınlattı” anlamına gelir ki burada da öyle kullanılmıştır.
حَوْلَ kelimesi, bir başka kelimeye izafe edildiğinde, “çevresi, etrafı” mânâsına gelir.
ذَهَبَ, “gitti” mânâsına üçüncü babdan mâzi fiildir. الله lafz-ı celâlesi, Cenab-ı Hakk’ın ism-i alemidir. ذَهَبَ fiili, buradaki gibi بharf-i cerriyle müteaddî olduğunda “gitti” değil de “giderdi, götürdü” anlamına gelir.
تَرَكَ “terk etti, bıraktı” mânâsına gelen bir fiil-i mâzidir.
ظُلُمَات kelimesi “zulmet”in çoğuludur. Bu da üst üste, kat kat, tabaka tabaka zulmetler, karanlıklar demektir.
لَا يُبْصِرُونَ ifadesi, إِبْصَار masdarından gelir ki, ”gözün ermesi, ulaşması” demektir ve “görme”den daha şumüllüdür.
İsterseniz bu kısa tahlille müfredat konusunu burada noktalayalım.
Bir nebze de Kur’ân-ı Kerim’deki meseller
Kur’ân-ı Kerim, ifadelerinde yeri geldikçe temsil yolunu seçmiştir ki, edipler de çok defa bu yola başvuragelmişlerdir. Belâgatta beyan ilmi, ediplerin daima başvurdukları bir kaynak olmuştur, sık sık onunla susuzluk gidermiş ve bazen de gerekmediği hâlde, lüzumsuz yere onunla fantezilere girmişlerdir. Vâkıa, temsilin insan ruhunda bir heyecan uyardığı açıktır. Ancak ilâhî ve nebevî beyanlar, özellikle de her yönüyle mucize olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, temsil tarikini intihap ederken mübalağasız, mücâzefesiz (ölçüsüzlükten müberra), o yöntemi gerektiği kadarıyla almış ve gerektiği kadarıyla değerlendirmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de istimal edilen temsil yoluyla, çok defa akıl almaz gibi görünen muğlak, müphem ve mücerret konuların insanlar tarafından idrâki temin edilmiş olur. Bazen karşımıza öyle makûl (aklın sahasına giren) meseleler çıkar ki haddizatında akıl bunları reddetmez, ancak fikrin karşısında hayal kendi rolünü oynar, aklın karşısında da vehim suver-i şuuriyeyi değerlendirme mevzuunda devreye girer ve havayı bulandırır. İşte aklın böyle makûl meseleleri kavrayıp değerlendirmesi için bazen temsil tarikine başvurulagelmiştir.
Böyle bir yolla, gabi ve cahil bir insan, akıllı ve âlim bir insan gibi anlatılandan istifade etmiş olur. Şöyle ki, ulûhiyete ait derin bir hakikati anlatmak istediğinizde, gabi, âlim, cahil ve düşünen insan ayrımı yapmadan hakikat-i mücerredenin herkes tarafından anlaşılmasını istiyorsanız, herhâlde temsil yolunu intihap edersiniz. Mesela, öldükten sonra tekrar dirilme gibi makûl bir meseleyi, Allah’ın kudretiyle anlamak mümkün iken insanlar bu makûl meseleleri vehmin araya girmesi yüzünden anlayamayabilirler, anlayamamaktadırlar da. Bu mülâhaza iledir ki, Kur’ân-ı Kerim bunu anlatma sadedinde: فَانْظُرْ إِلٰى اٰثَارِ رَحْمَةِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَۤا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Şimdi bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.” (Rûm sûresi, 30/50) diyerek temsil yoluna başvurur.
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللهُ يُنْشِئُ النَّشْأَةَ الْاٰخِرَةَ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “De ki: Dünyayı gezin dolaşın da Allah’ın bu âlemi yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın. Sonra, Allah tekrar yaratmayı da, ölümden sonra diriltmeyi de gerçekleştirecektir. Allah elbette her şeye kadirdir.” (Ankebût sûresi, 29/20) Evet, insanların haşirden şüpheleri varsa yeryüzünde gezsinler, baksınlar yaratılış nasıl başladı. Bir dönem yaratılış nasıl başladıysa öldükten sonra yeniden bir daha öyle gerçekleşecektir.
Görüldüğü gibi vehmin bir mevzuda makûl meselelerin anlaşılmasına engel olmasına karşılık Kur’ân temsil yolunu kullanıyor.. Ve işte bu şekilde temsil yoluyla vehim akla, hayal de fikre teslim oluyor.. ve oldukça garip ve uzak meseleler hâzır hâle geliyor. İnsan öldükten sonra dirilmeyi uzak görebilir; ancak baharı görünce, sanki çok uzak bir mesele olan o tekrar dirilme, gözünün önünde mahsüs ve makûl bir hâl alıyor gibi olur. Bunun gibi, temsil yoluyla mânâlar da âdeta cisim giymiş olurlar. Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerindeki bu canlılığı, Abdülkâhir Cürcânî, Zemahşerî, Sekkâkî, Bediüzzaman ve Seyyid Kutup gibi yüzlerce muhakkik çok iyi görmüş ve değerlendirmişlerdir. Bu canlılık, bazı nazarlarca kadavralar hâlinde görülen hakikatlerin o nazarlarda revnakdâr birer hâl alması gibidir. Evet biz, Üstad’ın da İşârâtü’l-İ’câz’da ifade ettiği gibi[1] mücerret hakikatleri ancak temsil yoluyla akla takrib edebiliriz.
Burada bir örnek olarak Hadîd Sûresi’nin 13. âyetindeki temsilî tablo gösterilebilir: يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذِينَ اٰمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ قِيلَ ارْجِعُوا وَرَۤاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ “Münafık erkek ve kadınlar o gün mü’minlere derler ki, ‘Bir parça bize de arz-ı dîdâr edip, nazarlarınızı bu tarafa çevirin de sizin yüzünüzün nurundan istifade edelim.’ Buna mukabil onlara denir ki: ‘Siz arkanıza dönün de bir nur arayın.’ Derken, aralarına bir sûr çekilir. Bu duvarın bir kapısı olup bu kapının iç tarafında rahmet, dış tarafında ise azap vardır.”
Şimdi burada bir toplum görüyoruz ki çepeçevre etraflarını zulmetler sarmış; buna mukabil mü’minler onların yanlarından geçerken altları üstleri, sağları solları bitevi nur. İşte, bu nuranî cemaatin geçişini gören münafıklar, –ki burada tablo çok canlıdır– “Bari biraz bize de teveccüh edin de nurunuzdan istifade edelim.” derler, derler ama onlara denir ki: “Hayır, siz orada bizim yüzümüze bakmamıştınız. Şimdi geriye dönünüz de kendinize bir nur arayınız!” Onlar da döner ve arkalarında bir nur aramaya dururlar. Derken aralarında bir sur oluşuverir; yani bir sütre, bir perde indirilir; indirilir de artık münafıklar mü’minleri göremezler. Bu surun bir de kapısı vardır. “Bâtını, yani mü’minlere bakan tarafı rahmet, münafıklara nazır tarafı ise azaptır tamamen.”
Bu ifadelerden münafıkların ahirette dahi buradaki ruh hâletlerine göre bir muamele görecekleri anlaşılmaktadır.
Konumuz olan âyete bakacak olursak, temsilde yer alanların durum ve genel keyfiyetleri صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ (Bakara sûresi, 2/18) fezlekesiyle gösteriliyor ki, herkesin ruh hâletine göre bir şey ifade eder. Âyetteki mesel, aydınlanabilecek kimselerin aydınlanmasını, zulmette kalanın da kapkaranlık dünyasını nazara veriyor gibi bir mânâ ifade ediyor.
Üstad, haşir meselesinde, o umumi “ba’sü ba’del-mevt”i, ilgili âyetten (Rûm sûresi, 30/50) mülhemen haşr-i baharîyle zihne takrib edip anlamamızı kolaylaştırdığı gibi,[2] Cenab-ı Hakk’ın sonsuz bu’diyet içindeki kurbiyetini anlatırken de Güneş misaliyle aynı yolu takip ederek O’nun bize sonsuz yakınlığına mukabil bizim O’ndan sonsuz uzak olmamızı, yani yakınlığıyla her zaman başımızı okşamasını, ama aynı anda bizim uzaklığımız açısından da O’nun (celle celâluhu) müteâl olduğunu anlatıyor ki, bununla, وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Biz ona (insana) şahdamarından daha yakınız.” (Kaf sûresi, 50/16) hakikati akla yaklaştırılmış oluyor. Biz bu sayede yukarıdaki âyetle يَوْمَ نَطْوِي السَّمَۤاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَۤا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ “Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kağıtları dürüp rulo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak tekrar diriltmeyi de öyle gerçekleştiririz.” (Enbiyâ sûresi, 21/104) âyetini beraber anlama imkânını elde etmiş oluyoruz.
Aynen bunun gibi Üstad, nuranî ve ruhanî olan şeylerin temessül etme keyfiyetini, yani belki aynı anda bin yerde bulunmaları durumunu, Güneş ve ayna misalleriyle ifade sadedinde, birbirine karşı mütekabil aynalar içinde cisimlerin muhtelif suretlerinin uzayıp gittiği, bin tane aynanın içinde bir tek cismin binlerceye ulaştığı misaliyle açıklıyor ki, nuranî ve ruhanilerin ayniyetleriyle tecelli etmelerini anlama açısından bu da beliğ bir temsil sayılır.[3]
Bu açıdan temsil; beyan ve ifadenin çok mühim bir rüknü kabul edilmektedir. Ne var ki, temsil yaparken temsille hakikati birbirinden ayırabilmeyi mümkün kılacak karineler vaz’ etmek de bir esastır. Eğer bir meseleyi anlatırken onun hakikaten bir mecaz ve temsilî bir ifade tarzı olduğu okuyucuya bir karineyle gösterilmezse çok defa beyan suistimalatına sebebiyet verilebilir. Mesela, havariler ve onlardan sonra gelen Hıristiyan nâşirler, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz re’fet, şefkat ve merhametini anlatmak için edat-ı teşbihi de kaldırarak “baba” mânâsına bir kelime kullanmışlardır. Burada maklûb bir teşbih de düşünülebilir. Fakat mübalağa maksadıyla edat-ı teşbihin kalkmasıyla, bu gibi yerler daha sonraları –tabi onlar velediyet akidesine de inandıklarından– Allah’ın –hâşâ– insanların babası şeklinde anlaşılmasına sebep olmuştur.
Mesela, فَإِنَّ اللهَ كَالْأَبِ الرَّحِيمِ الشَّفِيقِ “Şüphesiz Allah, çok merhametli ve şefkatli bir baba gibidir.” Böyle bir benzetme esasında doğru değildir. Çünkü Allah, anneden babadan daha merhametlidir. Bir de bunu anlatmak edat-ı teşbih kaldırıldığında إِنَّ اللهَ أَبٌ “Allah –hâşâ– babadır.” olur ki ilk söylenişinde samimi gibi görünen o ifadenin temsilî mânâsı tamamen unutularak sanki hakikaten Allah’a “baba” deniyor gibi bir inhirafa girilmiş olur. Onun için bir hakikat temsilî bir yolla anlatılırken sözün içinde mutlaka bir karine bırakılmalı; ta ki temsil, hakikatin kendisi zannedilmesin. Yoksa geçmiş dinlerde olduğu gibi çok defa suistimalata sebep olur.
Temsil tariki, Kur’ân-ı Kerim’in –arz ettiğim gibi– çok istimal ettiği bir yoldur. Bunu o mu’ciz beyanın pek çok yerinde görürüz. Ankebût Sûresi’nde وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ وَمَا يَعْقِلُهَۤا إِلَّا الْعَالِمُونَ “İşte, bazı gerçekleri anlatmak için, Biz bu kabîl misaller getiriyoruz ama bunları, ancak ibret almasını bilenler anlar.” (Ankebût sûresi, 29/43) denilmekte, Sûre-i Haşr’in sonunda da: وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ “Bu darb-ı meselleri irad ediyoruz ki, insanlar düşünüp tefekkür etsinler.” (Haşir sûresi, 59/21) buyrulmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de çok defa yermeler, övmeler, teşvikler, sakındırmalar, delil getirmeler temsil yoluyla anlatılır. Mesela, Fetih Sûresi’nin 29. âyetinde de sahabe-i kiram’ın gelişmesinin; toprağa atılmış bir tohum, sonra başını topraktan dışarıya çıkaran bir sümbül, derken büyüyen, gövdesi üzerinde doğrulan, bir ağaç ve neticede semalara doğru ser çeken ulu bir çınar gibi olduğu, bir temsille tasvir edilir.
Hem mesela o, birini zemmedeceği zaman şöyle diyor: فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ ذٰلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ “Onun hâli tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da! Âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli işte buna benzer. Sen olayı onlara anlat, belki düşünüp kendilerine çekidüzen verirler.” (A’râf sûresi, 7/176) Burada kınama maksadına matuf bu türlü insanların hâlini kelbin durumuyla ifade ediyor ki, mütemerrit mülhidin durumunu ifade adına gayet beliğdir.
Keza kendilerine kitap verildiği hâlde onun muhtevasından istifade etmeyenlerin durumunu anlatırken de Kur’ân şu temsili kullanır: مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “Kendilerine Tevrat verilip, onun mesajını insanlara ulaştırmak ve onu uygulamakla yükümlü tutuldukları hâlde bu yükümlülüğü yerine getirmeyenler, tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkep gibidirler.” (Cum’a sûresi, 62/5) Burada Kur’ân, uhdelerine alıp taşıdıkları değerden habersiz ve ondan istifade edemeyen insanların hâlini, sırtında kitap taşıyan merkebe benzetiyor ki, bu şekilde bir temsilin kullanılması hem onlar için hem de bizim için sakındırma ve uyarma adına fevkalâde önemlidir.
İşte مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا âyet-i kerimesi de bu mevzuda irad buyrulmuş, ayn-ı hakikat bir teşbih u temsildir.
Temsil ve teşbihin, büyük hakikatleri anlatma yollarından biri olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’in temsil tarikini intihap etmesindeki temel espriyi, temsilin yerini ve nerelerde kullanılması gerektiğini, kullanılırken de dikkat edilmesi gereken hususları anlatmaya çalıştığımız bu faslı noktalayarak, çıkış yapıtğımız âyetin izahına devam etmek istiyoruz.
* * *
Evet, zannediyorum âyetin mânâ-i ruhisini arz etmenin vakti gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim, suver-i zâhire içinde münafıkların umumi durumlarını iç içe daireler hâlinde bize intikal ettirip sonra da o âyât ü beyyinatın sonunda fezleke mahiyetinde irad edilen ifadelerle haklarında takdir edilen cezaları zikrettikten sonra; edip eylediklerinin neticelerini bir de teşbihle anlatarak, onları çölde ateş yakıp çevresinde kümelenen insanlara benzetir. Bu teşbih-i temsille bir durum diğer bir duruma kıyas edilmekte ve konu farklı bir tavzih boyutuyla ortaya konmaktadır. Evet, onların hâli, ateş yakan bir insanın hâline benzemektedir. Öyle ki, yanan o ateş etrafını aydınlatıp da çevredeki her şey olduğu gibi ortaya çıkınca, Cenab-ı Hak bu kez nurlarını ellerinden alır da onları içiçe karanlıklar, zulmetler içinde bırakır; bırakır da çevrelerini asla göremezler.
* * *
Burada münafıkların durumuyla, misal olarak irad edilen durumun telif edilmesi söz konusudur. Eğer biz, yukarıda münafıkların durumunu anlatan âyetlerle buradaki meseli ayrı ayrı ele alır, ayrı ayrı mütalâa eder, öyle görür ve biri “misal”, biri “mümesselün leh (temsile mevzu teşkil edenler)” olan iki husus arasındaki mutabakatı tespit edemezsek Kur’ân-ı Kerim’in müşahhas ve mahsüs olarak nazarımıza sunduğu espriyi tam göremeyiz. Bunu rahatlıkla görebilmek, bu iki âyet grubu arasını telif ve tevfik edebilmemize bağlıdır. Acaba o telif ve tevfik neden ibarettir? İşte hecelemesi:
Burada mânâ ve mefhum olarak âyetlerden şu anlaşılıyor: Evvela, bir zümrenin nazarında bir ziya, bir ışık ve bir parıltı beliriyor. O belirince onlar az çok etraflarını görüyorlar. İyi veya kötü ünsiyet edecekleri veya vahşet duyacakları farklı manzaralarla karşı karşıya kalıyorlar. Bu biraz da onların ruh hâletlerine göre belirlenen bir husus oluyor. Ruhları, çevreyi onlara vahşet dolu bir tablo gibi gösteriyorsa, onlar da vahşet dolu bir tablo müşâhede ediyorlar; aksine güzel görüp güzel düşünebiliyorlarsa ünsiyet dolu bir hava, bir bâd-ı nesimle karşı karşıya kalıyor ve o güzelliklerin in’ikasıyla kendilerinden geçiyorlar. Ondan sonra da Allah (celle celâluhu) onların nurlarını alıp götürüyor. Yine onları o karanlık içinde bırakıyor. Karanlık içinde kalınca da mütemadiyen gözlerinin önünde yanıp sönen ışıklar karşısında, bir türlü göz uyumu sağlayamamış kimseler gibi, eşyayı doğru göremez hâle geliyorlar. Sadece o an değil, daha sonra da göremiyorlar. Çünkü bir insan daima karanlıkta dursa az çok gözü alışır karanlığa ve etrafında olup bitenleri seçmeye başlar. Ama ışık sık sık parlar sönerse, göz de uyum sağlayamaz ve sürekli kendini değişik durumlara, değişik pozisyonlara ayarlamaya çalışır ve tabi, hiçbir zaman da buna muvaffak olamaz.
İşte âyetler onların bu durumlarının iç yüzünü anlatmaktadır. Bu hususların izahına gelince, öyle anlaşılıyor ki bunlar geçmişlerde az çok iman nurunu görmüş, duymuş, hissetmişler ama daha sonra taklitle, atalarına körü körüne tebaiyetle ve şuursuzca başkalarının arkasına takılmakla, kendilerince büyük saydıklarını taklit etmekle nur-u hakikat ara sıra gözlerinin önünde parlasa bile ondan tam istifade etme imkânına sahip olamamaktadırlar. Hayırlı seleflerini ara sıra hatırlamakta, hatırlayınca da içlerinde bir ümit parıltısı oluşmaktadır ama bu kalıcı değildir.
Evet, her millet yer yer mâzisi ve ecdadının büyüklüğüyle, onlara ait mefahirle iftihar eder: “Biz falanlar ve filanlar...” diye köklerini hatırlar ki bu, onun yeniden dirilmesi, cana gelmesi hususunda ümitlendiren hâli sayılır. Ne var ki, muvakkaten parlayan bu yeni nurdan istifade etme imkânı olmadığı –kanaatlerince– belli olunca da her şey bir kere daha silinir gider; gider de onlar bir kez daha ruhî zulmetleri, vicdanî karanlıkları içinde kalıverirler. Demek ki bazı münafıkların seleflerinin umumi mânâda öyle olduğu anlaşılıyor. Yani onlar, seleflerinin, Cenab-ı Hakk’ın yaktığı nurdan istifade ettiğini ve sa’ylerinin semeresini, ekip diktikleri ağaçların, ekinlerin meyvelerini görmüşler ama şerli halefler olarak tamı tamına onlardan istifade edememişlerdir. فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا “Kendilerinden sonra onların yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zayi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar gelecekte azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.” (Meryem sûresi, 19/59) Evet, onlardan sonra bir kısım nesiller gelmişti ki, bunlar atalarının yolundan gitmemiş, namazı zayi etmiş ve şehevât-ı nefsaniyelerine tâbi olmuşlardı. Böyle olunca da Allah’la aralarındaki rabıta bütün bütün kopmuş ve şehvete daldıklarından ötürü de her şeyi şehvet renginde görmüş, dinî hakikatleri anlayamaz hâle gelmişlerdi.
Mâmâfih, ne evvelkileri ne de bu asırdakileri düşünmeyip bunu sadece Saadet Asrı’ndaki münafıklarla alâkalı değerlendirecek olursak şu üç husus karşımıza çıkar:
Birincisi: Onlar Kur’ân-ı Kerimle tanıştıkları dönemde ciddi bir maddeperestlik içindeydiler. Tamamen fıtratı ifade eden Kur’ân âyetlerini duyunca bir kısım tedailerle Tevrat’ta, İncil’de ve daha önce inmiş diğer ilâhî kitaplarda bulunan hakikatlerle ilgili onlarda bir çağrışım oldu. Ne var ki, bu fırsatı değerlendiremeyip fevt ettikleri için nurun yerini zulmet aldı, onlar da hidayeti dalâletle değiştirdiler. Yani hidayet gitti, yerine dalâlet geldi. İbn Abbas (radıyallâhu anh) bu hususu anlatırken, onların evvelleri, ilkleri veya ataları, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldiği zaman iman etmişti, der. Fakat sonra hidayeti bırakıp dalâlete talip oldular ve imandan sonra yeniden küfre girdiler.
İkincisi: Onlar daha önce inen ilâhî kitaplardan, İncil, Tevrat ve sair suhuflardan itikadî, amelî ve içtimaî hakikatlere dair çok şey biliyorlardı. Kur’ân-ı Kerimle tanışınca bu hakikatleri ve bu arada Efendimiz’e ait işaret ve beşaretleri de hatırladılar. Ve farklı çağrışımlar içine girdiler. Ancak onlar, beklenen Peygamberi kendi içlerinden bekledikleri için Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanmadılar. Allah da nurlarını alıp götürdü ve onları zulmet içinde bıraktı. Tabi hidayetin yerini de dalâlet aldı.. karanlık katmanlı korkunç bir dalâlet.
Üçüncüsü: O zaman Benî İsrail, zuhur edecek âhir zaman peygamberine dayanıp onu nokta-i istinat ederek insanlık üzerinde son kez bir sulta, bir hâkimiyet kurma iddiasında idiler. Bu üçüncü tevcihe göre ateşi yakan münafıklardı ve ara sıra onlara yeşil ışık yakıyorlardı. Evet o günkü inkârcılara, oradaki Evs ve Hazreç dinsizlerine yeşil ışık yakıyorlardı. Onlar da başkalarına karşı: “Peygamber gelecek ve sizin üzerinizde hâkimiyet kuracağız.” diyorlardı. Bu sayede az da olsa bir ümitle gözlerinin önünde ziya şuleleri parıldayıp sönüyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye gelince, taklit ve şehvetlerine ittibaları, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı peşin hüküm ve muhkem önyargıyla önceden O’nun hakkında verecekleri hükmü vermiş olmalarından dolayı ittiba edemediler, O’nu tam göremediler.
Konunun doğrudan doğruya Saadet Asrı’yla alâkalı olduğu kabul edilirse, yukarıda saydığımız bu tevcihler bahis mevzuu olur.
Arz edilen bu üç husus, mümesselün leh’i, وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ آمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ “Öyle insanlar da vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inandık derler ama hakikaten iman etmemişlerdir.” (Bakara sûresi, 2/8) âyetinden, sayfanın sonuna kadar fezlekesiyle beraber bütünüyle anlatılan münafıkların hâlleridir. Arz ettiğim bu üç hususa dair İbn Abbas ve tâbiîn imamlarından Süddî’den de bir rivayet vardır. Müfessirînden, dalâletin hidayetle değiştirilmesi, küfrün imanın yerini alması ve hakikatin yerini bâtıla bırakması gibi mânâlar ihtiva eden yorumlar da rivayet edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’in temsillerinin hususiyetlerinden biri de, muhtelif meseleleri tek bir temsil çerçevesinde ele alıp anlatmasıdır. Yani birkaç âyette anlatılan o dağınık meseleleri tek bir temsilde toplayıp anlatma da Kur’ân-ı Kerim’e mahsus mucizevî bir üsluptur. O böyle mürekkeb bir teşbihle, yani ateşin yanması, karanlığın bu ateşle zâil olması, sonra hemen o ışığın söndürülmesi ve yeniden zulmetin gelmesi.. gibi hususlarla öyle bir resim sunuyor ki dahası olamaz. Bu, çölde yaşayan insanların bilebileceği, zevk edebileceği bir temsildir. Çöl insanı çölde ateş yakmanın, orada başkalarından yardım beklemenin, yardım arzu ve isteğinin başkalarına duyurulmasının ne demek olduğunu çok iyi bilir. Bu tasvirdeki sahneyi kısmen çölde kum fırtınasına tutulan veya Doğu Anadolu’da kar fırtınasına tutulan kimse herhâlde daha iyi anlar.
Evet, bir insan çölde muztar durumda kaldığında yerini, mevcudiyetini başkalarına duyurmak için yapacağı en makûl iş hemen bir ateş yakmaktır. İşte temsil bir yönüyle bunu işaretliyor ki, vahşî sahrada, kimsesiz ve ne yaptığını bilmeyen bir kimsenin en önemli işi, varlığını hissettirebilecek bir ateş yakma olmalıdır. Bir de çöldeki karanlık başka bir yerdeki karanlığa hiç benzemez. Başka bir yerde az çok bir ışık şûlesi, parıltısı görülür ve göreni ümitlendirir ama çölde bunların hiçbiri söz konusu değildir. Çölde güneşler batar, karanlıkla beraber her yanda bir yalnızlık hissi tüllenmeye başlar, gurbetlerle kuşatılır ruh.. ve işte bu dehşet içinde insanın, hem kendisine bir enîs olması hem de etrafını görmek için yapabileceği tek iş –Kur’ânî tabirle– “istîkâd-ı nâr”dır.. yani bir ateş yakmaktır. Hem ısınmak hem hevâm ve haşaratı kaçırmak hem etrafını görebilmeye çalışmak hem de bu suretle orada mevcudiyetini başkalarına duyurmaya çalışmak.. evet, işte münafığın durumunu aksettiren canlı fotoğraf..!
Ayrıca bu temsilde şu da görülmektedir: “İstîkâd” tabiri istif’âl babındandır. Bu kipte talep ve tahavvül mânâsı olduğu gibi ta’diye (geçişlilik) anlamı da vardır. Şöyle ki bu şaşkınlar, ateş yakmayı şiddetle arzu etmiş ve o karanlık tabloyu değiştirme gayretine düşmüşlerdir. Onlar için yapılacak tek şey olması itibarıyla güç bela bir ateş yakmış, bir ölçüde de olsa onunla teselli olmuşlardır. Evet, ateş yakmak müstakil bir iştir, insanı meşgul eder. Ama yaktıktan sonra onu muhafaza etmek ayrı bir derttir. Tıpkı saadet ve huzur vaat eden bir sistem kurmak, kurduktan sonra da korumak ne ise bu da öyledir.
Bunlar bir ateş yakmışlardır ama başlarından aşağıya bardaktan boşalır gibi dökülen yağmura veya ortalığı birbirine katıp karıştıran fırtınaya karşı yaktıkları bu ateşi nasıl koruyacaklardır? Meselenin bir bu yönü var. Bir de, biraz evvel de arz edildiği gibi bunlar, gayret ve cehdle meydana getirdikleri bu ateşin, fırtınalarla sönme ihtimali karşısında hep gerilim içindedirler; hatta sönecek diye belki ateşe bile içlerinde düşmanlık hissi taşımaktadırlar. Zira genel manzara itibarıyla gözlerinin normal görme durumunu bile koruyamamaktadırlar; koruyamamakta ve karanlıkta görebilecek kadar dahi durumlarını muhafaza edememektedirler. Bence, arz edilen bu hususların hepsini وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ “Onlar görmezler.” ifadesi işaretliyor gibidir.!
Burada müfredatın müfredata tatbikinin açık olmadığına daha önce değinmiştik. Yani şu parça şuna, bu da buna şeklinde parçaların birbirine tatbiki net görünmemektedir. Zira bu mürekkeb bir teşbihtir. “Müşebbeh” de “müşebbehün bih” de mürekkeb bir bütünlük arz etmektedir. Bir başka deyişle bu, mürekkebin mürekkebe benzetilmesinden ibarettir. Oldukça kötü ve bozuk bir ruh hâleti içinde ne yaptığını, ne yapacağını bilemeyen, küfürle iman arasında sürekli gel git yaşayan, şaşkınlık ve tereddütler ağında yol yorgunu bir yığın ki, bir şey almak için elini uzatırken onu kaybediyor, kaybettikçe haybet ve hüsran ruh hâleti içine giriyor ama şaşkınlıkla yeniden kaybettiğini elde etmeye çalışıyor. İşte böyle birinde ümitsizliğin ümidi, zulmetin parıltıyı takip etmesi hâlini.. evet, genel anlamdaki bu değişken psikolojik durumu مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا âyeti mürekkeb bir teşbihle ne güzel ifade etmiştir!
Parçaların birbirine tatbikini ise أَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ (Bakara sûresi, 2/19) âyetini hecelerken –inşâallah– göreceğiz.
[1] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.165.
[2] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.85 (Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat).
[3]Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.207 (On Altıncı Söz).
- tarihinde hazırlandı.