Müfredat mânâsı (18. âyet)
صُمٌّ kelimesi, صَمَّ – يَصَمُّ fiilinden gelir. Dördüncü babdan pek çok fiilde olduğu gibi sıfat-ı müşebbehe olarak müfred müzekkeri أَصَمُّ’dur ki “sağır” demektir. Bunun müennesi صَمَّاءُ’dur. Her ikisinin cemi’si de صُمٌّ gelir.
بُكْمٌ kelimesi de yine dördüncü babdan, بَكِمَ – يَبْكَمُ kökünden olup sıfat-ı müşebbehesi أَبْكَمُ gelir. “Dilsiz” demektir. بَكْمَاءُ dilsiz kadın için kullanılır. Her ikisinin cemi’si de بُكْمٌ’dür ki, kadın-erkek dilsiz kimseler demektir.
عُمْيٌ kelimesi ise “gözün kör olması, ışıktan istifade edememesi, etrafını görememesi” hâllerini ifade eden عَمِيَ– يَعْمَى fiilinden gelir. Sıfat-ı müşebbehesi müzekker için أَعْمَى, müennes içinse عَمْيَاء şeklindedir. Âmâ kelimesini biz de Türkçemizde aynı mânâda kullanırız. أَعْمَى ve müennesi olan عَمْيَاء kelimelerinin cemi’si عُمْيٌ’dür. İşte burada üç kelime gayet fonetik bir letâfet içinde صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ şeklinde ifade edilmektedir ki gayet latif düşmektedir.
Önceki âyette, haklarında darb-ı mesel yapılanların umumi ahvâli bir temsille anlatılmıştı, burada ise o temsil figürlerinin hususi durumları anlatılıyor. Demek bunların hepsi kör, hepsi sağır, hepsi dilsizmiş de kimseye seslerini duyuramıyor; etraflarında söylenen sözleri duyamıyor; dahası, iyi kötü çevrelerinde olup biten şeyleri de doğru okuyamıyorlarmış.
Şimdi biraz evvel arz edilen noktadan hareketle buradaki durumu tahlile çalışalım. Burada davet iki şeye oluyor: Biri hayra, biri şerre. Zira “istîkâd (ateş tutuşturma)” kelimesi, ya münafıkların reisine veyahut Allah’ın eliyle Resûl-i Ekrem’e aittir. Burada iki ihtimal de söz konusu olabilir. Bazen de bir tek hâdise iki hususa birden bakabilir. Mesela buradaki bu ibare, Allah’ın yaktığı nurla mü’minler tenevvür ederken, münafıkların şahsî düşünceleri itibarıyla karanlıklar yaşadığını ifade eder.
أَفَمَنْ شَرَحَ اللهُ صَدْرَهُ لِلإِسْلَامِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه۪ فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللهِ أُۨولٰۤئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“Hiç Allah’ın, göğsünü İslâm’a açması sayesinde, Rabbisi tarafından nura kavuşan kimse, kötü tercihi sebebiyle fıtratını değiştiren, kalbi katılaşan, göğsü daralan kimse gibi olur mu? Yazıklar olsun kalbleri Allah’ı anma hususunda katılaşmış olanlara! İşte onlar besbelli bir sapıklık içindedirler.” (Zümer sûresi, 39/22)
âyeti her iki hususu da ifade eden bir beyandır.
Evet, Allah bir insanın kalbini imana açıp şerhetti mi artık o, Allah’tan gelen bir nur ile aydınlanmış demektir. Onun oturuşu nur, kalkışı nur, görüşü nur, duyuşu nur.. yani o, çepeçevre nur içindedir ki, Buhârî ve Müslim hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle çepeçevre nuraniyete taleplerini:
اَللَّهُمَّ اجْعَلْ فِي قَلْبِي نُورًا، وَفِي بَصَرِي نُورًا، وَفِي سَمْعِي نُورًا، وَعَنْ يَمِينِي نُورًا، وَعَنْ يَسَارِي نُورًا، وَفَوْقِي نُورًا، وَتَحْتِي نُورًا، وَأَمَامِي نُورًا، وَخَلْفِي نُورًا، وَاجْعَلْ لِي (وفي رواية: واجعلني) نُورًا
“Allah’ım! Kalbime nur, gözüme nur, kulağıma nur, sağıma nur, soluma nur, üstüme nur, altıma nur, önüme nur, arkama nur ver ve baştan aşağı bana nur ihsan eyle (bir rivayette: beni nur kıl).”[1]
şeklinde seslendirir. Keza
اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُۤوا أَوْلِيَۤاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ
“Allah iman edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tağutlar olup onları aydınlıktan karanlıklara götürürler.” (Bakara sûresi, 2/257)
âyetiyle de tek bir hâdise içinde, bir hidayet ve bir nurun herkesin fıtratına ve müstaid olmasına göre şekillenmesi.. birinin nura mazhariyetle zulmetten çıkması; berikinin tağutlara intisabı ve ittibaıyla nuru bırakıp zulmete gitmesi yukarıdaki mülâhazanın farklı bir teyidi mahiyetindedir.
Evet, münafıkların da yerinde nuru kendileri için faydalı görüp, az dahi olsa ümide kapılıp, ondan istifade etme hazırlıkları yaparken birden bire hayal kırıklığı ve yıkılan ümitleriyle oldukları yerde kalakalmaları, onlara dünyada bir inkisar yaşattığı gibi ötede de yani kabirde, berzahta da aynı şekilde inkisarlar yaşatacaktır. Hatta mahşerde Allah’ın huzuruna gittiklerinde de aynı şey olacaktır. Orada yaşanan sergüzeştiyi anlatma sadedinde Kur’ân, daha önce bir başka münasebetle zikrettiğimiz âyet-i kerîmede:
يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذِينَ اٰمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ قِيلَ ارْجِعُوا وَرَۤاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ.
“O gün münafık erkek ve kadınlar, mü’minlere: ‘N’olur,’ derler, ‘yüzümüze bir bakın da nurunuzdan biz de yararlanalım!’ Bunun üzerine onlara şöyle denilir: ‘Arkanıza dönün de bir nur arayın!’ Derken, aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın bir kapısı olup bu kapının iç tarafında rahmet, dış tarafında ise azap vardır.” (Hadîd sûresi, 57/13)
buyurur ki, mü’minler sağları-solları, önleri-arkaları pür-nur yürürken ve muradlarına ererken, münafıklar dökülüp yollarda kalmanın ezikliği ile, “Dönün, bir parça bize bakın da bütün bütün karanlıkta kalmayalım.” derler. Bu, “Bir parça bizi de nurunuzla gözetin.” anlamına da gelir. Mü’minler de onlara: “Dünyada dönüp durup hep döneklik yaptığınız için dönün kapkaranlık dünyanızda –bulabilirseniz– bir ışık arayın.” derler. Bu muhavere devam ederken birden bire perdeler iner, arada engebeler, sütreler oluşur ve bu diyaloğa son verilir. Surun, sütrenin sadece mü’minlerin gireceği tek kapısı vardır ki, içeride kâbil-i idrâk olmayan engin bir rahmet, sütre berisi ve dış tarafta da tarifi imkânsız bir azap vardır. Azabı tadanlar çığlık çığlık bağırırlar: “Dünyada sizinle beraber değil miydik?” Ama nafile...
İsterseniz şimdi geriye dönelim. Evet, görüldüğü gibi mesele iki şekilde cereyan ediyor: Bir hayra davet, bir de şerre. Konuyu şerre davet olarak ele aldığımızda şöyle anlayabiliriz: اسْتَوْقَدَ نَارًا, bu ateşi yakan kimse insanları şerre davet etmekte, fitne çıkarmakta, halkı kandırmakta, onlara boş ümniye ve kuruntular vaat etmekte, onları bir kısım idealler arkasında sürüklemekte, ütopik fikirlerle onları meşgul etmekte, yalancı bir ışık yakmaktadır. Işık yakma sözü Türkçede de bu mânâda kullanılır. اسْتَوْقَدَ نَارًا beyanında sarahat yok; bu kim olursa olsun.. Abdullah İbn Übey İbn Selûl, Ka’b İbn Eşref veya başkası... fark etmez. Tabi bunların ışıklarının sönmesi, hâliyle fitne ateşlerinin sönmesi demektir.
ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ Işıklarını Allah aldı götürdü ve gözleri görmez oldu, işleri de altüst. Allah onların fitne ateşlerini işte böyle söndürdü.
Hayra davet keyfiyetine gelince; Cenab-ı Vacibü’l-Vücud, Habib-i Edib’inin eliyle onlara bir nur, bir ışık yaktı. Bu ışık, geçmiş kitapları teyit eder mahiyetteydi. Onların o güne kadar bir beklenti hâlinde tekrar edip durdukları meseleleri realite safhasına çıkarıcı ve ümit bakımından onları besler mahiyette bir ışık yaktı. Ne var ki onlar, kanaat değiştirip farklı bir yola gittiklerinden dolayı Allah (celle celâluhu) da o ışığı söndürdü. Bu arada Aleyhissalâtü vessselâm etrafında toplananlar ise o nur ile nurlandılar, Allah da onların kalblerine inşirah verdi. İşte Allah nurunun iki tarafa bakan farklı yanları…
Demek oluyor ki, temsil ele alınırken مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا cümlesinde, seçilen kelimelerin karakteristik durumları itibarıyla, bir tek hâdise gibi görülen tek bir meselede hem münafıkların karanlık durumları hem de Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirip yaktığı ışık ve bu ışığın etrafında kelebekler gibi toplanıp pervâz edenlerin nur-efşân hâlleri ifade ediliyor. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaktığı ışığa karşı onların kör, duygusuz, dilsiz, kalbsiz olmalarına mukabil, mü’minlerin hem o nurdan istifade etmeleri hem de Allah tarafından muhafaza edilip fitne ateşlerinin onlara zarar vermeyeceği vurgulanıyor.
[1] Buhârî, daavât 10; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 181.
- tarihinde hazırlandı.