Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (14. âyet)
وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا : Buradaki إِذَا şart edatıdır ve cezm (kesinlik) ifade etmektedir. إِذَا’nın cezm ifade etmesinden, münafıkların Müslümanlarla sık sık karşılaştıkları anlaşılmaktadır.
اَلَّذِينَ اٰمَنُوا “Onlar ki iman ettiler.” Burada “iman etmek” fiilinin mâzi sigasıyla anlatılması şu hususu işaretlemektedir: Müslümanlar da tıpkı diğerleri gibi daha evvel iman etmiş değillerdi. Yani onlar da sonradan iman ettiler. Bu tarz ifadede iki nükte hatıra gelmektedir:
Birincisi, “İman edenler de bir zamanlar sizin içinizde, sizden birileriydi. Ancak onlar, iman etmekle sizden ayrıldı ve emniyet yoluna girdiler.”
İkincisi, bir edebî tasvir çerçevesinde وَإِذَا لَقُوا الْمُؤْمِنِينَ gibi bir ifade yerine الَّذِينَ اٰمَنُوا diyerek hem ism-i mevsûl hem de ism-i mevsûlun sılası olan اٰمَنُوا ile şu önemli husus resmediliyor: Sizin de açıktan açığa gördüğünüz gibi, birer birer cephenizden insanlar ayrılıyor ve içten bir iştiyakla “İman ettik.” deyip onların cephesine iltihak ediyorlar. Gözünüzün önünde dünden bugüne hep iman ettiler, ediyorlar ve edecekler.
Onlar ise bu tür İslâm’a yönelişler karşısında, وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُوا اٰمَنَّا âyetinde ifade edildiği üzere, mü’minlere karşı takıyye yapıp اٰمَنَّا diyorlardı. Bu bir bakıma şu demek oluyordu: “Hani daha önce iman ettik dedik ya!” Aslında أَنُؤْمِنُ كَمَۤا آمَنَ السُّفَهَاءُ ifadesi de bir bakıma bunu teyit ediyor.
Evet orada “İman ettik.” derler ama, وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ “Şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman” قَالُۤوا إِنَّا مَعَكُمْ “Biz sizinle beraberiz.” derler. Demek ki onlar, mü’minlerle devamlı oturup kalkmıyorlardı. Sık sık fikirlerini olgunlaştırmak, pişirmek için fikir babalarına müracaat ediyor ve şeytanlarının yanlarına gidip geliyorlardı. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, خَلَوْا kelimesi إِلٰى ile kullanıldığı zaman “vâsıl oldu” mânâsı da verilebilir. Demek ki onlarla şeytanları arasında her zaman bir vuslat cereyan ediyordu. Vuslata vardıkları zaman إِنَّا مَعَكُمْ “Biz sizinle beraberiz.” diyorlardı.
Burada şöyle bir belâgat nüktesi de göze çarpmaktadır: Bunlar haddizatında mü’minlerden her zaman şüphelenip ciddi bir reybîlik içinde bulunmalarının yanında âdeta kendi kendilerinden de şüphe ediyorlardı. Evet mü’minlerle karşılaştıklarında اٰمَنَّا diyen bu kimseler, kendi adamlarının yanlarına döndüklerinde de bu sözü hakikaten kalbden söylemediklerini belirtme lüzumunu hissediyor da: “Biz onlarla karşılaştığımızda اٰمَنَّا dedik ama içimizden gelerek söylememiştik; aslında biz her zaman sizinle beraberiz.” diyerek güven vermek istiyorlardı ve onlara karşı da tereddüt yaşıyorlardı. Yani onlar, Müslümanlarla karşılaştıklarında Müslümanlara müdârât yapıyor olduklarının anlaşılacağı endişesini taşıyor; şeytanlarının yanına döndüklerinde de Müslümanlara karşı sergiledikleri o sûrî muameleden ötürü “Acaba bizimkiler bizden şüpheleniyor mu?” paniğini yaşıyorlardı. Bunu, te’kidli isim cümleleri içinde emniyet telkin etmeye çalışır mahiyetteki ifadelerden anlamak mümkündür:
إِنَّا مَعَكُمْ, bir isim cümlesidir ve “Gerçekten biz sizinle beraberiz.” anlamına gelmektedir. إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ cümlesi de “Biz sadece onlarla istihza ediyorduk.” şeklinde dostlarına güven verme mânâsındadır.
Kur’ân-ı Kerim’de değişik yerlerde nazara verilen, “kuvvetin hakta olması” ve “mü’minlerin aziz olmaları...” gibi prensipler açısından yukarıdaki meseleye bakıldığında şu neticeler ortaya çıkmaktadır: Mü’min, izzet-i nefis sahibidir; ne var ki nefis, bizzat ve lizatihâ aziz değildir. Bunun mânâsı şudur ki, mü’min, Allah’a itimat ettiği için her zaman azizdir, komplekse girmez ve tezellüle rıza göstermez.. Allah’tan başka kimsenin karşısında bel kırmaz, boyun bükmez.. ve aynı zamanda o, çok şefkatlidir, kimseyi zelil kılmaya ve küçümsemeye de yeltenmez. Düşmüşün elinden tutar kaldırır, mazlumun imdadına koşar. Bunların yanında o her zaman hakperesttir, hakikat-âşinadır, hakka hürmetkârdır, hakkın hatırını her şeyden âli bilir, kimde görürse görsün tereddüt etmeden onu alır ki, “Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu, nerede bulursa alsın.”[1] zayıf hadisi de bir bakıma bu ufku işaretlemektedir.
Esasen zikredilen bu vasıflar, bir mü’mini resmetmektedir. Konu tekâbül sanatı çerçevesinde ele alındığında münafıklar, tamamen bunun zıddı bir görünüm arz etmektedir ki, günümüzde de bu, Kur’ân’ın tilmizleriyle felsefe tilmizleri arasında aynıyla görülmektedir. “Yirmi Beşinci Söz” ve “On İkinci Söz”de açık bir şekilde ifade edildiği gibi münafık, izzet-i nefisten mahrum olduğu için bir zillet-i nefis örneğidir. Evet o, her zaman tenezzül ve tezellül içinde bulunmanın yanında şefkatsiz ve merhametsizdir, tahkir eder başkalarını. Hakşinas değildir, bilmez Hakk’ın hatırını; bilmez de hep hakkı kuvvette görür.
Münafıkın bu durumunu وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُوا اٰمَنَّا beyan-ı sübhânisi apaçık göstermektedir. Onlar, iman edenlerle karşılaştıklarında اٰمَنَّا derler. Evet, Hakk’ın kuvveti, İslâm’ın ihtişamı ve Müslümanların satveti karşısında küçük dillerini yutup اٰمَنَّا der, zillet gösterir, boyun büker, bel kırar ve serfürû ederler. Onlar bunu mü’minlerin yararlandığı nimetlerden istifade etmek için yaparlar.
وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ : Münafıklar, mü’minleri hiçbir zaman candan kabul etmezler. Onların nokta-i istinadı ve fikir babaları, sık sık buluşup, baş başa kalıp, kendilerinden fayda umdukları cinnî ve insî şeytanlarıdır, hemen her zaman onlara dayanırlar; zira kalben onların yanındadırlar. Devamlı mü’minlerin içinde kalmaları, insî şeytanlar tarafından ta’n u teşnîye (kötülemeye ve ayıplamaya) sebebiyet vereceği endişesiyle arayı uzatmadan hemen gider onlara yanaşır ve onlarla vuslat yaşarlar; yaşarlar da sık sık إِنَّا مَعَكُمْ “(Aklınıza başka bir şey gelmesin) biz tabi ki sizdeniz.” derler ve onlara karşı vefa ahd u peymanında bulunurlar, ama bu bir nifaktır, arkasında da bir kısım Ehl-i Kitap vardır. Bunların, apaçık bir bürhanla gelen Resûl-i Ekrem’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun insanlığın son halaskârı olduğunu, ilk mü’minler olan ashab-ı kiram’ın (radıyallâhu anhüm) da Kur’ân’ın bir mucizesi olduklarını görmelerine, dahası Efendimiz’i de (sallallâhu aleyhi ve sellem) evlatları gibi tanımalarına rağmen temerrüt edip O’na karşı sürekli düşmanlık içinde bulunmaları münafıklara malzeme teşkil ediyordu ki, âyet icmâlen bu hususları işaretlemektedir.
Bu noktada istidradi olarak “şeyâtîn”le alâkalı bir değerlendirme de yerinde olacaktır. Şeytan (aleyhilla’ne), çeşitli hadis-i şeriflerin beyanına göre, oldukça mütemerrit ve bir yönüyle de muamma bir varlıktır. Onun hakkı bilmesi, sonra bu bilgiden kendisinin istifade edememesi, uzun zaman Allah’a ibadet ediyor gibi davranması ve daha sonra temerrüt ederek kendi gibi “merede”nin başında gelmesi, bir mânâda onu bir muamma hâline getirmektedir. Erbab-ı tasavvuf içinde hayrı şerri bir bilenler, ‘kubh’u ‘hüsn’ü aynı görenler, ikisine aynı nazarla bakanlar, diğer bir ifadeyle Celâl’i Cemâl’den tefrik etmeyenler, ‘halk’ı hep hayra bağlayanlar, ihsaslarının muktezası olarak, şeytanı da bir bakıma farklı bir tezahür olarak görmüş ve şer’î kıstaslarla telif edilemeyecek şekilde bambaşka anlatmış ve onu itaatin sembolü olan Hazreti Âdem’le bir tutmuşlardır. Bu arada “Emre itaati Âdem’den, aşkı da şeytandan öğrenmek lazımdır.” şeklinde beyanda bulunanlar bile olmuştur. Suizanna bâdi tasrihi uygun bulmadığımız için bu kadarla iktifa etmek istiyoruz.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in düşünce sisteminde bu melun, merdûd ve matrûd (kovulan) varlık, hissiyata mağlup olmanın prototipidir. Aslında o, cin taifesindendir ve meleklerle de alâkası yoktur. İhtimal o, insanların terakkisine negatif yönde bir zemberek konumundadır; onunla mücadele etme ve onun tesvîl ü tezyinine (aldatmak için günahları süslü göstermesine) bakıp Cenab-ı Hakk’ın inayetine sığınma zembereği… Şeytanın yaratılmasında böyle bir şey söz konusu olsa da onun mahiyeti, işi, icraatı çirkindir. Hususiyle insanların fiillerine karışması, o fiillerin akıbetlerinde tezyin şeklinde bir tesiri olması yönüyle o, çok kabihtir. Onun içindir ki, her Kur’ân okurken ve hususiyle de sabah-akşam dualarında: أَعُوذُ بِاللهِ السَّمِيعِ الْعَلِيمِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ demek suretiyle hep ondan istiaze eder, yatarken-kalkarken sürekli istiaze ile Allah’a ahd ü peymânımızı yeniler, her zaman onun şerrinden Allah’a sığınır, hıfz u inayetine girme cehdinde bulunuruz.
Şeytan, mü’minlerin nazarında, bizzat yaratıcı olmasa bile insanların heva-i nefsini tehyiç ve tahrik etme adına “kesb”e müessir mahiyettedir. Bazı tasavvufçuların onu bir zaviyeden de olsa itaatin sembolü olan Hazreti Âdem’in üzerine çıkarmaları ve “Emre itaati Âdem’den, aşkı da şeytandan öğrenmek lazımdır.” demeleri büyük bir yanlışa kapı aralama anlamına gelmektedir. Ayrıca şeytan, kendilerini İslâm içinde gören Yezidiler tarafından da ilâhlık seviyesine kadar yükseltilmiştir ki bu da ayrı bir dalâlettir. İhtimal, bu fâsit inanç sahipleri, Allah’a secde ettikleri gibi şeytana da secde etmektedirler.
Bazı doğu dinlerinde ise o, Allah’ın karşısında şerri temsil eden ikinci bir kuvvet olarak, yani Allah’ın –hâşâ– rakibi olarak tasvir edilmektedir. Persler şeytana “diyv” demektedirler ki, bu kelime Batı dünyasına ilâh mânâsına “diev” şeklinde geçmiştir. “Diev” tabiri, Batı dilleri arasında da dolaşa dolaşa Fransızlar arasında yine mâbuda verilecek bir ad olarak “diyo” kelimesiyle mânâsını bulmaktadır. Alman edibi Goethe, Faust isimli eserinde şeytanı, Allah karşısında çok büyük göstermekte ve bilhassa “Gökteki İlk Oyun” sahnesinde şeytanı (Mefisto) çok derin ve içten ele alıp insanla şeytanın sonuna kadar vuruştuklarını/vuruşacaklarını resmetmekte ve şeytan ile insan arasında, kıyamete kadar devam edecek olan bu mücadelenin kimin lehine zaferle neticeleneceği hakkında herhangi bir hükme varmadan, sahneyi bir meçhuliyet içinde tamamlamaktadır.
Bütün bunlardan anlaşılan şudur; şeytan, insana müessir olabileceği mekanizma, faaliyet ve enerjisini devam ettirdiği zaman, öyle korkunç bir kuvvet hâline gelmektedir ki insan, şerri temsil eden bu kuvvet karşısında âciz kalıp çok defa teslim olmaktadır. Haddizatında إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا “Şüphe yok, şeytanın kurduğu tuzak ve düzen zayıftır.” (Nisâ sûresi, 4/76) âyetinin de ifade ettiği gibi, onun insan için hazırladığı hile, tuzak ve komplolar çok zayıftır. Burada önemli olan, insanın iç dünyasını şeytanın müdahale ve münasebetine karşı ilâhî seralarla koruma altına almasıdır.
﴾رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ﴿
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اٰلِه وَصَحْبِه أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ.
[1]Tirmizî, ilim 19;İbn Mâce, zühd 15.
- tarihinde hazırlandı.