Seçilen kelimelerdeki dil incelikleri (19. âyet)
صَيِّب kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Burada özel seçilmiştir. “Matar” denseydi bunu tam ifade edemezdi. “Midrâr” kullanılsaydı o da uygun düşmeyecekti; düşmeyecekti zira “sayyib” nekreliğiyle bir taraftan sağanak sağanak bardaktan boşanır gibi yağmuru, diğer taraftan da bunun neticesinde oluşan musibetin geldiği âlemi ifade etmektedir; zira “musibet” ile “sayyib” aynı kökten gelen kelimelerdir.
سَمَاء kelimesinin “sayyib”ten sonra zikredilmesine gelince, bilinmelidir ki, sema ulvîdir, insan dua ederken de hep elini yukarıya doğru kaldırır, yağmursa yukarıdan aşağıya doğru gelir. İsm-i cins olarak getirilen bu kelime bulutun ihâta sahasını göstermek için “Bütün sema bulutlarla kapalıydı.” mânâsını ima eder. Bu, bulutun dehşetini, yağmurun dehşetini, hususiyle onların iç dünyalarında işin azametini gösterme bakımından resmedilen tabloyu tamamlayıcı bir ifadedir.
فِيهِ ظُلُمَاتٌ “Onda zulmetler var.” derken her bedbin ve karamsar insan, kendi dünyasını karanlık gördüğü gibi onlar da bu karanlıkların kendi dünyalarına hâkim olduğunu zannetmektedirler. Evet insan, biraz bedbin, az da karamsar oldu mu öyle zanneder ki, çepeçevre bütün musibetler hep onun başına gelmektedir. Evet, burada öyle bir semadan bahsediliyor ki o sema altında mütehayyir, mütereddit, müzebzeb bir toplum bulunmaktadır. Bunlar ümit ettikleri şeyde nevmit (ümitsiz) olmakta; ümitsizliğe düştükleri yerde de kendilerini şaşırtacak bir nimet, bir ihsan emaresiyle karşılaşmaktadırlar.
İşte böylesine ruh bozukluğu ve dengesizlik içinde bir yığın kendi dünyalarını çok karanlık görmektedirler ki, فِيهِ ظُلُمَاتٌ mümesselün leh’in hâlet-i ruhiyesini gösterir.
ظُلُمَاتٌ kelimesi, arz edildiği gibi:
1. O iç içe müterâkim bulutların onların bütün ışığını alıp götürdüğünü vurgulamak;
2. Söz konusu olanın sadece bir zulmet olmayıp maddî-mânevî pek çok zulmetlerin bulunduğunu ifade içindir. Şöyle ki evvela, onların ruhlarında bir karanlık, kalblerinde ayrı bir karanlık, yağmurda farklı bir karanlık ve bulutlarda ise daha başka bir karanlık var; ayrıca yıldırımların, sâikaların gönüllerinde hâsıl ettiği ümitsizlik karanlığı… İşte onların dünyalarında, âfâkî ve enfüsî üst üste bu karanlıkları ifade etmek için burada kullanılacak kelime “zulümât” olmalıdır.
رَعْد ve بَرْق kelimeleri zâhiren peşi peşine geliyor. Esasen gök gürültüsü ve ışığın bize gelip ulaşması farklı zamanlarda olur. Bu, ses süratiyle ışık süratinin birbirinden farklı olmasından kaynaklanır. Işık, malum, saniyede 300 bin km mesafe kat’eder. Sesin hızı ise ondan çok daha düşüktür (saniyede yaklaşık 340 metre). Önce ışığı görür sonra da sesi duyarız. Işığın bize ulaşma ânıyla sesin ulaşma ânı arasındaki (saniye cinsinden) zaman farkını 340’la çarptığımızda çıkan sonuç bize, (metre cinsinden) şimşeğin oluştuğu yerin uzaklığını verir.
Ayrıca رَعْد ve بَرْق kelimelerinin müfâdı, hâdisenin kendisine veya o hâdiseyi meydana getiren zâhirî sebebe göre değil, ra’d ve berk’e maruz kalanlara göredir. Binaenaleyh bunlar bir şimşek çakıverince arkadan bir gök gürültüsü geleceği hissine kapılırlar; gök gürültüsü gelince de hep öyle temadi ettiği için şimşeğin çakacağını düşünürler. Aslında herkeste böyle bir hâlet-i ruhiye mevcuttur. Biz böyle bir durumda, “Gelen çarptı, giden çarptı.” deriz ki, bu peşi peşine yumruklandım, hırpalandım demektir.
Binaenaleyh “mümesselün leh” olan kimselerin dimağında, bunlardan biri geldiği zaman ötekisini hatırlatacak, ötekisi geldiği zaman da berikisini anlatacaktır. Öyle ki biri ra’d dediğinde hemen onlarda bir ürperti, bir titreme hâsıl olacak, şimşek denince de gözleri kamaşacak ve zulümât içinde zulümâttan başka bir de ra’d ve berkle dehşet ve endişeye kapılacaklardır. Ayrıca burada, zulümâttan sonra ra’d ve berk kelimelerinin gelmesi, onlarca ayrı bir telaş sebebine işaret eder; zira zulümât temadi etse ve onlar hiçbir şey görmeseler, yani şimşek çakmasa, ufukları aydınlanmasa, gidecekleri yeri açık seçik görmese ve herhangi bir gürültü duymasalar… bir bakıma o sessizliğe alışacaklarını düşünürler. Demek ki onlar için iş sadece zulümâtla bitmiyor. Bir de ra’d ve berk problemi var.
“İşte böyle metruk ve ciddi bir suizan içinde, Allah hakkında azıcık iman belirtileri varsa onu da kaybeden bu yığın, acaba ne hâldeler?” gibi hemen akla gelebilecek bir soruya cevap olarak isti’nâf cümlesiyle şöyle buyruluyor:
يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ “(Yıldırımların verdiği dehşetle) ölüm korkusundan, parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Ne ki, Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
يَجْعَلُونَ fiil-i muzâridir. Teceddüde delâlet eder. Demek ki tekrar ber tekrar ra’d ü berk de birbirini takip ediyor, onlar da bir türlü zulümâttan kurtulamıyorlardı; kurtulamıyor ve mütemadiyen ellerini kulaklarına götürüp duruyorlardı. Bu anlamda muzâri kipi hem hâle hem de istikbale delâleti itibarıyla tabloya farklı bir canlılık kazandırmaktadır. Öyle ki temadi edip giden hâdiselerin peşi peşine sebep-netice, illet-malûl cereyanı fikrini veriyor gibidir. Konuyu hayalen takip ettiğimizde karşımızda ürperti içinde sık sık ellerini kulaklarına götüren bir gürûh canlanmaktadır.
أَصَابِعَهُمْ kelimesi, o esnada onların yaşadığı dehşetin azametini gözler önüne sermektedir; zira insan olumsuz bir sesi işitmemek için parmağını değil parmağının ucunu kulağına sokar. Bu itibarla da يَجْعَلُونَ أَنَامِلَهُمْ “Parmaklarının uçlarını kulaklarına sokarlar.” denebilirdi. Kur’ân “parmaklarını” diyor ki bu da onların neredeyse parmaklarının bütününü kulaklarına sokma gibi bir ürperti ve şaşkınlık içinde olduklarını göstermektedir.
اٰذَانِهِمْ denmesi de herkesin kendi kulaklarını tıkadığını göstermektedir; zira kelimedeki hem zamir cemi’ hem de kulak kelimesi cemi’dir. Burada da bir mübalağa mânâsı ifade edilmiş gibidir, zira sadece kulaklarını kapamakla iktifa etmiyorlar da “İki kulaklarını birden tıkıyorlar.” sözüyle de farklı bir mübalağa işaretleniyor. Şöyle ki onlar olup bitenleri duymamak için iki kulaklarını da birden tıkıyorlar.
Bunu مِنَ الصَّوَاعِقِ yani o sâikalardan ötürü yapıyorlardı. Onlarda korku o kadar derindi ki, bir his yanılması olarak, her gök gürültüsünün, her şimşeğin akabinde bir sâika meydana gelecek diye tir tir titriyorlardı.
Ben şahsen burada bir de onların bu durumlarına karşı bir istihzânın var olduğunu hissediyorum. Esas kulaklarını tıkadıkları an şimşeğin çaktığı andır. O anda dehşete kapılıp da gelecek şeyi beklemenin mânâsı yoktur. Çünkü zaten şimşek çaktığı an gök de gürlemiş, sâika da çoktan düşmüştür. Evet, bunlar iç içe hâdiselerdir. Münafıklarsa şaşkınlıklarının ifadesi olarak ancak şimşek çakıp gök gürledikten sonra kulaklarını tıkıyorlar. Hâlbuki şimşek görüldüğü zaman zaten olan olmuştur. Evet, bunlar gök gürültüsünü duyduktan sonra kulaklarını tıkıyorlar ki, bu kulak tıkama esasen uğradıkları o elim azaptan kurtulmaları için bir çare değildir. Sadece deve kuşunun başını kuma sokması gibi boş bir teselliden ibarettir.
حَذَرَ الْمَوْتِ “Ölüm endişesi” veya “hayat endişesi ile”. Burada evvela münafığın karakteristik durumu anlatılıyor ki, o da onların hayatı çok sevmeleri, ölümden endişe etmeleridir. Kur’ân-ı Kerim’de, bu evsafı taşıyan birileri hakkında وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلٰى حَيَاةٍ “Kasem olsun ki, Sen onları hayata karşı herkesten ziyade hırslı bulursun.” (Bakara sûresi, 2/96) buyruluyor. Öyle ki onlar artık o esnada kalbin meyil gösterdiği her şeyi (mal-menal, evlad u ıyal) unutmuş, o dehşetli hâdiseler içinde sadece kendi hayatlarının endişesiyle kıvranıp durmaktadırlar.
اللهُ kelimesi lafz-ı celâle. Bir insan, etrafı kendisine düşman gördüğünde, dehşet salan hâdiseler karşısında kendini yapayalnız hissettiğinde ve bütün bütün ümidi sarsıldığında öyle bir nokta-i istinat bulmalıdır ki, hükmü hem havaya, hem zemine, hem zamana, –Lem’alar’ın başında denildiği gibi[1]– hatta hem karaya hem denize hem gecenin karanlığına hem de balığa geçsin. Böyle bir nokta-i istinat olarak bulsalar Allah’ı (celle celâluhu) bulacaklardır. Zira bu manzarayı hazırlayan Allah’tır. Ama onlar nankörlüklerinden ötürü bir türlü o kapıya yönelemiyorlar. Ayrıca وَاللهُkelimesi şunu da ifade ediyor: Onların, hâdiselerin neticesinde gidip dayanacakları son bir melce ve mencâ olan Allah (celle celâluhu) dahi bunları kudret ve iradesiyle çepeçevre ihata etmiştir. Yani O da onların aleyhindedir.
وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ : مُحِيطٌ kelimesi “ihata eden” anlamındadır. Esasen o esnada bulutların onları çepeçevre sarması ve etraflarında peşi peşine duydukları sâikaların tarrakaları, gözlerini çıkarır gibi şimşeğin çakıp kaybolması, onlarda zaman, zemin bütün hâdiseler aleyhlerinde ittifak etmiş gibi bir kanaat uyarmaktadır. Bütün bu hâdiseleri onların aleyhinde ittifak ettiren muhit bir şey vardır ve bu âyet bir bakıma onların içinde dahi beliren bu hisse tercüman gibidir. Burada مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ “kâfirleri kuşatmıştır” denip de مُحِيطٌ بِهِمْ “onları kuşatmıştır” denmemiştir:
Evvela, âyetlerin sonundaki harf ve hâtimelere uysun, tevafuk olsun diye ki Bakara Sûresi’nin âyetleri umumiyet itibarıyla böyle م ve نile sona erer.
Sâniyen, onların bu hâle maruz kalmasına sebep olan şey küfürleridir.. ve اَلْكَافِرِينَ sözüyle Kur’ân-ı Kerim onların küfürlerine de vurguda bulunuyor.
Ayrıca وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ “Allah kâfirleri çepeçevre ihâta etmektedir.” âyetinden şunu da hissedebiliriz: Ara sıra lemha-i ümit ve lemha-i inayet gören kimseler mutlak kâfir olmadıklarından az çok bir şey görüyor ve hissediyorlar demektir. Mutlak kâfir olanlara gelince onlar, alttan-üstten, sağdan-soldan, yerden ve gökten, dünyadan ve ukbâdan ihâta edildikleri için hiçbir lemha-i ümit, hiçbir inayet eseri onlar için bahis mevzuu değildir.
يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَۤا أَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَإِذَۤا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
“Şimşek neredeyse gözlerini kör edecek. Önlerini aydınlattığında onun ışığında yürürler, karanlık çökünce de oldukları yerde dikilir kalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah gerçekten her şeye kadirdir.” (Bakara sûresi, 2/20)
Bu âyet-i kerimeyle başlı başına bir münafık tavrı ve durumu tasvir edilmektedir denebileceği gibi bunu, ikinci misalin devamıdır şeklinde anlamak da mümkündür. Her ne kadar birinci durum zayıf bir ihtimal olarak görünse de burada şöyle bir mânânın söz konusu olduğu açıktır:
Münafıkların içinde bir grup daha vardır ki, onlar vahy-i semaviyi başlarının üzerinde çakan şimşekler şeklinde duymakta ve mütalâa etmektedirler. Öyle ki, her an vahyin ve inen dinî emirlerin parlaklığı gözlerini kamaştırıp bunları körler hâline getirmektedir. Meseleye ikinci misalin devamı olarak yaklaşacak olursak, sağanak yağmura tutulmuş bu zümrenin, “ra’d”ı, “berk”i ve “sâika”yı görüp işittikten sonraki hususi durumları, hususi dünyalarının tasviri yapılmaktadır ki, bir bakıma buna tetimme-i temsil veya teşbih denebilir. Evet, أَوْ كَصَيِّبٍ ile temsil edilen münafık gürûhunun hakikat-i hâllerine bir tetimme mahiyetinde getirilmiş tetimme-i temsil denebilir ki, kavî olan ihtimal de budur.
Burada görülen ve hissedilen şey, bu tetimme-i temsilin onların ruh durumlarını izah olarak îrad edilmesidir: Vahy-i semaviden ümitvar olur gibi bir his içinde bulunma, sonra yine nevmîd olup karamsarlığa girme; girip gönüllerinde iman nuruna bir ma’kes arama, ancak içlerinde musaddık olmadığından yine açıkta kalma, menfaat ve taklit arasında gelip giderek bundan fayda umma, ganimete bel bağlama, ümitvar olma, fakat aynı zamanda “Her nimet bir maûnetle gelir.” mülâhazasına toslama ve yeni bir teşevvüşe girme ki hep ikilem, hep ikilem… Aslında onlar bu ikilemlerle Cennet koridoru mahiyetindeki bu dünyayı âdeta Cehennem dehlizi hâline getirmekteler ama bunun farkında değiller…
[1] Bediüzzaman, Lem’alar s.4 (Birinci Lem’a).
- tarihinde hazırlandı.