Müfredat mânâsı (19. âyet)

Müfredat mânâsı (19. âyet)

Şimdi de isterseniz âyet-i kerime, müfredatıyla ne ifade ediyor, onu heceleyelim:

Konuya, أَوْ كَصَيِّبٍ denerek başlanıyor ve anlatılan hususların temel unsurları, parçaları bir araya getirilerek tek misalde birleştirilip böyle bir münafık grubun varlığı vurgulanıyor. Biz bunlara, takdiren “ashab-ı sayyib” diyelim.

كَصَيِّبٍ’e, “yağmur misali” yahut “yağmura tutulanların misali” şeklinde mânâ verebiliriz. صَيِّب kelimesi, صَابَ – يَصُوبُ fiilinden türemiş bir kelimedir. Türkçemizde kullandığımız “isabet” ve “musibet” kelimeleri de bu kökten gelir. Aslı صَوَبَ’dir. Bu fiilin mânâlarından biri, “gökten, üst taraftan inme, dökülme”dir. Sayyib kelimesi, bu kökten iştikak etmiş سَيِّد vezninde sıfat-ı müşebbehedir ki, yağmur mânâsına kullanıldığı gibi, yağmurun kaynağı bulut mânâsına da kullanılır. Yağmur mânâsına aldığımızda, kelimenin nekre olarak seçilmesinin ifade ettiği çokluk anlamıyla birlikte “yukarıdan aşağıya şakır şakır dökülen” mânâsına gelir. Biz böyle bir yağmuru anlatırken daha ziyade “Bardaktan boşalıyor gibi” tabirini kullanırız.

Ayrıca bu kelime bize, yakın, üst üste yığılmış kesif bulutlardan yağmurların gelmesi itibarıyla havanın keyfiyeti hakkında da şöyle-böyle fikir veriyor gibidir.

فِيهِ ظُلُمَاتٌ ifadesine gelince; bulutun kesâfetini, üst üste yığılmış hâlini, yağmurun onun içinden inmesini, keza onun yakın ufku kuşatmasını ve insan üzerinde bütün semayı kaplamış intibaını uyarmasını âyetteki kelimelerin tecâvüb ve tesânüdünden (kelimelerin bir anlam etrafında dayanışması) çıkarabiliriz.

Musibetin de aynı kökten geldiğini söylemiştik. صَيِّب sözcüğünün seçilmesinde, –onların kanaatlerine göre maruz kaldıkları– musibete de bir telmihin var olduğu söylenebilir. صَيِّب dendikten sonra, belli ki şakır şakır dökülen o su, yağmur mahiyetinde semadan dökülür; işte bunu vurgulamak için مِنَ السَّمَاءِ “semadan” denmiştir.

السَّمَاء kelimesi سَمَا – يَسْمُو kökünden gelir. Mânâsını şu şekilde ifade etmişlerdir: كُلُّ مَا عَلَاكَ فَهُوَ سَمَاءٌ “Senin üzerinde, senden yukarıda olan her şey (izafi olarak, sana göre) ‘sema’dır.” Bu açıdan, yerin üstünde olması itibarıyla atmosfer, Dünya’nın fevkinde olması yönüyle Güneş sistemi ve Güneş sisteminin bağlı bulunduğu büyük galaksi de hep sema sayılır. Kur’ân’da semaya اَلسَّقْفُ الْمَرْفُوع (Tûr sûresi, 52/5) da denmiştir ki bu, “başımızın üzerine kaldırılmış yüksek, âlî tavan” demektir. وَجَعَلْنَا السَّمَاءَ سَقْفًا مَحْفُوظًا (Enbiyâ sûresi, 21/32) âyetinde ise, onun “korunmuş bir tavan” olduğu ifade edilmiştir. Bir hadiste ise, مَوْجٌ مَكْفُوفٌ1 şeklinde tarif edilmiştir ki bu ifade Risale-i Nur’da, “emvâcı karardâde olmuş bir deniz” şeklinde tercüme edilmektedir.[2] “Mekfûf”, “bütün kaynamaları, çalkalanmaları ve dalgaları dinmiş, sabit, karara ermiş, ahengini bulmuş ve Allah’ın astronomik nizamı muttarit kılması ile artık bir nizam ve intizam içine girmiş” demektir. Evet, sema, böylesine mevceleri dinmiş bir makro âlemin unvanıdır.

فِيهِ ظُلُمَاتٌ : Zulümât, zulmet kelimesinin çoğuludur. Zulüm ve zulümât aynı kökten gelir. Bir hadiste de bu ikisi beraber şöyle kullanılır: اَلظُّلْمُ ظُلُمَاتٌ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Zulüm, kıyamet günü zulümâttır (iç içe karanlıklar şeklinde zalimin karşısına çıkar).”[3] Bunlardan biri, haksızlık, başkalarının hukukunu çiğneme demektir; diğeri ise insanın basarında, basiretinde karanlık hâsıl eden bir keyfiyettir. Zulmün; haksızlık, kendine tanınan sınırları geçme, haddini tecavüz etme şeklindeki şer’î mânâsına mukabil zulmet, karanlığın ışığa galebe çalması, ışığın sınırlarını tecavüz etmesi gibi tekvinî bir mânâ ifade etmektedir.

وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ : Mutlak cem için olan وَ ile ifade edilen bu kelimeler, semavî bir hâdisenin çeşitli yönlerinden ikisinin adıdır. Gök gürültüsü anlamına gelen رَعْدٌ kelimesinin telaffuzunda da, kelime musikisi açısından gök gürültüsündeki ürperti ve titreme; gök gürlemesinde titreyerek çıkan havanın titreşimi ve bunun insanlarda bir ürperti hâsıl etmesi hissedilmektedir ki bütün bu fonksiyonların başka bir kelimeyle ifadesi imkânsızdır.

بَرْقٌ kelimesine gelince o, hemen çakan, parlayan, kaybolan ve süratli olarak parıltılar saçan bir ışık sarmalı, şimşek demektir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraçta sırtına bindiği “Burak”[4] da –keyfiyeti ne ise– aynı kökten gelmektedir ki, sürat-i hareketinden, nuraniyetinden, gözünün gördüğü yere ayağını basmasından, ışık süratinde veya daha seri hareket etmesinden bu unvanla yâd edilmiştir.

يَجْعَلُونَ kelimesi, جَعَلَ – يَجْعَلُ’den malum bir muzâridir. Bu kelimenin çeşitli mânâları vardır: Yarattı, kıldı, yaptı demektir. Aynı zamanda Arapça yardımcı fiil nevilerinden “ef’âl-i şurû’”dandır; mesela وَجَعَلَ يَأْكُلُ “Yemeye durdu.” demektir. وَاللهُ جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ بِسَاطًا (Nûh sûresi, 71/19) âyetinde olduğu gibi “ca’l” Allah’a da isnat edilir ki “Allah yeri size bir yaygı yaptı.” meâlindedir. Hazreti Âdem’in hilafetinin anlatıldığı âyetlerdeki إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَۤائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً “Hatırla ki, Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti.” (Bakara sûresi, 2/30) ifadesi ise, Hazreti Âdem’in yaratılmasını değil de, yaratılmasının neticesi hilâfetle serfiraz kılınmasını anlatır. Vâkıa جَعَلَ bazen sunîlik, yapmacıklık da ifade eder. Biz “Ca’lî bir surette işi şöyle yaptı-böyle yaptı.” deriz ki, bu öncekilerden farklı bir kullanım şeklidir.

أَصَابِعَهُمْ cemi’ bir kelimedir ve “onların parmakları” mânâsınadır.

اٰذَان kelimesi, أُذُن kelimesinin çoğuludur. Kulaklar demektir. Vâkıa, يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ “Parmaklarını kulaklarına tıkarlar.” şeklinde ifade edilen durum aslında, parmak uçlarının kulağın deliğine sokulması şeklinde tahakkuk eder. Gerek parmak ucu yerine parmağın bütününün, gerekse kulak deliği yerine kulağın bütününün zikredilmesi mecazdır ki, ayrı bir belâgat nüktesi ifade etmektedir.

اَلصَّوَاعِق kelimesi, “korkunç ses, çığlık, helâk edici azap, ölüm” gibi mânâlar verilen صَاعِقَة kelimesinin cem’idir. ص - ع - ق kökünden, hem üçüncü babdan (صَعَقَ - يَصْعَقُ) müteaddî fiil, hem de dördüncü babdan (صَعِقَ - يَصْعَقُ) lâzım fiil gelir. Birincisi, “çarpmak, azaba çarptırmak, korkunç bir sesle devirmek” mânâsına gelmesine mukabil, ikincisi “ölmek, bayılmak, devrilmek” gibi anlamlar için kullanılır. Kelime fiil olarak da, isim formatında da Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. Misal sadedinde şu âyetleri zikredebiliriz:

وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ إِلَّا مَنْ شَاءَ اللهُ
“Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde kim varsa çarpılmış olarak cansız devriliverirler.” (Zümer sûresi, 39/68)

وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًا
“Ve Musa da Tur’da düştü, bayıldı.” (A’râf sûresi, 7/143)

فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ
“Eğer yüz çevirirlerse Sen şöyle de: Sizi, Âd ve Semûd halklarını çarpan azap misali bir azapla uyarırım.” (Fussilet sûresi, 41/13)

Konuyla alâkalı Buhârî ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),

لَا تُفَضِّلُوا بَيْنَ أَنْبِيَاءِ اللهِ، فَإِنَّهُ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ، فَيَصْعَقُ مَنْ فِي السَّمَوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ، إِلَّا مَنْ شَاءَ اللهُ، ثُمَّ يُنْفَخُ فِيهِ أُخْرَى، فَأَكُونُ أَوَّلَ مَنْ بُعِثَ، فَإِذَا مُوسَى آخِذٌ بِالْعَرْشِ، فَلَا أَدْرِي أَحُوسِبَ بِصَعْقَتِهِ يَوْمَ الطُّورِ، أَمْ بُعِثَ قَبْلِي
“Allah’ın peygamberleri arasında, ‘Şu şundan hayırlıdır.’ gibi tafdilde bulunmayın. Şöyle ki; ilk defa ‘Sûr’a üfürüldüğünde, –Allah’ın diledikleri dışında– göklerde ve yerde kim varsa çarpılmış olarak cansız devriliverirler. Sonra ikinci defa üfürülür de ilk diriltilen Ben olurum. Ancak o esnada Hazreti Musa’yı (aleyhisselâm) Arş’ın kaidelerine tutunmuş olarak göreceğim. Bilmiyorum, daha önce yaşadığı Tur’daki (tecellî neticesinde meydana gelen) baygınlıktan dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa önce mi haşroldu?”[5]

buyurmaktadır.

حَذَرَ الْمَوْتِ : “Ölüm korkusuyla” demektir. حَذَرَ “sakınma, korkma, ürkme, kaçınma, bir şeyden uzaklaşma” anlamlarına gelmektedir. الْمَوْت ise “ölüm” demektir.

Evet, münafıklar ölüm endişesiyle, ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, böylece o korkunç sayhadan kurtulmaya çalışıyorlar ama heyhat, وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ fehvasınca onlar çepeçevre kuşatılmış bulunuyorlar.

أَحَاطَ : مُحِيطٌ fiilindendir ve “ihata etme, kuşatma, etraflarını çevirme, dışarıya çıkmalarına imkân vermeme” mânâlarına gelir.

كَافِر de كَفَرَ – يَكْفُرُ’dan ism-i fâil veya sıfat-ı müşebbehedir ki, “hakikatin üstünü örten, selim fıtratı setreden, kalbindeki inanma, mârifet ve muhabbet istidadını körelten kimse” demektir. Allahu a’lem...

* * *

رَعْد, بَرْق ve صَاعِقَة kelimeleri hakkında icmâlen söylenenlerin yanında, bu kelimelerle alâkalı, asrımızdaki ilmî gelişmeler neticesi anlaşılan bazı hakikatlerden de söz etmekte yarar var.

Kur’ân-ı Kerim, üzerinde durmaya çalıştığımız bu âyet-i kerimede, bu üç kelimeden ikisini و harfi ile bir araya getirerek, diğerini ise ayrı bir yerde zikretmiştir. Bu ise muhataba şu kanaati veriyor: Bunlardan ikisi, birbiri üzerine mutlak cem için atıf edatı olan و’la atfedilip diğeri de onlardan farklı bir yerde zikredildiğine göre bunlar, çoklarının zannettiği gibi peşi peşine meydana gelen ve birbirlerine sebep-sonuç münasebetiyle bağlı hâdiseler değildir. Aksine, bir anda zuhur eden bir hâdisenin farklı yönleridir.

Tefsirlerde, konuyla alâkalı şu hususların da üzerinde durulmuştur: رَعْد Cenab-ı Hakk’ın bulutlara müvekkel meleğinin ismidir. Bu melek, vazifeli olduğu şey itibarıyla esbâb-ı âdiyeye iktiran çerçevesinde tarrakalar, gürültüler çıkarır.. hususiyle de bulutların izdivacı için, rüzgârları elindeki kamçısıyla sevk ederken bizim duyduğumuz o gök gürültüsü meydana gelir.

بَرْقٌ ise bu vazifeyi îfâ eden meleğin kamçısı veya kamçısından çıkan bir ışıktır. Melek gibi nuranî bir varlığın kamçısı da herhâlde onun gibi nuranî olur. صَاعِقَة ise o kamçının tesiridir; nereye dokunursa onu helâk eder.

Bundan da anlaşılan, ayrı ayrı görülen bu hususların, yani şimşeğin çakması, gök gürültüsünün zuhur etmesi ve sâikanın bir yere gidip çarpmasının tek bir hâdisenin çeşitli tezahürlerinden ibaret olduğudur.

Kâinatta her hâdiseye bir melek müvekkel olması kabulüne binaen elbette bulutları sevke müvekkel de bir melek vardır. Bulutlar birbiri içine girdiği zaman aralarındaki izdivaçtan hâsıl olan gürültüyü temsile de yine o melek müvekkeldir. Bu vetirede zuhur eden ateşe nezaret eden de o melektir. Allah’ın, bizim keyfiyetini kavrayamayacağımız şekilde bir melek tarafından bu işleri gördürmüş olması uzak görülmemelidir. Aslında modern yorumlar açısından fünûn-u müspetenin bu mevzuda anlattıkları şeylerle bunları telif de her zaman mümkündür.

Gökteki gürültünün ve meydana gelen ateşin, bulutları aşılayan rüzgârın mârifetiyle hâsıl olduğu, hem İslâm’ın zuhur ettiği devirlerde hem de daha sonraki dönemlerde, bugün olduğu gibi o gün de atmosfer ve biyosfer ilmiyle iştigal edenlerin temas ettikleri konulardandı. Bazıları, bulut içindeki boşluklardan rüzgâr bu sesi ve ateşi çıkarıyor, diyorlardı. Cisimlerin birbirine sürtüldüklerinde ateş çıkarmaları da malumları idi. Dahası Araplar “merh” ve “afâr” denilen ağaçların yaş olmalarına rağmen birbirlerine sürtüldüklerinde ateş çıktığını çok iyi biliyorlardı. Bir taraftan şarıl şarıl su çıkarken, diğer taraftan sürtülünce ateş çıkan bir ağacın mevcudiyeti Araplara yabancı değildi. Bu bakımdan onlar gökteki bu olayları yerdeki hâdiselerle yorumlayabilirlerdi.

Bu konuda İbn Sina ise daha değişik şeyler anlatır. Kendi devri itibarıyla çok erken bir dönemde o: “Denizler tebahhur ederken kısmen bunların içinden buharla beraber “duhân” da yükselir. (Bugünkü mânâsıyla çeşitli gazlar.) Sonra bulutlar müterâkim bir hâl alınca bulutların içindeki bu duhân o gürültüyü, tarrakayı ve şimşeği çıkartır.” Yani birbirine zıt bu iki şeyin imtizacı ve müsâdemâtı (çarpışmaları) bu sesi ve ateşi çıkarıyor, demektir ve asırlar boyu bu mevzularla iştigal edenlere hâkim olan fikir de hep bu olmuştur.

Ancak bugün bunun bir elektrik hâdisesi olduğu çok iyi biliniyor. Hava akımları, sebepler açısından bulutların teşekkülü ve umumiyet itibarıyla havada hâkim olan elektrik ve hususiyle yağmuru meydana getiren su damlalarında bulunan enerji ve elektrik.. bunlar zaten belli bir seviyeye yani çiğ noktasına kadar yükselirken bünyelerindeki enerjiyi sarf ede ede yükselmeleri ve enerjileri bittiği anda da orada kalmaları... gibi hususlar konunun bugün herkesçe bilinen yanlarıdır.

Biz içinde bulunduğumuz sıcak yerlerde meydana gelen buharın, sıcak yerle soğuk yer arasındaki ilk berzah (iki şeyi birbirinden ayıran hâil) olan camlarda, soğuk hava olursa hemen buz bağladığını, kırağı tuttuğunu yahut havanın sıcaklığına göre damlalar hâlinde orada yapışıp kaldığını görürüz ki bu, nemin enerjisini sarf ede ede belli şekilde yükseldiğini gösterir. Bu durum bulutların teşekkülünde ilk merhale sayılır. Bulutlar teşekkül ettikten sonra bunların bir araya gelmesi, yani Kur’ân’ın ifadesiyle “rükâm”ın hâsıl olması da âyette şöyle anlatılıyor:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللهَ يُزْجِي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِه
“Baksana, Allah bulutları sevk ediyor, sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor. İşte görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor.” (Nûr sûresi, 24/43)

Buna göre, meleğin bulutları sevk etmesi ve üst üste onları yığması –ki bunu Allah (celle celâluhu) melek nezaretinde rüzgârla yaptırıyor– sonra bu müterâkim bulutların arasından “vedk”ın (yağmurun) boşluklara inmesi/indirilmesi, sonra bir nizam ve intizam altında toprağın bağrına boşalması, sonra arzın derinliklerinde havuzlar oluşması… bunlar hep birbirini takip eder ki, bu süreç Kur’ân’da gayet net anlatılır.

Bu mevzuda bildiğimiz diğer bir husus da, havadaki her yağmur damlasının elektrik yüklü bulunması ve bunlar eşit elektrik yüklü oldukları müddetçe de birbirlerini itmesi keyfiyetidir. Zira eşitler arasında umumiyet itibarıyla itmenin kâinatta câri bir kanun olduğu herkesin malumudur. Evet, mütenakız şeylerin birbirlerini çekmesine mukabil emsal olan şeyler birbirlerini iter. Mesela negatif elektrik yükü, negatifi iter; pozitif de pozitifi. Biri pozitif, diğeri negatif ise birbirlerini celb ve cezb ile bir vahdet teşkil ederler.

Şimdi bu esaslara göre رَعْد, بَرْق ve صَاعِقَة’nın meydana gelişine bakalım. Havada bir bulutun, diğer bir buluta karşı bir gerilişi vardır. Biz tellere fazla elektrik verildiğinde şiddetli elektrik gerilimini ifade için, o tellere “yüksek gerilim hatları” diyoruz. Bunların bulunduğu yerlerde telsiz gibi cihazların rahat çalışmadığı herkesin malumudur. Bu itibarladır ki umumiyetle radyo telsiz hatları ve benzer değişik alıcı-verici direkleri, güç hatlarından uzak yerlere kurulur. İşte iki bulut arasında veya bulutla yer arasında böyle bir gerilme, havanın mukavemetini kırıp da havaya galebe çaldığı an, bu iki gerilim ittihad eder. Hâliyle havada bir boşluk hâsıl olur. (Atom bombası ve diğer bombalarda da çıkan ses esasen bu boşluktan sonra havanın gelip çarpışmasından ibarettir.) İşte bir yönüyle havadaki bu gerilim, bir yönüyle bu iki gerilimin birleşmesi.. birleşirken de havada bir boşluğun hâsıl olması ve bu boşluğun dolması için bir gürültünün, bir elektriklenmenin ve bir elektrik akımının yere inmesinin veya yerden yukarıya çıkmasının meydana geldiğine şahit oluruz.

Umumiyet itibarıyla, zıt elektrik yüküne sahip bu unsurların karşılıklı birbirini çekmesi daha ziyade müspetten menfiye doğru olur. Yani pozitif negatife doğru gider. Hava esasen menfi elektrik akımlarının mahalli olduğundan küre-i arz da menfi elektriğin nâkilidir. Havadan, müspet elektrik, menfi elektriğin nâkili olan küre-i arza geldiği gibi, bulutla küre-i arz arasında böyle bir imtizaçla yeryüzündeki müspet akım da havadaki menfi akıma doğru gider. Binaenaleyh şimşek bazen yukarıdan aşağıya bazen de aşağıdan yukarıya doğru gider. Önceleri zannedilirdi ki, o hep havadan aşağıya doğru gelir. Böyle bir durum insanlara elektrik akımını çekebilecek bir mânia ihzârı düşüncesini yani siper-i sâika (paratoner) yapma fikrini vermiştir. Siper-i sâika minarelere ve yüksek binalara takılarak bununla elektrik yere çekilir ve bu sayede canlılara, binalara ve sair şeylere gelebilecek elektrik çarpması ve yangın gibi zararlar önlenmiş olur.

وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ: Kur’ân-ı Kerim bu kelimelerin mahiyetlerine temas etmeden meseleyi icmâlin enginliğine bırakıyor. Böylelikle her devirde, kelimelerin lügavî ve ıstilahî mânâlarını o ilmin ulemasının teviline havale ediyor. Şöyle ki, bu asırda bilinen şeyler bunlar; bunların ötesinde anlatılacak ve bilinecek şeyler varsa onları da ileride gelenler anlatacaklardır; o, onların işi. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesinde değişmeyen bir husus varsa o da bir tarrakanın vücudu ve onun öbür yanında şimşeğin zuhuru, sonunda da, bir sâikanın meydana gelmesiyle bazen can ve malın helâki ve daha başka negatif görünen bazı durumların hâsıl olmasıdır.

Şimdi isterseniz gök gürültüsünü, yıldırımı, berki, sâikayı kendi mânâları içinde mütalâaya havale ederek âyet-i kerimenin mücmel meal-i münîfini hecelemeye çalışalım:

“Vehayut da o münafıkların hâli, sağanak sağanak bardaktan boşanır gibi bir yağmura tutulmuş kimselerin hâline benzer. O sağanak yağmuru hâsıl eden bulutun içinde veya havada üst üste zulmetler, karanlıklar, ra’d ve berk vardır. Böyle bir tablo karşısında onlar sâikalardan korkup ürktüklerinden parmaklarını kulaklarına ca’lederler (sokarlar veya korlar değil), yani avcıyı gördüğü zaman deve kuşunun başını kuma sokması gibi, ellerinde olmayarak bu suni işi tek çare görür ve yaparlar. Ama bütün bunlar birer beyhude gayrettir, zira Allah onları çepeçevre altlarından-üstlerinden, sağlarından-sollarından, dünyalarından ve ukbâlarından, kudretiyle ve ilmiyle –Ehl-i Sünnet anlayışı olarak– kuşatmıştır.”

* * *

Arz edilen buradaki iki temsilin kavranması oldukça önemlidir. Zira bu temsilde bir zümre, fakat kendi içinde ikiye ayrılan, farklı gürûhların ruh hâleti ifade edilmektedir. Bu yaklaşımı teyit eden rivayetlerden de söz edilmektedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir sahih hadiste: اٰيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ “Münafığın üç alâmeti vardır: Söylerken yalan söyler, vaat ettiği zaman sözünden döner, kendisine bir emanet tevdi edildiğinde de hıyanet eder.”[6] buyuruyor.

Bir başka hadis-i şerifte de O (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle buyururlar:

أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا خَالِصًا وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَلَّةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَلَّةٌ مِنْ نِفَاقٍ حَتَّى يَدَعَهَا: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ
“Dört şey vardır ki, kimde onların bütünü bulunursa o hâlis münafıktır. Kimde de bu dört hasletten biri mevcut olursa, o kimse onu terk edinceye kadar, onda nifaka ait bir haslet var sayılır. Böyle biri, konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, vaat ettiğinde vaadinden döner, kavga ettiğinde de haddi aşar.”[7]

Bu ikinci hadis-i şeriften anlaşılan, nifak alâmetinin dört olduğudur. Bu dört alâmet bulunduğu zaman o kimse hâlis münafık sayılır. Aksine bu dört alâmet birden bulunmaz da sadece onlardan biri bulunursa onda da nifak alâmetinden biri mevcut demektir. İkisi bulunursa iki alâmet, üçü bulunursa üç alâmet var demektir. Bu hadisler açısından münafıkların kendi içlerinde iki gürûha ayrıldıkları, bir kısmının tamamen dinden, imandan mahrum, şeytanlara tâbi oldukları, diğerlerinin ise bazı yönleriyle münafıklık yaptıkları anlaşılıyor.

Kur’ân-ı Kerim’de, وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّبِعُ كُلَّ شَيْطَانٍ مَرِيدٍ “Öyle insanlar vardır ki, hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında tartışıp durur da azgın ve hayasız her şeytanın peşine takılır.” (Hac sûresi, 22/3) buyrulmaktadır.

Yani insanlardan öyleleri vardır ki, hiçbir ilim ve görgüleri olmadığı hâlde boşuna cidal, mirâ veya diyalektik yapar dururlar. Aslında onlar, bir kısım şeytanlara tâbi olmuşlardır. Bunlar, münafıkların okuma-yazma bilmeyen âmi gürûhudur ve önlerindeki şeytanlarına uymuşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de başka bir âyette aynı konu tasrif esprisine bağlı olarak şöyle ifade edilir:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُنِيرٍ
“Öyle insanlar vardır ki, hiçbir bilgiye, hiçbir delile ve hiçbir aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah hakkında diyalektik yapar durur.” (Hac sûresi, 22/8)

Burada, kitapsız, hidayetsiz, cehalet girdabı içinde olmasına rağmen ilim adına mirâ ve mücadele yapan bir gürûhtan bahsediliyor ama bunların tâbi oldukları bir şeytan zikredilmiyor. İşte bunlar da –tabir caiz ise– münafıklar içinde havâs gürûhudur.

Yukarıda gördüğümüz temsil, çeşitli sıfatları ile bize anlatılan münafıklar gürûhunun umumi evsâfını câmi bir mahiyettedir. Zaten temsilin vazifelerinden biri de müteferrik meseleleri bir kısım fasl-ı müştereklere bağlı olarak ortaya koymaktan ibarettir.

* * *

Şimdi de isterseniz, küçük bir atf-ı nazarla temsilin mümesselün lehe tatbiki meselesini heceleyelim:

Bu iki temsilin, birbirine yakın olmanın yanında çok farklı şeyler ihtiva ettikleri de bir gerçek. Mesela birinci temsilde, tamamen gözlerinin kör, kulaklarının da sağır olması yanında dilsiz oldukları, meramlarını anlatamadıkları, bulundukları yerde şaşkınlık ve hayret içinde oldukları, ziyasız ve nursuz bulundukları anlatılmasına mukabil; diğer temsilde, ara sıra ufuklarında çakan şimşeğin farkına vararak “yıldırım çaktı-çakmadı, gürültü oldu-olmadı” meselesini tefrik edecek bir hâlde, etraflarını mütemadiyen tehdit eden sâikanın tarrakalarını, etraflarında olup biten şeylerin mevcudiyetini hisseden bir gürûh resmedildiği görülüyor. Bu iki gürûh bazı noktalarda müşterek olmakla beraber bazı noktalarda ayrılmaktadırlar. Mesela, ikinci gürûhta, mütemadiyen etraflarında olup biten şeylerden haberdar oldukça bir telaş, bir endişe ve korku, bir ızdırap ve heyecanın yüreklerini ağızlarına getirmesi, buna karşılık diğer gürûhta ise ruhsuz bir infialin hükümfermâ olduğu müşahede edilmektedir. Evet, ikinci gürûhta ciddi bir korku hâkimdir. Çünkü etraflarında olup biten şeyleri az çok bilmektedirler. Bir ışık, gökteki bir tarraka onlarda bir tedbir hissi hâsıl etmektedir. İlk gürûh ise böyle bir duyuştan da mahrumdur. Korku ikinci gürûhta öyle bir hâle gelmektedir ki, dehşetlerinden şaşırıp çevrelerindeki sesleri duymamak için ellerini kulaklarına sokmaya çalışmaktadırlar. Bu esasen bir hayretin ve dehşetin ifadesidir. Birinci gürûh ise etraflarını tamamen görememekte ve olup bitenlere karşı hep kör ve sağır kalmaktadır.

Hâsılı nifak mağduru, daha çok mazluma benzeyen bu zalimler, ahiretlerinin yanında dünyalarını da karartmış tâli’sizlik örneği öyle bahtsızlardır ki onca mesâvilerine rağmen hâllerine insanın acıyası geliyor.

Yağmur, bulutun içinden kopup gelmektedir. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle o, bulutun ekşi çehresinin tatlı tebessümüdür.[8] Bütün hevâmma, haşerâta, insanlara ve nebâtâta rahmet edalı katrelerle gelen yağmur, haddizatında ötelerin sevindiren bir armağanıdır. Bu tâli’siz gürûhlardan biri bunu hiç görüp duyamamakta, diğeri ise yanlış yorumlarla onu ürperten bir şey saymaktadır.

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا “Biz Kur’ân’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin sadece ziyan ve hüsranını artırır.” (İsrâ sûresi, 17/82) âyetinde ifade edildiği gibi Kur’ân haddizatında mahz-ı şifadır. Keza gökten gelen o ilâhî nimet de mahz-ı şifa ve rahmettir ama nazara ve niyete göre mahiyet değişikliğine uğratılmaktadır. Evet, Kur’ân da nazar ve niyete göre bazen yanlış algılanabilir.

Misal verilen şeyle misal kahramanları için mürekkebin tatbiki üzerinde duruldu. Daha önce de arz edildiği gibi burada bir “muferrak tatbik” de yapılabilir. Şöyle ki, münafıkların çeşitli davranışları alınıp karşı karşıya getirilerek bunlar arasında bir tetâbuk (uygunluk) ortaya konmaya çalışılır. Mesela, nasıl ki yağmur bütün nebâtâta, hevâmm u haşerâta rahmettir. Aynen öyle de İslâm ve Kur’ân da bütün insanlara ve hayvanlara öyle rahmettir. Ama onlar, bu perişan hâlleri, kötümserlikleri ve karamsarlıkları ile olup biten şeylere sadece dış yüzleri açısından bakıp da işin arka plânını göremediklerini, Kur’ân-ı Kerim bu üslupla nazara veriyor.

Evet, Kur’ân, va’d ü vaîdi ile ra’d ü berk gibi, bir taraftan insanları memur oldukları şeylere şefkat ve re’fetle sevk ederken, diğer yandan da yasak ettiği hususlarla alâkalı tahşidatlarla ve ürkütücü, korkutucu bir ifade tarzıyla onları olumsuzluklardan sakındırmaktadır. Onların genel durumu ve Kur’ân’ın inzar ve tebşiri işte böyle bir temsille fevkalâde mükemmel ifade edilmiştir.

Evet, yağmurun içindeki gök gürültüsü ve şimşeğin kendine göre bir hususiyeti vardır. Şöyle ki, havadaki bir takım gazlar, yıldırımın sürtünmesiyle rahmet hâlinde yere inerler. Bu gazlar zâhiren öldürücü keyfiyeti hâizdir. Bulut ortalığı kapladığında zulmanî bir durum hâsıl olur ve her tarafı karanlıklar istila ediverir. Bulut ve karanlığın arkasını göremeyenler için bu tablo çok ürperticidir. Görebilenler için ise Cennet yolundaki sıkıntıların iç halâveti söz konusudur.

Evet Cennet, insanın nefsine hoş gelmeyen şeylerle kuşatılmış, Cehennem ise şehevâtla (insanın nefsini gıcıklayan şeylerle) muhâttır. Münafıklar için de durum aynıydı. Ama onlar, sahip oldukları ruh hâleti neticesi, nefsin hoşuna gitmeyen şeyler ve zulmânî gördükleri basit sıkıntılar içindeki bârân-ı rahmeti göremediler; Cennet yolunun da aynı Cennet gibi olması gerekir türünden bir mülâhazaya kapıldılar.

Vâkıa, mü’minler için de bu her zaman bahis mevzuudur. Ne var ki onlar bilirler ki, bu mekârihe katlanmak ve şehevâtı terk etmek tıpkı bulutun ekşi yüzünün arkasındaki letâfeti görmek gibidir; onun için katlanırlar katlanılacak şeylere. Evet, görüldüğü gibi “muferrak” olarak da konu bu şekilde tahlil edilebiliyor.

İsterseniz bu Kur’ânî tasvire şöyle de bakabiliriz: Hiçbir yolun olmadığı, bilinmediği, ıpıssız bir çölde şiddetli bir yağmur yağıyor, etraf baştanbaşa kopkoyu karanlık ve atmosfer üst üste bulutlarla örtülü. Nûr Sûresi’nde ifade edildiği gibi “Ellerini çıkarsalar göremeyecekler.” (Nûr sûresi, 24/40) şeklinde kapkaranlık bir ortam. Ara sıra bir ümit belirtisi zuhur etse de şaşkınlıklarından dolayı o da onlar için hemen serap oluyor.

وَالَّذِينَ كَفَرُۤوا أَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقِيعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَۤاءً حَتّٰى إِذَا جَۤاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا وَوَجَدَ اللهَ عِنْدَهُ فَوَفَّاهُ حِسَابَهُ وَاللهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ
“Dini inkâr edenlere gelince: Onların işleri, düz, ıssız bir çöldeki serap gibidir ki, susayan kimse su zanneder. Ama gidip de yanına varınca su namına hiçbir şey bulamaz; orada –gaybubetini yaşadığı– Allah’ı bulur. O da onun hesabını tastamam görür. Zira Allah, hesabı seri olandır.” (Nûr sûresi, 24/39)

Görüldüğü gibi bunların arkasından koştukları şey, ulaşılmayan bir şey hâline geliyor. Resmedilen bu tabloda, ciddi bir telaş içinde bocalayan bir kısım kimseleri görüyoruz ki, olabildiğine bir korku, müthiş bir dehşet içinde kendilerinden geçmiş ve ne yapacaklarını bilememe şaşkınlığı yaşıyorlar. Bazen kalkıp bir iki adım yürüyor, bazen oldukları yerde kalakalıyorlar. Aslında daha sonraki âyet de bu sahneyi tamamlıyor mahiyettedir. Evet, bunlar durumun dehşetinden yer yer ellerini kulaklarına götürüyor, bazen de yüzlerini kapamaya çalışıyorlar. Ne var ki, bir türlü içlerini yakan ve dışarıdan kendilerini tehdit eden bu ürpertici duruma çare bulamıyorlar; bulamıyor ve kendilerini yapayalnız, terk edilmiş hissediyorlar.

Hâsılı burada evvelki gürûha mukabil, az çok ümitlenen, şöyle-böyle bir ümit ışığının parlamasına, belirmesine göre tavır değiştiren mütereddit bir gürûh görülüyor. Bunlar gerçekten inanmadıkları hâlde içlerinde bazen inanma ümidi beliriyor gibi oluyor, bazen de onu yitiriyorlar. Bir an geçmiş kitaplardan kalma malumat zihinlerinde canlanıyor ve bir ışık elde etmiş gibi oluyorlar. Bu ise onlarda diğerlerine nispeten daha fazla bir şaşkınlık hâsıl ediyor. Zira insan kendisini karşılayacak bir felâketin, bir musibetin geldiğini bilirse daha çok endişe, daha çok telaş eder. Nasıl ki şoförün yanında oturan kimse, trafik kaideleri karşısında, hata sayılabilecek tavırlara karşı daha fazla ürperir, titrer ve korkar, aynen öyle de kâinattaki hâdiselerin seyrini bilen, etraflarında cereyan eden hâdiselere az çok vâkıf bulunan kimseler diğerlerine nispeten daha çok endişe duyar ve paniklerler. Onun için akıl bunlara, azap veren bir alet hâline gelir; gelir de akıllarını, kalblerini çıkarıp atmak, hayvan gibi yaşamak isterler. Ama insan olarak yaratıldıklarından dolayı bu zulmanî vaziyetten de kat’iyen kurtulamazlar.

İşte yer yer Müslümanlarla beraber görünmeye çalışan ama kendilerinden, kendi yandaşlarından da bir türlü vazgeçemeyen; bir zafer, bir muvaffakiyet söz konusu olduğu zaman hemen ganimete koşan, yerinde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) muvaffakiyetini gördüklerinde “Galiba bu, O!” diye ümide kapılan, aksine zâhirî bir kısım sarsıntılar karşısında yeniden gevşeyen, dağılıp giden; şeair-i İslâmiye kendilerine tebliğ edilmediği zaman rahatlayan, şeair tebliğ edildiğinde şimşeğe, yıldırıma çarpılmış gibi dehşetlerinden tir tir titreyen, ürken, korkan; böylece ne bir türlü işin içine giren ne de işin dışında kalan, mütemadiyen menfaatlerini takip edip Müslümanların yanında sırf menfaatlerinden ötürü bulunan faydacı, pragmatist bir cemaat görünümü sergileyen müzebzeb kimselerdir münafıklar.

Kur’ân’ın bir âyeti bu hâlleriyle onları şöyle resmeder:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللهَ عَلٰى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِه وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انْقَلَبَ عَلٰى وَجْهِه خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَ ذٰلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ
“İnsanlardan öyle bir gürûh vardır ki, onlar her zaman işin bir kenarından, bir yanından tutarak Allah’a kulluk yapmaya çalışırlar (veya kulluk yapıyor görünürler. Hiçbir zaman işin tam altına girmezler ve vazifeyi tam uhdelerine almazlar.) Buna göre, onlara eğer bir hayır isabet ederse kalbleri mutmain olur (Oh iyi oldu, iyi ki buradaydık derler.) Bir şer, fitne isabet edince de geldiği istikametin tersine dönüverirler; dönüverirler de hem dünya hem de ahiret hüsranı yaşarlar.” (Hac sûresi, 22/11)

Münafıklar gürûhunun dünyayı da, ahireti de terk edememede tıpkı deve kuşu gibi davranmalarını aksettiren bu temsil de fevkalâde canlı bir resim ortaya koymaktadır.

Buraya kadar, “misal”in “mümesselün leh”e tatbikini, sonra da tasvirini hecelemeye çalıştık. Temsille sergilenen sahne cidden ürpertici. Kur’ân bu iç içe resimleri tek bir perdede öyle tasvir ediyor ki, az dikkatle hemen herkes o şaşkın gürûhun nasıl bir rol oynadığını açıktan açığa müşâhede edebilir. Şöyle ki sahne olabildiğine karanlık; seyirciler için bile kasvet hâsıl edecek ölçüde üst üste bulutlar ve bu sahnede çakıp duran ışıklarda yıldırımların, şimşeklerin ürperticiliği.. sahnede bulunan oyuncuların seslerini boğacak şekilde gök gürültüleri... Hususiyle çölde yaşayan biri meseleyi böyle canlılığı içinde çok daha iyi müşâhede edebilir. Evet, yağmura tutulma hâlini ve o geniş sahada şimşeklerin görünüşünü, ra’dın duyuluşunu, iç içe dehşetin bütün çevreye hâkim oluşunu her zaman çölde görmek mümkündür. İşte bu açıdan ifadelerde o derece bir canlılık var ki, tasviri insan idrâkini aşar. Hiçbir edip bu denli canlı bir tabloyu birkaç kelimeyle böyle resmedemez. Konuyu hayalen takip eden herkes bunu görebilir.

[1] Tirmizî, tefsîru sûre (57) 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/370.
[2] Bediüzzaman, Lem’alar s.85 (On İkinci Lem’a, İkinci Mesele).
[3] Buhârî, mezâlim 9; Müslim, birr 57.
[4] Buhârî, bed’ü’l-halk 6, enbiyâ 43, menâkıbü’l-ensâr 42; Müslim, îmân 264.
[5] Buhârî, enbiyâ 34; Müslim, fezâil 159.
[6] Buhârî, îmân 24, şehâdât 28, vesâyâ 8, libâs 69; Müslim, îmân 107-110.
[7] Buhârî, îmân 24, mezâlim 17; Müslim, îmân 106.
[8] Bkz.: Bediüzzaman, Şualar s.96 (Âyetü’l-Kübrâ).

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.