Melek edalı nefis: Nefs-i mutmainne
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) okunmasını tavsiye buyurduğu duaların birisinde,
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ نَفْسًا بِكَ مُطْمَئِنَّةً تُؤْمِنُ بِلِقَائِكَ وَتَرْضَى بِقَضَائِكَ وَتَقْنَعُ بِعَطَائِكَ
“Allah’ım! Senden, Sana kavuşacağına inanan, hükmüne razı olan, verdiklerine kanaat eden ve Seninle itminana ermiş bir nefis istiyorum” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 8/99) buyurmuştur. Bu yüce ve yüksek duadaki “itminana ermiş nefis” ifadesinden anlaşılması gereken nedir, izah eder misiniz?
Cevap: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,
أَعْدَى عَدُوٍّ لَكَ نَفْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ
Senin en büyük düşmanın mahiyetindeki nefsindir.” (ed-Deylemî, el-Müsned 3/408)
buyurmak suretiyle kendisine karşı asıl tavır alınması ve mücadele edilmesi gereken en çetin düşmanın nefis olduğuna dikkat çekmiştir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir zaman düşmanla yaka paça olduktan sonra Medine’ye dönerken, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurmuş, büyük cihadın ne olduğu sorulduğunda ise O, “Nefisle cihad.” cevabını vermiştir. (Bkz.: el-Beyhakî, ez-Zühd 1/165; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd 13/523) Çünkü insanın, karşısında açıkça gördüğü düşmanla mücadelesine nispetle, iki kaşı arasına gizlenmiş, her an hücum fırsatı kollayan sinsi bir düşmanla mücadelesi daha zordur. Hem düşmanla yapılan cihadda, her ne kadar savaşma, vuruşma gibi maddî zorluklar olsa da, muzaffer olma neticesinde ganimet ve benzeri kazançların peşin olarak dünyada elde edilme ihtimali vardır. Fakat nefisle mücadele etme, onu yenme, aşma ve bertaraf etme neticesinde insana vaat edilen mükâfatlar büyük çoğunluğu itibarıyla hâlihazırda mevcut olmayıp ahirete bağlanmıştır. İnsan tabiatı ise,
كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْاٰخِرَةَ
“Hayır, doğrusu siz şu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz, onun için ahireti terk edip durursunuz.” (Kıyâme, 75/20-21)
âyet-i kerimesinde ifade buyrulduğu üzere peşin ve günübirlikçi mükâfatlara perestiş eder. Evet, insan sa’y u gayretinin neticesini hemen elde etmek, çalışmasının ücretini çarçabuk almak ister. Bu açıdan i’lâ-i kelimetullah adına yapılan cihad gerçekte küçük olmasa da, büyük cihada nispeten küçük kalmaktadır.
Nefis mertebeleri ve nefs-i levvame
Bilindiği üzere, insanın amansız düşmanı olan nefis, potansiyel olarak insan için çok zararlı olsa da, değişim ve yükselmeye açıktır, terbiye edilebildiği takdirde insanı Allah’tan uzaklaştıran değil, onu Allah’a yaklaştıran bir bineğe dönüşür. Mesela
وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!” (Kıyâme, 75/2)
âyet-i kerimesinde beyan buyrulan nefis, böyle bir değişim ve terakkinin ilk adımını atmış, ilk açılımını gerçekleştirmiş nefsi ifade eder. Bu nefis, her ne kadar, zaman zaman hata ve günahlara girse de, yaptığı kötülük ve günahtan dolayı kendini kınar, sorgular, içine düştüğü levsiyattan çıkma yolları araştırır, tevbe ve istiğfara yönelir ve bir daha da aynı hata ve günahlara düşmemek için alternatif mücadele şekilleri geliştirir. İnsanın, “nefs-i emmare”nin sultasından kurtulup hata ve günahları karşısında kendisini kınayan “nefs-i levvame” mertebesine geçmesi nefsin tezkiye ve terakkisi adına çok önemlidir. Çünkü bu ilk adım, nefsin diğer mertebelerine ulaşma adına bir açılma noktasıdır. İnsan nefsinin mertebe mertebe “nefs-i mutmainne”ye yükselmesi, nefs-i mutmainnenin, nefs-i râdiye (Hakk’ın takdir ve hükümleri karşısında hep rıza soluklayan nefis), nefs-i mardiyye (kendisinden razı olunan nefis) ve -eğer bu dünyada mümkünse- nefs-i safiye veya nefs-i zekiyyeye ulaşması da ilk olarak “nefs-i emmare”nin “nefs-i levvame”ye açılmasından geçmektedir. Nasıl ki, merkezdeki küçük bir açı muhit hattında kocaman bir açı meydana getiriyorsa, nefis adına küçük de olsa merkezdeki böyle bir açılım çok önemlidir ve bir o kadar da zordur. Çünkü bunun sağlanması için bir değişimin gerçekleştirilmesi; bir diğer ifadeyle eskinin silinmesi, geçmişe veda edilmesi, o güne kadar alışılagelen şeylerin elin tersiyle itilip yeni bir yola girilmesi gerekmektedir.
İşte günah ve hatalar karşısında kendini kınayan, sorgulayan ve bir daha da o günahlara düşmeme konusunda mücadele azmi ve iradesi sergileyen nefis, bu mücadelesini sürdürdüğü takdirde, kalb ve ruh ufku semasında pervaz edip kanat çırpabilecek “nefs-i mutmainne” mertebesine yükselmiş olur.
İtminana ermiş nefsin vasıfları
Nefs-i mutmainne, itminana ermiş, iman ve irfan ufku açısından tam oturaklaşmış, Allah’ın (celle celâluhu) rıza ve hoşnutluğundan başka her şeye kapılarını kapatmış, farklı alternatif arayışlardan da kesilmiş nefis demektir. Beyhude arayışlardan kurtulmuş böyle bir nefis artık hep O’na müteveccih yaşar, ömrünün dakika ve saniyelerini bile O’nun rızası istikametinde değerlendirir ve hep O’nun takdir ve hükümleri karşısında rıza soluklar. Bir insanın içinde Cenâb-ı Hakk’ın icraat-ı sübhaniyesi karşısında razı olma duygusu varsa bu aynı zamanda Allah’ın (celle celâluhu) ondan razı olduğunun da bir göstergesidir. Bu açıdan bazı muhakkiklere göre nefs-i râdiye ve mardiyye, nefs-i mutmainnenin açılmış iki kanadı mesabesindedir. Allah’tan razı olan ve Allah’ın da kendisinden razı olduğu böyle bir insan için artık ister celâlden cefa gelsin isterse de cemalden vefa gelsin fark etmez. O, her ikisini de safa diye bağrına basar. Ayrıca o, “Hel min mezid – Daha yok mu?” yolcusu olması itibarıyla sürekli mârifetini artırmaya ve kendisine ait farklı uzaklıkları aşarak O’na karşı yakınlık mukabelesinde bulunmaya çalışır.
Allah’a kavuşacağına iman, rıza ufku ve kanaat
Bu açıdan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mezkûr duasında, başta itminana ermiş nefis istedikten sonra duanın devamında O’nun böyle bir nefsin derinlikleri veya kanatları diyebileceğimiz bazı vasıfları da talep ettiğini görmekteyiz.
Şöyle ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), duada nefs-i mutmainne istedikten hemen sonra تُؤْمِنُ بِلِقَائِكَ ifadeleriyle bu nefsin er geç Allah’a kavuşacağına inanan bir nefis olmasını talep ediyor. Çünkü yürüdüğü yolun, aksine ihtimal vermeyecek şekilde Ebedî Zât’a ulaştıracağına inanması, likaullah arzu ve iştiyakıyla yanıp tutuşması, oturup kalkması insanın içinde derin ve sarsılmaz bir itminan hâsıl edecektir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikinci olarak وَتَرْضَى بِقَضَائِكَ sözleriyle itminana ermiş bu nefsin aynı zamanda Allah’ın kazasına rıza göstermesini istiyor. Bazı âlimler kazayı, Cenâb-ı Hakk’ın ezelde ilm-i ilâhîsinde taayyünat çerçevesinde bazı şeyleri belirlemesi olarak tarif etseler de, usûlüddin ulemasının çoğunluğuna göre o, levh-i mahv ve ispatta takdir edilmiş ve yazılmış olan kaderin, mevsimi gelince infaz edilmesi demektir. İnsanın sergüzeşt-i hayatında maruz kaldığı hâdiseler, zâhirî yüzleri itibarıyla bazen iyi bazen de kötü olabilir. Fakat insan, niyetiyle Allah’ın kaza buyurduğu şeylerin tamamını hayra çevirebilir. Mesela maruz kaldığı belâ ve musibetleri, sabır ve rıza duygusuyla; nail olduğu nimet ve başarıları da şükür ve hamd duygusuyla karşılayan bir insan bunları kendisi hakkında hayra çevirmiş olur. Fakat insan, celâlinden cefa geldiği zaman şikâyet eder ve kadere taş atar, cemalinden vefa geldiği zaman da nankörleşir ve bunu kendisinden bilirse, bu sefer de bu onun hakkında şer olur. Yani nimet ve nıkmetin insan hakkında şer veya hayır olması, biraz da insanın bunlar karşısındaki duruşuyla ilgilidir. Dolayısıyla insanın, Allah’ın (celle celâluhu) kendisi hakkında takdir ve kaza buyurduğu her şeyden razı olması çok önemlidir.
Son olarak Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) وَتَقْنَعُ بِعَطَائِكَ sözleriyle, Allah’tan, kendisi hakkında takdir buyurmuş olduğu, kendisine ihsan ettiği her şeye karşı kanaat hissi vermesini istiyor. İnsanın kanaat etmeyip hırs göstereceği yer de vardır. Ama bu, sadece Allah’a iman ve O’nun rızası mevzuuyla alakalıdır. Bu açıdan insan, Allah’ın rızasını talep konusunda delice davranmalı ve bu konuda asla kanaat etmemelidir. Farklı bir ifadeyle hırsın mahz-ı ibadet olduğu bir yer varsa o da, Allah’ı ve O’nun Resûlü’nü sevme mevzuudur. Evet, insan rıza-i ilâhîye uygun bir çizgi takip etme konusunda elde ettiği şeyleri asla yeterli görmemeli ve sürekli “Daha yok mu, daha yok mu?” demelidir. Fakat dünyaya, bedene ve cismaniyete hitap eden hususlarla alakalı asıl olan, Cenâb-ı Hakk’ın takdirine kanaat etmektir. İşte bu da “nefs-i mutmainne”ye yelken açmış kâmil insanların sıfatlarından bir diğeridir.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasında sabah akşam bütün bu önemli hususları Cenâb-ı Hak’tan talep ediyor. Elbette ki O, bütün bunları kendi engin ufku ve kendi yüksek taleplerine bağlı olarak istiyordu. O’nun bu isteklerini biz, kendi darlığımız, kendi hedeflerimiz zaviyesinden değerlendirirsek, O’nu kendi seviyemize indirmeye çalışma gibi bir saygısızlığa düşmüş oluruz. Fakat Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duasındaki isteklerini, bize rehberlik yapması açısından değerlendirip ona göre hareket etmemiz gerekiyor. Mademki O (sallallahu aleyhi ve sellem), bu duasında çıtayı çok yüksek bir noktaya koyarak bize hep yükseklere talip olmayı öğretiyor, o hâlde biz de hiçbir zaman dûnhimmet olmamalı, sürekli iradelerimizi kamçılamalı ve son nefesimize kadar iman ve itminan içinde Allah’ın (celle celâluhu) rıza ve hoşnutluğunu yakalama peşinde koşmalıyız.
Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.
- tarihinde hazırlandı.