Kendi derinliğiyle latîfe-i Rabbâniye-2
Ceset bütün muhtevasıyla âlem-i halk’a ait insana bir emânet-i rabbâniye;
kalb-i cismânînin ruhu mahiyetindeki latîfe-i sübhâniye ise, tıpkı ruh-u
insan gibi zîşuur bir kanun-u emrîdir. Bu itibarla da Zât-ı Akdes’in
münezzehiyetine münasip espri içinde, akıl, mantık ve muhakemeden daha
ziyade bu latîfe-i sübhâniyenin ihsas ve ihtisasları sayesinde “Bildim!”
mülahazası soluklana gelmiştir. Bu konuda, hassas bir marifet sarrafının,
“Hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak; kalb ve ruhun derece-i
hayatiyesine yüksel!..”
beyanı, lâl ü güherden bir anahtar mahiyetindedir. Öyle anlaşılıyor ki
meseleye bu zaviyeden bakmayınca لَا يَسَعُنِي سَـمَائِي وَلَا أَرْضِي
وَلٰكِنْ يَسَعُنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ
“Yer-gök ihâta edemez Beni, ama mü’min kulumun kalbi (bir meclâ, bir
mazhar olarak) öyle değil.”
ifadesi de anlaşılamayacaktır. İbrahim Hakkı hazretleri ise pek çok kalb ve
ruh âbideleri gibi bu hususu şöyle dillendirir:
Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden.
Cenâb-ı Zât-ı Bârî’i bu kıstaslar çerçevesinde bilmek ve bu bilme rasathanesiyle, görülüyor olma ihsasından görüyor olma ufkuna müteveccih bulunmak gaye-i insan-ı kâmil olagelmiştir. Bazıları, iradelerinin hakkını vererek azm u ikdamla bu ufka ermeyi sürekli heceler durur.. bazıları bir kısım ekstra vâridâtla o rüya ile oturur kalkar.. bazıları da gönüllerinde pırıl pırıl parıldayıp duran aşk u iştiyak eksenli marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî heyecanıyla hep dil döker;
Ya Rab, belâ-yı aşkınla kıl mübtelâ beni,
Bir an belâ-yı aşktan eyleme cüdâ beni!..
der, inler.
Sermest-i câm-ı aşk olan heymân ehlinin âh u efgânı daha bir derin ve müteşâbih beyanlara açık engin bir ufuktur. Bunlarda hal ve zevk önde, sübjektif mülahazalar vird-i zeban, ihtisâsât-ı hususiye mütemadi eksen; yürürler mest ü mahmur sermestler güzergâhında. Bunların halleri itibarıyla, arşiyelerinde tecelliyât-ı vücûdiye his ve zevki, ferşiyelerinde zuhûrât-ı şuhûdiye ihsas ve ihtisası söz konusudur ki onların zevk ufku nazara alınmadan haklarında kesilip biçilen hükümlerde çok defa yanılmalar olmuştur.
Ufkumuzu aşan bu tür engin konularda, sükût hikmetini intihapla, bir hak dostunun beyanı çerçevesinde “نَسْأَلُ اللهَ اَنْ يَجْعَلَنَا مِنْ أَهْلِ الْقَلْبِ السَّلِيمِ” deyip [1], gaybî imanın ıtlakı derinliğine yönelerek, “عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ” beyân-ı nebevîsi [2] pusulasına göre hareket etmek tercihimiz olmalıdır.
Yeniden esas konuya dönecek olursak; hak erlerinden bazıları, sadece ism-i a’zam mazharı hususî bir kısım eşhâsa “latîfe-i rabbâniye erbabı” diyegelmişler.. diğer bir kısım müşahede erbabı, kasdî ve iradî dünya ve mâfîhâyı gözden çıkarıp “Dû cihandan el yudum, pes hânümânım kalmadı…” deyip mâsivâ adına her şeye bütün bütün kapanan, “fenâ fillâh-beka billâh-maallah” zirvelerinde kanat çırpan koç yiğitleri o paye ile serfiraz görmüşler.. diğer bir kısım kalb erbabı hak aşinaları ise, bütün bu ufukların da ötelerine himmetlerini tevcih ederek, peygamberler yolu sayılan îsâr ruhu alaşımlı “fenâ fi’l-vazife, fenâ fi’l-hizmet” felsefesiyle, yaşamayı yaşatmaya bağlamış; Hakk’ı duyurma aşk u heyecanıyla, O’nu tanıtıp sevdirmeyi gaye-i hayal edinerek, bütün dünyevîliklerin yanında, Cennet’i, huriyi, gılmânı, sarayı/sarayları ve çağlayıp duran şeker-şerbet ırmakları görmeyecek şekilde, “حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ” “Tanıtın ve sevdirin Allah’ı kullarına ki sevsin O da sizi!..” [3] vird-i zebanları, yürümüşler önlerindeki kandan-irinden deryalara rağmen bu mefkûre-i mübecceleye doğru. Ve işte hayvaniyetten sıyrılıp kalb ve ruh ufkunda bitmeyen bir maraton içinde bulunan Hak kapısının gerçek kalb ehli sâdık bendeleri de bunlardır.
Bu kategorilerdeki latîfe-i rabbâniye ve onun dilini anlayan erbâb-ı marifet, bir kısım duyuş, seziş, ihsas ve ihtisas farklılıklarına rağmen hepsi de vuslata koşan aşk u iştiyak soluklu cins insanlardır. Farklılık biraz kaderî donanım, kaynak belirleme firâseti ve iradelerin hakkını vermek ile alakalıdır.. ve hepsini de makul bir mahmile bina etmek mümkündür. Elverir ki insaf mülahazası göz ardı edilmesin. Ne var ki, kalbî hayatları itibarıyla hatm u tab’ yaşayan, sırtları güneşe dönük, gölgelerine takılan kimseler bunlardan hiçbir şey anlamazlar; anlama cehtleri de yoktur. Zira gözleri, görülecek şeylerde dağınık; kulakları hevâî ve nefsânî hırıltılarla mâlemâl; kalbleri şeytanî şerarelerle ritimsiz ve muhakemeleri de bu müsellesin tesirinde muvazenesiz ve mizansızdır. Bunlar bir yana, günümüzde, “kalb ve ruh” deyip tasavvuf mırıldananların çoğu da ruhsuzluk akıntısına kapılmış, düz yolda dökülüp yollarda kalmış, ad-unvan delisi tarîk-zedelerden ibarettir. Bu itibarla da bu hususları gaye-i hayal yapma bir yana, duyup işitmek bile istememektedirler. İstemezler de, zira onlar çoktan o mesele-i kudsiyeyi kendi iç boşlukları seviyesine indirmiş dûn himmet bedbahtlar durumuna düşmüşlerdir; düşmüşlerdir çünkü bunlar dinin temel kurallarını hiçbir zaman tam sindirememiş, ilimlerini marifetle taçlandıramamış, marifetlerini aşk u iştiyak-ı likaullahla derinleştirememiş taklitçi bir kısım tali’sizlerdir. Böylelerinden meâlîye müteallik meselelere alâka ve merak beklemek de beyhudedir.
Evet, nefis ve cismâniyet zulmetleri içinde ömür tüketen biri, ne iç dünyasında (enfüs) ne de âfâkta hiçbir şeyi olduğu gibi göremez.. doğru okuyamaz.. kalb ve ruh ufku nedir, onu asla bilemez.. hele sır zirvesine katiyen akıl erdiremez.. daha ötesini ise rüyasında bile göremez. Bunları görme, anlama, değerlendirme izâfî planda Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a (s.a.s) ittiba-ı etemme ve nefsine tercih ölçüsünde O’na karşı duyulan alâkaya vabestedir; bunlar, kabiliyetlerin farklılığı nispetinde mütefâvit duyuş ve sezişlerle de olsa “kâb-ı kavseyni ev ednâ” gölgesinde duyulabilecek bir kısım ekstra mevâhib-i ledünniyedir. İç ihsas ve ihtisaslarıyla bu ufka müteveccih olanlar kalbleri itibarıyla dipdiri; her zaman ciddî bir metafizik gerilim içinde ve sürekli “Hû” kelimesiyle soluk alıp vermektedirler.
Böyle bir mazhariyeti ihraz edenlerin sineleri her zaman marifet ve muhabbetle çarpar.. ruh, eşya ve hadiselerin çehresinde esmâ-i ilâhiyenin tecellilerini müşahede ile sermest yaşar.. sır, sıfât-ı sübhâniyeyi teemmül ve tedebbürle daha ötelere açılma gerilimi içine girer.. ve bütün letâif, bulunduğu bunları temaşa rasathanesinde, “Zât-ı Baht” mülahazalarına dalarak لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ “Basar ve basiretler O’nu mahiyet-i nefsü’l-emriyesine muvafık şekilde ihâta edemez, ama O eder.” (En’âm sûresi, 6/103) hakikatiyle hayret ve heymân soluklamaya durur. Zaten Söz Sultanı, sözleri en âlî beyanların sultanı da “Tefekkür buraya kadar!..” demiyor mu?!. [4]
Bunları iç dünyalarında duyup yaşayanlar, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in muhkem ve müsellem düsturlarıyla makul belli mahmillere bina ederek, hep tazimle nefes alıp vermiş, takdisle soluklanmış, temkinle مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ demiş ve haşyetle iki büklüm yaşamışlardır.
[1] “Allah’ın bizi selim kalb sahiplerinden kılmasını dileriz.”
[2] “Benim sünnetimden (yolumdan) ve benden sonra hidayet üzere doğru yolda giden halifelerimin yolundan ayrılmayın.” (Ebû Davud, sünnet 6; Tirmizî, ilim 16)
[3] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Vasît 8/90-91.
[4] Bkz. Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 1/240.
- tarihinde hazırlandı.