Sıfât-ı Sübhaniye (3)

Sübutî Sıfatlar

Varlığı zarurî ve kemal ifade eden sıfât-ı sübhaniyeye "sübutî sıfatlar" denegelmiştir. Allah hayat sahibidir.. O her şeyi bilmektedir.. ve gücü her şeye yeten bir kudret-i kâhire.. istediğini istediği şekilde belirleyen bir Sahib-i iradedir... gibi müspet ifadelerle Zât-ı Hakk'ı tanıma açısından nurefşan birer muarrif ve müşir diyeceğimiz bu çerçevedeki sıfatlara sübutî sıfatlar denmiştir. Zâtî sıfatlar gibi, bunların da zıtlarını Zât-ı Barî hakkında düşünmek caiz değildir ve bunların hepsi ezelî ve ebedîdir; ne varlıklarının evveli ne de ahiri söz konusudur. Zira onlar, kemal-i mutlak sahibi Zât-ı Ecell ü Alâ'nın lâzımı evsaf-ı kudsiyedendir.

Akaid kitaplarında tespit edildiği şekliyle bu sıfatların "hayat", "ilim", "kudret", "irade" gibi masdar kalıplarıyla bilinenlerinin yanında aynı evsafı müfid sıfat sigalarıyla zikredilenleri de vardır. Bu sıfât-ı sübhaniye, min vechin ins, cin, ruhani ve melek için de söz konusudur ama, bunlar Zât-ı Ulûhiyete nisbet edildiğinde O'nun Kendinden, mutlak, ezelî ve ebedî.. yaratıklara isnad edildiğinde ise, Hak sıfatlarının yansıması, mukayyed, mahdud ve sınırlıdırlar.

Bu sıfatların hemen hepsi de -tekvîn hususundaki farklı mülâhazalar mahfuz- kadîm, bakî, bütün varlığı muhît, Zât-ı Ulûhiyetin perde-i izzeti ve hicab-ı azameti, Zât-ı Akdes'le kaim ve zihnî mânâda ayniyeti söz konusu olmayan evsaf-ı celâliye ve cemaliyedir. Bunlar hayat, ilim, semi, basar, irade, kudret, kelam, tekvîn gibi sekiz sıfat-ı izzetten ibarettir.

1. Hayat'tır:

Diri ve hayy demek olan sübutî sıfatlardan "Hayat", ezelî, ebedî bir sıfât-ı sübhaniye ve umum canlılar âleminin de biricik hayat ufku ve -esası Mevsuf-u Mukaddes- hayat kaynağıdır: Yerde-gökte, karada-denizde, fizik âleminde-metafizik dünyalarda her şeyi var eden ve yaşatan yalnız O'dur. Burada her varlık O'nunla hayata mazhar olmuştur ve öbür âlemde de yine O'nunla ikinci bir hayata erecektir.

Bu hayat-ı sermedî sayesinde her canlı, uzak-yakın çevresini hissetmekte, onlarla münasebete geçmekte ve bir cüz'î iken âdeta bir küllî hâlini almaktadır. O her şeye böyle bir enginlik ifaza etmekte, her varlık da, bu intisap vasıtasıyla farklı bir vüs'ate ulaşmaktadır. Hayat sıfât-ı sübhaniyesi -Mevsuf-u Münezzeh'e hicap- bütün canlılar âleminde tecelli ve in'ikaslarla kendini gösterirken, Mevsuf-u Mukaddes'ten ayrılma, parçalanma, bölünme.. gibi avarıza da maruz kalmaz; O bunların hepsinden münezzeh ve müberradır.

Hayat sıfatının diğer sübûtî sıfatlara bir rüçhaniyet veya sebkati söz konusudur; zira kudret, irade ve ilim... gibi sıfatlar kat'iyen hayatsız tasavvur edilemezler; evet hayatı düşünmeden bunları mülâhazaya almak mümkün değildir. Kitab-ı Mübin pek çok yerde bu hayat-ı sermediyeye dikkati çeker ve bize "ve hüve hayyün la yemût" hakikatini hatırlatır. Ruh, bu hayatın umumî bir tecellisi, canlılık da onun aksidir. Allah, kelamında Hayy ve Muhyî ism-i şeriflerini hayatın arka plânı olarak nazara verir ve Hazreti Âdem'de bir türlü, Hazreti Mesih'te başka bir türlü, diğer bütün canlılarda daha başka bir türlü hep bu hayat-ı sermediyeye dikkatleri çeker ve hayat adesesiyle Hakk'ın temâşâ edilmesini ister. İmanla bakan herkes, hayatın çehresinde "Öldüren O, dirilten O ve ötelerde her şeyi farklı bir kalıpla yeniden hayata mazhar edecek de O'dur.! O'dur çürümüş, toza toprağa-karışmış kemikleri ecza-yı asliyesiyle farklı bir surette yeniden hayata döndürecek olan!" hakikatini okur.

2. İlim'dir:

Bilgi, bilim ve bilmek mânâlarına gelen ilim de Cenâb-ı Hakk'ın sübutî sıfatlarındandır. Vacibe, mümkine ve mümteniye taalluk etmesi itibarıyla sübutî sıfatlardan ihata alanı en geniş olan "ilim" hakikati mümkinatın da mebdeidir. Kur'ân-ı Mübin, ilmin ihata alanını hatırlatma sadedinde, "Hiç kimsenin bilmediği/bilemeyeceği gayb âleminin anahtarları O'nun nezd-i ulûhiyetindedir. O karada-denizde meydana gelen her şeyi bilir.. O'nun bilgisinin dışında bir yaprak bile kıpırdamaz.. yerin bağrında ve koyu karanlıklar içinde bir daneciğin düşmesinden bile O haberdardır. Hâsılı, yaş-kuru ne varsa hepsi O'nun nezdindeki bir Kitab-ı Mübin'de mahfuzdur."[1] şeklinde ferman eder ve "Gökte-yerde ne varsa hepsini Allah'ın bildiğini görmüyor musun? (Bilin ki) kendi aralarında fısıldaşan üç kişinin dördüncüsü O, beş kişinin altıncısı da yine O'dur. Bu sayı ister az, ister çok olsun, onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar O hep onlarla beraberdir.. ve kıyamet gününde yaptıklarını bir bir onlara bildirecektir. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir."[2] gibi beyanlarıyla bu şümul ve ihatayı gözler önüne serer; takdir ve tebcil hislerimizi harekete geçirmenin yanında aynı zamanda bizleri temkin ve teyakkuza çağırır.

Diğer sıfât-ı sübhaniye gibi Allah'ın ilim sıfatı da, melek, ins, cin ve ruhanîlerin ilmine benzemez. O'nun ilmi her şeyi muhittir ve hiçbir şey bu daire-i muhit haricinde değildir.. ve aynı zamanda bu sıfat-ı kudsiye için azalma-çoğalma, gelişme-kemale erme ve öğrenerek elde edilme söz konusu değildir. Cenâb-ı Hak bu ilm-i Zâtisiyle Kendini bildiği gibi, olmuş ve olacak, hatta olması mümteni bulunan şeyleri de bilir. Elbette ki, "Mümkinü'l-Vücud" dediğimiz olacak şeyler O öyle bildiğinden dolayı değil, "İlim maluma tabidir" fehvasınca, olacakları meydana gelecekleri şekilde bilir. Diğer bir ifade ile; ilmin vücudu hariçte malumun vücudunu gerektirmez. Hariçte bir şeyin vücudu, kudret ve iradeye bakmakta ve bu sübutî sıfatlara istinat etmektedir.

İlm-i ilâhinin taalluk alanının genişliğine delâlet eden bir diğer husus da dört bir yanda müşâhede ettiğimiz güzellik, nizam, intizam, ahenk, hikmet ve umumî maslahatlar gibi şeylerdir. Bu hususlar ilmî takdir ve plânların ürünleri ve o Alîm ü Hakîm'in de hak söyleyen şahitleridirler; O'ndan gelmişlerdir ve avaz avaz O'nu ilan etmektedirler.

Allah'ın ilmi hem ezele hem de layezale bakar. Ne var ki, O'nun her şeyi ezelde biliyor olması, bilinenlerin de ezeliyetini gerektirmez. İlim başkadır taayyün başka, berzahî ve misalî vücut ondan da başka; fizikî vücud ise bütün bütün başkadır. Allah, bu safhaların bütünü itibarıyla büyük-küçük, cüz'î-küllî, maddî-mânevî her şeyi bilmektedir ve her şeye hükmetmektedir.

3. Sem'dır:

İşitme ve duyma mânâsına gelen "sem'" de Cenâb-ı Hakk'ın sübutî sıfatlarındandır. O bu müteal sem'ıyledir ki, gizli-açık, nefsî ve lâfzî, fısıltı ve gürül gürül sesleri aynı şekilde dinler, duyar ve cevap vermek murad ettiklerini de cevapsız bırakmaz. O'na göre içten inilti ve sızlanışlarla etrafta yankılanan ah u efgân arasında fark yoktur. Keza O'nun milyonlarca sesi birden dinleyip değerlendirmesi, diğer binlercesini işitip cevap vermesine mâni değildir. Milyar ve milyarlarca varlık hangi ağızla konuşursa konuşsun, karıştırmadan hepsini işitir ve hikmeti iktiza ederse hepsini de cevaplandırır.

Kur'ân-ı Kerim ve sahih Sünnet değişik münasebetlerle Allah'ın semî ve basîr olduğunu vurgular ama, bu duymanın ve görmenin keyfiyetiyle alâkalı herhangi bir tasrihte bulunmaz ve diğer sıfât-ı sübhaniyede olduğu gibi konuyu Allah'a havale eder. Evet, Künh-ü Barî nâkâbil-i idrak olduğu gibi O'nun ilmi, sem u basarı da, bilme, duyma ve işitme açısından bizim için hep nâkâbil-i idrak kalacaktır. Biz, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir ve ağzımızla konuşuruz. Allah'ın görmesi, işitmesi ve konuşması için bu tür uzuvlara ihtiyaç yoktur.. ve O bu kabîl tecsim ve teşbih edalı her şeyden münezzeh ve müberradır.

4. Basar'dır:

Görme, müşâhede etme ve sezme demek olan "basar" da Zât-ı ilâhinin sübutî sıfatlarındandır. Allah bu sıfât-ı sübhaniyesiyle büyük-küçük, aziz-hasis, cismanî-ruhanî, arzî-semavî her şeyi görür, gözeteceklerini gözetir ve hiçbir şey O'ndan gizli kalamaz. O, aydınlık-karanlık semanın derinliklerini, arz katmanlarının en kapalı noktalarını, mikrobu-mikrop altı varlıkları, latîf canlıları ve onların en latîf yanlarını aynı şekilde görür ve gizli-açık her şeye muttali olur.

Bu sıfat-ı kudsiye Kur'ân'da aynıyla geçmese de, "Basîr" şeklinde bazen tek başına bazen de "Semî" ism-i şerifiyle beraber pek çok yerde zikredilmektedir. Ayrıca, diğer ilâhî sıfatlarda olduğu gibi "basar" sıfatının ifade edildiği yerlerde de bu sıfatın ispat edilmesinin yanında, tenzih esasına da imada bulunulmuş; bulunulmuş ve teşbihe girmeme kadar ta'tile düşmemenin de önemi hatırlatılmıştır.

İnsanda görme ve işitme hâdiselerinin oluşması pek çok esbap ve şeraite bağlanmıştır. Zât-ı ilâhîde ise ne fizyolojik ve psikolojik esbap ne de başka bir şey söz konusudur. O, belli sıfatların perdedarlığıyla zâtî olarak görür, zâtî olarak duyar ve zâtî olarak bilir. Zâtî olarak görse, duysa ve bilse de ilim ayrı, sem' ayrı, basar da ayrıdır; bunların hepsini ilim sıfât-ı sübhaniyesine irca ederek diğer mukaddes sıfatları görmezlikten gelmek apaçık bir dalâlettir. Bazı mutasavvifînin bu mülâhazayı destekliyor gibi görünen beyanları o meslekte hâlî ve zevkî bir keyfiyetin ifadesi olarak "vahdet-i vücut" anlayışından kaynaklanmaktadır. Aslında bu konuda hakem "Kitab-ı Mübin"dir ve her şey onun dediğinden ibarettir; Allah, ilmiyle Alîm, sem u basarıyla da Semî ve Basîrdir.. hepsi bu kadar.!

5. İrade'dir:

Dilemek, murad etmek, mümkin bir hususa karşı eğilim göstermek demek olan irade; Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir şeyin yaratılmasında zaman, mekân, keyfiyet ve daha değişik özellikleri -esası Mevsuf-u Mukaddes- belirleyen sübutî sıfatlardandır. Bu sıfat açısından denebilir ki, Allah, herhangi bir nesneyi veya fiili ne zaman, nerede, hangi keyfiyette dilerse o nesne ve o fiil o şekilde meydana gelir. Yarattığı her şeyde bir veya pek çok hikmeti vardır; ama, ne hikmetler ne de maslahatlar cebren O'na bir şey işletemezler. İbrahim Hakkı Hazretlerinin de dediği gibi:

"O'na bir kimse cebr ile bir iş işletemez asla

Ne kim Kendi murad ede vücuda ol gelir billâh."

İrade sıfatının yerinde bazen, aynı mânâya gelen "meşîet" kelimesinin kullanıldığı da olmuştur; Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) sabah-akşam dualarında: "Mâşâallahü kân vemâ lem yeşe' lem yekün -Allah neyi dilerse o olur, olmasını dilemediği de olmaz."[3] diyerek meşîet kelimesinin mazi ve muzari kiplerini kullanmıştır. Kelime değişikliğinin ifade ettiği farklılığı teferruat sayarak geçiyorum.

Mümkün olan herhangi bir şeyin olup olmaması, olacaksa onun zaman, mekân ve keyfiyetinin belirlenmesi zahiren irade sıfatıyla gerçekleşmektedir. Kur'ân-ı Mübin, "Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah'a aittir; O neyi dilerse onu yaratır; dilediğine kız evlât ve dilediğine de erkek evlât verir."[4], "Allah, bir kavmi cezalandırmak isteyince artık onu geriye çevirecek hiçbir kuvvet yoktur."[5], "De ki: Allah size bir felaket murad ederse artık buna karşı sizi korumak kimin haddine! Ve aksine eğer, O size rahmet dilerse, gayri bunu kim engelleyebilir ki?"[6], "Allah, bir şeyi dilediğinde o hususta emri sadece "Ol" deyivermektir; "Ol" dediği şey hemen oluverir."[7], "De ki: Eğer Allah sizin hakkınızda bir zarar veya fayda murad ederse, bu konuda kim neye malik olabilir ki?"[8], "De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çeker alırsın; dilediğini aziz, dilediğini de zelil kılarsın, bütün hayır Senin elindedir ve Sen her şeye kadîrsin."[9]... gibi pek çok âyât-ı beyyinatıyla irade sıfatına vurguda bulunur ve onun o genişlerden geniş alanını hatırlatır.

Allah'ın bir tekvînî emirlerle alâkalı kevnî meşîeti bir de teşriî hususlarla alâkalı teşriî iradesi vardır. Bu hususu, irade-i sübhaniyenin her iki alana farklı taalluku şeklinde anlamak daha uygundur. Tekvinî irade veya meşîet, bütün varlık ve eşyanın zaman, mekân ve belli keyfiyette yaratılmalarında belirleyici bir sıfât-ı sübhaniyedir. Daha önce de geçtiği gibi, Cenâb-ı Hak, istediği zaman, dilediği yerde ve murad buyurduğu şekilde bir şeye "Ol" deyiverince o da hemen oluverir; olmasını istemediği de, isteyeceği âna kadar ademde kalır. Kur'ân-ı Kerim'de çokça tekerrür eden " كُنْ فَيَكُونُ -Kün feyekûn" âdeta bir hakikatin şifresi gibidir.

Şer'î emirlerde ise, sınır ve çerçevesi mahdut olsa da her zaman insan iradesi söz konusudur. Allah, imanı, İslâm'ı, ihsanı emreder ve insana hakikî insan olma ufkunu gösterir, kul da o istikamette eğilim ve isteklerini ortaya koyarsa gerisi O'na kalmıştır; dilerse o şeyleri yaratır ve kulunu o ufkun insanı hâline getirir ve dilerse hikmetini başka şekilde izhar buyurur.

Tekvinî irade, insan idrakini aşkın değişik mânâ ve maslahatlarla, bazen hayrın yanında şer gibi görünen şeyleri, tâatin yanında -mesuliyeti sebebiyet verene ait- şerleri, faydalı olanla beraber zararlı bulunanı da dilemesine karşılık, teşriî iradede hep hayır, tâat, güzellik ve hüsn ü akıbet söz konusudur. İnsandaki irade de, meyelan veya meyelandaki tasarruf unvanıyla, Zât-ı İlâhîye ait irade sıfatının bir gölgesi, bir aksi ve Allah tarafından insana bahşedilmiş potansiyel bir tercih yeteneğidir. Maturidî telâkkisine göre küllî irade işte bu yetenektir; cüz'î irade ise, herhangi bir hâdiseyi gerçekleştirme istikametinde ortaya konan meyil ve azimdir. Eş'arîlere gelince, onlar, Allah'ın iradesine "küllî", kulun meyelanına da "cüz'î" demeyi tercih etmişlerdir. Şimdilik fürûat sayılan bu konuyu da geçiyorum.

6. Kudret'tir:

Güç, tâkat, iktidar demek olan kudret, Allah'ın her şeye gücünün yetmesi mânâsına sübûtî bir sıfattır. Zât-ı Ulûhiyet hakkında kudretin zıddı sayılan acizlik ve yetersizlik gibi hususların düşünülmesi dalâlettir. O'nun kudretinin yetmediği/yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. Serâdan Süreyyâ'ya her şey o kudret-i kâhire ile meydana gelmiştir/gelmektedir. Arz-sema o kudretle meydana gelmiş, büyük-küçük her nesne onunla varlığa ermiş ve onunla hâlden hâle geçmekte, başkalaşmakta, mükemmelleşmekte ve bitip tükenme bilmeyen bir serüven yaşamaktadır. "Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah'a aittir.. ve Allah her şeye kadîrdir."[10], "Kıyametin meydana gelmesi bir göz açıp kapama süresinde veya daha kısa bir anda gerçekleşiverecektir; şüphesiz Allah her şeye kadîrdir."[11], "Allah hakkın ta kendisidir; ölüleri diriltecek de işte O'dur ve O her şeye kadîr olandır."[12], "Allah öldükten sonra dirilmeyi gerçekleştirecektir; zira O her şeye kadîrdir."[13], "Mülk elinde olan Allah mukaddes ve mütealdir ve O her şeye kadîrdir."[14], "Ne göklerde ne de yerde Allah'ı aciz bırakacak ve icraatını engelleyecek hiçbir kudret yoktur. O Alîmdir ve her şeye gücü yeten bir kadîrdir."[15]... gibi yüzlerce âyet O'nun nâmütenâhî kudretini hatırlatmakta ve bizi O Kaviyy ü Metîn, O Kâdir ü Muktedir'e teveccühe çağırmaktadır.

Sünnî mezhepler arasında kudretin taalluk keyfiyetiyle alâkalı bir kısım küçük, farklı mülâhazalar söz konusu olsa da, bütün Ehl-i Sünnet uleması O'nun ezelî, kadîm, sübûtî sıfatlardan biri olduğunda ittifak içindedirler.

7. Kelam'dır:

Konuşma, söyleme, bir şey anlatma anlamındaki "kelam" da Allah'ın kemal ifade eden sübûtî sıfatlarındandır. Bütün teşriî emirler, vahiy ve peygamber ilhamı türünden değişik tecellî dalga boyundaki bilumum emir ve istekler keyfiyetler üstü keyfiyetiyle hep o kelam sıfatından gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim, "İşte şu peygamberler.. Biz onların kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan bazılarıyla konuştu; bazısını da derece derece yükseltti."[16], "Allah bir insanla sadece vahiy yoluyla konuşur veya ona perde arkasından hitap eder ya da ona izni çerçevesinde vahiyde bulunacak bir melek gönderir."[17], "Sana anlatmadığımız daha nice elçiler gönderdik.. ve Allah Hazreti Musa'ya hitap edip onunla konuştu."[18]... gibi pek çok âyetiyle kelam sıfatını sarâhaten, işareten ve zımnen nazara vermenin yanında; "Kuluna istediği şeyi vahyetti ha vahyetti."[19], "Hazreti Nuh'a ve ondan sonraki nebilere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.. keza İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, onun ahfadına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahiyde bulunduk.. Davud'a da Zebur'u verdik."[20], "Sana Arapça bir Kur'ân vahyettik ki ümmü'l-kura olan Mekke ve etrafını inzar edip uyarasın."[21]... gibi beyanlarıyla da vahiy şeklinde tecellî eden kelam-ı ilâhinin bütün enbiya-yı izam için aynı olduğu hakikatini hatırlatmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim, o kelam-ı ilâhînin, çağ, nebi ve ümmet çizgisinde bir tecellî ve tezahürüdür. Her ümmete o Kelam-ı Rabbaninin bir tezahürü olmuştur; bu tecellînin arkasındaki sıfat ezelî olduğu gibi mesaj da ezelîdir ve mahlûk değildir. Ehl-i Sünnet ulemasınca bu ezeliyet "kelam-ı nefsî" itibarıyladır; bizim kıraatlerimizdeki harf ve kelimeleriyle, kitaplardaki yazılarıyla değil. Böylesi kelama, "kelam-ı lâfzî" denmiş ve mahlûk sayılmıştır.

Kelam sıfatından gelmiş ve bugüne kadar geldiği gibi kalmış bir kitap varsa o da Kur'ân-ı Kerim'dir. O, indiği günden itibaren Allah'ın sıyanet ve hıfzı, vefalı müntesiplerinin de samimî gayretleri sayesinde tek harfi değişmeden hep olduğu gibi kalmıştır. Muhteva zenginliği, her çağda yeni nazil olmuş gibi kendini yepyeni hissettirmesi, kalbî, ruhî, hissî, fikrî ve iktisadî, idarî, siyasî bütün problemleri çözmedeki gücü ve gınası onun vazgeçilmezliğinin ayrı bir teminatı olmuştur. Bundan dolayı da "Kelamullah" dendiğinde bir mânâda sadece o hatırlanmıştır.

8. Tekvîn'dir:

Var etmek, varlığa erdirmek, yok olanı yeniden inşa ve ihya etmek demek olan tekvîn, Cenâb-ı Hakk'ın sübûtî-meânî sıfatlarından olarak, Maturidîlerce bu sekiz sıfattan biri kabul edilmiştir. İzafî değil, hakikîdir.

Allah her şeyin yaratıcısıdır; tekvîn sıfât-ı sübhaniyesi de bu yaratmanın arkasındaki sıfat-ı kudsiyedir. "Hâliku's-semavati ve'l-ard" unvanıyla Kendini tanıtan yüce Yaratıcı, yarattığı/yaratacağı her şeyi, her nesneyi o muhît ilmi, bu şeylerin nerede, ne zaman ve nasıl olacaklarını belirlemeye bakan küllî ve şâmil iradesi ve murad buyurduğu her şeye yeten kâhir kudretiyle hazırlar ve tekvîn perdedarlığına bağlar.. ve tekvîn görünür her şeyin bu son perdesinde. Gerçi topyekün kâinat ve içindekiler, canlı-cansız değişik buutlardaki farklı mahiyet, farklı desen ve farklı stildeki her nesne O'nun yaratması, O'nun icadı ve O'nun ihdâsıyladır. Ancak bu icraat-ı ilâhiyeye sıfât-ı sübhaniye bir hicap ve tekvîn de kudret ve iradeye ayrı bir nikaptır. Mümkinatta her şey, geniş bir ilmî plân ve programla ortaya konur, irade tercihe bakar, kudret o makdûrun olabilirliğini işaretler, tekvîn de kendi mânevî tezgahında o makdûru inşa eder, işler, münasip şekilde örgüler ve Şahid-i Ezelî'nin nazar-ı şuhûduna sunar.

Tekvîn, Maturidîler nazarında müstakil, ezelî, hakikî sübûtî sıfatlardandır. Eş'ariler bu konuda biraz farklı düşünürler; onlara göre bu sıfat hakikî değil izafî ve itibarîdir. Zira, bir makdur, kudret ve irade ile var ediliyorsa, artık tekvîne ne gerek var? Onların bu farklı mütalâaları, tekvîne bağlı diğer fiilî sıfatlar için de geçerlidir. Eş'ariler onlara da sonradan olmuş (hâdis) nazarıyla bakar ve her şeyi kudret ve irade ile açıklarlar.. işin doğrusunu Allah bilir.


[1] En'âm sûresi, 6/59
[2] Mücâdile sûresi, 58/7
[3] Ebû Davud???
[4] Şûrâ sûresi, 42/49
[5] Ra'd sûresi, 13/11
[6] Ahzab sûresi, 33/17
[7] Yasin sûresi, 36/82
[8] Fetih sûresi, 48/11
[9] Âl-i İmran sûresi, 3/26
[10] Âl-i İmran sûresi, 3/189
[11] Nahl sûresi, 16/77
[12] Hac sûresi, 22/6
[13] Ankebut sûresi, 29/20
[14] Mülk sûresi, 67/1
[15] Fâtır sûresi, 35/44
[16] Bakara sûresi, 2/253
[17] Şûrâ sûresi, 42/51
[18] Nisa sûresi, 4/164
[19] Necm sûresi, 53/10
[20] Nisa sûresi, 4/163
[21] Şûrâ sûresi, 42/7

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.