Bir Uzun Seyahati Noktalarken (3)

Bizler, Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde bugüne kadar duyulmuş, yaşanmış, söylenmiş ve desen desen kitap sahifelerine işlenmiş o zevk ve hâl dantelalarının, o vecd ü heyecan çağlayanlarının ve o söz ve mânâ cevherlerinin mahdut bir kısmını, çok defa onların cereyan atmosferinden bir hayli aşağılara indirerek –buna onların gerçek seviyelerine kıyma da denebilir– kendimize benzettik. Bazen de onları kendi ufuklarında uzaktan uzağa süzerek kalbî ve rûhî reseptörlerin algılama çerçevelerine göre değerlendirmeye çalıştık ve her zaman işin hakikatini her şeyi en iyi bilen 'Allâmü'l-Guyûb'a havale ettik. Söylenenler birer hâl ve zevkti; hakikatleri müşâhede ve ihsaslara emanetti; onları aynıyla duymayan, gerçek derinlikleriyle bilemezdi. Zira söz ve satırlardakiler sadırlardan aksedenlerin sadece birer gölgesiydi; evet, asıl başka zıll başkadır. Hâl başka, zevk başka ve bunları ifade ise daha başkadır: Hayâ, çizgi çizgi insanın bütün davranışlarında tüllenir durur da, biz onu ancak uzaktan bir kısım izlerle takip edebiliriz. İhlâs, amelin ruhu ve bazı Hak dostlarının ifadesiyle, taat kuşunun kanadıdır ama o kanadı bazı erbâb-ı firaset sezse de hakikatini sadece ve sadece Allah bilir. Zevk, şevk ve itminanın, iman, islâm ve ihsan ufkunun meyveleri olduğunu herkes bilse de onlarda ne türlü derinlikler bulunduğunu ancak cismaniyetini aşmış erbâb-ı riyazet anlar. Bulduğunda sevinmemek, yitirdiğinde tasalanmamak, medhedildiğinde üzerine almamak, hatta bundan rahatsızlık duymak, zemmedildiğinde de gocunmamak; günahlardan, yılandan-çıyandan uzak durulduğu gibi uzak durmak, ibadet ü tâati Hakk'a vuslat neşvesiyle yerine getirmek bir ubûdiyet ve ubûdettir ama bunu da ekmeliyet ve etemmiyet tâlibi olmayanlar anlamaz ki!.

Havf u haşyet, hudû u rehbet belli bir yakîn mertebesini ihraz edenlerin ve Allah'ı hakkıyla bilenlerin hâlidir. Bilgi ve mârifet özürlüler bunlardan çok fazla bir şey anlamasalar da, yakîn kahramanları onların ne demek olduğunu bilir; her an bunlardan biriyle veya birkaçıyla değişik râşeler yaşar ve tavırlarıyla huzurda bulunuyor olmanın hakkını eda ederler. Her şeyi Hakk'a bağlama, O'na güvenip O'na dayanma, bu da yine kâmil imana Allah'ın özel bir utûfetidir. Hakk'ın takdirlerini kemal-i teslimiyet ve rıza ile karşılamayan/karşılayamayan ve sa'y ü gayretini ilâhî meşîete birer çağrı mesabesinde görmeyen/göremeyen, sürekli kaderi taşlar durur, hep şunu-bunu suçlar da bir türlü kendiyle yüzleşmeye yanaşmaz. İçini iman, mârifet ve muhabbet peteği hâline getirememiş biri, sevgiyi bilmez, onun için gözyaşının ne mânâya geldiğini de anlayamaz; bütün bir ömür boyu his ve heyecan yorgunu olarak yaşar da bir kerecik olsun tenha koylarda içini Allah'a dökme ve âh edip ağlamadaki ledünnî zevki duyamaz. Gerçi bazen böylesi ham ruhların da ağladığı olur ama bu da oyuncağı elinden alınmış çocukların hırıltılarına benzer bir ağlamadır. Ağlama, ruh safvetinin, gönül rikkatinin sesi-soluğu ve aşkın iniltileridir. O seslerle letâif harekete geçer, gönül yamaçları yeşerir, insanın his dünyasında baharlar çağlamaya başlar. Ne hoş söyler Hazreti Mevlânâ:

'Bulutlar ağlamazsa çimenler gülmez.. çocuk ağlamazsa süt cûşa gelmez.. ve bilmelisin ki dâyeler dâyesi ağıt olmayınca süt vermez.' Bu mülâhazayı teyit sadedinde Hak dostları, 'Bugün ağlamayanlar, yarın 'âh u vâh' etmeden kurtulamazlar.' demişlerdir ki, bu da, 'Allahım, ağlamayan gözden Sana sığınırım.' beyanı çizgisinde îrad edilmiş güzel bir söz sayılır.

Ne var ki, inanmayan birinde hakikî irfandan söz edilemez; irfansız bir sinede ilâhî heyecan olmaz; böyle bir heyecandan mahrum ruhlarda da aşk u iştiyak, mehâfet ve mehâbet gözyaşları bulunmaz. Mehâfet ve mehâbet duygusunun arkasındaki en önemli sâik, Allah'a karşı saygılı olup, O'nun himayesine sığınma da diyeceğimiz 'takva'dır. Biraz açacak olursak; takva, teşriî emirlerde O'nu dinleyip O'na itaat etmek ve nazarî imanını ibadet ve ubûdiyetle derinleştirmekten; tekvînî evâmir âleminde de dolaşıp her şeyde, her hâdisede O'nu bilmeye, O'nu duymaya, O'nu okumaya, sürekli yakînini artırma peşinde bulunmaya, her zaman farklı bir kurbet yoluyla O'na yürümeye ve hayatını O'nun maiyyetiyle daha derince hissetmeye çalışmaktan ibarettir.

Takva, bütün buutlarıyla Hak sevgisi ve Hak rızasına uzanan emin bir şehrah ve Zât-ı Ulûhiyet nezdinde de gerçek insan olmanın en birinci esasıdır. Evet o, bir mânâda kurbet yolunun başı, vuslat ufkunun bileti ve senedi, ötelerin zâd ü zahîresi, âb-ı hayatı, Cehennem'den kurtulup Cennet'e yürümenin de beratıdır. Onu elde eden ve derinleştirerek hayatının bir buudu hâline getiren, öteleri peyleyebilecek en kıymetli hazineye mâlik olmuş sayılır. Takva iniltileriyle çalınan her kapı bugün olmasa da yarın mutlaka açılır ve takva hissi ile çarpan sinelerin yollarına öteden nurlar saçılır. Düşünün ki, Allah, Kur'ân-ı Mübîn'inde doğru yola (hidayet) ermeyi ona bağlamış ve öbür âlemdeki kurtuluşu da onun yedeğine vermiştir. Bir hak dostu bu hususu şöyle seslendirir:

'Hak Teâlâ eder takva ehlidir ulunuz
Müttakînin makamı Cennet, içtiği kevser olur.'

Biz takvayı, Hak nezdindeki yeri ve vaad ettikleriyle kavradığımızı söyleyemeyiz, söyleyemedik de; ihtimal onu semavî ufkundan çekip indirdik ve kendi idrak seviyemize göre belli ifade ve belli tariflerin darlığıyla sunduk.. ve kim bilir takva gibi daha nice hakikatleri kendi idrak darlığımıza bağlayarak semavî hakaiki sönük birer arzî mazmun hâline getirdik... eğer takva –bazılarının dediği gibi– ruhu kirletecek her şeyden uzak durma, Hak rızası söz konusu olmayan konularda dudak açmama, kelâm-ı nefsî ile dahi olsa Hak muradına muhalif tasavvur ve tahayyüllere dalmama, sürekli O'nun hoşnutluğunu arama ve hayatını yalnız O'nu görüp, O'nu duyup O'nun maiyyetine erme mülâhazasıyla yaşama, dahası kendini bütün bütün aradan çıkararak her zaman 'Hû' deyip O'nunla nefes alıp vermeden ibaret ise, –buna 'a'zamî takva' demek de mümkündür– ki öyledir, O'nu kâmet-i kıymetine göre ifade etme, bizi de bizim idrak ufkumuzu da aşar. O'nu bu seviyede duyup yaşayanlar:

'Dîdemin envârı 'Hû'dur, aklımın fermanı Hû,
Dilimin ezkârı Hû'dur, nâlemin efganı Hû.
Gönlümün seyrânı Hû'dur, cânımın cânânı Hû.

...........................

Savmı Hû'dur, îdi Hû'dur, zühd ile takvası Hû.
Vaslı Hû'dur, faslı Hû'dur, derdine dermanı Hû.' (Abdiyâ)

der, dolaşır ve âdeta bildiğimiz buudlar ötesi derinliklerde yaşarlar. Bize gelince, ihtimal biz onları ancak kendi idrak ufkumuza indirerek ve kendi ruh atlasımızda bir yere koyarak hecelemeye çalışırız.

Hele, her zaman O'nun murâkabesiyle oturup kalkmak, hayatı sürekli O'nun tarafından görülüyor olma mülâhazasına bağlı yaşamak, daima akla, gözlere ve hâsselere kapalı hakaiki avlama peşinde bulunmak... gibi ihsan ve ihsan ötesi bir kısım ahvâl var ki, bizim gibiler o konularda ya susar işin erbâbını dinler veya konuşur sadece tahminlerini seslendirirler.

Bu ufka erenler, başkalarına kapalı pek çok hakaiki müşâhede eder, gayb hazinelerinden çevrelerine ne cevherler ne cevherler saçar ve basiretlerine armağan edilen vâridâtlarla arkalarındakilerine gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ne enfes şeyler sunarlar. Böyle bir vecd ü istiğrak eri, köpürüp dışa vuran duygularını şöyle seslendirir:

'Yine arz eyledi dilber yüzün kasr-ı celâlîden,
Yine nâlende şeydayım şarâb-ı lâyezâlîden;
Yine keşf-i hicab etti gözüm gönlüm cehaletten
Gerû câna nida geldi nida-i zütteâlîden.' (Yazıcızâde)

Biz bu rengârenk atlasta, bazen erbâbından görüp duyduklarımızı, bazen bir kısım kitap ve risalelere emanet açık-kapalı beyanlarda mütalâa ettiklerimizi, bazen bir kısım ortamlar itibarıyla artık ahvâl-i âdiye hâline gelmiş hâdiselerin çehresinde okuduklarımızı; bazen de yaşanmış, söylenmiş, menkıbelere mevzu hâline gelmiş yolu-yöntemi, yoldakilerden akseden uhrevîlikleri resmetmeye ve bu nuranî yolcuların yol erkânı ve zâdı-zahîresi adına bir şeyler söylemeye çalıştık…

Her konuda söylenen sözlerin, duyulan ve sezilen hakikatlerin Kitap ve Sünnet çerçevesinde yorumlandıklarını söylemek büyük bir iddia olur; ancak, her mülâhaza ve yaklaşımın temel kaynaklara göre tevilinde fevkalâde hassas davranıldığını da söylemeden edemeyeceğim. Buna çok defa, mesavî-i efkârım saydığım o siyah satırlar üzerine akıttığım gözyaşları şahittir. Nice defa, hakaik-i âliye ile alâkalı bir konuda onun 'mahiyet-i nefsü'l-emriyesi'ne uygun düşmediği mülâhazasıyla tir tir titremiş ve bu işten vazgeçmeye karar vermişimdir. Zevk ve hâle mağlup kimselerin müteşabih beyanlarına mâkul ve şer'î birer mahmil bulma mevzuunda, dinin Hak nezdindeki yerini ve hâl ehlinin de bu işin canlı temsilcileri olmaları gerçeğini görüp-gözetmede zorlandığımı itiraf etmeliyim. Hakikatin ve Hakikatler Hakikati'nin müteâl mevkiine ve Hak dostlarının yer ve konumlarına saygılı olmaya çalışırken, yine de, her şeyin nezd-i ulûhiyetteki mahiyet-i nefsü'l-emriyesine uygun düşmemiş olabileceği endişesiyle sürekli ürpertiler yaşadım.

Yazıp çizdiklerimin hepsinin doğru olduğunu iddia edemem. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. Eğer yazılıp yapılanlar hakikatin ifadesi ise ve Hak rızası istikametinde gerçekleşmişse bütün bunlar O'ndandır; şayet, sevap mülâhazasıyla dahi olsa, yapılan şeylerde hataya düşülmüşse ve rıza-yı ilâhî gözetilmemişse o da bendendir.[1] Cibillî mazeret ve sütresiyle Rabbime teveccüh ediyor ve benden evvelkilere açtığı tevbe ve inâbe kapısını bana da açmasını diliyorum.


[1] 'Her âdemoğlu hata yapar. Hata edenlerin en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.' (Tirmizî, Kıyamet, 49; İbn Mâce, Zühd, 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/198)

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.