Tetimme (Hakikat-i Muhammediye)

Hakikat-i Ahmediye terkibindeki aynı mülâhazalar –Ahmed, Muhammed ism-i şeriflerindeki farklılık mahfuz– burada da söz konusudur. Terkibin ifade ettiği mazmuna gelince, orada ciddî farklılıkların bulunduğu da bir gerçektir. Bir kere Hakikat-i Ahmediye'de (aleyhi ekmelüttehâyâ) mebdee işaret asıl, müntehâya îmâ tâli; Hakikat-i Muhammediye'de (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) ise, mebde itibarıyla o Nur-u Hak bir hakikat-i meknûze ve müntehâ açısından da bir şecere-i meymûne-i mübarekedir.. evet, ilk taayyünde O, bir çekirdek ve deryaları bağrında barındıran damla görünümlü bir umman, kâinatlar kitabını yazmaya yetecek bir kalem-i a'lâ mürekkebi ve bütün basiretlere ziya kaynağı bir nur-u a'zamdır.

Bu itibarladır ki, değişik hakikatleri mahiyet-i nefsü'l-emriyelerine uygun olarak görme, bilme ve değerlendirme adına Hakikat-i Muhammediye'nin doğru bilinip anlaşılması çok önemli kabul edilegelmiştir. Zira O, bütün hakâikın –bazıları itibarıyla hakikî, bazıları açısından da izafî olarak– keşşâfı, nûrânî ibresi, kıblenümâ gibi bir hakikatnümâsı ve ehadiyet hakikatinin yanıltmayan ziyasıdır.

Ehlullah, hakikati üç nevi olarak ele almış ve o çerçevede tahlil edegelmişlerdir: Bunlardan birincisi, hakikat-i mutlaka-yı fa'âle-yi vâhidedir ki, bu bizâtihî Vücûd-u Vâcib demektir. Ona aynı zamanda Zât-ı Baht, Hazreti Vücud da diyebiliriz. İkincisi, hakikat-i mukayyede-i sâfiledir ki, o da feyiz ve tecellî yoluyla âlem-i vâhidiyet ü ehadiyetten gelen füyûzâtla vücûd-u âriye ihraz etmiş bulunan, gördüğümüz-göremediğimiz bütün âlem/âlemler hakikatidir. Üçüncüsü ise, o öyle bir levha-yı câmiadır ki, mutlak ile mukayyedin hem tecellî hem de zuhûrunun birleşik noktası olma gibi hususiyetiyle fiil ü infiâl arasını, tesir ile teessür münasebetini iç içe aksettiren bir hakikat-i ulyâdır. Bu yüce hakikatin muhtelif mir'âtlara aksi, ruh ve vicdanda duyulup hissedilmesi, bir yönüyle mutlak diğer yönüyle de mukayyettir.. ve âdeta bu hakikatin deseninde, hem mülk âlemine ait hem melekût eb'âdıyla alâkalı hem de eb'âda sığmayan, fizik ve melekût ötesi buudlara bakan bir kısım çizgi ve emarelerin bulunduğu söz konusu gibidir. Herhalde işârî anlamda "Ben onların gören gözleri, işiten kulakları, tutan elleri... olurum." beyanı, bu ıtlak içindeki takyîdi aksettirmektedir.

Hakikat-i Muhammediye; kendi ufku itibarıyla hakikî insan-ı kâmil olan Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi elfü tahiyyat) Efendimiz; akl-ı küll, nur-u evvel ve kalem-i evvel olmaları açısından da bütün enbiya u mürselîn, evliyâ u asfiya u mukarrabîn hazerâtının serkârıdır. Hakikat-i ilâhiye, –min gayri keyfin ve idrâkin– bütün nurların, ziyaların biricik mercii, bütün kevn ü mekânların ve daha ötelerin nuru; Hakikat-i Muhammediye ise ışığını ondan alan nuranî bir ma'kes, hususî bir meclâ ve samedânî bir âyine-i şulefeşândır.

Her şeyden evvel O, mebde'de taayyün-ü evvelin bînazîr bir ferd-i ferîdi, hilkatin mâye-i aslîsi ve kalem-i a'lânın da bir lisân-ı fasîhidir. Bu itibarladır ki, bazı ehlullah O'na "zât maa't-taayyün" nazarıyla bakmışlardır, yani Zât-ı Bârî, bütün hakâikı o câmi ve nurefşân aynada göstererek O'nu lâtaayyüne bî kem u keyf ve nâkabil-i idrak bir mir'ât edinmiştir. Süleyman Çelebi bu hakikati dar bir çerçevede şöyle ifade eder:

"Zâtıma mir'ât edindim zâtını,
Bile yazdım adım ile adını"

İşte bu mülâhazalar muvâcehesindendir ki O'na, esmâ-yı ilâhiyenin nokta-yı mihrâkiyesi, sıfât-ı sübhaniyenin "kavl-i şârihi" nazarıyla bakılmış; ism-i a'zam ve her ismin tecellî-i a'zamının cilve-i etemmi denmiştir. Biz buna, Zât-ı Hak onu kemâlâtına ayna kılıp, sonra o Zât-ı Bînazir'in mâhiyet-i maddiye, mâhiyet-i mâneviye ve mâneviye ötesi mâneviyesiyle bî kem u keyf Hakikatü'l-Hakâik'ı göstermek istemiştir diyebiliriz. O'nun bu engin hususiyetlerinden ötürüdür ki O'na, "nuru'z-Zât", "âyine-i Hak" ve bütün esmâ ve sıfât-ı sübhâniye hazinelerinin keşşâfı unvanı verilmiştir. Vücûd-u mânevî ve ruhanîleri itibarıyla Hazreti Ahmed (aleyhissalatü vesselâmu mil'e'l-ard ve's-semâvât) ve vücûd-u hâricîleri açısından da Muhammed (aleyhi ekmelüssalâtü vetteslimât) unvân-ı zîşânıyla müşâr, -Bediüzzaman ifadesiyle- o ferîd-i kevn ü mekân ve bihakkın hâtem-i dîvan-ı nübüvvet olan Zât'ın mahlûkat beyninde asla şebîhi, misli, meseli yoktur; olamaz da, zira O, rûhânî taayyünüyle akl-ı evvel olarak "ebû külli şey", Hazreti Âdem ise "ebu'l-beşer" unvanıyla yâd edilmiştir. اَلْوَلَدُ سِرُّ أَبِيهِ fehvâsınca, benî Âdem fizyolojik, anatomik ve psikolojik olarak Hazreti Âdem Nebi'nin hususiyetlerini taşıyıp aksettirdiği gibi; Ruh-u Seyyidi'l-Enâm olan Hazreti Ahmed ü Mahmûd u Muhammed Mustafa (aleyhi milyon milyon essalâtü vesselâm) da, bütün kâinatlar çapındaki ziyası, nuru, vicdan vüs'ati, sonra da bilme ve değerlendirme ufkuyla kıblenümâ gibi bir hakikatnümâ ve yanıltmayan bir pîşuvâdır. Evet, zâhir u bâtında esmâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi mâhiyet-i nefsü'l-emriyelerine uygun en net şekilde duyan, duyuran O'dur.. O'dur bâtın dediğimiz hakikatin en doğru tercümanı ve O'dur zâhir denen sırr-ı a'zamın nuranî miftahı. Aslında, nübüvvet, risalet ve vilâyet gibi ikinci, üçüncü mertebelerdeki bütün taayyünat o mübarek çekirdekten neş'et etmiş birer semeredir. Bu itibarla da Efendimiz bütün vücud âlemlerinin aslı ve esası mesabesindedir.. evet O, akl-ı evvel mertebesinde Hakikat-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) unvanıyla bil-kuvve ve bil-istidat bir nebi; nefs-i külliye faslında bittaayyün mele-i a'lâda imam-ı mutlak ve mukaddemlerin mukaddemidir. İmam Busirî o fezâil âbidesi adına, deryadan bir damla mahiyetinde şunları söyler:

وَكُلُّ آيٍ أَتَى الرُّسُلُ الْكِرَامُ بِهَا فَإِنَّمَا اتَّصَلَتْ مِنْ نُورِهِ بِهِمِ
فَمَبْلَغُ الْعِلْمِ فِيهِ أَنَّهُ بَشَرٌ وَأَنَّهُ خَيْرُ خَلْقِ اللّٰهِ كُلِّهِمِ

"Bütün peygamberlerin getirip neşrettikleri ziyâ, o Zât-ı zîşânın nûrunun onlara ittisali sebebiyledir. O'nun hakkında ilmin diyeceği son söz: O bir beşerdir, ama bütün halkın mümtâzı bir hayru'l-beşerdir."

Bu hususta bir hoş söz de sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmî söyler:

اگر نامِ محمد را نَياوردي شَفيع آنْ دَم نَه آدم يافتي توبه ، نه نوح اَزْ غرق ﴿نَجَّيْنَا﴾
نه ايوب از بلا راحت ، نه يوسف حُرمت و حَشمت نه عيسى را مسيح آمد ، نه موسى را يَد بَيضا
دُو چَشم نَرگسينش را که ﴿مَا زَاغَ الْبَصَرُ﴾ خَوانَند دُو زُلف عَنْبَرينش را که ﴿وَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَى﴾

"Eğer Hazreti Muhammed'in adını şefaatçi yapmasaydı ne Âdem tevbe edebilirdi, ne Nuh gark olmadan kurtulurdu; ne Eyyûb belâdan rahat bulurdu, ne Yusuf hürmet ü haşmete ererdi; ne İsa'ya Mesih denilirdi, ne de Musa'ya yed-i beyzâ verilirdi. O'nun iki nergiz gözünde biz (her zaman) مَا زَاغَ الْبَصَرُ okuruz. O'nun anber kokulu iki zülfü kiوَاللَّيْلِ إِذَا يَغْشَىhakikatinin remzi olmuştur."

O şeref-i nev'-i insan, bütün bu mazhariyetleri hâiz konumunu ifade sadedinde:

كُنْتُ نَبِيًّا وَآدَمُ بَيْنَ الْمَاءِ وَالطِّينِ"Âdem nebi su ile balçık arasında iken ben peygamberdim." buyurur ki, mahz-ı hakikattir.. hatta nüve-yi kevn ü mekân olması itibarıyla o bundan daha kıdemlidir. Böyle bir kıdemi İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri bir ilâhisiyle ne hoş seslendirir:

"Nûr-u Hak'tır yâ Resulallah vücûdun serteser,
Suretâ gerçi görünen suret-i nev'-i beşer.
Etmeseydin bostân-ı âleme Sen vaz'-ı kadem,
Müntehâ kaddin hakkıyçün bitmez idi bir şecer.

............

Âb-ı rahmetle yudu Mevlâ Senin toprağın,
Eyledi cism-i hamîrin mâye-i küll-i hüner"

İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin de bu konuda diyecekleri vardır. Hakikat-i Muhammediye ve Hakikat-i Ahmediye'ye (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) temas sadedinde Hazret şunları söyler: Efendimiz, Allah tarafından iki isimle isimlendirilmiştir. Bunların ikisi de Kur'ân beyânına dayanmaktadır. Bir âyette Allah (celle celâluhu) مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ"Muhammed (aleyhisselâm) Allah'ın resûl-i zîşânıdır." (Fetih sûresi, 48/29); diğer bir ayette de, وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ"Benden sonra ismi Ahmed bir rasulü de müjdelemek için gönderildim." (Saf sûresi, 61/6) buyurur ki, bu da o mâye ve nüvenin evvellerden evvel olduğu hususiyetini işaretler. Ayrıca bu isimlerden her biri, o Zât-ı Zîşân'a ait ayrı bir vilâyete nâzırdır. Vilâyet-i Muhammediye mahbûbiyetten neş'et etmiştir ama aynı zamanda O'nun özünde muhibbiyet hakikati de mündemiçtir. Vilâyet-i Ahmediye'ye gelince o, makam itibarıyla mahbûbiyete bakmaktadır. Bu itibarla da denebilir ki, birinci durumdaki o yüce mazhariyet/mazhariyetler, O'nun ileride, ekstra eltâf-ı ilâhiye yanında iradesinin hakkını da vermesine bir iltifât-ı fevkalâde ve bir ilâhî avans mâhiyetindedir. İkinci hususta ise o iltifat daha ziyade Cenab-ı Hakk'ın fazlî bir surette O'na teveccüh-ü hâssıdır ve ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ"Bu, Allah'ın ekstra ve fevkalâdeden bir fazl u ihsânıdır ve Hak onu dilediğine verir." beyân-ı sübhanisiyle burada sözün bittiği vurgulanır ve bütün tevil ü tefsir yolları kapatılır.

Burada meseleyi daha fazla ileriye götürmeden, bize mâverâ-i tabiatımızın teşne bulunduğu soluklarla Hakikat-i Ahmediye ve Muhammediye'yi (aleyhi ekmelüttehâyâ) dillendiren Şeyh Gâlib'in o enfes mısralarıyla son noktayı koymak istiyorum:

Sultân-ı rusül, şâh-ı mümeccedsin Efendim,
Bîçârelere devlet-i sermedsin Efendim,
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin Efendim,
Menşûr-u "le'amrük"le müeyyedsin Efendim;
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin Efendim,
Hak'tan bize sultan-ı müebbedsin Efendim.

Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda,
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda,
Gülbang-ı kudûmun çekilir Arş-ı Hudâ'da,
Esmâ-i şerîfen anılır arz u semâda;
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin Efendim,
Hak'tan bize sultân-ı müeyyedsin / müebbedsin Efendim.

اَللّٰهُمَّ عِنَايَتَكَ وَرِعَايَتَكَ وَحِفْظَكَ وَشَفَاعَةَ نَبِيِّكَ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ
وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.