Tekmile (Taayyün-ü Sânî, A'yân-ı Sâniye)

Taayyün; sözlük itibarıyla, meydana çıkma, belirme, belirginleşme, âşikâr olma; bir diğer ifade ile itibar kazanma, parmakla gösterilme mânâlarına gelmektedir. Tasavvuf ıstılahında ise -icmâlî bir bakışla- her şeyi muhît olan ilm-i ilâhî çerçevesinde, izn-i rabbânî ile ufku böyle bir mazhariyete açık erbâb-ı basirete bi'l-imkân münkeşif olan hakaik-i eşya ve ilmî plan dairesindeki sâbit hakikatlerin taayyün ve tebellür etmesinden ibaret görülmüştür.

Sofîlere göre, Hakikatü'l-Hakaik, Vücûd-u Vâcib, Zât-ı Baht, âlem-i tenzîh, âlem-i gayb-ı hüviyyet ve âlem-i gayb-ı mutlak unvanlarıyla da anılan, "lâ taayyün" hakikatidir ve künhü nâkabil-i idrak, sözün beyânın bittiği âlem-i tenzîhtir. Tezâhür-ü rubûbiyet olarak Hak mâlûmiyetinin emârâtı olan esmâ-yı ilâhiye ve onun hakkındaki mülâhazalarımızı, mütalaalarımızı disipline edip belli bir çerçeve içine alan sıfât-ı sübhâniye ve şuûnât-ı rabbâniyenin tecellî-i a'zamına "taayyün-ü evvel" denmiştir ki sofîler buna "Hakikat-i Ahmediye" ve min vechin "Hakikat-i Muhammediye" de diyegelmişlerdir. Bu taayyün, Hakikat-i Ahmediye kabul edildiği takdirde, Hakikat-i Muhammediye bütün hakaiki câmi ve Kenz-i Mahfî'nin mir'ât-ı mücellâsı bir hakikat-i nefsü'l-emriyenin unvânı demek olur ki bu da, o mübarek çekirdeğin ulu bir ağaca dönüşmesi ve o Kalem-i A'lâdan dökülen mürekkebin de şu kitab-ı kebîr-i kâinatın sebeb-i vücudu olduğunu işaretlemektedir.

Taayyün-ü sânî'ye -ona ayn-ı sâniye de denir- gelince o, bütün esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin farklı mecâlî ve mezâhirde, tecellî-i vâhidiyet ve tecellî-i ehadiyet dalga boyunda, umum şuûn-u rabbâniye ve itibârât-ı sübhâniyenin unvanı kabul edilegelmiştir. Evet, değişik varlıkların hâricî vücud açısından ortaya çıkmadan evvel ilm-i ilâhîdeki taayyünlerine a'yân-ı sâbite veya âlem-i ceberût dendiği gibi, her şey ve her nesnenin kendilerine bahşedilen istidat ve kabiliyetlerine göre farklı aynalar halinde esmâ-i ilâhiyeye müstenid onu duyurup hissettirmelerine ve tecellî-i ehadiyet -bazılarına göre tecellî-i vâhidiyet- çerçevesinde levh-i mahv u isbata aksedişlerine de a'yân-ı sâniye denmiştir. Bu arada, a'yân-ı sâniyeyi hilkat merâtibi veya katmanları açısından âlem-i ervâh gibi fizik ötesi varlıklarla yorumlayanlar da olmuştur.

Bir kısım sofiye ise şuûn ve itibârât-ı zâtiyedeki ilk ilmî belirlemelere a'yân-ı sâbite, her şeyin "min haysü hüve hüve" inkişaf ve tebellür etmesine de a'yân-ı sâniye -müfredine de ayn-ı sâniye- demişler; demiş ve bunlara, taayyünleri itibarıyla a'yân ismini vermiş, ilm-i ilâhîdeki sübutları açısından da sâbite ekini ilave etmişlerdir. Bazı mütekellimînce, bunların hâriçte zuhûr ve adem-i zuhurlarına bakılmadan hepsine birden "hakaiku'l-eşya" denmiştir ki, bu ifade "usûlüddîn" ulemâsınca da önemli bir esasın unvânı olmuştur. Bütün bu ayn'lara, zılliyet planında da, vücûda mazhariyetlerinden sonra da a'yân-ı sâbite dendiği de ayrı bir konu...

Daha farklı bir yaklaşım ve te'ville a'yân-ı sâniye, esmâ-i ilâhiye hakikatinin suretlerinden ibaret görülmüş ve hakaik-i eşya dediğimiz şey de o esmâ-i sübhâniyenin birer tezâhürü kabul edilmiştir. Burada tavzîhe ihtiyaç duyulan husus şudur: A'yân-ı sâniyenin kıdemi Hazreti Zât'a nisbetle olduğu gibi, esmâ-i ilâhiyenin tezâhürü olan hakaik-i eşya da zaman açısından bir teahhurla değil de, teahhur bizzat itibarıyladır. Şöyle ki, feyz-i akdesle meydana gelen ilk tecellîdeki taayyünâtı sadece Allah bilir. Feyz-i mukaddesle vücûda gelen ikinci tecellînin tezâhürü olan a'yân-ı sâniye ise min vechin ulü'l-elbâba açık bir mezâhir ve mecâlî mahiyetindedir. Bazı kimseler ise buna istidat, kabiliyet ve potansiyel donanımları feyz-i akdesten, her şeyin ikinci taayyün ve inkişafları da feyz-i mukaddes tecellîlerinden demişlerdir.

Bir kısım mutasavvıfîn de, taayyün-ü sânî'ye, a'yân-ı a'yân-ı sâbite demiş, ikinci mertebeyi bu unvan ile yorumlayıp değerlendirmiş ve a'yân-ı sâbitenin ilim mertebesinden daha belirgin bir taayyünle zuhur ve inkişafını bu unvanla yâd etmişlerdir. A'yân-ı sâbite ve a'yân-ı sâniyenin daha farklı isimlerle yâd edildiği de görülmüştür. Mesela; bazıları a'yân-ı sâbiteye "suver-i ilmiye", "mâhiyât-ı basîta", "şuûnât-ı zâtiye", "hurûf-u âliye" ve "ilm-i gayb-ı mutlak" dedikleri gibi, a'yân-ı sâniyeye de "suver-i hâriciye", "tezâhür-ü esmâ-i ilâhiye", "mezâhir-i şuûnât" diyegelmişlerdir.

Buraya kadar arz ettiğimiz hususları şöyle ifade etmek de mümkündür: Cenâb-ı Bârî'nin tayin, takdir ve tecellîlerinde belli safhalar söz konusudur. Birinci safha itibarıyla Hazreti Alîm ü Allâm'ın o muhît ilminde bütün eşya ve mâverâ-i eşyâ -dîk-ı elfâz mülahazasına verin- mücmel bir şekilde ve bir küll halinde mevcut idi. Bu biraz da her şey ve her nesneyi hâricî vücud nokta-i nazarından duyup değerlendirenler için söz konusudur. İşte bu ilk safhaya "şuûnât-ı sâbite", "itibârâtı sâbite"; bâdemâ ilk belirleme faslına da taayyün-ü evvel denmiştir. İkinci safhada -bu da yine bize göre- her şey sâbit aynlar hâlindedir ama, bunların arasında bir temyîz ve tafsîl de söz konusudur. Bu merhalede mâhiyetler, husûsî donanımlar daha belirgin şekilde ortaya çıktığından bu fasıldaki zuhûrâta, tecelliyâta da taayyün-ü sânî veya a'yân-ı sâniye denmiştir. Üçüncü safhada eşya artık vücûd-u hâricîleriyle de vardır ki buna da taayyün-ü hâricî demeyi tercih etmişlerdir.

İşte bu son safhadadır ki, her şey ilmî bir program çerçevesinde, halk, ibdâ, inşâ, ihyâ, imâte, terzîk hakikatini haykırmakta ve sıfât-ı sübhâniyeye tercümanlıklarını seslendirmektedir. Burada meseleye vahdet-i vücud nazariyesi açısından yaklaşanlar, "Hâriçte mevcûd olan eşya ve hâdiselerin kendileri olarak mevcûdiyetlerinden söz etmek mümkün değildir" derler. Aslında, zevkî, hâlî ve duyuş keyfiyeti açısından böyle bir mülâhazayı kabul etmekte mahzur olmasa da, nazarî ve felsefî vahdet-i vücud (panteizm) düşüncesini kadîmden bu yana sünnî ulemâ reddetmiş ve konuyu yukarıdaki mütalâalar çerçevesinde vücûd-u aslî ve vücûd-u zıllî şeklinde değerlendirmişlerdir ki, onların "حَقَائِقُ الْأَشْيَاءِ ثَابِتَةٌ" düsturları da bu hakikatin unvanı olagelmiştir.

Vâkıa, yukarıda da geçtiği gibi, bazıları Hakk'ın Hak için zuhûruna feyz-i akdes, O'nun hâricî vücud açısından tecellîsine -vücûdiye telakkisine göre zuhûruna- da feyz-i mukaddes demiş ve bu tabirlere de oldukça farklı mânâlar yüklemişlerdir. Bu telakkiye göre feyz-i akdes açısından a'yân sâbit olduğu gibi, feyz-i mukaddesin taalluk alanı olan hâricî vücud itibarıyla da mevcut ve sâbittir. Böyle bir mülâhaza ise, öteden beri Cebriye ve Kaderiye fırkaları açısından değişik münakaşalara sebebiyet verecek şekilde yorumlanmış ve çok olumsuz iftiraklara müeddî olmuştur. Ne var ki, bu sâbit aynlara kaderin ilim nev'inden olduğu zâviyesinden bakınca münakaşaya mahal olmadığı görülecektir. Evet, Bediüzzaman'ın da dediği gibi: "Kader ilim nev'indendir, ilim ise mâlûmâta tâbidir. Yani herhangi bir şey nasıl meydana gelecek, kader ona öyle taalluk eder. Tâbir-i diğerle, ilmin düsturları, malum olanı hâricî vücud nokta-yı nazarından idare etmek için değildir; zira malumun zâtı ve vücûd-u hâricîsi kudrete istinad etmekte ve iradeye bakmaktadır." Bu inceliği göremeyenler a'yân-ı sâbitede bir cebir mülahazası var olduğunu düşünerek gereksiz yere münakaşalara girmişlerdir.

Burada taayyünatla alâkalı İmam-ı Rabbâni hazretlerinin mütalâalarını da icmâlen arz etmeden geçemeyeceğim. Hazret, taayyünü, "lâ taayyün", "ilmî taayyün" ve "vücûdî taayyün" şeklinde ele alarak şunları söyler: Lâ taayyün, Zât-ı Akdes'in vasf-ı mümeyyizi; taayyün-ü evvel Hakikat-i Ahmediye; taayyün-ü sânî'ye gelince o da risâlet ve mesajıyla Hakikat-i Muhammediye (aleyhi ekmelü's-salât)'dir. Hakikat-i Muhammediye, sebeb-i hilkat-i kâinat olmanın berisinde, misyon ve fonksiyon açısından ise onun ötesindedir.

İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin mevzu ile alâkalı mütalâası ise şöyledir: İki tür taayyün vardır: İlâhi taayyün ve kevnî taayyün. İlâhî taayyün, evvelâ hüviyet-i zâtiye, sonra da kelâm-ı sübhânîye nâzırdır. Kevnî taayyün ise, evvelâ Hakikat-i Muhammediye'ye (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), sonra da hilkat-i Âdem ve benî Âdem'e bakar. Bu mertebeler aynı zamanda Zât, sıfât, sonra da arkasındaki âsâr ve ef'âl ile esmâ-i ilâhiyeye nâzırdır.

Her şeyi doğru olarak ancak Allah bilir. Bizim bildiklerimiz ise idrak, ihsas ve O'nun ihsanı ölçüsündedir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
سُبْحَانَكَ لاَ فَهْمَ لَنَا إِلاَّ مَا فَهَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْجَوَادُ الْكَرِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا وَلاَ تُعَذِّبْنَا بِغَفْلَتِنَا وَذُهُولِنَا
إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الْكَرِيمُ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى أَشْرَفِ خَلْقِكَ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ
وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.