Aktif Toprak Anlayışı
İslâm'ın getirdiği toprak sisteminde esas olan, toprağın devamlı canlı tutulması ve mutlaka ihya edilmesidir. Onun içindir ki, Hayber fethedilir edilmez arazi hukukunda mühim değişiklikler yapılmış, o günkü toprak ağalarının elinde pasifize olmuş ve belli ellerde toplanmış toprak, eşit paylarda halka dağıtılmıştır.
O devrin toprak ağaları araziyi iki türlü işletiyorlardı:
1. Toprak, isteyene para karşılığında kiraya veriliyordu. Kiralayan şahıs, o sene hiçbir şey elde edemese de, yine kirasını ödemek zorundaydı ve ödeyemediği miktar onun borç hanesine yazılıyordu. Daha sonra da bu borç, faiziyle beraber alınıyordu.
2. Sulak araziden çıkan mahsul, tarla sahibine aitti. Kiralayan ise, ancak çorak araziden çıkan mahsule sahip olabiliyordu.[1]
Esasen bu kiralama şeklinde çalışmayı teşvik edici hiçbir husus bulunmadığından, bu çorak araziler üzerinde ciddî bir çalışma da yapılamıyordu. Zira insan, elde edeceği semere nispetinde çalışır. Çalışma neticesinde semere elde edilememesi, ya istikrarsızlık hâsıl eder ya da o işten vazgeçmeye müncer olur.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), günümüzdeki ifadesiyle bir nevi arazi reformu gerçekleştirerek, toprağı zenginlerin elinden alıp onu iyi işleyen kişilere vermiş ve onlara vergi vaz'etmişti. Böylece her fert, sahip olduğu araziyi en güzel şekilde işlemeye başlamıştı.
Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toprağı âtıl ve ölü olmaktan kurtarmak için getirmiş olduğu sistem içinde Bilâl b. Hâris'e arazi veriyorlar (iktâ). Daha sonra Hz. Ömer, Bilâl b. Hâris'in araziyi işlemediğini görünce, "Sen bu araziyi işlemiyorsun, Allah Resûlü sana bu araziyi insanlardan alıkoyman için vermedi, (ben onu başkasına vereceğim)." diyerek onun elinden alıp bir başkasına vermişti ki, üzerinde durulmaya değer.[2]
Kira da toprağı ölü ve âtıl hâle getiren bir faktördür. İslâm'da kira esas değildir. Yanlış anlaşılmasın, "İslâm'da kira esas değildir." derken "Kira yoktur." demek istemiyorum. Çünkü, aktif politika güden bir sistemde kiranın olmaması, o sistem için bir eksikliktir.
İslâm'da, feodal düzende olduğu gibi, bir insanın herhangi bir emek sarf etmeden tarlasından, bağından, bahçesinden gelen kira ile geçimini sağlaması doğru değildir. Herkes, kendi arazisini kendi işlesin. İşleyemiyorsa başka birine versin, ona işlettirsin ve şayet başkası da işlemeden imtina ediyor ve 'Hayır, ben işleyemem, vaktim yok, imkânlarım müsait değil.' diyorsa, o zaman yanında tutsun, kiraya vermesin.
Hadislerde de gayet açık bir şekilde ifade edildiği gibi, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), toprağın kiraya verilmesine müsaade etmemiş ve arazinin ya bizzat sahibi ya da başka birisi tarafından devamlı aktif tutulması üzerinde ısrarla durmuştur. İşte bundan dolayıdır ki, biz, "İslâm'da toprağı kiraya vermek esas değildir." dedik.
Şayet toprak, kiraya verilmekle aktif kılınacaksa, ancak o zaman bu usûle müracaat edilebilir. Bu şekilde elinde arazisi olmayan iyi bir müstahsilin ideal bir fiyatla kiraladığı araziden hem millet hem de memleket istifade edebilir. Zira bir arazinin âtıl kalması, hem arazi sahibi hem de o memleket halkı için zarardır. İslâm'ın her hususta politikası bu şekilde davranmaya müsaade etmez.
İmam Âzam Hazretleri, arazinin kiraya verilmesine tamamen karşıdır. Bir kısım Hanefî fukahâsı ve müteahhirînden Şah Veliyyullah Dihlevî de aynen İmam Âzam gibi düşünmektedirler.
Ancak İmam Ebû Yusuf ve büyük bir kısım fukahâ, zaruret hâlinde ve belli şartlar muvacehesinde kirayı tecviz etmişlerdir.[3]
Bu görüşlerden de anlaşıldığı üzere; toprağın kiraya verilmesi, bir kısım zaruretlerin zorlamasıyla ortaya çıkan hususî bir durumdur ve mü'min ona ancak zaruret hâlinde başvurmalıdır.
Müteahhir (son dönem) Hanefi fukahâsından İbn Âbidin'e göre, vergi verilme mecburiyeti olan bir toprak, şayet işleyicisinin elinde iyi işlettirilmiyorsa, sözgelimi arazi mahsul vereceği hâlde iyi sulanmıyorsa, devlet reisi arazi sahibine daha çok vergi yüklemek suretiyle onu daha fazla harekete ve gayrete getirme salâhiyetine sahiptir. Hatta elinden alıp o araziyi başkasına verip işlettirebilir de.
Seyyidina Hz. Ömer (radıyallâhu anh) devrinde toprağın daha bir farklı şekilde işlettirildiğini görmekteyiz.
Medain ve İran'ın bütün şehirleri fethedilince, harbe iştirak eden mücahitler, araziyi aralarında paylaşmak istemişlerdi. Ordu kumandanı Sa'd b. Ebî Vakkas durumu Hz. Ömer'e bildirdiğinde, o, Allah Resûlü'nden işittiği bir hususa dayanarak Sa'd b. Ebî Vakkas'a şöyle cevap vermişti: "Sen askerler arasında ganimeti taksim et. Araziyi de, oranın yerli halkından idarecilere tevdi et ve onlara belli prensipler altında vergi koy. Zira onlar, o araziyi daha iyi bilir, daha iyi işler ve daha iyi semere alırlar. Onları himaye ettiğimizden dolayı da, bize her vatandaş gibi vergi verirler."[4]
Aynı hâdise Mısır havalisinde de yaşanmıştı. Kumandan Amr b. Âs, Hz. Ömer'e bir mektup yazarak hâdiseyi bildirmiş ve Halifenin fermanı da yine aynı istikamette sâdır olmuştu: "Ganimeti dağıt, araziyi yerli halka bırak, işletsinler ve devlete de vergi versinler."[5]
Bu şekilde Hz. Ömer devrinde arazi daima canlı tutulmuş ve o, işletmeyenlerin elinden alınıp işletenlere verilmiştir.
Biz burada toprak ve arazinin sadece ekonomideki yeri üzerinde durduk. İslâm'da arazi hukuku ise başlı başına bir çalışma konusudur. Bu konuda Prof. Dr. Ali Şafak Bey'in "İslâm Arazi Hukuku ve Tatbikatı (İlk Devir)" adlı yayımlanmış bir doçentlik tezi vardır. İlgi duyanlar için tavsiye ederim.[6]
1. İslâm'ın Ranta Yaklaşımı
Halk dilinde 'rant' kelimesi, 'kira' anlamında kullanılmaktadır. İktisat terminolojisinde ise rant mefhumu, "Arzı tam inelastik (sabit) olan üretim faktörleri (meselâ toprak) için yapılan ödeme" şeklinde tarif edilmektedir.
İktisadî rant hakkındaki ilk açıklamalardan biri, 19. yüzyılın başlarında David Ricardo tarafından ortaya konmuştur. Bu dönemde rantın önem kazanmasının bir sebebi, kısmen Napolyon savaşları ve kısmen de artan nüfusun baskısı ile, gıda maddeleri fiyatlarının önemli ölçüde artmış olmasındandı.
Rant, İslâm'daki kölelik gibi, kaldırılamamış müesseselerden biridir. Bazı komünist ve sosyalist iktisatçılar, rant meselesinden dolayı İslâm'a hücum etmekte ve onu faize benzeterek, "İslâm hem faizi yasaklamış hem de aynen faize benzeyen rantı serbest bırakmıştır. Dolayısıyla İslâm'ın hükümleri arasında çelişki vardır." diyerek demagoji yapmaktadırlar.
Hâlbuki durum, hiç de onların dediği gibi değildir.
Evvelâ, İslâm'da kira veya rant, kat'iyen diğer sistemlerde olduğu şekliyle ele alınmamış ve onların değerlendirdiği ölçü ile değerlendirilmemiştir. Zira kira, İslâm iktisadında asıl değil, sadece zaruretten dolayı ve şartlı olarak kabul edilen arızî bir gelir kaynağı ve bir kazanç vesilesidir. Nitekim, toprağın işletilmesi hususunu arz ederken bu mevzu üzerinde kısmen durmuştuk.
İslâm, toprağın aktif tutulmasını esas alır. Eğer toprak, birinin elinde aktif hâle getirilemiyor ve toprağın âtıl kalışı üzerinden de üç sene geçiyorsa, devlet, o toprağı onun elinden alır ve bir başkasına verir.
Veya bir şahıs ziraat işlerinde çok mahir ise, başkasının bir birim nispetinde ürün aldığı yerden o on birim nispetinde ürün alabiliyorsa; bir başkası, bu şahsa yerini kiraya verir ve böylece daha çok verim elde edilmiş olur. Diğer taraftan, kişi tamamen toprağı işlemekten âciz ise, bu durumda da o toprağı kiraya verebilir.
İşte böyle şartlı ve bazı zaruretlere bağlı olarak kabul edilen toprağın kiraya verilmesi ameliyesi ile, hiçbir şarta ihtiyaç duymadan onun gelirde bir esas kabul edilmesi arasında ne derece büyük bir fark olduğunu bilmem ki izaha ihtiyaç var mı?
Kaldı ki, İslâmî ölçüler içinde kiraya verilen bir tarladan elde edilen mahsulün kaçta kaçı kiraya ait olacaksa, o tespit edilmiştir.
Meselâ, "Elde edilen mahsulün ¼'ü sana, diğer kısmı bana" diyerek toprak sahibi ile onu kiralayan arasında bir anlaşma yapılır. Fakat kat'iyen sabit ve kesin bir miktar belirlenemez. Meselâ, toprak sahibi, "Ne elde edilirse edilsin, bir tonu bana, geri kalan sana" diyemez. Zira bazen araziden elde edilenlerin bütünü dahi o miktara ulaşmayabilir.
Birinci şekilde yapılan anlaşmada, mağduriyet veya kazançta her iki taraf da kendi payları ölçüsünde kaybeder veya kazanır. Dolayısıyla burada her zaman âdilâne bir taksim söz konusudur.
İkinci şekildeki muamelede ise, toprak sahibinin sabit ve değişmeyen bir kâra sahip olması yönüyle bu kazanç faize benzetilebilir.
2. Rant-Faiz Mukayesesi
Faiz, Ricardo'ya göre, malın veya paranın nemalanmasına karşılık alınan paydır. Marshall'a göre ise, bekleme süresine terettüp eden karşılıktır. Diğer bazı iktisatçılara göre ise, pasif olan mal potansiyelinin aktif hâle getirilmesinin bir ücretidir.
İsimlerini kaydettiğimiz iktisatçılar, bu tariflerden hareket ederek bankaya veya tefeciye para yatırıp ondan faiz alan bir insanla, tarlasını kiraya verip ondan ücret alan insan arasında hiçbir farkın olmadığını iddia ederler.
Oysaki, düşüncenin yanlışlığı ortadadır. Biz burada şimdi, bu yanlışlıklardan bazılarına işaret edeceğiz:
1. Rantta söz konusu şey, bizatihi değeri olan toprağın işlenip canlandırılmasıdır. Böyle bir işte her iki tarafa düşen vazifeler vardır. Hâlbuki faizde, bilhassa bugünkü tatbik şekliyle, itibarî bir değeri olan paranın üzerinden, zaman, riziko veya borçlunun elde ettiği kâra ortak olmak gibi, İslâmî açıdan bir değer ve kıymeti olmayan sebeplerle bir fazlalık elde etme söz konusudur. Yani sonuç hep tek taraflı bir kâra dayanmaktadır.
2. Toprak sahibi toprağını kiraya vermekle onu tamamen elinden çıkarmış olmaz. Bir bakıma o yine toprağa nezaret etme durumundadır. Zira kiralayan, sadece o sene onu ekme-biçme, mahsul elde etme hakkına sahiptir. Faizde ise, parayı eline alan insan, bu parayı meşru veya gayrimeşru her yerde kullanabilir. Bu mevzuda kendisi için de bir sınır konmamıştır ve o paraya tamamen sahiptir.
3. Toprağı kiraya veren, müstecirle (kiracı) anlaşırken, "Toprağın verimini düşüreceğinden dolayı tarlama şeker pancarı veya tütün ekemezsin. Ben toprağıma senin arpa veya buğday ekmeni isterim." vb. gibi kiracının toprağı nasıl kullanacağı konusunda bazı şartlar ortaya koyabilir. Müstecir de şayet tarla sahibinin şartlarını kabul ederse, o takdirde toprağı bu şartlara uygun olarak işlemek zorundadır.
Faizde ise böyle bir durum söz konusu değildir. Zira fert, parayı karşı tarafa verirken, herhangi bir şart koşma salâhiyetine sahip değildir. Faiz veren kişi veya kurum, parayı istediği işte, istediği şekilde kullanabileceği gibi, yiyip bitirebilir ve hiçbir şey yapmadan da tüketebilir.
4. İnsanın kirada zarara uğrama ihtimali de vardır. Meselâ, elde edilecek mahsulün 1/3'üne kiralanmış bir toprak ve arazide, hem kiralayanın hem de mal sahibinin zararı söz konusu olabilir. Diyelim ki, hiç mahsul alınmadı. O takdirde arazi sahibi, böyle bir neticeye katlanmak zorundadır. Faizde ise, zarara hissedar olma gibi bir durum bahis mevzuu değildir. Kişi, parayı verir ve vadesi geldiğinde, belli nispetteki fazlalığı da hemen alır.
Hâsılı, bizim iktisadî anlayışımız içinde faizle kira birbirinden çok farklıdır. Öyle ise, komünistçe bir mülâhaza ile kirayı faizin yanında mütalâa etmek ve İslâm'da tatbik edilmiş meşru rantı tenkit etmek, hakikati ters yüz etmek demektir.
Buna mukabil, kapitalist bir anlayış içinde, rantı gayri meşru şekilleriyle ele alıp kullanmak, onu çeşitli spekülasyonlara vesile kılmak ve halkı onunla istismar etmek de bir zulüm ve suiistimalin ifadesidir.
Biz ise, her meselede olduğu gibi bu meselede de orta yolda yürüyor ve kiraya bütünüyle karşı çıkıp ifrat etmediğimiz gibi, onu sınırsız ve sorumsuzca kullanmaya göz yumup tefrite de düşmüyoruz.
[2] Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 368.
[3] Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve edilletuhû, 6/4686; 4704-4705.
[4] Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 2/471-472.
[5] Şiblî Nu'mânî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/74-75.
[6] Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku ve Tatbikatı (İlk Devir), Erzurum, 1976.
- tarihinde hazırlandı.