Ticarî Yapı
İslâmî prensipler, akideden ibadete, ondan muamelata, tıpkı bir ağacın çekirdeğinden dal ve meyvelerine doğru gelişmesi gibi bir durum arz etmektedir. Vahy-i semavî ile beslenen, gelişen Din-i Mübin-i İslâm ve onun prensiplerini tekeffül eden Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, ancak bütünüyle yaşandığı ve ondaki prensipler hazmedilip pratik hayata aktarıldığı ölçüde mü'minler, itikadî ve amelî düalizmden (ikilik) kurtulup iç aydınlığına ereceklerdir. Onun için biz, huzur ve saadeti büyük ölçüde içte aydınlanmaya bağlıyoruz. İslâm'daki ticarî yapı gibi bir konuda, böyle bir mesele ile giriş yapmamız da işte bundandır.
İnsanın mesut olup, emniyet ve güven içinde yaşaması, ancak mamur bir dünya ve aydın bir iç yapıyla mümkündür. Bu hususlardan hangisi ihmal edilse, mutlaka toplum hayatında bir aritmi yaşanmaya başlar ve insanın huzurundan bir parça koparılıp alınmış olur.
Son asırlar itibarıyla mânevî hayatta meydana gelen boşluk, insanları maddeciliğe ve bohemliğe sürüklemiştir. Tabiî, maddeyi bütün bütün ihmal edenler de spiritüalizm bataklığına yuvarlanmışlardır. Aslında her iki eksiklikte de beşer fıtratını tam bilememe söz konusudur.
İnsan, madde ve mânâ enginliği olan iki yönlü bir varlıktır. O değerlendirilirken iki yönü de birden nazara alınıp öyle değerlendirilmelidir. Şayet bir insan, bütün dünya hazinelerinin ortasında doğmuş ve büyümüş olsaydı ve madde ile alâkalı her türlü arzusu, isteği anında yerine getirilseydi, o yine kendisini mutlu ve mesut kılacak yollar araştıracak ve bu konuda bitmeyen bir uğraşı içinde olacaktı.
Evet, yaşanan bu hayat, eğer sadece maddeden ibaret olup, insanın sadece bedenine ve cesedine hitap etseydi böyle bir hayatın bıkkınlık ve bezginlik doğuracağı muhakkaktı. Zira insan, bilerek/bilmeyerek hep yenilik ister. Her şeyden evvel, orijinalite, insanın asla vazgeçemediği bir zaafıdır. Mutluluğu, sırf lüks evlerde, villalarda, arabalarda, müdebdeb (gösterişli) sofra ve partilerde arayan ve bazen onu bir kadeh içki içinde gören bir düşüncenin, her an ayrı bir yenilik peşinde koşması ve kendini onunla tatmine çalışması, hiç de anormal değildir. Anormal olan, onun o yanlış hayat felsefesi ve hayat düşüncesidir.
Bu felsefeye göre ihtiyarlık, onun başına bir belâ ve hayattan zevk alamama, onun en korktuğu şeydir. Hastalıklar onun amansız düşmanı, ölüm ise, düşmanların en korkuncudur. İşte böyle biri için bütün bunları hiç düşünmemek veya unutmak nasıl mümkün olur diye o değişik yolları deneyip duracaktır.
Evet, hayat felsefesi böyle olan insanların yaşayacağı hayat da ona göre olacaktır. Unutmak ve hatırlamamak için, insan olduğunu düşünmeyecek, hatta onu hatırlamamaya çalışacak ve her gün ayrı bir yeniliğin peşine takılıp gidecektir. Farklı bir ifade ile, bu bir iç boşluğu meselesidir. Diğer fanteziler de en az bu hayat tarzı kadar mânâsız ve boştur. Boşlukta daima bir sallantı ve tehlike, dolu şeylerde ise bir âhenk ve oturmuşluk söz konusudur.
İnsanın iç derinlik ve zenginliğine ümit ve saadet vaad eden bir düşünce inzimam ettiği zaman, onun, ne gidip başaşağı materyalizm kuyusuna düşmesi ne de alternatif başka hayallere kapılması söz konusu olur. Böyle mamur bir insan, dünya ve ukbâ adına mamur, mesut bir hayat yaşar ve hep beden-ruh dengesi içinde bulunur. Bedenine ait bütün zevkleri meşru dairede tatmin eder; fakat bir an dahi ukbâyı unutmaz. Hele asla kalbî ve ruhî hayatını ihmal etmez. O, Rabbiyle olan münasebetlerinde olabildiğine samimî, dolayısıyla da eli işte olduğu aynı anda gözü de hep mahbubunda ve maksudundadır.
Böyle birinin tezgâhı harıl harıl işlerken, sinesi de "Allah Allah" ritmiyle çarpar durur. Makineler çalışıp tarrakalar çıkarırken, o da gönlündeki tarrakalarla hep Rabbini tesbih ve takdis eder. İşte bu, bir iç aydınlığıdır ve ruh-ceset muvazenesini iyi kurabilen aydınlık bir sinenin her zamanki hâlidir.
1. Takas ve Prensipleri
Takas, malın malla mübadelesi demektir. Eskiden yüzde seksen ticaret, hep malın malla mübadelesi şeklinde yapılırdı. Mukâyada adı verilen malın malla mübadelesi, eski fıkıh kitaplarında çok ciddî bir yer işgal eder.
Daha sonra paranın tedavülde ağırlık kazanmasıyla birlikte, yavaş yavaş malın malla mübadelesi, çarşı ve pazarda para lehine değişmiştir. Bu durumun faydalı olup olmadığının her zaman münakaşası yapılabilir. Bazı devletlerarası alım-satımlarda malın malla mübadelesi, hâlâ büyük bir ekseriyetle devam etmektedir. Ayrıca bu alışveriş şekli, günümüzde dahi bazı iktisatçılarca hararetle tavsiye edilmekte ve ticarî dalgalanmalara karşı en kalıcı çare olarak gösterilmektedir. Ama biz bu hususu şimdilik geçiyoruz.
Sair ticarî akitlerde geçerli olan belli başlı prensipler, takasta da geçerlidir. Bu temel prensiplerden bazıları şunlardır:
a. Emniyet ve güven
İslâm, hem alıcıyı hem de satıcıyı emniyet ve güven altına almıştır. Bunu gerçekleştirmek için de bazı prensipler vaz'etmiştir:
1. Muhayyerlik: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, "Alışveriş yapanlar (âkideyn) birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler."[1] buyurmaktadır. Başka bir rivayette, bu hadisin devamında, "... veya onlardan biri diğerine 'Artık seç' demedikçe…"[2] ilavesi vardır. Bir başka rivayette ise, ilave şu şekildedir:
"Eğer malın keyfiyetini beyan eder ve doğru söylerlerse o alışverişleri bereketli olur. Aksine, beyan etmez, yalan ve aldatma yoluna saparlarsa, onun yümün ve bereketi de kaybolur gider."[3]
Binaenaleyh alışveriş ile ilgili akit, birbirinden ayrılmadıkça ne satıcıyı ne de müşteriyi bağlar. İcap ederse orada akdi feshedebilirler. Ve yine icap ederse, akit gerçekleştikten sonra da bir araya gelip alışverişi kaldırırlar ki, buna da ikâle denir. Böylece ne alan ne de satanın mağduriyeti asla söz konusu olmaz.
2. Muhayyerlik şartı: Hem alıcı hem de satıcı alışverişi muhayyerlik şartına bağlı olarak da yapabilirler. 'Muhayyerlik şartı' yukarıda anlattığımız 'muhayyerlik'ten farklıdır. Bir teminat ve garanti olması bakımından birbirine benzeseler de, muhayyerlikte akdin yapıldığı meclisten ayrılmama şartı vardır. Veya ikâle yapılacaksa her iki tarafın rızası söz konusudur.
Muhayyerlik şartında ise satıcı veya alıcı, pazarlığı şarta bağlı yapmaktadırlar. Yani alan, "Ben bunu aldım; ama şu kadar süre muhayyerim." der. Aynı sözü satıcı da söyleyebilir. İşte buna 'muhayyerlik şartı' denir ki, İslâmî ticarette bu da önemli kurallardan biridir.
Bu prensip, bizzat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından tatbik edilmiştir. Hıbban b. Munkiz (radıyallâhu anh) başından yediği bir darbe sebebiyle travma geçirmişti. Onun için çarşıda-pazarda aldanabiliyordu. Bir gün Allah Resûlü'ne geldi ve bu durumunu haber verdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona şu tavsiyede bulundu:
"Alışveriş yaptığında 'Aldatmaca yok, benim için muhayyerlik var!' de ve malı öyle al."[4]
Başka bir rivayette ise hadiste, "üç gün"[5] ilavesi de vardır. Ancak muhayyerlik müddeti mevzuunda mezhepler arasında küçük bir kısım ihtilaflar söz konusudur.[6]
3. Görme muhayyerliği: Bir insan görmeden aldığı mal hakkında muhayyerdir; isterse yapılan bu alışverişi feshedebilir. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mevzu ile alâkalı olarak, "Kim bir şeyi görmeden aldı ise o, muhayyerdir."[7] buyururlar.
4. Ayıp ve kusurdan dolayı doğan muhayyerlik: Ticarette asıl olan, malın sağlam ve sıhhatli olmasının yanı sıra müşterinin istediği vasıfları da haiz bulunmasıdır. Eğer müşteri satın aldığı malda, daha önceden belirtilmemiş bir kusur ve ayıp müşâhede ederse, akdi bozup alışverişi feshedebilir.
Görülüyor ki, İslâm'da hem alıcı hem de satıcı kat'iyen herhangi bir zarara uğratılmamakta ve her ikisi de ticarî akitle de korunma altına alınmaktadır. Bizzat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde ticarette böyle teferruata ait meselelerin ele alınmış olması, İslâm dininin mucize bir sistem olduğunu ve bu sistem içinde çözülmedik bir mesele kalmadığını/kalmayacağını göstermektedir.
b. Malın bir kıymet ve değerinin olması
İslâm'da yasak edilmiş bir kısım muharremât (haram kılınmış şeyler) vardır ki, bunların ticaret malı olarak alınıp satılması caiz değildir.
Meselâ, İslâm'a göre, içki, domuz ve kan haramdır.[8] Bunları alıp-satmak da aynı şekilde haramdır. Zira bunlar, İslâm'a göre 'mâl-i mütekavvim (kıymet ve değeri olan mal)' değillerdir. Bunların ticaretini yapan bir insan, faiz alan, hırsızlık yapan, milletin malını gasp eden kimseler gibi haram bir iş yapmış olur.
c. Mala hâkim olunması
Bir insan havadaki kuşu, denizdeki balığı satamaz. Böyle bir alışveriş asla caiz değildir. İslâm'da bir malın alınıp-satılabilmesi için o malın, kişinin hâkimiyeti altında olması gerekir.[9] Ancak selem ve istisna' (mal siparişi) akitleri bundan müstesna kabul edilmişlerdir.[10]
Görülüyor ki, İslâm'da ticaret müessesesi çok sağlam kaideler üzerine oturtulmuş ve âdeta suiistimale meydan verebilecek bütün menfezler kapatılmaya çalışılmıştır.
2. Selem ve Şartları
Selem; para peşin, mal veresiye olmak üzere yapılan ticarî bir akit şeklidir. Günümüzde de çok yaygın olan bu alışverişe göre, alıcı parayı peşin yatırır. Üzerinde anlaşılan ileri bir tarihte de malı teslim alır.
Mal göz önünde olmadığı için, bir anlaşmazlık ihtimaline karşı selem alışverişi bazı şartlara bağlanmıştır.
Bu şartlar şunlardan ibarettir:
- Malın cinsi belli olmalıdır. Buğday, arpa veya pirinç gibi.
- Malın nev'i belli olmalıdır. Yağmur veya kuyu suyu ile sulanmış olması gibi.
- Malın sıfatı belli olmalıdır. İyi, orta veya düşük kalite gibi.
- Malın ölçü, tartı veya adet itibarıyla miktarı tespit edilmiş olmalıdır.
- Malın teslim yeri ve tarihi belli olmalıdır.
- Mal, selem yoluyla alışverişe elverişli olmalı ve şer'an faiz sayılan türden olmamalıdır. Meselâ, altın veya gümüş para karşılığında yine altın veya gümüş satın alınmamalıdır.
- Para peşin ödenmelidir. Aksi hâlde selem akdi geçersizdir.[11]
Selem akdi, bu ve benzeri bazı şartlara bağlı olarak tecviz edilmiştir. Diğer alışveriş şekilleriyle beraber bu alışveriş şekli de, şekil ve pratikteki tatbik edilebilirliği itibarıyla bize şunu bir kere daha hatırlatmaktadır ki, topyekün bir hayatı garanti altına alma vaadiyle gelen İslâm, ne ferdî ne ailevî ne de cemiyete ait hiçbir meseleyi asla ihmal etmemiştir.
Kur'ân ve Sünnet'in sinesine kulak verdiğimiz zaman, tek bir fertten en büyük topluluklara, ondan değişik dünya milletlerine kadar onda bütün bir hayatın ses ve soluğunu duyar gibi oluruz.
Kur'ân, muhtevası içinde bu hususlara büyük bir yer ayırmıştır. Öyle ki, çarşı ve pazardaki en küçük ticarî işlerimiz dahi onda söz konusu edilmektedir. Hem kevnî kanunlar hem de şer'î prensipler, onda açık ve net olarak anlatıldığına göre insana düşen onu iyi anlamaya çalışmak ve ona uymaktır.
Ticarî yapılanma için de aynı şeyler söz konusudur. İslâm'ın meşru gördüğü ticaret ve alışveriş şekilleri piyasa ve pazarı âdeta içinde ibadet yapılan büyük bir mâbet havasına soktuğu gibi; İslâm'ın gayri meşru dediği, tasvip etmediği ticaret ve alışveriş şekilleri de yine aynı piyasa ve pazarı kokuşmuş bir mezbeleliğe çevirmektedir. Orada ruhî haz ve huzurdan bahsedilemez. Evet, İslâmî bir anlayış içinde yapılan alışverişin yapıldığı çarşı ve pazara lâhûtî bir hava ve atmosfer hâkimdir. Bu hava ve atmosfer ise, insanın ruhuna Cennet kokulu bir huzur üfler.
Onun içindir ki Müslüman, İslâm'ın meşru gördüğü alışveriş şekillerini bildiği kadar, gayri meşru şekilleri de bilmeli ve kazancını haram yollara sapmadan sağlamalıdır.
3. Tekel (Monopol)
Tekel, mutlak veya nisbî olarak piyasa hâkimiyetini ifade eden bir tabirdir. Frenkçesi monopoldür. Monopol, tek satıcı demektir. Bu, bir tek fert veya firma olabileceği gibi, tek satıcı havasıyla hareket eden bir firmalar zinciri de olabilir. Mühim olan, kelimenin ifade ettiği mânâdır. Pratikte her türlü mal çeşidinde tekelcilik mümkündür.
Tekel, piyasaya arz edilecek mala bütünüyle hâkim olma ve onu istenilen yerlere kanalize etme işidir. Bu anlayışın hâkim olduğu bir ortamda, talep sahibinin ilk ve değişmeyen muhatabı, daima tekelcilerdir ve piyasada sadece onların hükmü geçerlidir.
Bütün monopolcüler bu tarife girdiği gibi, müstehlik (tüketici) ile müstahsilin (üretici) yüz yüze gelmesine mâni olan komisyoncular da bu tarife dahildir. Bunların hepsinde ortak bir yön vardır ki o da, malın tekelde toplanıp çok defa haksız bir kazanç elde edilmesidir.
İslâm bütünüyle tekelcililiğin karşısındadır. Çünkü İslâm'da adalet, değişmeyen bir esastır. O, sınıf farklılığının karşısında olduğu gibi, her türlü sınıflaşmaya giden yolların da karşısındadır. Hâlbuki monopol veya tekel, bir sınıf veya zümre hâkimiyeti demektir ki, elbette İslâm, onun karşısında olacaktır. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) birçok hadis-i şeriflerinde kemal-i hassasiyet ve ciddiyetle bu konu üzerinde durmaktadır.
İslâm, içtimaîliği önde bir yapıya sahiptir. Her Müslüman da böyle bir yapının temsilcisidir. O, tek başına yaşayamaz. Hele topluma zarar verecek bir yolda asla ve kat'a yürüyemez. Binaenaleyh İslâmî bir sistem içinde olabildiğine fakir, mazlum veya mağdur yoktur ve görülmemiştir. Eğer olmuşsa, bu mazlum ve mağdurlara hep birlikte el uzatılmış, bütün yardımlaşma mekanizmaları harekete geçirilmiş ve böyleleri tez zamanda içinde bulundukları durumdan kurtarılmışlardır. Müslümanlar arasında uzun süreli bir mağdurlar topluluğuna tarih hiçbir zaman şahit olmamıştır.
Aksine, Müslümanlığın hükümfermâ olduğu bazı devirlerde, zekât ve sadaka vermek isteyen kimselerin, zekât ve sadakalarını verecek kimse bulamadıkları da olmuştur. Hâl böyle olunca, İslâm'ın yaşandığı zaman ve zeminlerde ne servet düşmanlığı ne de fakir düşmanlığı asla söz konusu olmamıştır. Tarih buna en doğru şahittir.
Binaenaleyh İslâm, bu yönüyle de içtimaî bir ruh ve öze sahiptir. Bu ruh ve bu hüviyet, bütün ticarî hayatın, belli bir grubun veya şahısların elinde toplanmasına, yani tekelciliğe asla cevaz vermez ve buna müsamaha ile de bakmaz.
O, topyekün topluluğa birden bakar. Topluluğun saadeti içinde ferdin saadetini esas alır. Mesut olmayan bir topluluk içinde, mesut gibi görünen ferdi de mesut saymaz. Eğer böyle bir toplumda fert mesut görünüyorsa, o, İslâmî anlamda bir ruh inceliğine ve iç derinliğine sahip değil demektir. Evet, derbeder ve perişan bir toplum karşısında rahat ve huzur içinde olabilen fert, nasıl İslâmî bir şuura sahip olabilir ki?
4. Fırsat Eşitliği ve Adalet
İslâm'ın bu disiplini de, çarşının, pazarın ve piyasanın herkese açık olmasını ister. Evet, İslâm ticaretle alâkalı iki temel esas vaz'etmiştir: Fırsat eşitliği ve adalet. Yani, çarşıda, pazarda her insan, elde ettiği mahsulden istifade etme yolunu bulmalıdır. Şayet bazı kimselere bu imkân tanınmıyor ve çarşı-pazar onlara kapalı tutuluyorsa, fırsat eşitliği yok demektir. Bir yerde fırsat eşitliği yoksa, orada hakkaniyet ve adalet de yoktur.
Allah tarafından bir tarağın dişleri gibi eşit yaratılan insanlar, aynı muameleye tâbi tutulmuyorsa, bu olumsuz anlayış ve davranış içindeki fert ve milletler, baş aşağı yuvarlanır gider. Herkese eşit imkân ve fırsat tanınacak ki, o da kendini ifade etsin, istidat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirebilsin. Dahası, ticarî hayat, daha geniş kaideler üzerinde yaygınlaşsın ve kimse gadre uğramasın.
Serbest rekabetin cereyan ettiği ticarette her fert, arz edilen bu fırsat eşitliğine sahiptir. Böyle bir durumda herkes rahatlıkla ticaret yapabilir. Fiyatlar da, bir arz ve talep dengesi içinde tahakkuk eder ve marjinal gelir fiyata eşit düşer. Müstahsil, piyasa fiyatından elindeki malın tamamını piyasaya sürebilir ki, böyle bir durumda istihsal edenle, istihlâk eden arasında bir demir perde yoktur. Her şey perdenin halka bakan yönündedir. Ortada neler dönüyorsa herkes görür. Herkes piyasayı bilir, oynanan oyunlara kanmaz.
Serbest rekabetin olmadığı yerde ise, böyle bir açıklık söz konusu değildir. Orada her şey esrarengiz bir havaya bürünmüştür. Ve tekelcinin istediği de budur: o, serbest rekabeti önleme ve bunu da serbest rekabet havası içinde ve eski tröstlerin yaptığı gibi belli gruplarla anlaşarak gerçekleştirir. Bu ise hiç şüphesiz bir grubun kendi arasında anlaşıp, piyasayı istibdadı altına alması demektir. Büyük holding ve kartellere gidilirken bütün şenaat ve denaatiyle bu istismar yoluna girildiğini açık ve seçik olarak görmek mümkündür.
Tabiî ki bunun bize bakan düşündürücü bir yanı da var. O da şudur: Müslümanlar, tekelci cephenin bu şekilde bir araya gelişlerinden -ki onları bir araya getiren sadece menfaattir- ibret almalı ve dine ait bütün dinamikleri kullanarak güçlerini bir araya getirmeli ve ticarî sahada söz sahibi olmalıdırlar. Bunda zaruret vardır. Aslında ellerindeki bütün paraları yurtdışındaki bankalara yatıran ve sadece kendi çıkarlarını düşünen, vatan ve milletten kopuk insanlara mukabele etmek de ancak bu şekilde mümkün olacaktır.
Bir Müslüman, vatanını canı kadar sever. Çünkü o, bilir ki vatan sevgisi imandandır.[12] Öyle ise, bir Müslüman kazandıkça milletine de kazandıracaktır. Onun güçlü olması milletin güçlü olmasıyla aynı mânâya gelecektir. Hâlbuki onun güçlü olması için, her Müslüman'ın elindeki küçük sermayeyi bir araya getirmesi gerekmektedir. Aksi hâlde güçlü olmak mümkün değildir. Zira bugün büyük birer vakum oluşturmuş olan holding ve karteller küçük sermayeleri yutarak beslenmektedir.
Bu hususa da yeri geldikçe dikkatinizi istirham etmiş ve sahabenin bir iki sene içinde Medine'nin çarşı ve pazarına nasıl hâkim olduklarını müşahhas bir şekilde size arz etmeye çalışmıştım. Mekke'den göç edip gelmiş muhacirler, orada ticarî kurnazlıkta dorukta bulunan bir cemaat karşısında piyasayı kısa zamanda ele geçirmiş ve Medine çarşı ve pazarında onlara ticaret yapma imkânı bırakmamışlardı.
Müslümanlar akıllı davranmalı ve sahabenin bu muvaffakiyeti, onlara, imkânsız gibi görünen bazı hedeflere ulaşabilirlik adına bir misal olmalıdır. Evet, memlekette sadece bu vatanın evlâdına ve bizim insanımıza yararlı olacak olanlar daha çok kazanmalı ve kazandırılmalıdır. Bu ülke ve milletin değerlerine karşı olanların para kazanmasına, sonra da bu paranın gülle ve bomba olup bu milletin başında patlamasına imkân verilmemelidir. Müslümanların paralarının yabancı bankalara akmasına göz yumulmamalıdır. İşte bu meselenin bir de böyle hassas bir tarafı var.
Tekelci, piyasayı elinde tutmak ve piyasada son sözü kendisi söylemek ister. Arz ve talep dengesi onun elindedir. Piyasadaki fiyatları o tayin eder. Dolayısıyla tekelciliğin hâkim olduğu piyasada isteyen istediği kadar istihsalde bulunamaz. Zira müstahsil onun gözüne bakmaktadır. Üreteceği şeyi onun talebi kadar üretecektir. Aksi hâlde ürettiği mal elinde kalır ve hiçbir işe yaramaz.
Meselâ, tekelci müstahsile "Ben bu sene ancak beş ton buğday alacağım." dese, müstahsil o sene beş ton buğday elde edecek şekilde kendini ayarlar. Hâlbuki elindeki tarlanın kapasitesi belki bunun üç katıdır. Ama tekelci beş ton dediği için o da daha fazlasına cesaret edemez. Yani müstahsil, monopolcünün talebinin dışına çıkamaz. Böyle olunca da hem müstahsil hem tarla hem de tarlada çalışacak o kadar insan muattal (işsiz) kalır.
Siz bu meseleyi bütün iş kollarına teşmil edebilirsiniz. Evet, çok defa sadece bir şirzime-i kalil (küçük bir azınlık) bundan istifade eder, fakat topyekün millet zarar eder. Eğer ticaretin girizgâhına az vâkıf olsaydık, çarşımızda, pazarımızda, âlem-i İslâm'ın çarşı ve pazarlarında da bu türlü tekelcilerin nasıl milletin kanını emdiklerini görecektik. Ve milletin haysiyet ve izzetiyle nasıl oynandığına şahit olacaktık; heyhât ki heyhât..!
Tekelci fevkalâde iştirâ (satın alma) gücüne sahiptir. Parayı elinde topladığı için çarşıda, pazarda istediği malı alır, stok yapar, sun'î darlık meydana getirir. Böylece millet bunalımdan bunalıma, krizden krize girer. Netice itibarıyla bu, çok defa bir enflasyona da götürür.
Bütün bunları tekelci tezgâhlar. Senaryoyu hazırlar ve sahneye sürer. Sonra bunun ardından da çeşitli reaksiyonlar baş gösterir. Lokavtlar grevleri, grevler lokavtları takip eder durur. Sebep-netice zinciri uzar gider ve bu gidişin önünü de kimse alamaz. Çünkü hastalık ve dert başkadır. Konu, mü'minin imanla enginleşmiş kalbiyle ele alınmadıkça meseleleri halletmek mümkün değildir.
Aslında böyle, yani bir avuç monopolcünün milletin mukadderatına hâkim olduğu bir toplulukta içtimaî huzur ve saadetten de söz edilemez. Onlar hep mesut ve bahtiyar olduklarını söyleyecek, alt kattaki yangını görmezden gelerek üst katlarda düğün yapıp oynayacak, memleket cayır cayır yanarken onlar, her türlü zevkin tadını çıkarmaya çalışacaklardır.
Bunlara belki gülmek gerekecek ama, bir milletin kaderiyle sıkı sıkıya alâkalı olan bu meselelere biz şimdiye kadar gülmediğimiz gibi, şimdi de gülmeyecek, sadece ağlayacağız. Altta yangını itfaiyeciler söndürmeye çalışırken, üstte düğün alayı... Bu, bizi ağlatan bir husustur ve daima ağlatmıştır, bundan sonra da ağlatacaktır.
5. İhtikâr (Spekülasyon)
Tekel ve tekelciliğin bir devamı da spekülasyonlardır. Spekülasyon, ihtikâr demektir. Satın alma gücü olanların, ucuz zamanda çarşı ve pazarı tarayıp ne varsa toplamaları, sonra da fahiş fiyatla bunları satmaları bir ihtikâr hareketidir.
İhtikâr, ticarî bir ahlâksızlıktır ve günümüz dünyasında büyük tröst ve kartellerin yaptığı spekülasyonların başında gelir. Onlar bir kısım ajanları vasıtasıyla piyasayı didik didik ederek araştırırlar. Sonra hangi malda kıtlık baş gösterecek, onu belirler, toplar ve bir yere stok ederler. Ardından da o malı çok fahiş fiyatlarla satarlar. Tabiî onlar kazanırlar. Ama millet de bundan olabildiğine zarar görür.
Zaten bugün piyasada, fıtrî ve tabiî ticarî dalgalanmaların getirdiği bunalımlardan çok, sun'î krizler vardır. Evet, bir kısım kimseler halkın, milletin, ülke ve insanlığın kaderiyle oynamak suretiyle bu tür bunalımları sun'î olarak meydana getirmektedirler.
Gariptir, bazı kimseler, fiyat dalgalanmalarına karşı spekülasyonu, istihsale yardım maksadıyla mahzursuz görürler. Bunlar derler ki, "İyi niyetli kimseler, ambarlarını, arpa, buğday ile doldursunlar, sonra çarşıda, pazarda bunların kıtlığı söz konusu olunca ambardan çıkarsın ve milletin ihtiyacını karşılasınlar. Böylece kıtlıktan dolayı fiyatlar çok aşırı yükselmesin. Halkın karşısına astronomik rakamlar çıkmasın. Bunun için spekülasyonda mahzur yoktur. Veya sen toplarsın da bunu müstahsile verir, istihsali kolaylaştırırsın. Ambarlarını doldurursun. Çarşıda pazarda kıtlık baş göstermeye başlayınca da, dağıtır ve bu bunalımı önlemiş olursun."
Bu, bir iddiadır. Ne var ki şimdiye kadar bu iddiayı pratikte doğrulayacak, tasdik edecek herhangi bir hâdise tespit edilmemiştir. Ancak imanlı bir toplumda ve ahiret mülâhazasıyla yaşayan insanlar arasında görülebilecek böyle bir düşünceye, her şeyi maddede arayan ve yaptıklarını hep ticaret düşüncesiyle yapan toplumlarda rastlamak asla mümkün olmayacaktır. Evet, onlar ambarlarını doldururlar; ama bunu, sırf kıtlık ve bunalım anlarında kat kat fiyata satmak için yaparlar. Yoksa milleti rahatlatmak ve pazara mal sürerek fiyat artışlarını önlemek için değil.
Fiyatları ne kadar artırırlarsa artırsınlar, ihtiyaçtan dolayı bazı mallara her zaman talep bulunur. Bu sebeple spekülatör, ucuz fiyatla aldığı malı fahiş fiyatla satma imkânını her zaman bulur ve milletin kanını emer. Emer ama, arkasından da başkalarından reaksiyonlar gelir. Toplumda rahatsızlıklar baş gösterir. Bir kere meseleye yanlış şekilde mualecede bulunulduğu için, artık bu ateşi ne kurşun ne de polisin jopu söndürür. Ziya Paşa'nın dediği gibi:
Bil illeti, kıl sonra mudâvâta tasaddî,
Her merhemi her yaraya derman mı sanursun?
Evet, evvelâ derdi bilmek, sonra tedavi yollarına başvurmak gerekir: Eğer kalb ve ruh gıdasızlığından bir kısım kimseler sokağa dökülmüşse, kalbî, ruhî hayat ihmal edilmişse, ahiret inancı yoksa, kabir sonrası onun için söz konusu değilse.. ve hele Allah'la münasebetinde de kopuksa, o hep sallantıdadır. Ona kalbinin muhtaç olduğu dermanı vermek gerekir. Önce şefkatle onun imdadına koşulmalı, sonra midesini doyurmalıdır ki, problem olmasın. Ne var ki bu, işin sadece bir yönüdür. Aslında meseleyi sadece midede aramak da bir yanlışlıktır. Ve maalesef insanımıza ard arda hep bu yanlışlıklar yapılmaktadır. Hâlbuki önce onun kalbi tedavi edilmeli ve ona insan olduğu hatırlatılmalıdır. Burada bir idarecinin küçük bir notunu zikretmekte fayda mülâhaza ediyorum:
O, "Allah'a kasem ederim, altı sene idareciliğinde bulunduğum bir müessesede, talebeye ait sabuna elimi sürmedim, onların bir kaşık yemeğini ağzıma koydumsa, iki misli parasını verdim. Zira, 'Allah sorar' dedim. Hâlbuki ben orada fahrî olarak hizmet ediyordum. Diğer hususlara da aynı ölçüde dikkat etmeye çalıştım." diyor ve ilave ediyordu: "İki senelik askerliğimi telsiz operatörü olarak eda ettim. Askeriyeye ait kalemle kendi adıma bir tek harf yazmadım, oranın bir parça kağıdını kullanmadım. Niçin böyle yaptım? Zannediyorum, Allah'tan korktuğum, mü'min olduğum ve 'Âmentü billah' ahd ü peymânı ile Allah'a dehalet ettiğim için yaptım."
Şimdi bu tür mü'minlerin spekülasyon yapmasına imkân var mıdır? Öyleyse, spekülasyonun tek önleyici çaresi, Allah korkusu ve muhasebe duygusudur.
Muasır iktisatçılardan A. P. Lerner, çarşıda-pazarda bu türlü ihtikârları önlemek için spekülasyona spekülasyonla mukabele ederek onu kontrol altına almak gerektiğini söyler.[13] Yani devlet veya spekülasyona karşı olanlar da mal stoku yapsınlar. Hazırcılar stoklarındaki malı çarşıya, pazara sürecekleri zaman, bir serbest rekabet hâlinde onlar da ellerindeki malları pazara sürüversinler.
Allah'tan korkmayan, mesuliyet duygusu taşımayan ve bir ahiret hesabı olmayan insanların bunu suiistimal etmeyeceğine dair teminat verilemez. Onun için bu mevzuda, gönülleri Allah'a imanla donatma ve kalblere yasakçı koymaktan başka çare yoktur. Evet, fertleri, bu tür ulvî duygularla donatma ve cemiyeti, böylesine donanmış fertlere emanet etmekten başka çıkar yol yoktur.
Öyleyse böyle korkunç bir dert karşısında çare arıyorum diye sağda solda dolaşanlar, yarayı tedavinin yolu açık ve seçik iken, başka yollarda dolaşıyor, sadece derdi artırıyorlar demektir.
Düşünün ki, adamın apandisti patlamış. Adım adım eceli yaklaşıyor ve zavallı sağa sola inhiraf etmeden mezara doğru koşuyor. Acemi bir doktor gelmiş ona ağrı kesici iğne vuruyor. Hâlbuki iç zehirlenme var. Bunun çaresi, tez elden onu ameliyat masasına yatırma ve içinde kendini zehirleyen o artıkları dışarı çıkarmaktır. Yoksa ağrıyı kesmek için sarf edilen çaba sadece ölümü hızlandırır ve apandisti patlamış adama da hiçbir fayda sağlamaz.
Hem ağrı bir bakıma sigorta gibidir; insanı tedaviye sevk eder. Zannediyorum içtimaî bünye için de durum aynıdır. Eğer sadece bünyedeki ağrıyı duymama üzerinde dururlarsa, bünyedeki öldürücü faktörlerin sessiz sessiz gelişmesine yol açılmış olur.
Mehmet Âkif ırkçılık karşısında öfkelendiği bir anda şöyle der:
Ben de Arnavud'um,
İşte perişan yurdum.
Ben de öyle diyeyim: "İşte perişan yurdum! İşte yaralarına inilemeyen vatanım ve işte dertleri teşhis edilemeyen insanım..!"
Evet, hastalığa başka başka yollarla mualecelerde bulunulmuş, âdeta hastaya kafeinli ilaçlar verilmiş, uyutulmuş. Bu arada kangren ve kanser bünyede geliştikçe gelişmiş, bütün uzuvları hâkimiyeti altına almış. İşte o zaman Lerner'in nokta-i nazarına değil, Allah'ın emrine uymak ve Resûlullah'ın beyanları içinde kendimize çeki düzen vermek mecburiyetindeyiz. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor:
"Bir kimse Müslümanlara karşı spekülasyonda bulunursa (mal stoku yapar ve dar günlerde o malı piyasaya sürmeyi düşünürse), o bu işte hatalıdır, Allah ve Resûlü'nün zimmetinden çıkmıştır."[14]
Yani o, Allah ve Resûlü'nün himayesinden mahrumdur. Ve yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor:
"Kim Müslümanlara karşı 40 gün bir yiyecek maddesini alsa, bir yerde fiyatlar yükselsin diye bekletse ve sonra da onu tasadduk etse, bu tasadduk Allah katında asla kabul olmaz."[15]
Çünkü kazancına haram karışmıştır. Evet, insan böyle bir para ile hacca gitse, oradaki dualar yüzüne çarpılır. Midesinde haram taşıyan bir insanın namazı paçavra gibi sahibinin yüzüne çarpılır. Haramdan yapılan tasadduk da aynı şekilde kabul görmez ve geri verilir.
Tekrar ediyorum, ihtikâr haramdır ve onun için de Allah Resûlü, ihtikâr edilen bu maldan yapılan tasaddukların kabul olmayacağını ifade buyururlar.
6. Damping
Spekülasyonun bir çeşidi de dampinglerdir. Malı, istihsal fiyatının altında bir fiyata satma ameliyesine damping diyoruz. Az açalım: 10'a mâl olan bir emtiayı, başka bir yerde 8'e satma gibidir ki, buna fıkıhta vazîa satışı denir.[16]
Damping çarşıda, pazarda bir kısım kimseleri refüze etmeye matuf kurulmuş bir dolaptır. Bununla, bazı tüccarın saf dışı bırakılması ve piyasada hâkimiyetin ele geçirilmesi hedeflenir.
Saikler ne olursa olsun, damping yapanlar umumiyetle bir yanlış talep tahminine binaen fazla mal istihsal ederler. Sonra da ellerinde kalan malı bu usûlle eritirler. Böyle bir damping biraz masum görünebilir.
Bazen de, bir yerin çarşısına, pazarına, piyasasına girmek amacıyla ucuz satmak şeklinde damping yoluna tevessül edilir. Yabancılar bugün İslâm memleketlerinde bunu yapıyorlar.
Bakıyorsunuz, Kızıldeniz'in bir limanına büyük bir devletin gemisi yanaşmış halı satıyor. Tetkik ediyorsunuz, halının fiyatı sizin mâliyetinizin yarısı kadar. Hem de burada mal ayağınıza kadar gelip teslim ediliyor. Aslında onların bu halıdan kâr etmeleri söz konusu değildir ama, onlar için mühim olan piyasaya hâkim olmaktır. Zira daha sonra piyasaya sürülecek mallarla zararları fazlasıyla telafi edilecektir.
Çok defa piyasaya hâkim olmak için yapılan ucuz satışların arkasında böyle kötü bir niyet vardır. Zira başkaları çökertildikten sonra piyasaya onlar hâkim olacaktır. Bu, haince bir düşüncedir: Malı başkalarına göre üç-beş kuruş ucuzuna verir; ama mutlaka ya kalitede ya ölçü veya tartıda onu fazlasıyla çıkarır.
Bu konuda bir başka yöntem de şudur: Başkalarının bir piyasada mal satamaması, rekabet edememesi için mal piyasaya ucuza dökülür. Buna karşı başkaları rekabet edemez ve saf dışı kalırsa dampingci orada işi tekeline alır, pazarı da piyasayı da artık o belirler.
Görülüyor ki, spekülasyon ister damping, ister başka bir şey olsun, gidip tekelciliğe dayanmakta ve ticaretin belli ellerde toplanmasını netice vermektedir. Bu yönüyle de o, İslâm nazarında merdut ve mezmumdur.
Bir mü'minin bu şekilde başkalarını ticarî sahadan refüze etmeye, saf dışı bırakmaya hakkı yoktur. İslâmî bir ortamda herkes çarşıda, pazarda rahatlıkla ve fırsat eşitliği içinde, adalet ve hakkaniyet gözetilerek muamele görür, Allah korkusuyla hareket eder, Allah'a karşı saygılı olur ve ticaretinde hakkaniyeti gözetir. Aksine, kalblerde Allah korkusu ve ahiret endişesi yoksa hiçbir spekülatif faaliyetin önünü almak ve ticarî hayata âhenk getirmek mümkün değildir.
Israrla üzerinde durulan bir hususa burada yeniden temas etmek gerekiyor: Eğer biz, İslâm gibi en ideal bir sistemi tatbik ederek insanları ona lâyık birer fert olarak yetiştiremezsek hiçbir meseleyi halletmiş olamayız. Sistem ne kadar mükemmel olursa olsun, fertler açısından tatbik edilmiyorsa, o mükemmelliğin pratikte hiçbir faydası yoktur. Onun için teker teker her ferdin ruh ve mânâ yapısını, İslâm'a göre ayarlamak zorundayız.
Ticarî hayat için de durum farklı değildir. Helâl ve haram şuuruna sahip olmayan fert ve toplumlar, İslâm'ın gayr-i ahlâkî kabul ettiği, onun için de şiddetle yasakladığı ticaret şekillerinden nasıl olur da uzak dururlar? Bu, imkânsızdır. Ancak helâl ve haram şuuruna sahip insan ve cemiyetlerdir ki, hiçbir zorlama olmadan, seve seve ve gönül rızasıyla İslâm'ın yasak kabul ettiği şeylere yanaşmaz ve onu işlemekten kaçınırlar.
İşte aşağıda arz edeceğimiz canlı örnek, bunun en çarpıcı ve güzel bir delilidir.
7. Bir Mü'min Örneği
Allah Resûlü, Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderir. Muaz b. Cebel ki, Akabe'de Allah Resûlü'ne biat etmiştir. İslâm'a girdiği gün belki yüzünde tüy bile yoktur; evet, işte o kadar gençtir. Ona ikinci bir Ömer dense sezâdır. Zira o büyük bir dâhidir. Çevresine karşı itimat telkin eden ve saygı uyandıran aydınlık bir simadır.
Kendisinden yaşça çok büyük sahabeden birçoğu Hz. Muaz'a karşı saygılı ve hürmetkârdır. Allah Resûlü onun hakkında, "Ümmetimin helâl ve haramı en çok bileni Muaz b. Cebel'dir."[17] buyurmuşlardır.
Ve işte bu Muaz şimdi, bizzat Efendimiz tarafından Yemen'e gönderilmektedir. İki Cihan Serveri onu Medine çıkışına kadar geçirir ve yolda ona sorar:
"Yâ Muaz! İnsanlar arasında ne ile hükmedeceksin?" Muaz bu soruya:
"Allah'ın kitabıyla." cevabını verir. Efendimiz tekrar sorar:
"Ya aradığını onda bulamazsan?" Muaz b. Cebel'in cevabı:
"Allah Resûlü'nün sünnetiyle." olur. Efendimiz üçüncü defa sorar:
"Ya onda da bulamazsan?" Ve Muaz Efendimiz'i çok sevindirecek olan şu cevabı verir:
"O zaman da kendi re'yimle amel ederim."
Allah Resûlü onun bu cevabına o kadar sevinir ki, hemen ellerini kaldırır ve şöyle der:
"Resûlullah'ın elçisini buna muvaffak kılan Allah'a sonsuz hamd olsun!"[18]
Muaz b. Cebel Yemen'e giderken çok borçluydu. Borçlu oluşu cömertliğinden ileri geliyordu. Evet, o olabildiğine cömert bir insandı. Yakınları ona, Yemen'e gittiğinde ticaretle uğraşmasını ve dönüşte hiç olmazsa borçlarını ödemesini tavsiye ettiler. O da bu görüşü onlarla paylaştı ve Yemen'de hem devlet memurluğu yaptı hem de ticaretle uğraştı.
Aradan seneler geçti ve bir gün Medine'ye geri döndü. Ama o döndüğünde artık Resûl-i Ekrem yoktu. Hz. Ebû Bekir halifeydi. Hz. Ömer de onun veziri durumundaydı.
Hz. Ömer, Muaz'ı çok severdi. Hatta vefatı anında en büyük teessürlerinden biri de Muaz'ın vefat etmiş olmasıydı. O, Hz. Ömer'den çok önce Amvas'ta, yakalandığı veba sebebiyle ölmüştü. Bu itibarla Hz. Ömer ölüm döşeğinde şöyle diyordu: "Ah keşke Muaz b. Cebel hayatta olsaydı! Onu yerime halife olarak tavsiye ederdim ve işte o zaman kalb ve gönül rahatlığı içinde ölebilirdim."[19] Hz. Ömer'in Muaz hakkındaki kanaati işte böyle idi.
Fakat gel gör ki, Hz. Ömer, Muaz'ın Yemen'den mal-mülk edinerek döndüğünü duyunca hemen halifeye müracaat etmiş ve Muaz'ın elindeki bütün malların müsadere edilmesini istemişti. Ancak, Hz. Ebû Bekir onun bu teklifini kabul etmemişti. Zira onun Muaz hakkında zerre kadar şüphesi yoktu. Gerçi Hz. Ömer'in de Muaz'dan şüphesi yoktu ve olamazdı da. Ama o, Muaz'ın töhmet altında kalmasını istemiyordu.
Bu mülâhaza ile vakit geçirmeden Muaz b. Cebel'in (radıyallâhu anh) kapısını çaldı: "Sen Yemen'e giderken hiçbir şeyin yoktu. Hâlbuki bugün mal-mülk sahibisin. Bence sen getirdiklerinin hepsini beytülmâle devretmelisin." dedi.
Muaz b. Cebel, Ömer'e (radıyallâhu anh) hiçbir karşılık vermedi. O gece evinde istirahat etti. Sabah çok erken saatlerde Hz. Ömer'in kapısını çaldı. Gözyaşları içindeydi; Hz. Ömer'e şunları anlatıyordu: "Bu gece bir rüya gördüm. Beni büyük bir deryanın içine attılar, üzerime peşi peşine dalgalar geliyordu. Boğulacak gibiydim. Sürekli dalgalarla pençeleşiyordum. Sonra sahilde sen belirdin. Elimden tuttun, beni çıkardın. Anladım ki, Yemen'den getirdiğim her şeyi beytülmâle vermem gerekiyor. Ben onların bütününü beytülmâle veriyorum."[20]
İşte bizim insanımız!.. Halifesi ile, halifenin yardımcısı ile ve mal memuru ile bizim insanımız. Her hâlleriyle ideal bir topluluk teşkil eden bizim insanımız…
Bizim insanımızda gayri meşru yollardan kazanmak şöyle dursun, alın teri ile kazandığının içine sızabilecek en küçük şüpheli bir malın bulunması bile söz konusu değildi.
Onun için çok rahatlıkla diyebilirim ki, bizde kat'iyen spekülasyon olmaz. Bizde ihtikâr olmaz. Hatta ihtimal, bir mü'min, kendine ait olmayan bir arpayı bile ağzına koysa, gider bir süre ağzını fırçalar.
Ama bu inanca sahip olmayanlar, yüzü Hakk'a dönük bulunmayanlar, boyunlarına zincir, ayaklarına pranga taksanız, yine gayri ahlâkî davranışlar içinde çalıp-çırpacak, içtimaî hayatı sarsacak; buhranlar, krizler meydana getirecek; halkı da devleti de asayiş ve emniyet kuvvetlerini de huzursuz ve tedirgin edeceklerdir.
Muaz'dan rahatsız olacak devlet düşünebilir misiniz? Muaz'dan rahatsız olabilecek emniyet kuvveti düşünebilir misiniz? Öyle bir insandan rahatsız olan, yani mü'minin mü'minliğinden ve faziletinden tedirgin olan sadece şeytan olur. Eğer insanlar arasında böyle biri varsa, o, muvakkaten de olsa şeytan hâkimiyetine kendisini kaptırmış demektir.
Bizim insanımız faziletlidir. Yarınki nesiller böyle bir faziletle arz-ı dîdâr ettikleri zaman bu işin pratiği nasıl olurmuş görülecektir. Evet, geleceğin nesli sahabeyi anlama mevzuunda bizim için –inşâallah– örnek bir nesil olacaktır.
Arz ettiğimiz bu meseleler, iktisatçılar tarafından çok farklı şekillerde mütalâa edilebilir. Ama netice itibarıyla hepsi de kabul edecektir ki, İslâm, yeryüzünde eşi ve menendi (benzeri) olmayan yegâne semavî bir sistemdir. Çünkü o, Allah kelâmının, inanmış insanların temiz vicdanlarında mâkes bulmasının unvanıdır.
8. Fiyat Teşekkülü
Fiyat, bir mal veya hizmetin para birimiyle ölçülen mübadele değeridir. Normal bir alışverişte fiyat, arz ve talep tarafından belirlenir.
Biz, şartlar öyle gerektirdiğinde, şayet bir fiyat ayarlamasına veya narh uygulamasına gidersek, yine vicdan duruluğumuzla, ruh selâmetimizle ve iç âlemimizdeki istikametle gideriz.
Başkaları için fiyatta aldatmalar olabilir; ama bizim dünyamızda bu türlü şeyler asla bahis mevzuu değildir. İktisatçıların muztar kalıp, her çıkan kanuna munzam, yeni bir kanun çıkarıp onunla mükellefi bağlamalarına mukabil, biz bunların hiçbirine kat'iyen lüzum hissetmeyiz.
Bizim mükellefimiz, sorumluluk ve hesap duygusuyla eli-kolu bağlanmıştır. Bu mevzuda en hassas nokta şudur: Mülk Allah'ındır ve bir insan, ister mal sahibi, ister emanetçi olsun, mülkünde tasarruf yaparken, mülk sahibinin izni dairesinde tasarruf yapar. O'nun kullarını sıkıntıya sokmak şöyle dursun, onlara küçük bir kötülük ihtimalinden dahi korkar ve tir tir titrer.
Mülk Allah'ındır. Verdiği mülkünden dolayı bize düşen, sadece rızası dahilinde tasarruf ve O'na hamd ve senâ etmektir. Bu, belki ticarî hayatta fiyat dalgalanması veya dalgalanmamasının da temel felsefesini teşkil etmektedir.
Yani bu sayede bizde, ne sun'î fiyat yükselmeleri ne de tekelin yükselttiği fiyatlar bahis mevzuudur. Belki, hakikî fiyat yükselmelerinde dahi biz sebebiyet verdik diye kalblerimiz tir tir titreyecektir. Korkar ve ağzımıza girecek küçük bir lokmanın haram olmasından endişe ederiz. Allah'ın, bütün inananların kalbini bu mevzuda hüşyâr kılmasını diliyorum.
Bu itibarla, iktisatta çok bahis mevzuu edilen nice meseleler, bizde asla söz konusu değillerdir. Bizde fiyat ayarlaması, her şeyden önce mü'minin kalbine, onun iç hayatına ve murâkabesine bağlıdır. Buna bir de serbest ve sıhhatli rekabet eklenince, yani rekabet; karaborsacılık, ihtikâr, spekülasyon ve tekelcilikten kurtulunca, fiyat ayarlaması kendiliğinden ve âdil bir biçimde gerçekleşecektir.
Ticarî hayatta tekel varsa ve bir kısım kimseler bütün ticarî hayata hükmediyorlarsa, çarşı ve pazardaki emtia ve parayı bunlar topluyorlarsa böyle bir memlekette kanunlar ne kadar sağlam olursa olsun, cemiyetin büyük bir bölümü için huzur söz konusu olmayacaktır. Bunun için misal vermeye hiç de lüzum yok.
Meselenin izahı şudur: Evvelâ tekelci, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, istihsal sahalarının bütününün kullanılmasına meydan vermeyecektir. Çünkü piyasaya fazla emtia sürülünce, yani arz fazla olunca, fiyatlar düşecektir. Böyle olmaması için tekelci, memleketteki istihsal sahalarını sürekli kontrol altında tutacaktır.
Bir yerde, bir seramik fabrikası varsa, ikincisinin kurulmasına imkân vermeyecektir. Dampingleriyle, malı ucuza satmakla piyasayı tekelinde tutmaya çalışacak, icabında zarara girecek ve gayri ahlâkî rekabette bulunacaktır. Rakip firmayı öldürecek, böylece kendi ayakta kalacaktır. Başka ticarî sahaları da buna kıyas ettiğimiz zaman göreceğiz ki, tekelci, istihsal sahalarının başkalarınca aktif tutulmasına asla imkân vermeyecektir.
9. İslâm'da Her Şey Aktiftir
Mevzua başladığımızdan bu yana ısrarla üzerinde durduğumuz ve geleceğin iktisatçılarının bilhassa dikkatini rica ettiğimiz bir hususu son bir kez daha hatırlatalım: İslâm'da her şey aktiftir. O, hiçbir şeyin ölü olmasına müsaade etmez. İşte Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı:
"Bir kimse ölü bir araziyi ihya ederse, o onun olur."[21]
Yalnız Hanefî fıkhında, böyle bir ihyâ, devlete sorularak yapılır. Diğer üç mezhepte ise, muttasıl, yani ard arda üç sene ekilmedik bir arazi başkası tarafından ekilir ve o arazi artık onun olur.[22]
Bunu, ölü toprağı ihya etme mevzuundan bir mânâda parayı stok etmeye (kenz) kadar götürebilirsiniz. Kur'ân ve hadisler 'kenz'in aleyhinde ciddî tahşidat yapmaktadır. Binaenaleyh, İslâm'da ne stokçuluk ne de şu veya bu maksatla herhangi bir yere ölü yatırım söz konusudur. Çünkü ölü yatırımda para öldürülüyor demektir.
Ayrıca, İslâm'da her şey gibi fert de aktif olacaktır. Onun için Müslümanlıkta kahvede miskin miskin oturmak ve boşuna vakit öldürmek yoktur. İslâm'da emeklilik müessesesi de şimdiki şekliyle mezmumdur ve hoş karşılanmamıştır. Çünkü onda da bir pasiflik söz konusudur. Hiçbir fıkıh kitabında emeklilikten bahsedilmemektedir. İnsan çalıştığı kadar çalışacak, eli-kolu tutamayacak hâle gelince de devlet ona iâne (yardım) fonundan bakacaktır. Fakat, eli-ayağı tuttuğu müddetçe o kat'iyen hazırdan yemeyecektir.
Yine aynı sebepledir ki, İslâm, imaret müesseselerini doğru bulmamaktadır. Çünkü bunlar, uyuşuk ve tembel insan üremesine sebebiyet vermektedir. Ancak sınırlı olarak, geçimini tedarik edemeyen, felçli ve hastalıklı kimselere devlet belli bir fondan bakacaktır. Fakat, atalet müessesesi olan imaretler her zaman sorgulanabilecektir.
İslâm, her şeyiyle; evet, insanından toprağına, ondan parasına kadar her şeyiyle aktiftir. Hâlbuki tekelci ticareti elinde tuttuğu zaman, pek çok istihsal sahasını âtıl bırakacak, onları işlemez hâle getirecektir. Bu ise millî gelirin, millî servetin dinamitlenmesi demektir. Ayrı bir zararı da, istihdam alanının daralması şeklinde olacaktır. Zira, üç fabrika açılırsa üç bin insan çalışır. Hâlbuki tekelci bir fabrika açacak ve içinde bin insan çalıştıracaktır. Böylece iki bin insan gadre uğramış ve sokağa dökülmüş olacaktır. Bir kısım art niyetliler de bunu istismar ederek insanları anarşiye sürükleyecektir.
10. Tekelin Zararları
Kısacası, tekelin iki ciddî zararı vardır:
Birincisi, memleketin yarı istihsal sahalarını âtıl bırakma, insanları pasifize etme, çalıştırmama ve böylece memleket çapında ciddî zarara sebep verme ki, feodalizm döneminde, Batıda böyle olmuştur. (Maalesef Batıdaki dünkü süprüntü düşünceler de bugün bizim içimize ikâme edilmeye çalışılmaktadır.) İstihsal sahaları yarı âtıl hâle gelince işçi açığa alınmış olacaktır.
Bu ise, -Allah muhafaza buyursun- her an işçi cephesini anarşiye sürükleyebilir. Onun için biz her alanda sıhhatli bir rekabetin şart olduğuna inanıyoruz. Böyle bir rekabet içinde temiz vicdanlar kendilerine düşen vazifeyi yaparlarsa, kurtuluşumuz muhakkak ve mukadder demektir ki, bu sayede -Allah'ın tevfik ve inayetiyle- arızasız sahil-i selâmete çıkarız.
İkincisi, tekelci, tekelinde tutabilmek için ticarî hayata çeşitli ahlâksızlıkları sokar. Meselâ, arz ve talep dengesini öyle bir seviyede tutar ki, o seviye daima tekelcinin çıkarına ve lehinedir.
Bunu yapabilmesi için çeşitli ticarî ahlâksızlıklara girer ve bunların hepsini yapar. İcabında dıştaki ithalatçıyla veya başka bir vatan ve millet hainiyle anlaşır. Yapacağını yapar; yapar ve tekelini sürdürmeye çalışır. Bu işleyen mekanizma, bizim dışımızda olanlar için çok korkunç neticeler doğurur.
Daha önce de söylediğimiz gibi, spekülasyona karşı spekülasyonla, tekele karşı tekelle mukabele etmek asla güvenli bir yol değildir. Bu, ahlâksızlığı ahlâksızlıkla, insaniyet dışı şeyleri yine insaniyet dışı şeylerle önlemeye çalışma ve canavarlara karşı canavarca davranma gibi yanlış bir yoldur; suiistimal edilmeme garantisi hiç yoktur.
İnananlara gelince, onlarda bu türlü şeyler bahis mevzuu değildir. Zira, evvelâ, her türlü ihtikâr ve spekülasyon için Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Mal yığan, stok yapan, kendi menfaatini halkın zararında arayıp piyasa ve pazarı allak bullak eden, müstahsilin önünü alıp müstahsilin müstehlikle yüz yüze gelmesine engel olan ve bu mevzuda ne kadar ahlâksızlık varsa hepsini yapan ciddî hata içindedir."[23] buyuruyor.
Ve yine, "Kırk gün stokçuluk yapana Allah merhamet nazarıyla bakmaz."[24] ferman eder.
Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'da, وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللّٰهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele!" (Tevbe sûresi, 9/34) buyrulur. Yani azab-ı elîmle tebşir et onları. Onlar ki, Allah'ı biliyorlardı, "İnandık" diyorlardı. Kendilerine Cennet bişâreti gelmesi mümkün iken bu imkânlarını kullanmadılar. Sen de şimdi onlara Cehennem bişâreti ver. Zira onlar, Cennet yolunda Cehennem'e yürüyor ve Resûlullah'ın arkasında şeytana açık duruyorlar. Onun için, فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ diyor.
Bu Kur'ân'a ait bir üslûptur: "Onların canlarını yakacak azab-ı elîmle korkut!" değil, "Müjde ver onlara, gidecekleri yer gayyadır!" şeklinde bir üslûp kullanılıyor.
Ticarî ahlâklarını düzeltmeyenlere, menfaatleri için başkalarını zarara sokanlara, kendi menfaat ve çıkarlarını toplumun menfaatlerine tercih edenlere, şahsî hayatlarını düşünüp, başkalarının mutluluğunu dinamitleyenlere bişaret ver, onların varacakları yer Cehennem'dir. Cenâb-ı Hak bizi bu kötü encamdan ve akıbetten muhafaza buyursun.
Ve yine Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Mü'minlerin en faziletlisi o insandır ki, alışveriş yaptığında müsamaha ile, toleransla, hakkaniyetle, meveddetle, mürüvvetle yapar. Sattığı zaman öyle yapar, aldığı zaman öyle yapar. Hüküm verdiği zaman öyle hüküm verir. Hakkında hüküm verildiği zaman da meseleyi öyle karşılar."[25]
Böyle biri her şeyi ile mükemmel bir insan ve bir fazilet âbidesidir. Binaenaleyh, bir mü'min, kendi şahsı, ailesi, topluluğu ve kabilesi adına bir şeyler yaparken, içinde yaşadığı toplumu, hatta bir bakıma bütün insanlığı da düşünür ve hesaba katar.
Benim burada fazla istihsalim olabilir. O kadar istihsalim olabilir ki, ben bunu ihraç edecek memleket bulamam. Ama, ülke içinde fiyatlar düşmesin diye de götürüp denize dökemem. Zira memleketin veya dünyanın başka taraflarında bütün hayat boyu bir narenciyeyi göremeyen insanlar vardır.
Günümüzde bazıları istediği kadar insan hakları havarisi kesiledursun; onların yaptıkları dediklerini yalanlayıp durmaktadır. Afrika'da milyonlarca insan açlıktan kıvranırken, bilmem hangi melun limanda tonlarca hububat ve meyve, sırf fiyat düşmelerini önlemek için denize dökülmektedir.
Aynı şey, her kapitalist ülke için aynıyla geçerlidir. Bazı denizler de, bunların döktükleri istihsal fazlası meyve ve sebzelerle kirlenmektedir. Kıyısı olmayan nice zengin ülkeler ihtiyaç ve istihsal fazlalarını ateşe verip yakmaktadır. Gariptir, bu insanlık dışı davranış karşısında hiç kimseden de ses çıkmamaktadır.
11. Osmanlı ve Arap Dünyası
Hâlbuki biz böyle yapmıyorduk ve yapmamıştık. Bizim hâkimiyetimiz döneminde Ceziretü'l-Arap fakr u zaruret içinde perişan bir hâldeydi. Ama idare ve zimamdarlık bizim elimizdeydi. Mekke ve Medine'nin ister hâdimi, isterse oranın maddî yapısının hâkimi bizim atalarımızdı. Oralarda yaşayan insanların fakr u zaruret içinde yaşadığı bizce biliniyordu. Bundan dolayı biz, vapurları arpa-buğday doldurup oralara gönderiyorduk.
Şimdilerde bu hakikatler, yeni yeni su yüzüne çıkıyor. Yüz-yüz elli seneden beri İslâm âlemi ile bizi düşman hâle getirmek için ciddî entrikalar çevrildi. Araplara ve bilhassa yeni yetişenlere, "Osmanlılar sizi ezdiler, zulmettiler." dendi ve onların beyinleri yıkanmaya çalışıldı.
Tekrar ediyorum, konu şimdi şimdi anlaşılmaya başladı. Artık bir milyon tirajlı el-Arabî mecmuasında Hz. Fatih'in göklere çıkarılarak anlatıldığını görebiliyoruz. Bugün Abdülhamid, büyük bir dâhi olarak anılmaktadır. Bugüne kadar Batının oynadığı oyun artık iflas etmiştir.
Müslüman Müslüman'a düşman olamaz. Onlar bir kısım kabile reislerine bizim paşalarımızı vurdurdular. Ama bütün bunlar Lawrance gibi kimseler tarafından yapılmıştı. Bunlar bizi birbirimize düşürmüş ve düşman etmişlerdi.
Ancak mesele şimdi çok da öyle değil. Onlar bazı mecmualarında şunları yazıyorlar: "Osmanlı devri keşke bir daha gelse de bize ve bölgeye hükmetse!"
Eski Tunus müftüsüyle görüşmemizde, bizzat kendisinden işitmiştim: "Ah keşke gelip bize rehber olsanız…" diyordu. Tunus'a, Fas'a, Cezayir'e ve bütün Mağrip memleketlerine, bizim rehberliğimiz isteniyordu.
Bu ülkelerden birçok varlıklı insan çocuğunu Türkiye'ye gönderip burada okutmak istiyor. Zira bir dönemde o mağdur memleketlere hep biz baktık. Hindistan'a vapurlarla arpa, buğdayı biz gönderdik. Onlar bunu çok iyi bilirler. Bunu çok iyi bildikleri içindir ki, felaket günlerimizde elbiselerini sattı, bize yardım gönderdiler. Kaderin cilvesi, onların yardımı Rusya eliyle bize intikal ettiği için Rus yardımı zannedildi…
Biz Müslümanlara yardım ettik, Müslümanlar da bize yardım ettiler. Başkaları bize yardım ediyor gibi göründü, kötülük yaptılar. Bir verdi, on aldılar. Yabancı bir ülkeye giderken, kendisini büyüğüm olarak kabul ettiğim bir zat bana dedi ki: "Aslında onlar, iki kahve içmeyi garanti etmeden bir kahve içirmezler." Bu, haddizatında onların her zamanki ahlâkıdır. İki iyilik görmeden asla bir iyilik yapmazlar.
Bu itibarla bize bir iyilik gelecekse yine kendimizden, yani bir kısım fasl-ı müştereklerle birbirimize bağlı bulunduğumuz topluluklardan gelecektir. Zaten günümüzdeki gelişmeler de hep bu istikamette seyretmektedir. Onlar da şimdilerde bunu anlamış gibi görünüyorlar.
Bir örnek olarak, Abdülhamid devrinde, İstanbul'dan başlayıp Medine'ye kadar varan tren yolu nice sıkıntılar içinde yapılmıştı. Acıdır ki, bu tren yolu şu anda enkaz hâlinde ve ihyâ edilmeyi beklemektedir.
İşin aslı biz hiçbir zaman başkaları gibi onları sömürmedik. Denize arpa-buğday dökmedik, narenciyelerimizi itlaf etmedik. Aksine, feryâd u figâna koştuk. Bu, bizim vicdanımızın emri, imanımızın gereğiydi. Allah böyle emrediyor ve Resûlullah da böyle buyuruyordu: "Birbirini sevmede, birbirine merhamette, birbirine şefkatte mü'minlerin misali, bir bedenin uzuvlarına benzemektedir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvların da uykusu kaçar ve ona iştirak ederler."[26]
Bir fert veya kesimdeki ızdırap, diğerine kafa sancısı, beyin sancısı, mide sancısı, kalb sancısı çektirir. Dün Hindistanlı -ki henüz istiklâli yoktu- bizim Mağrip memleketlerindeki mağlubiyetimiz karşısında Lahor'da bir araya geliyor, milyonlar teşkil ediyor, ceketlerine kadar her şeylerini satıp, bizim imdadımıza koşuyordu. Biz de, tarih boyunca onlara hep aynı şeyleri yapmıştık.
Bugün de durum değişmiş değildir. Bizim Müslümanlardan başka hakikî dostumuz yoktur. Ne batının bir kısım İslâm düşmanları ne de doğunun münafıkları hiçbir zaman hakikî dost olmadılar. Eğer bazen bir dostluk gösteriyorlarsa muhakkak bir menfaate binaendir. Onlar bizi asla sevmediler ve asla sevmeyeceklerdir. Şimdilerde mazideki kin ve nefretleri biraz daha alevlenmekte ve patlamaya hazır bir magma gibi için için kaynayıp durmaktadır.
Kıbrıs harekâtında bunu açıkça bir kere daha görmüş olduk. Mazi, istikbalin aynasıdır. Yarın, sen bunlardan birine bir şey yapıversen, Amerika'sıyla, Rusya'sıyla, Avrupa'sıyla bütün dünya tek vücut olur ve senin üzerine çullanırlar. Bu böyle bilinmeli, ama yine de insanca davranmada kusur edilmemelidir.
[2] Buhârî, büyû 43; Ebû Dâvûd, büyû 51; Nesâî, büyû 9; İbn Mâce, ticârât 18.
[3] Buhârî, büyû 19, 22, 44; Müslim, büyû 47; Tirmizî, büyû 6.
[4] Buhârî, büyû 48; istikrâz 19; husûmât 3; hiyel 7; Müslim, büyû 48; Ebû Dâvûd, büyû 68; Tirmizî, büyû 28; Nesâî, büyû 51; Muvatta, büyû 98.
[5] Aynî, Umdetu'l-kârî, 11/332-335.
[6] Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve edilletuhû, 5/3536-3537.
[7] Dârekutnî, es-Sünen, 3/4, 5; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 5/268; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 4/268.
[8] Bakara sûresi, 2/173, 219; Mâide sûresi, 5/90.
[9] Mecelle-i Ahkâm-i Adliye, mad. 369; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 6/28-31.
[10] Mecelle-i Ahkâm-i Adliye, mad. 380-392; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 6/111-118.
[11] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 6/111-118.
[12] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/413-414.
[13] M. A. Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 278.
[14] Hâkim, el-Müstedrek, 2/14.
[15] Münzirî, et-Terğîb ve't-terhîb, 2/364; Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 4/97, 99; Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-ahvezî, 4/405.
[16] Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve edilletuhû, 5/3766-3776.
[17] Tirmizî, menâkıb 32; İbn Mâce, mukaddime 11.
[18] Tirmizî, ahkâm 3; Ebû Dâvûd, kadâ 11.
[19] Bkz.: Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/228-229; 9/305.
[20] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/585-586.
[21] Ebû Dâvûd, harâc 37; Muvatta, akdiye 26; Tirmizî, ahkâm 38.
[22] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 7/191-192.
[23] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/351.
[24] Bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/33; Hâkim, el-Müstedrek, 2/14.
[25] Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 7/297.
[26] Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66.
- tarihinde hazırlandı.