Ekonomik Sistemler
İslâmî meselelerin doğru olduğunu ispat için, İslâm dışı sistemlerin analiz ve mukayeselerine ihtiyaç olmasa gerek. Zira Kur'ân kendi kendini anlatmaya kâfidir. Başka anlayış ve anlatışların birer payanda gibi kullanılması ve Kur'ân'ın bunlarla izah edilmeye çalışılması doğrusu gönlüme sakil ve ağır geliyor.
Ancak bazen, bir kısım bâtıl sistemlerde de aklın hikmet-i vücuduna bağlı bir hakikat dânesi bulunabilir. Ne var ki bu sistem, bulduğu o hakikatin bir cüz'ü iken ifrat veya tefrite düşerek kendisini o hakikatin bütünü kabul eder.
Bunun gibi, bir başka sistem de yine hakikatin başka bir yönünü keşfetmiştir. Tabiî o da aynı ifrat veya tefritin kurbanı olur, hakikati ararken gider bâtıla saplanır. İşte bâtıl sistemlerdeki bu yönleri alıp değerlendirme ve bu mevzuda sırat-ı müstakîmi şerh ve izah etme sadedinde bazı mukayeselere girmede mahzur olmasa gerek.
Şu kadar var ki, böyle mukayeseleri ulu orta ve her zaman kullanmak da doğru değildir. Bu mülâhazalar çerçevesinde, hiç de istekli olmadığım hâlde, sırf zaruretlerin zorlamasıyla, bugünkü iktisadî sistemlerle İslâm'ın iktisadî yapısı arasında, teferruata girmeden, çok kısa olarak bazı mukayeselerde bulunmak istiyorum.
Gayemiz o bâtıl sistemleri nazara vermek olmadığı için, ancak söylemek zorunda kaldığımız miktarda bazı bilgiler aktaracağım. Bununla beraber, yine de böyle bir mukayeseye ihtiyaç duyduğumun hacaletini üzerimden atamıyorum; atamıyor ve okuyucumun müsamahasına ve Rabbimin affına sığınıyorum.
Evvelâ bu sistemleri iki ana gruba ircâ etmede fayda var: Kapitalizm ve komünizm.
Liberalizm, kapitalizme dahildir. Sosyalizm ve kolektivizm ise komünizmin içinde değerlendirilebilir.
Evvelâ, bu iki ana gruba geçmeden evvel diğerleri hakkında kısaca ve ansiklopedik bir malumat aktarmada fayda mülâhaza ediyoruz.
Liberalizm, iktisadî hayata devlet müdahalesinin şiddetle karşısında olan bir doktrindir. Fert hür teşebbüsü son haddine kadar kullanmalı ve devlet müdahalesi en asgarî seviyeye indirilmelidir, der. Yeni liberalizm, eskisine göre biraz daha devlet müdahalesine açık olsa bile, temel felsefesinde ciddî bir görüş farklılığı olmasa gerektir.
Sosyalizmin yüzden fazla tarifi var. Ancak hepsinin temelindeki felsefe, hususî mülkiyeti kaldırarak onu umumun emrine vermek şeklinde özetlenebilir. Teorik sosyalizmi hayatın her sahasına kaydıranlar da olmuştur.
Pratikte ise sosyalizm iki türlü uygulanmıştır. Devlet sosyalizmi ki, bu sosyalizm, ideal komünizm ile kapitalizm arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Buna göre, bütün istihsal vasıtalarını devlet tekelinde tutmalıdır. Bu tür sosyalizmde fert, gücü kadar çalışır ve ölmeyecek kadar yer. Sendikalist sosyalizmde ise, devlet ferdî mülkiyeti, kâr ve kazanç hakkını bütünüyle kaldırmaz. Fakat çeşitli dernek ve sendikal kuruluşlarla fertleri organize eder ve teşkilatlandırır.
1. Kapitalizm
Kapitalizm, dünya hâkimiyetini feodalizmden devraldığı günden beri kendini dünyanın en güçlü iktisadî sistemi kabul etmektedir. Gerçi, nice defalar revizyona tâbi tutulmuş ve çeşitli değişikliklere maruz bırakılmış, hatta yer yer sosyalizme kaydığı bile olmuşsa da, yine de o hep üstünlüğünü koruduğu iddiasındadır.
Bu görüşe göre, bütün iktisadî yapının temelinde sermaye vardır. Evet, kapitalizm sermayeye dayalı bir sistemdir. O, tüketimi ve israfı esas alır. Lüks ve sefahati terviç eder. Zira sistemini ayakta tutabilmek için evvelâ kendisine böyle bir dünya kurması gerekmektedir. Ve bu sistem bir ölçüde bu işi başarmıştır.
Şu anda kapitalist dünyanın kendine has bir dünya görüş ve anlayışı vardır. O dünyaya girmek isteyenler, bu dünya görüşünü de onlarla beraber paylaşmak zorundadırlar. Kapitalist dünyanın mihrabında madde vardır. Madde onlar için her şeydir ve bütün problemlerin onunla çözülebileceğine inanılır.
Kapitalizm kendi görüşlerini dünyaya şöyle takdim etmekte ve şöyle bir nefis müdafaası yapmaktadır: Ferdî mülkiyet vardır. Fert kazanmada serbesttir, hürdür. İstediği gibi kazanabilir; kazanır ve temellük eder. Kazandığına sahip çıkar ve kazandığını gelecek nesillere de intikal ettirir. Onun için bu sistem beşerîdir ve tabiîdir.
Kapitalizmde serbest rekabet vardır. Binaenaleyh, bu serbest rekabet bir bakıma ferdin aşırı kazancını önler, topluma itidal ve denge vaad eder. Çarşı-pazarda herkes rahat ticaret yaptığı, emtiasını açıkça pazara sürdüğü, reklam edebildiği ve vitrinleştirebildiği için bu sistemde rekabet normaldir. Rekabet ise, gelişigüzel bir insanın sivrilmesine meydan vermez, hatta bir ölçüde bunu önler. Aynı zamanda bu sistemde işçi-patron münasebeti de gayet müspet ve tabiîdir.
Herkes çeşitli işyerlerinde rahatlıkla çalışabileceği için, işçiler arasında da rekabet vardır. Biri çalışmazsa, öbürü gelir çalışır. Bu da patronun işini kolaylaştırır. Diğer taraftan da büyük ölçüde kimse işsiz kalmaz.
İşçiye de sonsuz kazanma hakkı verildiği için, o da bir gün patron olabilir. Beyaz yakalı gömleğini giyer, kravatını bağlar, arabasına biner. Şehrin dışında bir villası vardır, kalkar oraya gider.. evet, bütün bu yollar işçi için de açıktır.
Binaenaleyh, kapitalizm beşerî, tabiî ve fıtrî bir sistemdir. Sanayi İnkılabı kapitalizmin elinde gerçekleşmiştir. Sistem Sanayi İnkılabını gerçekleştirdikten sonra insanlığa büyük hizmet vermiştir. Bugünkü teknolojinin temelinde kapitalistlerin sermayesi vardır. Ay fethedilecek, bir gün orada da fabrikalar kurulacak ve yıldızlar arası hatlar uzatılıp troleybüsler yürütülecekse bu, sermayeyle olacaktır. Ayrıca fert, çalışma ve şahsî mülk edinme hakkına sahip olduğu için de, çalışıp mal kazandığı nispette, yani menfaate nail olduğu müddetçe şevkle çalışacaktır.
Bunu, yuvarlak bir ifadeyle ele alacak olursak, çalışma ile menfaat doğru orantılıdır. Ne kadar menfaat getirici olursa, o kadar iş üretilecektir. Öyleyse, millet için ferde mülk hakkı tanıma gayet faydalı bir tatbik şeklidir. Zira bütün fertler çok kazanmak ve evlâtlarına çok mal bırakmak için mümkün olduğunca çok çalışacaklardır.
Aynı zamanda güçlü, kuvvetli; zayıf, fakir; aklı eren veya ermeyen insanlara müsavi hak dağıtmadığı ve malı böyle bölüştürmediği için bu sistemde her fıtrat, her istidat inkişaf etme yolunu bulacak ve böylece iş tam rayına oturacaktır. Bu felsefeye göre aklı eren bir insan aklını kullanarak dünyaya sahip olacak ve umumî mânâda herkes muvaffakiyeti nispetinde bir şeyler elde edecektir. Bu durum, ferdin kendisini milletine adamasına mâni değildir. Çalışmasının semeresini elde etmesi demektir. İcabında bir kişinin 20 otomobili, özel uçağı veya helikopteri olabilir. Ne var ki, o, millete de bir o kadar kazandırmalıdır. Onlara göre bu sayede istidatlar da inkişaf edecek ve fertler daha yararlı hâle gelecektir.
Bu sistemde düşünce, mükâfatını göreceği gibi, Herkül gibi bir insan, çiroz bir insanın elde ettiği şeyin çok fevkinde şey elde ettiği için, o da güç ve kuvvetiyle çok çalışacak ve daha çok kazanacaktır.
Kapitalizmin ileri sürdüğü bu esasları ileride kritiğe tâbi tutmaya çalışacağız.
a. Kapitalizmin Gerçek Yüzü
Kapitalizm, ileri sürdüğü esaslarıyla hiç şüphe ve tereddüde mahal kalmadan en beşerî, en tabiî ve en fıtrî sistem olduğu ve şimdiye kadar cerh edilmediği, bundan sonra da cerh edilmeyeceği iddiasındadır. Hâlbuki arkasına dönüp baksa ve şu ana kadar geçirdiği istihaleleri görebilse bu kadar iddialı konuşmayacaktır.
Her şeyden evvel bu sistemde, sermayedarların çalışması topyekün insanlık için saadet vesilesi olmuş mudur? İddia ettikleri şeylerin hepsi pratik hayatta mâkes bulmuş mudur? Yoksa hep kuvvetliler bir araya gelmek suretiyle, belli bir dönemde kurulan karteller gibi sömürücü, istismar edici şebekeler teşkili ile fakir ve zayıf sınıfı sömürüp istismar mı etmişlerdir?
Bu dünyada fakir, yer altı mahzenlerinde ve dehlizlerde, 'kût-u lâyemût'a (ölmeyecek kadar ücret) çalışmış ve oralarda erimiş, tükenmiş gitmiş midir, yoksa hakikaten sırtına beyaz yakalı bir gömlek geçirip iyi bir yerde bir villaya sahip olmuş mudur?
Bütün bunları kuşkuyla karşılamamız için çok sebep var. Bir kere dillere destan edilen ve hakkında destanlar yazılan Sanayi İnkılabı hakikaten beşerin yüzde yüzü için menfaatli olmuş mudur?
Yoksa evinde, basit tezgâhı başında, yüzlerce insan çalışıp az dahi olsa bir şey kazanırken, -Bu tevcih de sorgulamaya açık- Sanayi İnkılabıyla fabrikasyon işler, ferdin çalışmasının yerini almış da, bir sürü fert işsiz olarak sokaklarda mı kalmıştır?
Meseleye biraz şüpheyle bakma mecburiyetindeyiz. Yüz insanın iş yaptığı bir yere, tek bir makine konmuşsa, yüz insan açıkta kalmış demektir. Hakikaten dünyanın pek çok yerinde -İngiltere gibi pek azı müstesna- Sanayi İnkılabı ile birçok işçi sokaklara dökülmüş, karnını doyurmak için saldırganlık ve tecavüz yolunu seçmiştir. Ancak ondan sonradır ki, patronlar, kapitalistler işçiyle muvazaa için masalara oturup anlaşmak zorunda kalmışlardır. Bir şeyler verip, bir şeyler koparmak ve samimiyetten, hüsnüniyetten uzak olarak onu aldatmak, istismar etmek üzere çeşitli yollara tevessül etmişlerdir.
Görülüyor ki, kapitalizm iddia edildiği kadar müstakîm bir sistem değil; bu sistemde, bir ölçüde rekabet bulunmakla beraber, zengin ve kuvvetliler anlaşmış ve zayıfları ezmişlerdir.
Bütün dünyada görülen işçi hareketleri bunun bir delilidir. Aç-susuz yeraltı madenlerinde ve mahzenlerde çalışan insanların durumu bunu açıkça ispat etmektedir.
Esasen işçi, ölümlü hâkimiyeti terazinin mukabil kefesine koymuş ve öyle mücadeleye girmiştir.. evet, o, ya bir lokma koparacak ya da bu yolda ölecektir. Onu bu yola iten faktörlerin arasında en mühimmi sermayedarın istismarıdır.
Ayrıca bu sistemde devletin zaafa düştüğü, yani çarşı-pazara hâkim olamadığı; vurgunculuğun, ihtikârın ve çeşitli ticarî spekülasyonların kol gezdiği dönemlerde zenginler, sermaye sahipleri iyice kuvvet kazanmış ve zayıf halk ise iyice ezilmiştir. Orta sınıf eriyip gitmiş ve tabakât-ı beşer çapında vuruşma meydana getirebilecek bütün sebepler hazırlanıvermiştir.
Derken, fırsatçılar ve bulanık devirlerin karanlık avcıları bunu ganimet bilmiş ve işçinin istismar edilmesini, alın teriyle kazandığı şeyi bulamayışını, hatta onun yeraltı madenlerinde çalışmasını bir tuzak ve bir malzeme olarak kullanmışlardır. İtidal getirecekleri yerlerde, ifrata karşı tefritle karşı çıkmışlardır ki, yığınlar bir badireden sıyrılayım derken başka bir gaileye maruz kalmışlardır.
b. Komünizm Kapitalizmin Ürünüdür
19. asır, Batı için bir yükselme asrı olarak görülse de, bilhassa mânevî ve ahlâkî açıdan onun için tam bir çöküş asrıdır. Nitekim, Batılı sosyologlar, 20. asrın başında Batının çöküşü üzerine kitaplar yazmış ve bu hususu önemle belirtmişlerdir. İhtimal ileride bu konuyu etraflıca inceleyecek olanlar, Batının çöküşünü ta 19. asırdan başlatacaklardır.
Sanayi İnkılâbı, piyasayı ve üretim kaynaklarını ya saraya ya da kiliseye mensup küçük bir azınlığın eline vermiştir. Bu üretici sınıf, insanların % 98'ini âdeta köleleştirmiş, onları prangaya vurmuş ve onları sırtlarından geçinilen halâik hâline getirmiştir.
İslâm, bir Hızır gibi böyle bir zamanda Batının imdadına yetişme konumundaydı. Ne var ki, sanayi şoku, belki Batılı kitlelerden daha çok bizim zavallı aydınımızı çarpmıştı.
Batıyı uzaktan seyreden okumuşumuz, onu yakından tanımak için Paris'e, Londra'ya gittiğinde, bu defa dininden, imanından oluyor ve gelip kendi ülkesine, kendi idaresine tosluyordu.
Bin bir bunalım içinde, Batının sanayi üstünlüğü büyüsüne kapılan bu müstağrib (Batılılaşmış ve kendi toplumuna yabancılaşmış) sınıf artık İslâm'a inanmıyordu ki onu Batının bunalımlarına çare diye takdim edebilsin. Zaten o esnada, İslâm'ı temsil mevkiinde bulunan medrese de tekye (tekke) de artık fonksiyonunu ifa edemez olmuştu.
İhtimal, 7-8 asır İslâm'ın üzerine gelen Batı, belki İslâm'ın diriltici nefesiyle dirilmeyi hak etmemişti de Allah Batıya böyle bir dirilişi o an için nasip kılmamıştı. Kim bilir belki de bu diriliş şimdilerde gerçekleşir…
Yeniden konuya dönelim; kapitalizm, ferdi ilâhlaştırıyor; kazanmayı, mülk ve serveti mâbud ve tapınılacak nesneler hâline getiriyor ve insanlığı lüks, sefahat ve israf bataklığına itiyordu. Onun sayesinde fakir iyice fakirleşiyor, zengin de korkunç denecek derecede zenginleşiyordu. Servet belli ellerde toplanıyor ve büyük çoğunluk, bu tekelci sınıfın gizli tahakküm ve sultasının kölesi hâline geliyordu.
Üretimin çok büyük bölümü kapitalistin cebine girerken, işçi ne öldürür ne oldurur bir ücretle geçinmek zorunda bırakılıyor ve servet düşmanlığı ile âdeta hezeyan yaşıyordu. O, boğulmak üzere bulunduğu bu kapkara kapitalizm atmosferinde kendine uzanan yılan da olsa ona sarılacaktı ve nitekim sarıldı da...
İşte komünizm, böyle bir fırsatı değerlendirerek, kendini tarihin tabiî akışının vazgeçilmez bir neticesi gibi sundu. Zira sosyal hâdiselere, tarihî akışa, ilmî ve teknolojik gelişmelere, o dar zihinlerinde yorum getirmekten başka bir anlayışa çoktan zemin hazırlamış bulunuyorlardı.
İşte komünizm, gelip böyle bir hazır zemine kondu ve bütün varlığı ve kendini, insanî iradenin dışında cebrî determinizmin tabiî bir neticesi saydı ve kapitalizmin kaçınılmaz olarak kendisini doğuracağını ileri sürdü. Tabiî, Batıda ezilen, sömürülen kitleler de böyle bir yalana kandı. O zaman için olmasa bile, 40-50 yıl sonra yeryüzünün büyük bir kısmında insanlık için en büyük gaile olacak korkunç bir nifak sistemi, böylece kapitalizm bataklığında ortaya çıkmış oluyordu.
Bu sistem, kanını ve irinini her tarafa saçtı. Bilhassa, belli bir dönemde bizim sokaklarımız da bu kan ve irinden nasibini aldı. Eğitim yuvalarımız lekelendi. Ülkemiz, atom bombası yemiş gibi bir harabezâra döndü. Bu sonuçta, İslâm'ı gerektiği gibi temsil ve tebliğ edemeyen biz Müslümanların da elbette vebali vardır ve bu vebal affedilir gibi değildir.
2. Komünizmin Serüveni
a. İlk Komünist Fikirler
Komünizm, 19. yüzyılda birden ortaya çıkmış bir sistem değildir. İnsanlık tarihinde o veya ona yakın bir sistemi savunanlar hemen her zaman görülmüştür.
Meselâ, mal ve kadının ortak paylaşılması gerektiğini ileri süren ve kimsenin ne özel mülkü ne de hanımı ve çocuğu olmamalı diyen Eflâtun'un 'Cumhuriyet'i, bir bakıma komünist bir cumhuriyettir.
Efendimiz'in dünyaya teşriflerinden önce İran'da ortaya çıkan Mazdekizm de, bir komünist hareket olup, Maniheizm'e tepki olarak doğmuştur. Mani, insanları ibadete, dünyayı ve maddî-cismanî hazları terke çağırıyor, karanlıktan kurtulup, aydınlığa ulaşmak için cismanîlikten çıkıp, tamamen kalb ve ruh seviyesinde mânevî bir hayat sürdürmek gerekir, diyordu.[1]
Cismaniyeti, beşeriyeti ve tabiatı topyekün inkâr eden Mani inancına karşı Mazdek de kendi adıyla anılan sistemini geliştirip, ilk defa İran'da neşretmişti ki, Efendimiz'in peygamber olarak gönderilişinden kısa bir süre önce Nuşirevan tarafından mezhebin kurucusu asılmış ve taraftarları da dağıtılmıştı.
Komünizmden önce Rusya'yı da sarsan Nihilizm'de, sistemin ve alışılagelmiş uygulamaların tamamen tersine çevrildiğini görürüz. Nihilist felsefeye göre, her şey altüst edilmeli, meselâ, kadınlar saçlarını kesmeli, buna karşılık erkekler uzatmalı; kadınlar pantolon, erkekler entari giymeli; erkek başını kapatırken, kadın açmalı; tarlada kadın çalışmalı, erkek ise evde yemek yapmalı, hatta mümkün olursa, erkek çocuk doğurup, kadın evin geçimini temin etmeli, kısaca bütün düzen mutlaka değiştirilmelidir.
19. asırda Marks'tan önce sosyalizmden bahsedenler de olmuştu. Meselâ, Saint Simon (1760-1825) bunlardandı. Marks, esasen felsefesini Saint Simon'dan, Proudhon'dan (1809-1865), Feurbach'tan, Hegel'den (1770-1831), Darwin'den, kısaca inançlı-inançsız hemen her düşünürden devşirmiş ve Komünist Manifesto'da toplamıştır ki, bu beyanname bilâhare Engels tarafından tashih edilerek yayınlanmıştır.
Marks'tan önce ortaya atılan komünist sistemlerin hiçbiri mâşerî vicdanda mâkes bulmamış, kitleler tarafından hüsnükabul görmemişti. Çünkü bu sistem, insan tabiatına ters bir sistemdir.
Fakat Allah, Marks'ın komünizmiyle zulüm ve cevir devrine, zalim ve gaddar insanlara, acımasız kapitalist ve sefih maddeciye büyük bir darbe vuracaktı. Evet, Allah, komünizmle kapitalist zalimlerden bir bakıma intikam alıyordu. Ne var ki, bu tür cezaların umumî gelmesi sebebiyle, bundan geniş halk kitleleri de hissesini alıyordu.
Acıdır, insan fıtratına, insan tabiat ve yapısına bu derece aykırı olan bu sistem, kapitalizm bataklığında boy atıp gelişmiş ve neredeyse bir asır insanlığı uğraştırmış, milyonlarca insanın eti, kemiği ve kanıyla beslenmiştir.
Marks ve Engels'in komünizm adına ortaya attıkları birinci prensip, dinin bir afyon olduğu hezeyanıdır. Onlara ve takipçilerine göre din, kapitalist sistemin sömürü aracıdır. Midesi dolu bir insan, nasıl rahatlamak için hazım hapı kullanır, din de komünist görüşe göre, ezilen sınıfları rahatlatmak için onlara verilmiş bir hap, bir afyondur.
Din, komünizmin en büyük düşmanıdır. Komünist ütopyaya göre proletarya sınıfı bir gün hayata hâkim olacak ve sınıfsız, aynı zamanda da dinsiz bir dünya kuracaktır. Komünistlere göre, düşünce hürriyeti, dinin ortadan kalkmasına bağlıdır.
Komünizmin ikinci temel prensibi, özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Komünizme göre mülk, proletarya sınıfına veya bu sınıfın kurduğu devlete aittir. Kimse, kapitalist düzende olduğu gibi herhangi bir şeyi sahiplenemez, serbest ticaret yapamaz ve serbest rekabet ortamı oluşturamaz. Bu çerçevede, üretim araçları ve her türlü ticaret, proletarya veya devlet tarafından kontrol edilir.
Komünist toplum; devleti oluşturan azınlık hariç, her bir ferdin birer işçi olarak çalışma ve üretmede mevcut bütün gücünü kullandığı, tüketmede ise devletin tespit ettiği ihtiyaç nispetinde harcama hakkı bulunan bir toplumdur.
Komünizmde ekonomi her şeydir. İnsan, sadece üreten ve tüketen bir varlıktır. O, düşünmesi bile üretim vasıtaları ile olan münasebetine bağlı, iradesiz, kendi kullandığı eşyanın emrinde, makine gibi zavallı bir varlıktır. Bu sistemde sanat, hukuk, edebiyat, her türlü insanî ve ahlâkî değerler de ekonomik faaliyetler alt yapısı üzerine oturan birer üst yapı durumundadır.
Marks'a göre düşünce, insanla kullandığı üretim vasıtaları arasındaki münasebetin beyinde meydana getirdiği maddî oluşumlardır. Bu sebeple, doğru bilgi ve gerçek düşünce, ancak komünist toplumda, insan ve üretim vasıtaları münasebetinin komünizme göre şekillendiği bir ortamda gerçekleşebilir. Dolayısıyla, bu sistem kuruluncaya kadar geçen tarihî süre içinde ortaya atılan bütün düşünceler, sistemler, değerler, hukuk ve davranış kaidelerinin hepsi yanlıştır.
İşte size büyük bir çelişki. Bu durumda, bizzat Marks'a göre, komünizm de tamamen yanlışlar mecmuası olmak gerektir. Çünkü Marks, komünizmi 19. asır Almanya'sında, kapitalist bir sistem ve kapitalizme göre düzenlenmiş insan-üretim vasıtaları münasebetleri çerçevesinde şekillendirmiştir. O hâlde, komünizm de hiçbir zaman hiçbir yanıyla doğru olmamalıdır...
Aslında, beşer tabiatına ters olmasının yanı sıra, oturduğu temeller açısından da yanlışlar mecmuası olan komünizm, uzun ömürlü olamazdı ve olamadı da. Fikir planında çok çabuk yıkıldığı gibi, sistem planında da çoktan yıkılıp gitmiştir.
Komünizm, her türlü iddiasına rağmen, beşere sefalet ve gözyaşından başka bir şey getirmediği gibi, sürekli revizyona uğrayarak, kendi prensiplerinden de tavizler vermek zorunda kalmıştır.
Meselâ, İkinci Dünya Harbi yıllarında Stalin gibi bir komünist lider, dine revaç verme, Hitler karşısında dine ve dinî değerlere müracaat etme mecburiyetini duymuştur. Çünkü din, en tabiî, en fıtrî bir gerçektir ve Allah (celle celâluhu), varlığı konusunda delil gerekmeyecek ölçüde vâzıhtır.
Allah'ın varlığı gerçeğinden daha açık, daha net ikinci bir gerçek yoktur. Allah'ı inkâr, esasen kâinatı, kendimizi ve varlık âlemini görmezden gelmek demektir ve insanın kendi kendisini kandırmasından başka bir şey değildir. Bundandır ki, her türlü aksi gayrete rağmen, Rusya'da din de, dinî hayat da tamamen ortadan kaldırılamamıştır.
İkinci olarak, Rusya, komünist ihtilâlden sonra, özel mülkiyeti de lağvedememiştir. Her ne kadar ilk etapta bu sahada birtakım mecburî uygulamalara gidilmişse de, bunlar başarılı olamamış ve daha 1921'de Lenin, "Çalışın, işte fabrika, işte tezgâh!" diyerek, burjuva sınıfının varlığını kabul etmek zorunda kalmıştır.
İnsanda, kendi gayretinin neticesini görme temayülü vardır. Bu temayül yok edilemeyeceğine göre, ya kamçı zoruyla önlenmeye çalışılacak ya da insan, gizli gizli mal biriktirmeye yönelecektir. Rusya'da bunların her ikisi de olmuştur.
1917'de ücretler konusunda, "Gücüne göre herkesten (iş), ihtiyacına göre herkese (hak)" prensibini getirdiler. Bunda da başarılı olamadılar. Olamazlardı da, çünkü böyle bir şey yaratılışa tersti…
Herkül gibi güçlü, kuvvetli bir insanla, cılız bir insanı çalıştıracak, sonra da, cılız insana, ihtiyacı daha fazla diye üretimden daha fazla pay vereceksiniz. Bunu, dünyada kimsenin kabul etmeyeceği açıktır. Her şeyden önce, bu durumda güçlü olan çalışmaz, üretim durur ve ekonomik hayat da felce uğrar.
Yukarıda ifade edildiği gibi, insan, emeğinin karşılığını görmek ister, adalet ister. Öyleyse, herkes çalıştığının karşılığını almalı ve devlet, zayıfı, çalışamayanı korumalı; ayrıca, İslâm'da olduğu gibi, zekât, sadaka, karz-ı hasen müesseseleriyle fakir ve güçsüz kollanıp, sosyal adaletin yanı sıra, insanlar arasında denge, yardımlaşma ve dayanışmanın sağlanması cihetine gidilmelidir.
İnsan tabiatına ters olan bu sistem, tarihin en zalim sistemi olarak kitaplara geçmiştir. Fıtrata aykırılığını kamçıyla örtmeye çalışmış, on milyonlarca insanın kanına girmiş, toplama kampları kurmuştur. Herkesin peşine bir polis takmış ve ülke gelirlerinin önemli bir bölümünü hafiye teşkilatlarına ayırmıştır. Dolayısıyla da kendi idam fermanını bizzat kendi eliyle imzalamış ve neticede kanlı bir kâbus, kanlı bir hatıra olarak gelip geçmiştir.
İnsan fıtratını ve içtimaînin kanunlarını bilenler, bilhassa Allah'a ve Kur'ân'a derinden inanmış Müslümanlar, komünizmin ta en çalımlı, en görkemli yıllarında bile kısa bir zaman içinde gümbür gümbür yıkılacağını söylediğinde, bazıları dudak büküyordu. Şimdi ise, kimse ondan bahsetmek bile istemiyor. Beşere verdiği zararlar, arkada bıraktığı kan, gözyaşı ve irinle o, artık tarihin çöplüğünde yerini almış bir kanlı kâbus.
Din, hususiyle din-i hak olan İslâm ise, şimdilerde üzerindeki tozların alınmasıyla her gün daha bir parlıyor ve insanlığın bugünü ve yarını için tek kurtuluş ve saadet alternatifi olarak kendini daha derinden hissettiriyor.
b. Marks'ın Ütopyası Neden Tutmadı?
Dünyanın gerçeklere ters ve kabul edilmesi en zor ütopyasını Marks yazmıştır. Hâlbuki o, kendi devrindeki bazı sistemleri ütopik gördüğü için bu işe başlamıştı. Marks'ın 'Kapital' adlı eseri akıl, mantık ve gerçek dışı teorilerle doludur. Ona göre, feodalizm kapitalizmi, o sosyalizmi, o da neticede proletarya diktatörlüğünü doğuracaktır.
Marks bu yanlışa ve yanılgıya insan fıtratını bilmemekle düşmüştü. Ona göre, herkes her şeyden 'şuyûî' olarak, yani ortak istifade edecekti.
Rusya'yı idare edenler, bir devrede onun dediklerini tatbik uğruna ceberut bir devlet kurmuş, insanların elindekini zorla gasbetmiş ve bu sistemi oturtmak için milyonlarca insanın canına kıymış, kanına girmişti. Hâlbuki günümüzde Rusya'nın hâli gözler önündedir. Kurulan sistem daha oturmadan yıkılmıştır. Çünkü getirdiği tekliflerin hiçbiri tabiî değildir.
Marksizm, temelde ferdî mülkiyeti nefyetmiş ve sistemini böyle fasit bir düşünce üzerine kurmak istemiştir. Ne var ki o, daha üçüncü enternasyonalde herkese küçük dahi olsa bir miktar özel mülkiyet hakkı tanımaya karar vermiş ve böyle bir revizyona gitmiştir.
Sonra da, enternasyonallerin ardı arkası kesilmemiştir. Öyle ki, zamanla sistem sayısız revizyonlarla tamamen yamadan müteşekkil bir torba hâline gelmiştir. Ayrıca daha sonra her enternasyonal bir hizip olup çıkmış ve aralarında sürtüşmeler başlamıştır. Böylece onun müntesibi sayısınca hizip ortaya çıkmıştır. Günümüzde ise, bu sistem tamamen bitmiştir. Böyle olacağı ise daha ilk gününden bellidir. Çünkü Marks'ın ütopyası gayr-i tabiî ve gayr-ı fıtrîdir.
Mal-mülk edinmenin insan hayatında kendine göre bir yeri ve bir ağırlığı vardır. Bu realite kat'iyen göz ardı edilemez. İnsan hem kendi başını sokacağı hem de bu dünyadan göçüp giderken evlâtlarına bırakabileceği bir ev, bir yuva ister. Kuş bile böyle bir yuva kurar ve kuluçkaya orada yatar. Bir taş, toprak ananın sinesine kendisini atar da orada toprak olur. Her şey, içinde barınacağı, oluşacağı ve ayrı bir hüviyet kazanacağı bir rahm-i mâder arzu eder. Bu arzu ve istek fıtrîdir ve ona saygılı olunmalıdır.
İslâm, meselelere gayet fıtrî yaklaşmakla on dört asırdır dimdik ayakta durmaktadır ve bu duruş kıyamete kadar da devam edecektir. Diğer sistemlerin daha doğmadan ölmeleri ise, insan fıtratına zıt olmaları sebebiyledir. Aslında beşer karîhasından çıkan her sistem için er veya geç bu akıbet mukadderdir.
Mal ve mülk elbette olacaktır. Ancak olgunlaşmış ruhlar bunu cemiyetin hayrına kanalize edecek ve cemiyetin hayrına kullanacaklardır. Meseleye böyle bakıldığında, mü'minin Allah için çalışıp kazanması, niyeti ölçüsünde ibadet olarak ona sevap kazandırır. Dünyayı ahiret adına bâki kılmanın yolu da işte budur. Efendimiz, getirdiği ilâhî nizamla işte bu denge ve muvazeneyi kurmuştur.
Çalışıp kazanmaya teşvik eden bütün âyet ve hadisler aslında meselemizi tenvir etmektedirler. Mü'min en güzel şekilde çalışıp kazanmalıdır. Çünkü neticede onun yaptıkları, Allah, Resûlullah ve mü'minler tarafından teftiş edilecektir. Öyle ise yapılanlar teftişe hazır hâlde yapılmalıdır.
"De ki: İstediğinizi işleyin; Allah, Peygamberi ve mü'minler işlediklerinizi görecektir. Hepiniz görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size işlediklerinizi bildirecektir." (Tevbe sûresi, 9/105)
Çalışma, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'ca bizzat teşvik edilmektedir. Ancak insan, çalışırken, sa'yinin semeresini Allah görecek şekilde ve iyi-kötü kazandığı her şeyi ile Allah huzuruna çıkıp, hesap vereceği düşüncesine sımsıkı bağlı kalmakla mükelleftir.
Aynı zamanda o, dünyaya dünya kadar, ukbâya da ukbâ kadar önem verme durumundadır. Üç-beş günlük muvakkat bir hayat olan şu dünya hayatında kalacağı ölçüde ona, öbür hayata da öbür hayatın enginliğine uygun şekilde ihtimam göstermek bir esastır.
Mü'min, bu hayatı, devamlı öbür hayata göre tanzim edecek ve bir arpadan dahi Allah'a hesap vereceği düşüncesiyle dikkatli yaşayacak ve dünya hayatını ahiret prensipleri dahilinde düzenleyerek dünyevî-uhrevî olmaya çalışacaktır.
Yani fert, her hâlinde kendi hayatına vicdanından gelen emirlerle, oraya da lâhût âleminden gelen esintilerle bakacak ve böylece her fert, içinde yaşadığı toplumda dengesiz bir fert olmaktan kurtulacak ve bu türlü fertlerden meydana gelen içtimaî yapı da huzur ve saadetin teminatçısı bir içtimaî yapı olacaktır.
Zannediyorum, böyle bir yapıda günümüzde olduğu ölçüde bürokrasiye girmeye ve kitaplar dolusu kanun vaz'etmeye de gerek kalmayacaktır. Çünkü böyle bir toplum, Allah'ın emirlerine göre kendine çeki düzen verecek ve dünyada her adımını, ukbâda Rabbine hesap verme şuuruyla atacaktır.
- tarihinde hazırlandı.