Yöneten-Yönetilen Münasebetleri
1. Nasılsanız Öyle Yönetilirsiniz
Meseleye Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevâmiü'l-kelimden kabul edilen bir hadisiyle başlamak istiyorum. Allah Resûlü bir hadislerinde, "Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz."[1] buyururlar. Keyfiyetiniz ne ise, başınızdakilerin keyfiyeti de öyle olur. Her şeyden evvel siz nasıl bir kaynağın mahsulü iseniz, başınızdakiler de aynı kaynağın mahsulüdür.
Bu söz, öyle bir sözdür ki, içtimaî adına kamusluk mânâlar ihtiva eder. İsterseniz, sadece bu hadis üzerinde çok kısa da olsa biraz duralım...
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden mesulsünüz."[2] fehvâsınca, herkesin bir mesuliyet sınırı vardır. Devlet reisi de idare ettiği sınırın bütününden mesuldür. Ancak, "Siz nasıl olursanız, başınızdaki idareciler öyle olur." ifadesi, bu hususa içtimaî perspektif açısından apayrı bir buud kazandırmaktadır.
Evvelâ: Bu hadis idare edilenlere, "Siz önemlisiniz" diyor. Çünkü başınıza geçecekler, hangi yoldan olurlarsa olsunlar, sizin kapınızı çalmak zorundadırlar. Yani onlara şekil verenler sizlersiniz.
İçtimaînin de kendine göre değişmeyen prensipleri vardır. Nasıl ki, fiziğin, kimyanın, astronominin kendine göre değişmeyen ve adına 'şeriat-ı fıtriye kanunları' denilen prensipleri vardır; öyle de, içtimaînin de bir kısım prensipleri vardır ve bunlar, kıyamete kadar değişmeyecektir.
İnsanlar şerre, şirretliğe yol ve vize veriyorlar ve şerirler de sıçrayıp onların omuzlarına çıkabiliyorlarsa, o insanları şerir ve şirretler idare edecektir. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın değişmeyen bir kanunudur.
Şirretlik, insanların bünyelerinde neşv ü nemâ buluyor mu? Toplumun bünyesinde fenalıklar yeşeriyor mu? Bu durumda Allah (celle celâluhu), onların başına aynı çamur ve aynı hamurdan insanlar getirir ve onları işte bu insanlar idare eder.
İkincisi: Yine bu hadis ifade ediyor ki, kanun ve nizamlar, satırlarda yazılı bir kısım şeylerdir ve bunların çok fazla tesiri de yoktur. Zira insanlar kafa kafaya verip, en muhkem kanunnameler hazırlayabilirler. Önemli olan, o kanunların ihtiva ettiği hususlara riayet edilip edilmemesidir.
Bu itibarla, esas olan, idare edilen insanların ahlâkî yapılarıdır. Eğer onlar, ahlâklı ve kendilerine düşen problem ve meseleleri halletmiş insanlarsa, kendilerini idare edenlere problem çıkarmazlar veya onların çok az problemleri olur.
Burada yeri gelmişken, güvendiğim birinin hikâye ettiği bir hâdiseyi sunmak istiyorum.
İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, hâl ehli ulemâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi bir köşede hep susmayı tercih eder. Ancak taraftarları ısrar eder ve hocayı da meydanlara çıkarıverirler. O da çıkar, kendine göre bir meydan konuşması yapar. Ancak Tahir Efendi, az ve öz konuşan bir insandır. Konuşmasında şöyle der ve kürsüden iner:
"Ey cemaat! Şunu biliniz ki, siz 'müntehib'siniz. Ben ise 'müntehab'ım. Gideceğimiz yer ise, 'müntehabün ileyh'tir. Sizin yaptığınız işe de 'intihab' denir. İntihab ise, 'nuhbe'den gelir. Nuhbe, 'kaymak' demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üzerinde şap kaymağı..."
İfadelerdeki Arapça terimleri anlamayanlar için belki istifadeli olur diye kısaca açıklamak istiyorum:
'Müntehib' seçen, 'müntehab' seçilen, 'müntehabün ileyh' kendisi için seçim yapılmış yer, meclis; 'intihab' da, seçmek demektir. Bu kelimelerin hepsi, 'nuhbe' kelimesinden türemiştir.
Haccac'a Hz. Ömer'in adaletinden bahseden zata onun verdiği mânidar cevap da, esasen meselemizi izah etmesi bakımından oldukça mühimdir: "Siz Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, hiç şüphesiz ben de Ömer olurdum..."
Üçüncü olarak, her insan suçu, kusuru kendinde aramalıdır. Herkes kendinin avukatı olduğu ve suçu hep dışarıda aradığı müddetçe, asla mesafe almak mümkün değildir. İnsanlar, ister müspet isterse menfî mânâda kendilerini değiştirmedikçe, Cenâb-ı Hak da onları değiştirmez. Eğer içte bir bozulma olursa, bu mutlaka dışa da yansır. İç istikameti için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
Bu itibarla, "İdare edilenlerin durumları idare edenlerin durumlarına, sebep-netice münasebeti içinde müessirdir." dense mübalağa edilmiş sayılmaz.
Bu ve benzeri daha birçok hakikati ihtiva eden bu tek cümlelik kısa söz, kim bilir daha ne gerçekleri işaretlemektedir. İçtimaî yapılanmayı bu kadar veciz izah ve ifade eden ve aynı zamanda iyi ve güzel bir yapılanmaya yol gösteren, başka bir söz bulmak mümkün olmasa gerektir.
Fetanet-i âzam sahibi Hz. Muhammed'dir ki (sallallâhu aleyhi ve sellem), ancak böyle bir söz söyleyebilir. Aslında onun her sözü bu derinliktedir denebilir.
Biz, ast ve üstüyle, idare eden ve edileniyle, Allah'ın hüküm ve fermanına bağlı içtimaî yapıya sahip bir toplumuz. Hükmü Allah verir. Mülk O'nundur. Hakkımızda yegâne tasarruf sahibi de O'dur. Düşüncemiz O'nunla biçimlenir, kalbimiz O'nunla durulur ve biz bedenimizle, ruhumuzla, hissiyatımızla, kalbimizle hatta her şeyimizle O'na teslim oluruz. Mülk O'nun olduğu gibi, hamd de O'na mahsustur.
İşte biz, hem teb'a (yönetilen) hem de râî (yöneten) olarak aramızdaki münasebetleri bu hesaba göre tesis etmeye çalışırız. Binaenaleyh, bizde yukarıdan aşağıya, asla zulüm ve tecavüz bahis mevzuu olamaz. Zira ferdin ferde tecavüzü, doğrudan doğruya Allah hukukuna tecavüz sayılır. Onun içindir ki Kur'ân şöyle ferman eder:
"Bir kimse herhangi bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir insanı öldürürse, o, bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide sûresi, 5/32)
Bundan, küçük-büyük ilâhî hukuka riayet edilmediği zaman, topyekün kâinata karşı ilan-ı harp edildiği mânâsı çıkarılabilir. İster teb'a ister idare eden olsun, insan insandır ve insan Allah tarafından bizzat tekrim ve teşrif edilmiş bir varlıktır.
Öyle ise, insana, evvelâ onun Cenâb-ı Hak katındaki değer ve kıymeti açısından bakmak lâzımdır. Bu insan kâfir, facir, cani; bu insan fakir, miskin ve zelil olabilir. Fakat o, bir insandır ve bu yönüyle de değerler üstü değere sahiptir.
İşte bir örnek:
Örnek kahramanı Hz. Ali… Bir halife… Allah Resûlü'nün hem amcası oğlu hem de damadı... Efendimiz'in "Benden bir parçadır."[3] dediği, Cennet kadınlarının seyyidesi Hz. Fatıma'nın eşi ve peygamber torunlarının babası. Şahsî fazilet itibarıyla bütün evliyâ, asfiyâ ve aktâbın da sertâcı...
İşte bu Ali, kendini hançerleyen İbn Mülcem derdest edilip huzuruna getirilince yanındakilere şu emri verir:
"Ben ölünceye kadar ona ilişmeyin. Benim yediğimden yedirip, giydiğimden giydirin. Ben nasıl bir yerde yatıyorsam, onu da öyle bir yerde yatırın. Eğer ben bu yara sebebiyle ölürsem, o zaman ona kısası tatbik edin. Fakat zinhar ayrıca zulmetmeyin..."[4]
Bir ikinci misal:
Hz. Osman muhasara edilmiş. Bir Osman ki, o da hem halife hem de Allah Resûlü'nün gözünün nuru iki kerimesini ayrı ayrı nikâhlama şerefine ermiş bir insan. Bu itibarla kendisine 'İki nur sahibi' mânâsına 'Zünnureyn' denilmiştir.
Efendimiz ona: "Yâ Osman, Allah sana bir gömlek giydirecek. Bir gün gelecek senin o gömleği çıkarmanı isteyecekler. Sakın onların isteklerine uyup, o gömleği çıkarma!"[5] buyurur.
Bu sebepledir ki, o, hilâfeti bırakmamada ısrar etmişti. Yoksa onun halifelik veya herhangi bir dünya makamında gözü yoktu.
Hz. Osman'ın etrafındakiler kendisinden, onu öldürmek için gelen şakî güruhu bertaraf etmek için müsaade istediklerinde o, bu teklifi asla kabul etmez.[6]
İhtimal, "Ben sadece hilâfeti bırakmamakla emrolundum. Mü'min kanı dökmekle değil!" diye düşünür. Bununla o da, insana insan olması sebebiyle nasıl bir değer verdiğini göstermek istiyordu.
Ve Abdülhamid... Aradan asırlar geçmiş Abdülhamid Cennetmekân da aynı şeyleri yazmış ve aynı şeyleri söylemişti. Evet, o da saltanattan olmayı, bir mü'minin kanını dökmeye tercih etmişti.
İşte İslâm, insana böyle değer veriyordu. Bu itibarla mü'minler de aynı şekilde insana değer vermek zorundadır.
Bu, suçlular asla cezalandırılmayacak demek değildir. Nitekim yukarıda meselenin bu yönüne de temas edilmişti.
Burada üzerinde durmak istediğimiz husus ise, insanın mükerrem olma keyfiyetidir. Bu da teb'a ve raiyet münasebeti incelenirken dikkat edilmesi gereken hususlardandır.
2. İçtimaî Yapı ve Lider
İslâm'da idare eden ve edilenler arasında hiçbir ayrım söz konusu değildir. Tavan ve taban bu içtimaî yapıda iç içe girmiş bir bütünün parçaları durumundadır.
Bunu söylerken, elbette bu içtimaî yapıda düzen yoktur, demek istemiyoruz. Biz sadece idare etme mevkiinde bulunmayı bir üstünlük pâyesi kabul etmediğimizi ortaya koymak istiyoruz.
Zaten başka türlü de düşünülemez. Nasıl düşünülür ki, Hz. Ömer kendini insanların en mücrimi bilir ve Cenâb-ı Hakk'a yalvarırken, "Allahım, ümmet-i Muhammed'i benim günahlarım sebebiyle helâk etme!" derdi.[7]
Bir başka sefer, camide hutbe irad ederken bir ara cemaate sorar: "Eğer ben eğrilirsem ne yaparsınız?" Bir iman eri cevap verir: "Seni kılıçlarımızla doğrultmasını biliriz!"
Bu cevap onu çok ama çok sevindirir. Secdeye kapanır ve "Sana hamd olsun. Ömer eğrildiği zaman bu cemaat içinde onu düzeltecekler var." diyerek Allah'a şükreder.[8]
Bir başka defasında, yine Hz. Ömer hutbe esnasında, "Ey insanlar, dinleyin ve itaat edin!" der. Bir sahabi hemen yerinden fırlar: "Ne dinler ne de itaat ederiz!" diye gürler.
Halife ona kendisine böyle cevap verişinin sebebini sorar. O zat halifeye o anda üzerinde bulunan yeni elbiseyi gösterir ve "Yâ Ömer! Giymiş olduğun bu elbisenin hesabını vermedikçe seni dinlemeyecek ve sana itaat etmeyeceğiz!" der.
"Zira" diye devam eder sözlerine, "Beytülmâlden sana da bana da aynı kumaş düşmüştü. Ben kendime ondan bir elbise yaptıramadım. Görüyorum ki, sen kendine bir elbise yaptırmışsın. Bu nasıl oldu?"
Hz. Ömer eliyle oğlu Abdullah'a işaret eder: "Kalk oğlum, bu elbisenin hikâyesini anlat!" der.
Abdullah ayağa kalkar: "Bana da, babama da birer parça kumaş düşmüştü. Ben hakkımı ona verdim. Şu anda üzerinde gördüğünüz elbise ikimizin hakkından meydana gelmiş bir elbisedir."
Bu defa sahabi, "Konuş ey Allah'ın Peygamberinin Halifesi, şimdi seni hem dinler hem de itaat ederiz." deyiverdi.
İşte râî ve işte teb'a!.. Onlar birbiriyle bu denli içli-dışlı ve tabiî bu denli de hakkın, hukukun takipçisiydiler.
İslâm'ın umumî prensipleri nazara alındığı zaman, bunun böyle olması gayet normaldir. Zira Müslümanlıkta lider anlayışı diğer sistemlerden çok farklıdır.
a. Liderin Vasıfları
Lider, özüyle ve zatî hususiyetleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen şeffaf bir şahsiyettir.
O, görüşündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüşlerindeki inceliği, ihatasındaki genişliği, tespitlerindeki sağlamlığı; öğrenme aşkı, öğretme istidadı ve uhdesine aldığı her şeyin üstesinden gelebilme yeteneğiyle, istemediği hâlde dikkatleri üzerinde toplayan; sevilen, sayılan, gözdeleşen bir seviye insanıdır.
Lider, yemesinde içmesinde, oturup kalkmasında, davranış ve muamelelerinde hep dikkatli, hep temkinli ve hep emniyet telkin edicidir. Doğru düşünür, doğru konuşur, doğruluğu sever, yalandan tiksinti duyar, sinesi vefa ile çarpar, gözleri samimiyetle açılır kapanır ve her zaman güven ve itimat soluklar...
Lider, çevresine karşı güler yüzlü, saygılı, ciddî ve olabildiğine vakurdur. Onun yanında bulunanlar, yakınlığın lâubalîliğini görmez, uzakta kalanlar da uzaklığının mahrumiyetini hissetmezler.
Sorumluluğunu yüklendiği toplumun büyüklerini babası, küçüklerini evlâdı bilir ve bir kuluçka hassasiyetiyle himaye ve şefkatine sığınan herkese bağrını açar, herkesi kanatlarının altına alır ve korur. Soluklarının duyulduğu daire içindekilere şefkat ve alâkası o kadar engindir ki, ayaklar altındaki karıncalardan, göklerde uçuşan kuşlara kadar, canlı-cansız her şey o incelikten aldığı nasiple şükranla gürler ve iki büklüm olur, yerlere yüz sürer.
Lider, vazifeşinâs, hasbî ve diğergâmdır. Sorumluluklarını yerine getirme mevzuunda, ne karşısına çıkan engellerin zorlu ve aşılmaz olması ne de imkânların genişliğiyle gelen yaşama zevki, rahat ve rehavet onu yolundan döndüremez ve ona mükellefiyetlerini unutturamaz.
Üzerine aldığı mesuliyetleri peygamberâne bir himmetle yerine getirir. Hep yürekten ve cansiperâne davranır. Sonra da yapıp ortaya koyduğu hizmetleri karşılığında herhangi bir ücret ve mükâfat beklemeden, çeker yoluna gider.
Lider, üstün idraki, cesaret ve kararlılığı, sabır ve metanetiyle her zaman çevresinin tek dayanağı ve ümit kaynağıdır. Süratli kararla isabet, dikkat ü temkinle cesaret, sabr u tahammülle atılganlık... gibi zıtlıklar onun sihirli dünyasında birleşir, bütünleşir ve birbirinin tamamlayıcısı unsurlar olur.
Onun fetanetinin aydınlatıcı tayfları altında yarınlar ve yarınlara ait hâdiseler, bugünkü vak'alar sırasına girer berraklaşır; cesaret ve kararlılığı sayesinde aşılmaz gibi görülen tepeler aşılır ve bütünüyle yollar düzlüğe erer; tahammül ve metaneti karşısında olmazlar olur hâle gelir ve onun önünde muhal ve imkânsızlıklar toz duman olur gider.
Lider, bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır. O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı; cesaret ve yiğitliğiyle, millet ve ülkesinin yılmaz ve sarsılmaz muhafızı; his ve gönül dünyasıyla, zayıfların en emin sığınağı; tevazu ve mahviyetiyle, kapı kapı kovulmuşların biricik teselli kaynağı; müsamaha ve af atmosferiyle, sendeleyip düşenlerin ve sürçüp sürçüp günahlara girenlerin ümit çerağıdır.
Lider, adaletli olduğu zaman merhametli, merhametle coştuğu zaman da istikametlidir. İnsanı ve insanca düşünceleri şefkatle kucaklarken, yılan ve çıyan deliklerini tıkamayı da ihmal etmez. Onun dünyasında ne zalimlerin toyu-düğünü ne de mazlumların âh u efgânı hiç mi hiç işitilmez.
Lider, Ağrı Dağı kadar mehabetli, Lut gölü kadar da haşyeti vicdanında duyabilen gariplikler halitası bir ruh yapısına sahiptir. Ona sırf mehâbet noktasından bakanlar, aşılmaz bir zirve karşısında bulunduklarını hisseder, hayret ve hayranlıklarla ürperir; onu, ötelerle irtibatı, ihlâs ve samimiyetiyle tanıma fırsatını bulanlar ise, ruhanîlerden biriyle diz dize olduklarını sanır ve kendilerinden geçerler.
Bizim dünyamızda muvaffakiyetler fertlere ve neferlere verilir, mağlubiyetler ise lider ve kumandanlara isnat edilir. Dolayısıyla liderlik ve kumandanlık bütünüyle ve sadece mesuliyet demektir. O sebepledir ki, herkesi daima böyle bir mesuliyetten kaçar görürüz.
Nitekim, Hz. Osman şehit edildiğinde, Hz. Ali'ye hilâfeti zorla kabul ettirirler.
Hz. Hasan, ümmet arasında fitneye sebebiyet vermemek için derhal hilâfetten vazgeçer ve bu davranışıyla senelerce önce Allah Resûlü'nün verdiği gaybî haberi doğrulamış olur. Evet, İki Cihan Serveri bir gün hutbe esnasında onu göstererek şöyle demişti: "Bu, benim evlâdım Hasan. O, efendi oğlu efendidir. Allah bir gün onun vesilesiyle iki büyük cemaatin arasını bulacaktır."[9]
Zaten onların düşünce dünyasında ne varlığa bağlanıp onunla övünme ne de kaybettikleri şeyler karşısında mahzun olma vardır. Gönülleri ebed melodilerine göre akort olmuş bu olgun ve doygun ruhlar, bütün gökler yıkılsa ve onlar altında kalsalar, ihtimal ki, başkalarına müthiş görünen bu manzara, onlarda sadece hayret ve hayranlık uyaracaktır!
Onlar, iç yapıları itibarıyla insanlığın başı üstünde sema gibidirler; bulutlanınca yağmurla imdada koşar, açılınca da güneşten hüzmelerle... Meyvedar ağaç gibidirler; kâh çiçekleriyle yüzümüze gamze çakar, gönüllerimizi hoplatırlar; kâh meyveleriyle çevrelerine tebessümler yağdırırlar.
Ötelerden gelen sırlarla coşar,
Ellerde meş'ale habire koşar,
Derin vadiler, sarp yokuşlar aşar,
Işık olur meltem olur eserler...
b. Liderlik ve Mesuliyet
Hz. Ömer, Zübeyr b. Avvam'ın arkasından günlerce koştu. Zira onu bir ordunun başına getirmek istiyordu.
Zübeyr ki, Allah Resûlü'nün halasının oğluydu. Zübeyr ki, Hz. Ebû Bekir'in damadıydı. Zübeyr ki, havarîler havarîsiydi. Ve yine Zübeyr ki, Esmâ'nın kocası, Abdullah ve Urve'nin de babasıydı. Evet, bütün bunlara rağmen o, Hz. Ömer'e her defasında şöyle cevap veriyordu:
"Yâ Ömer! Ben Allah Resûlü zamanında hep bir nefer olarak savaştım. Bırak beni öyle kalayım ve Rabbimin huzuruna bir nefer olarak varayım..." Aslında o, neferliği kumandanlığa tercih ediyordu.
Yine Hz. Ömer halifeydi. İran'a karşı savaşacak ordunun başına bir kumandan tayin etmek istiyordu ve o, ne yapmak istediğini çok iyi biliyordu. Mescide girdi. Numan b. Mukarrin'in namazını bitirmesini bekledi. Zira bu zat savaş dışındaki vakitlerini her zaman mescitte geçirmeye çalışırdı.
Söze Ömer (radıyallâhu anh) başladı: "Numan, sana bir vazife vermek istiyorum."
O buna şöyle karşılık verdi: "Ey Allah Resûlü'nün halifesi, imametse, hayır. Ama bir harp meydanına gidip şehit olmaksa, evet!"
İkinci şık gerçekleşti; o, yeniden harp meydanlarına döndü. Birkaç muvaffakiyetten sonra da aradığı şehadeti buldu ve şehit oldu.
Haber geldiğinde Hz. Ömer minberde hutbe irad ediyordu. Bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladı ve "Ey Numan, senin gibi bir kumandan daha bulsam da harp meydanlarına göndersem!" dedi.[10]
Evet, Numan b. Mukarrin, harp meydanında ölmeyi, bir yerde vali olmaya tercih ediyor. Zira, o ve onun gibi olanlar hep birer hizmet insanıydılar.
c. Hizmet İnsanının Vasıfları
Hizmet insanı, gönül verdiği dava uğrunda bütün zorlukları aşıp gitmeye azimli ve kararlı… Varıp hedefine ulaştığında da her şeyi sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı...
Muvaffakiyetlerinden ötürü alkışlayacağı kimseleri putlaştırmayacak kadar Rabbin iradesine inanmış ve dengeli...
Hizmet adına her ses ve soluğu zikir ve tesbih... Ortada kalmış herhangi bir iş için herkesten evvel mesul ve vazifeli... Hakkı tutup kaldırmada, yardıma koşan herkese karşı da hürmetkâr ve insaflı...
Müesseseleri yıkılıp planları bozulduğu, birliği dağılıp kuvvetleri tarumar olduğunda fevkalâde inançlı ve ümitli... Yeniden kanatlanıp zirvelerde pervaz ettiği zaman da mütevazi ve müsamahalı...
Bu yolun sarp ve yokuş olduğunu baştan kabul edecek kadar rasyonel ve basiretli... Önünü kesen cehennemden çukurlar dahi olsa, geçilebileceğine inanmış ve yüksek himmetli...
Uğruna baş koyduğu davanın kara sevdalısı olarak, canı-cânânı feda edecek kadar vefalı ve geçtiği bu şeylerin bütününü bir daha hatırına getirmeyecek kadar da hasbî olmalıdır.
Onun nazarında gerçek hürriyet, Hakk'a esarettedir. Bu itibarla, Hak uğrunda nefsine çektirecekleri her şeyi bir ibadet neşvesi içinde yapar ve bundan da sonsuz bir zevk duyar. Böyle yapar, zira o, beşerî istek ve arzularını bütün bütün aşmış ve gönülde varlığa ermiş birisidir.
O, hüsnüzannın verdiği makamlara bel bağlamayacak kadar nefsiyle hesaplaşma içinde ve kendini müdriktir.
Ne başardığı işlerin azameti ne de çevrenin onda görüp saygı duyduğu yüce mertebeler asla onu şımartmaz.
O, kudsî vazifeyi üzerine aldığı ilk günde nasıl bir tevazu ve mahviyet içinde ise, her bucakta dalgalanan bir bayrak hâline geldiği gün de aynı asalet ve soyluluğu gösterir.
Şimdi, liderleri böyle olan bir teb'a ile bu lider arasındaki münasebeti, uhuvvet ve kardeşliği ve bunların omuz omuza verip bütün zorlukları göğüsleyişini bir düşünün...
Acaba böyle bir toplumda çözülmedik problem, halledilmedik mesele kalır mı? Ve yine böyle bir toplumda yaşayanlar, daha dünyada iken Cennet'e girmiş olmazlar mı?
[2] Buhârî, ahkâm 1; cuma 11; istikrâz 20; ıtk 17, 19; vesâyâ 9; nikâh 81, 90; Müslim, imâret 20; Tirmizî, cihad 27; Ebû Dâvûd, imâret 1.
[3] Buhârî, fedâilü'l-ashab 12; Müslim, fedâilü's-sahabe 93-94.
[4] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/615.
[5] İbn Mâce, mukaddime 11; Tirmizî, menâkıb 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/75, 86, 114, 149.
[6] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/490.
[7] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/319-320.
[8] Şiblî Numânî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/297.
[9] Buhârî, sulh 9; menâkıb 25; fedâilu'l-ashab 22; fiten 20; Tirmizî, menâkıb 30; Ebû Dâvûd, sünnet 12; Nesâî, cuma 27.
[10] Bkz.: İbn Hacer, Fethu'l-bârî, 6/264-266; Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 4/249; İbnü'l-Esîr, üsdü'l-gâbe, 4/566.
- tarihinde hazırlandı.