İçtimaî Yapının Temel Dinamikleri
1. İçtimaî Yapı Akide ve Amel Üzerine Temellendirilmiştir
İslâm'ın içtimaî yapısı değerlendirilirken üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan biri, onun hiçbir zaman sarsılamayacak şekilde sağlam bir akide ve amel üzerine oturtulmuş olmasıdır.
Meselenin bu yanı göz ardı edilerek yapılacak bütün tahliller, kanaatimizce daima eksik ve yarım kalacaktır. Zira, iman ve islâm rükünlerinin hayata hayat olmasında her birinin içtimaî yapı üzerinde kendine has bir önemi ve ağırlığı olsa da, birinin diğerinden daha önemli ve ağırlıklı olduğunu söylemek mümkün değildir.
Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere iman eden bir toplum ile iman etmeyen bir toplum arasında anlayış, telakki ve yaşantı bakımından ne derece farklılıklar olacağı izahtan vârestedir. Ayrıca namaz, oruç, zekât, hac ve diğer amelî hususlarla mücehhez bir toplum ile bunlardan mahrum kalabalıkların birbirinden farklı oldukları açıktır. Bu itibarla bir kere daha tekrar etmeliyim ki, İslâm'ın içtimaî yapısı tamamen akide ve amele dayalıdır ve değerlendirmeler de bu esasa göre yapılmalıdır.
Ancak burada şunu da belirtmekte fayda var: İman ve islâmın rükünlerinin içtimaî hayatla olan münasebetleri tamamen ayrı ve müstakil birer mevzudur. Dolayısıyla, bu uzun konuya şimdilik girmeyecek ve sadece İslâm'ın diğer sistemlerden farklı mütalâa edilmesi gerektiğini işaretleyip geçeceğiz.
İsterseniz, mealini vereceğimiz şu âyetle bu konuyu biraz daha açmaya çalışalım:
"Daha önce Medine'yi yurt edinen ve imana sarılanlar, kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü de içlerinde (olumsuz hiç) bir şey hissetmezler. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi (kardeşlerini) nefislerine tercih ederler." (Haşir sûresi, 59/9)
Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve çalışmalarıyla Medine, kısa zamanda İslâm Site Devleti'nin kurulmasına müsait bir zemin hâline gelmişti. Bu cümleden olarak bir taraftan ensar, muhacir kardeşleri için barınacak yer hazırlarken, diğer taraftan kendilerini iman cihetiyle yeterli hâle getirmeye çalışıyorlardı. Zira, üzerlerine alacakları bu dağlardan daha ağır yük başka türlü taşınacak gibi değildi. Bu itibarla, neleri varsa hepsini göç eden kardeşleri uğrunda bezletmeye hazırlanıyorlardı. Hazırlanıp verdiler; sonra da verdikleri her şeyi bütün bütün unutarak bihakkın ensar olduklarını ortaya koydular.
İşte ensar buydu ve onlar bu seviyeyi yakalamışlardı. Evet, onlar, daha önce yaptıkları hiçbir iyiliği hatırlamamakta kararlı, minnet ü ezaya götüren her şeye karşı da kapalıydılar. Onları bu kıvama getiren, başka değil, imanlarıydı. İşte, imanla içtimaî yapı arasındaki ince ve sırlı münasebet...!
Amel için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Yukarıda belirttiğimiz gibi, amel ile içtimaî yapı arasında çok yönlü bir irtibat vardır. Onun içindir ki, Kur'ân-ı Kerim, korku ve ümit dolu insanların, bu hâl ve keyfiyetle gecelerini uyanık geçirdiklerini anlattığı bir yerde, hemen onların îsâr (kendi ihtiyacına rağmen başkasını tercih) hasletine dikkatleri çekerek bu iki vasfın birbiriyle olan münasebetine işarette bulunur ve şöyle buyurur:
"Yanları yataklarından uzaklaşır (gece teheccüt namazı kılmak için yataklarından fırlayıp kalkar ve Rabbilerinin huzuruna gelir), havf ve recâ ile Rabbilerine dua eder ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infakta bulunurlar." (Secde sûresi, 32/16)
Bir tarafta ciddî bir kulluk şuuru ile gecelerini ibadet, murâkabe ve muhasebe hummasıyla geçirme, diğer tarafta da durmadan infak etme ve servetini fakirlerle paylaşma...
İşte Kur'ân, bu iki hâdiseyi bir hakikatin iki ayrı yüzü gibi gösterir, Allah'la (celle celâluhu) münasebet, amel ve içtimaî yapı arasındaki dengeye dikkatlerimizi çeker.
2. Hakka ve Adalete Dayanmayan Hiçbir Sistem Ayakta Duramaz
Bugüne kadar, temelinde akideden beslenmeyen ve amelle desteklenmeyen içtimaî sistemlerin ayakta kalamaması, hatta yerle bir olması, bundan sonra da ayakta kalamayacaklarının emaresidir. Bu sebeple, şu anda, değişik milletlerde görülen sûrî (görünüşteki) sağlamlığa aldanılmamalı; bunlar, dünyevî çıkarların, hırsların ve sömürülerin bir araya getirdiği yığınlardır ve er geç dağılmaya mahkûmdurlar. Zira onları birleştiren esaslar aynı zamanda ayrıştıran hususlardır. Bir toplumun, güçlü olması ve ayakta kalabilmesi için sağlam kaideler üzerine oturması şarttır. Çıkar ve menfaat gibi şeyler asla kaide ve temel olmaya elverişli değillerdir.
Devlet-i ebed-müddet mefkûresine bağlı fertler mânevî donanımları itibarıyla tam olmalıdırlar. Münasebetleri dünyaya ayarlı fertlerden, uzun ömürlü bir toplumun meydana gelmesi mümkün değildir.
Evet, bir toplumun devamlılığı adına, onu teşkil eden fertler arasında, ebedî âlemlerde devam edecek kuvvetli bir rabıtaya ihtiyaç vardır. Bu rabıta da olsa olsa İslâm olabilir. Evet, onun müntesipleri birbirlerine işte böyle bir bağla bağlıdırlar.
Şayet bir cemaat, hem dünyada hem de ukbâda devam edecek böyle güçlü fasl-ı müşterekler etrafında toplanmışsa, bir kısım küçük menfaatlerin haleldâr olması kat'iyen onları birbirine düşüremez ve zaafa uğratamaz. Belki onlar, o hâl ile o büyük fasl-ı müşterek etrafında, لِتَعَارَفوُا 1 sözündeki gerçek teârufun (tanışma) sırrını anlarlar ve şube şube, kabile kabile, oymak oymak ayrılmış ve yaratılmış olmayı, "Daha iyi tanışma ve anlaşma" hikmetine bağlarlar. Bu, bir şuur işidir ve onu da ancak Kur'ân'a gönül verenler anlayabilirler.
Aslında İslâm bir fıtrat dinidir. Onda eşyanın tabiatına zıt hiçbir mesele yoktur. Çünkü o, Allah'a dayanmaktadır ve hükümlerini bizzat Cenâb-ı Hak vaz'etmiştir.
Dolayısıyla O'nun ezelî ve ebedî kelâmından fer ve ışık almayan dünyadaki değişik sistemler ise tabiî ve fıtrî olmadıkları için, tabiat, fıtrat ve zaman tarafından nesh edilmeleri kaçınılmazdır. Bu itibarla da, onların işi daha şimdiden bitmiş demektir. Ne var ki, bunun için bir kalb, ruh ve düşünce insanlarına ihtiyaç var. Evet, dünya çapındaki bu ciddî değişiklik ancak yeni bir insan modeliyle gerçekleşebilecektir.
3. Yeni Tekevvün ve Yeni İnsan Modeli
Bu yeni insan, her türlü haricî tesirlerden sıyrılabilmiş ve kendi kendine ayakta durmaya kararlı bir şahsiyet insanıdır. Bu, öyle sağlam bir ruh insanıdır ki, ne Doğu ne Batı ayağına pranga vurup onu esir edemeyeceği gibi, mânâ köküne ters 'izm'ler de ona yol-yön değiştirtemeyecek ve yerinden kıpırdatamayacaktır.
Yeni insan, düşüncesiyle hür, iradesiyle hür, tasavvurlarıyla hür ve hürriyeti de Allah'a kulluğu ölçüsündedir. O, başkalarına benzeme ve özenmeye değil, kendi kendine benzeme ve tarihî dinamikleriyle bezenme peşindedir.
Yeni insan düşünen, araştıran, inanan, ruhaniyata açık ve ruhanî zevklerle dopdolu bir madde-mânâ insanıdır. O, kendi dünyasını kurma yolunda azamî derecede çağının imkânlarından yararlanmanın yanında, kendi millî ve mânevî değerlerine de sahip bir kapasite ve karakter insanıdır.
O, şanlı geçmişindeki inananlar gibi inanır, onlar gibi düşünür, onlar gibi soluklanır ve onlar gibi yürür elinde meşale karanlıkların bağrına.. nurla oturur kalkar, ışıkla hasbihâl eder ve hep Hak dostları gibi soluklanır.
Bunları yaparken de, derin bir vefa hissiyle, bir lahza bile hak düşüncesinden ayrılmaz ve hakkı tutup kaldırmak için her gün kim bilir kaç defa ızdırapla iki büklüm inler durur. İcabında o, yurt-yuva, evlâd ü iyal, her şeyi terk etmeye hazır; mal-can kaygısına, refah-saadet arzusuna tamamen kapalı; bugün mazhar olduğu her şeyi, yakın-uzak, milletinin istikbali yolunda, hem de tek zerresini dahi zayi etmeden tıpkı tohumu toprağın bağrına saçtığı gibi, Hakk'ın inayet yamaçlarına saçma peşinde; sonra da kuluçkanın yumurta ve civcivler üzerine abandığı gibi bir ızdırap ve bekleyiş faslına girerek inleyip kıvranır, ürperip yakarışa geçer.
O her zaman, hak yolunda olmayı ve bu yolda Hakk'a yürümeyi hayatının gayesi bilir ve böyle bir gayeyi fevt etmiş (kaçırmış) olmayı da şahsı adına telafisi imkânsız en büyük bir kayıp sayar...
Yeni insan; insanların akıl, kalb, ruh ve duygularına ulaşma yolunda kitaptan gazeteye, gazeteden mecmua ve bültene, onlardan da radyo ve televizyona kadar bütün modern imkânlardan -kitle iletişim vasıtalarını kastediyorum- yararlanarak kendini ifade etmeye çalışır; sadece kendini ispatlamak değil, aynı zamanda gasbedilmiş devletlerarası muvazenedeki yerini ve itibarını istirdat etme yöntemleri geliştirir ve sonra durur beklemeye sebeplere riayet ufkunda Kudreti Sonsuz'un inayetlerini.
Yeni insan, ruhunun kökleri itibarıyla çok derin, içinde yaşadığı dünya itibarıyla da çok yönlüdür. O, ilimden sanata, teknolojiden metafiziğe, her sahada söz sahibi ve kendini alâkadar eden her mesele ile de içli-dışlıdır.
Evet, o, doyma bilmeyen ilim aşkı, her gün daha bir başkalaşan mârifet tutkusu ve idrak üstü ledünnî derinlikleriyle, ak devrin aydınlık insanlarıyla omuz omuza ve her gün yeni bir miracın süvarisi olarak da ruhanîlerle hep at başıdır.
Yeni insan, varlığa karşı sevgiyle dopdolu ve insanî değerlerin de koruyucu ve kollayıcısıdır. O, bir taraftan insanı insan yapan ahlâk ve fazilet gibi esaslarla kendi yerini belirleyip kendine ulaşırken, diğer yandan da bütün varlığı şefkatle kucaklayacak kadar insanlık sergileyen bir şefkat kahramanı ve bir diğergâmdır. Dolayısıyla, kendisinin nasıl olmasını seçtiği aynı anda, beraber bulunma mecburiyetinde olduğu insan ve sair eşyanın da nasıl olması gerektiğini tasarlar ve fırsat doğunca bütün bu tasarıları gerçekleştirmeye çalışır.
O, çevresinde iyi olan her şeyi korur-kollar ve böyle davranmayı başkalarına da salıklar.. bütün kötülüklere karşı tavır alır ve içinde yaşadığı toplumu, onlardan koruma adına sürekli metafizik gerilim içinde bulunur.. inanır ve herkese inanmayı tavsiye eder.. ibadete "güzel" der ve onun gürül gürül dili olur.
Okunması gerekli olan kitapları okur ve okutur. Ruh ve mânâ köküne saygılı gazete ve mecmualara omuz verir. Sokak sokak dolaşır ve kendi insanının ihtiyacı olan her şeyin âdeta işportacılığını yapar ve hemen her zaman bir sorumluluk ve mükellefiyet tavrı sergiler.
Yeni insan, inşâ ruhuna sahip ve her türlü şablonculuğun karşısındadır.. evet, o, öze saygısı içinde kendini yenilemesini ve hâdiselere söz dinletmesini de çok iyi bilir. Hep yaşadığı devrin önünde yürür; hem de iradesinin sınırları ötesinde bir gayretle; şevkli, çalımlı ve Allah'a itimat içinde...
Onun hayatında 'sebeplere riayet' ile 'teslimiyet' o kadar iç içedir ki, işin iç yüzünü bilmeyenler onu, ya esbapperest (sebeplere tapan, sebepleri her şey sayan biri) veya tam cebrî ve kaderci sanırlar.
Oysaki yeni insan, bunların hiçbiri değildir; o, tam bir denge insanıdır. Sebeplere riayeti bir vazife bilir, Hakk'a teslimiyeti de imanın gereği sayar.
Yeni insan bir fatih ve kâşiftir. Her gün benliğinin derinliklerinde ve fezanın enginliklerinde yeni yeni burçlara bayrağını diker, âfâk ve enfüsün sırlı kapılarını zorlar. İmanı ve irfanı sayesinde eşyanın perde arkasına ulaştıkça daha da şahlanır.
Ötelerde, ötelerin de ötesinde sürekli otağ değiştirir durur.. derken gün gelir, toprak sinesinde sakladığı şeylerle ona ses verir. Denizlerin derinliklerinde yatan cevherler onun büyülü asâsıyla ortaya çıkar... Semalar da kapılarını ardına kadar açar ve ona "Buyur!" eder.
4. Fert-Cemiyet Münasebetlerinde Ruhî Yapının Tesiri
İçtimaî hayat, fertlerin ruh hâlleriyle çok yakından alâkalıdır; onların ruh hâlleri ise ancak ibadetle istenen şekli alır. Kur'ân-ı Kerim, "Allah'a gönül vermiş kimseleri müjdele! Onlar ki, Allah anıldığı zaman kalbleri tir tir titrer ve başlarına gelene de sabrederler. Namazlarını dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler." (Hac sûresi, 22/34-35) gibi nurefşân beyanlarıyla bunu hatırlatır.
Dikkat edilecek olursa, burada, Allah'a gönül vermiş ve bu yüzden de müjdeye hak kazanmış kimseler, önemli bir kısım vasıflarıyla ele alınmaktadır. Kalbleri Allah korkusuyla titreyen bu tali'liler aynı zamanda başlarına gelen musibetlere karşı da sabırlıdırlar.
a. Sabır
Sabır, yücelme ve fazilete ermenin mühim bir esası ve iradenin de en büyük zaferidir. O olmadan ne ruhu inkişaf ettirmekten ne de yücelip benliğin sırlarına ermekten bahsedilebilir.
İnsan, sabırla toprağa, ete, kemiğe bağlılıktan kurtulur ve onunla yüce âlemlere ermeye namzet bir kutlu hâline gelir.
Sabır, öteler ötesi saltanatlara ulaşmak için dar bir geçit, aşılmaz bir zirve ise, gönlünü o âlemlere kaptırmış hakikat eri de geçilmez ve aşılmaz gibi görünen geçitlere ve şahikalara meydan okuyan bir Heraklit'tir; en sarp yokuşları dümdüz ve ovaları da pürüzsüz gören bir Heraklit...
Sabır, fıtratın sinesinde cereyan eden armoninin insan tarafından sezilmesi, kavranması ve taklit edilmesidir. Evet o, eşya ve hâdiselerin dilini tam anlama ve onlarla diyaloğa geçme gayretidir.
Bu dili anlayacağı ana kadar sebat gösteren, sonra da varlığın zaman seli içindeki akışıyla kendi davranışları arasında bir köprü kurarak, tabiatla bütünleşen insan ne mübeccel, kâinattaki bu ilâhî mûsıkî ne ulvî ve bu âhengin sezilip görülmesi ne âlî bir temâşâdır!..
Sabır, zamanın eşya üzerindeki tesirinin kavranması ve hâdiselerin, zamanın keskin dişleri arasında öğütülerek, şekilden şekile, hâlden hâle girmesinin idraki demektir.
Zamanın bu sessiz eriticiliği ve değiştiriciliği karşısında, yerine göre polat ve yerine göre de buz olmasını bilenler, onun cereyan çizgisinde ayrı bir buuda yükselerek yok olmaktan kurtulurlar. Bunu idrak edemeyenler ise, er geç onun demir pençeleri arasında ezilir giderler.
Evet, fıtrat, onu tanımayan ve yürüyüşünde ona ayak uyduramayan ayakları kırar, ruhları da çiğner geçer. Onu tanıyan, hareket ve davranışlarıyla onun ruhundaki sessiz infiallere dem tutan ve ona yeni yeni davudî nağmeler kazandıranların elinde de balmumu gibi olur.
Ah, bu sırrı kavramayan ve bir türlü sabretmeye yanaşmayan aceleci yaramaz çocuklar!..
Dünyada nice kendini bilmez ve fıtrat tanımaz kimseler vardır ki, yıllar yılı doludizgin koşmuş durmuş ama, bir çuvaldız boyu mesafe alamamışlardır.
Buna mukabil, nice sessiz, gürültüsüz kimseler de vardır ki, derin nehirler gibi durgun ve hareketsiz görünmelerine rağmen, durmadan yürümüş, sessiz sessiz ilerlemiş, önünü kesen karanlıkları ışıktan atmosferiyle aydınlatmış ve karşısına çıkan engelleri aşmasını bilmişlerdir; sessiz, gürültüsüz, gösterişsiz ve âlâyişsiz... Tıpkı mercan gibi.. deniz derinliklerinde ızdırap görmüş, ızdırap yaşamış, ızdırap yudumlamış, sonra da zebercet ufkuna ulaşmış mercan...
Tohum, bu sessizlik ve sebat içinde taşı toprağı deler, gün yüzüne çıkar. Tomurcuk, yüz defa bağrını güneşe açar ve yüz defa gecenin karanlıkları karşısında gerilime geçer, sonra varlığa erer.
Ya yavru?. Onun serencâmesi ise hepten gariptir; evet, bir rüşeym hâlinde anne karnında belirip, karanlıklardan karanlığa intikal eden yavru, derin bir sabırla kalıpların her çeşidine gire gire ancak dokuz ay sonra, o gülendam kametiyle ortaya çıkar.
Bir de bu muhteşem kâinatların ve koca kozmosun yaratılışına bakalım: Her şeyi bir "Ol!" deyivermekle varlığa erdirecek olan Kudreti Sonsuz'un elinde bütün mekân ve eşyanın milyarlarca sene şekilden şekile, tavırdan tavıra intikal ettikten sonra belli bir vaziyete gidip ulaşması, ne kadar mânidar ve ne çarpıcı bir derstir!
Varlık âleminde her şey, ama her şey sabırlı bir bekleyiş, bitmeyen bir azim ve direnişle hedefine doğru adım adımdır. Acele etmeden, fıtratta cari kanunları gözeterek ve yol-yön değiştirmeden...
b. Merhamet
Merhamet, varlığın ilk mayasıdır. Onsuz her şey bir bulamaç ve kaostur. Her şey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir.
Yer, gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla düzene kavuşmuş, sema onunla tesviye görmüştür. Makro âlemden mikro âleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir.
Bu hareket ve işleyişte, her şeyin ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Bütün varlıklar bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümâyân, her sıçrayışta merhamet şulefeşândır. Titreyen havanın letafetinde, raks eden suların kıvranışında, burnumuzun dibine ve ayağımızın ucuna kadar gelen bu dâsitânî rahmeti görmemek mümkün mü?
Bulut, merhametten kanatlarıyla başımızın üstünde dolaşır durur. Yağmur, kemer kuşanmış süvari gibi, onun döl yatağından kopup imdadımıza gelir. Yıldırımla şimşekler bin bir tarraka ile o gizli rahmetten muştular getirir... Ve âlem, her şeyiyle Rahmeti Sonsuz adına bir gazelhân olur.
Karalar, denizler, ağaçlar, otlar, her biri yüz yüze ve diz dize ayrı ayrı söz ve nağmeleriyle merhamet türküsü söyler durur.
Şu solucana bakın! Ayaklar altında ve kendi hesabına alabildiğince merhamete muhtaç... Ama o, bu hâliyle pek çok şeye merhamet etme yolunda yorgunluk bilmeyen bir yolcudur: Şefkatli toprak ona bağrını açar. O da, bu sıcak kucağın her parçasına yüzlerce döl bırakır. Toprak ana bununla havalanır, bununla kabarır ve her yanıyla pişer ve olgunlaşır. Toprak solucana, solucan da toprağa rahmet...
Ya gübre olsun diye otu, kökü yakan nâdânlara ne demeli? Zavallı insan! Hem toprağa hem de solucana merhametsizlik ettiğinin farkında bile değil!..
Bir de bin bir çiçeğe cilve çakan şu arıya, kozasına gömülüp kendini hapseden ipekböceğine bakın! Merhamet orkestrasına uyma uğrunda neleri göğüslüyor ve nelere katlanıyorlar!.. İnsana bal yedirmek ve ipek giydirmek için, bu koçyiğit fedailerin çektikleri sancıyı hissetmemek mümkün mü?
Ya, yavrusunu kurtarmak için başını köpeğe kaptıran tavuğun nasıl bir şefkat kahramanı olduğunu; kendi açlığını unutup, bulduğu şeyleri yavrusuna yediren aç canavarın nasıl bir merhamet babayiğidi olduğunu hiç düşündünüz mü?
Bu âlemde her şey, ama her şey merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet vaad eder. Bu itibarla da kâinata bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar, tek ve çift bütün nağmeler her an öyle bir ritim içinde yükselir durur ki, bütün bunlardan onu sezip görememek bir körlük olsa gerek…
Ve hele, bütün bu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esaslı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmemesi...
Veyl olsun bunlardan bir şey anlamayan o tali'siz ruhlara!..
Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle, idrak ve düşüncesiyle her şeyin mânâ ve muhtevasını kavrayıp bu engin rahmet tecellîsine ses ve soluklarıyla kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır.
Yeni insan, içinde yaşadığı topluma, insanlığa, hatta bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etmesinin gerektiği şuurundadır. O, bu yolda merhamet ettiği nispette yüceleceğine inanır; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşıp hakirleşeceğine ve insanlığın yüzkarası olacağına…
Bir günahkâr kadının, susuzluktan kıvranan zavallı bir köpeğe merhamet edip su içirdiği için Cennetlere yükseldiğini[2] ve evindeki kediyi aç bırakıp, ölümüne sebebiyet veren bir başkasının ise, yıkılıp tamuya (Cehennem'e) gittiğini[3] En Doğru Sözlü'den öğreniyoruz.
"Merhamet edin ki, merhamete mazhar olasınız!"[4] sözleri de yine Söz Sultanı'na ait… Bu itibarladır ki, yerde merhamet eden bir ele, gökler ötesi âlemlerden hep merhamet muştusu gelir.
Bu sırrı kavrayan atalarımız, her yerde bin bir merhamet ocağı tüttürdüler. İnsanları da aşarak, hayvanları koruma ve himaye etme vakıfları tesis ettiler. Bu, onlardaki derin merhamet anlayışının bir ruh hâline gelmesinden başka bir şey değildi…
Ayağı kırılmış bir kuş, kanadı sakatlanmış bir leylek, kim bilir hangi merhamet erini ta ciğerinden vurdu ki, menziline varamamış garip kuşlar için, huzurevi yapar gibi, onlara hayvanî barınaklar yapma fikrini ilham etti.
Ah, keşke onların hayvanlara merhamet ettiği kadar, biz de insanlara karşı merhametli olabilseydik!
Heyhât! Kendimize merhamet etmediğimiz gibi, genç nesilleri de anlaşılmaz bir umursamazlık ve merhametsizlikle mahvettik.
Evet, şu bin bir boğucu hâdisenin ve artık içinde durulmaz hâle gelen içtimaî atmosferin gerçek müsebbipleri bizleriz; ettik, bulduk ve buluyoruz.
Bir de, merhamet duygusunun ölçüsüz kullanılması ve suiistimal edilmesi vardır ki, o da merhametsizlik kadar, belki daha fazla tehlikeli ve zararlıdır. Yerinde kullanılan merhamet bir âb-ı hayat, bir iksir ise, onun suiistimal edilmesi de bir zehir, bir zakkumdur. Bence asıl olan da, bu iki husus karşısında dengeyi korumaktır.
Oksijen ve hidrojen belli nispetleriyle terkibe girince en hayatî bir unsuru meydana getirirler. Nispet bozulduğu ve ayrı ayrı kaldıkları durumda ise, yanıcı ve yakıcı hüviyetlerine dönerler.
Bunun gibi, merhametin de hem dozu hem de kime karşı yapılacağı çok önemlidir. "Canavara karşı merhamet göstermek onun iştahını açar, sonra döner dişinin kirasını ister."
Azgına merhamet, onu iyice saldırgan yapar ve başkalarına tecavüze teşvik eder. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alana merhamet edilmez. Ona merhamet, dünyanın idaresini kobralara bırakmak demektir...
Eli kanlı, yüzü kanlı, gönlü kanlı, hâsılı, hem deli hem de kanlıya merhamet, bütün mağdurlara, bütün mazlumlara karşı en korkunç bir merhametsizliktir. Böyle bir tutum ise, kurda acıyıp kuzuların hukukunu kâle almama demektir ki, kurtları güldürse de bütün âsumâna âh u efgân salacak bir hâdisedir.
c. İhsan Şuuru
İçtimaî yapının amelle hâsıl olan diğer rükünlerinden biri de ihsan şuurudur. İhsan şuurunun da toplum hayatında çok önemli bir yeri vardır. Kur'ân-ı Kerim bu hususu şöyle seslendirir:
"Mallarınızı Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, ihsan edin. Doğrusu, Allah ihsan edenleri sever." (Bakara sûresi, 2/195)
Evet, içtimaî hayatınızı teminat ve garanti altına almak için infak edin ve sizi bekleyen bir kısım tehlike menfezlerini tıkamaya çalışın. Zira orta sınıfın erimesi ancak, sizin infaklarınızla önlenebilir. Aksi hâlde zengin olabildiğine zenginleşir, fakir de olabildiğine fakirleşir, ezenlerin kahkahaları ve ezilenlerin iniltileri içtimaî hayatta önü alınamayan kargaşalara sebebiyet verir.
Uyanık davranıp, malınızı toplum adına bezledin ki, kendinizi tehlikeye atmış olmayasınız. Yoksa, tehlike gelip kapıya dayandığında, bu girdapta boğulur gidersiniz.
Âyetin, bir kere daha ihsana vurguyla noktalanması gayet mânidardır: "İhsan edin, Allah ihsan edenleri sever." (Bakara sûresi, 2/195) Zira infak etmemek ile tehlikeye giriftar olma arasındaki sırlı bağlantıyı herkes anlayacak durumda değildir. Bunu ancak ihsan şuuruna erenler, yani kulluğunu, Allah'ı görüyor gibi icra edenler anlayabilirler.
Onlar, içleri de dışları kadar aydın ve iç-dış muvazenesine ulaşmış kimselerdir. Gündüzleriyle geceleri birdir. Mescitteki seccadeleriyle üzerinde yattıkları yatak Allah huzurunda birbirine denktir. Onların hayatlarında gaflet yoktur. İbadetle öyle içli dışlıdırlar ki, görenler onları her an ibadette sanır.
Onlar verdiklerini de aynı şekilde verirler. Allah böyle olanları sever. Allah severse sevdirir de. Sevdirir ve onlar için yeryüzünde hüsnükabul vaz'eder.
Bu husus, fert için de toplum için de geçerlidir. Allah bir toplum ve bir milleti sevdi mi, onları diğer toplum ve milletlere de sevdirir. Herkes onların kapısına koşar ve yüzlerini o kapının eşiğine sürer. Zira artık onlar için gökte ve yerde sevgi vaz'edilmiştir.
Görüldüğü gibi, bu âyette de infak gibi bir içtimaî ibadet, ihsan şuuru ile birlikte zikredilmiş ve böylece ihsan şuurunun içtimaî yönüne dikkat çekilmiştir.
İnsan sûresinde insan, ilk menşei ile ele alınır. O, önceleri hatırlanacak bir şey değildir. Sonra Cenâb-ı Hak onu muhtelit bir sıvıdan yaratır ve ona hem hidayet hem de dalâlet yollarını gösterir. Hidayet yolunu tutup gidenler, neticede ebedî Cennet'e gireceklerdir; dalâlet ve sapıklığı tercih edenlerse Cehennem'e sürükleneceklerdir.[5]
5. İslâm'da İmtiyazlı Sınıf Yoktur
Bir kısım kimselerin zannettiği gibi, bizim toplumumuzda diğer toplumlarda görülen, ezilenler ve imtiyazlılar şeklindeki tabiata ve fıtrata zıt bir sınıflaşma hiçbir zaman olmamış ve görülmemiştir.
Bilakis, toplumun başına geçenler, "Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir."[6] fehvâsınca, hizmetçiler gibi halka hizmet sunmuşlardır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu işi kendi nurlu meclisinden ve mescidinden başlatarak, huzuruyla müşerref olan cemaate bizzat hizmet etmek suretiyle, "Cemaatin efendisi, o cemaate hizmet edendir." esprisine bağlı yaşamış. Ardından gelen Raşid Halifeler de açılan bu çığırın sadık birer temsilcisi gibi davranmışlardır.
Hz. Talha anlatıyor:
"Hz. Ömer gece gizlice evinden çıkar, bir gölge gibi sokaklar arasında kaybolurdu. Bir gün, bu ev benim, öbür ev senin, derken, birkaç eve girdi çıktı ve sonra döndü kendi evine geldi. Merak edip, sabah sırasıyla girdiği evlere gittim.
İlk karşıma çıkan âciz, yerinden kalkamayacak kadar hasta, vücudunda yaralar bulunan biriydi…
Kulağına eğilerek sordum: "Gece senin yanına gelen şahıs burada ne yaptı?" Cevap verdi: "Vallâhi, kim olduğunu bilmiyorum; melek midir, cin midir, peri midir? Senelerdir bu şahıs gece yarısı olunca sessizce evime gelir, benim altımı üstümü temizler, yaralarımın pansumanını yapar ve şafak sökmeden önce de çıkar gider."
Sabah namazını kılınca geldim, Ömer'in dizlerinin dibine çöktüm: "Ey Allah'ın Peygamberinin Halifesi! Beni affet, hakkında suizanda bulundum. Seni, elin âlemin evine tecessüs için giriyor zannettim." dedim.
Hz. Ömer mahzun, "Demek buna muttali oldun!" dedi ve meseleyi kapatıverdi."[7]
Ne imtiyaz ne de fâikiyet; evlerinde hasta yatan insanları devlet reisi bizzat ziyaret ediyor, yaralarını sarıyor; hem de bütün bunları hiç kimseye hissettirmeden yapmaya çalışıyor…
6. Bünyan-ı Mersûs (Kurşundan Bina) Gibi Sağlam Bir Toplum
İslâmî bir toplumda fert ile cemiyet arasında kurşunla kenetlenmiş gibi bir bağ vardır. Bu bağ yok olduğu veya yok edildiği takdirde İslâmî ölçülere göre cemiyetten de söz edilemez.
Evet, içtimaî hayatları itibarıyla mü'minler, yekvücut bir ceset gibidirler; Rabbileri bir, dinleri bir, peygamberleri bir, kıbleleri bir, dava ve düşünceleri bir, binler kadar bir bir... İşte bütün bu bir birler, onları dağılıp çözülmeyecek şekilde yekvücut hâline getirmektedir ki, bir hadis-i nebevîde: "Mü'minler birbirleriyle olan alâkalarında kurşundan yapılmış bir bina gibidirler. Birbirlerini takviye edip kuvvetlendirirler."[8] buyrulmaktadır.
Yani mü'minler, oluşturdukları toplumda, aralarındaki rabıta, sevgi teatisi, mürüvvetli hareket etme, insanca davranma, birbirinin dertlerine karşı dilgîr olma ve lezzetleriyle mütelezziz bulunma, elemlerini beraber yaşama, dünya ve ukbâ keyfini beraber çıkarma gibi hususlarda bir vücudun uzuvları gibidirler.
Uzuvlardan birinde bir arıza meydana geldiğinde, yani fert bozulmaya yüz tuttuğu, aile dejenerasyona maruz kaldığı, kadın yuvasını terk ettiği, sokak kirlendiği, içtimaî yapıda herhangi bir arıza baş gösterdiği zaman, cesedin sair uzuvlarında da tedâiyle bir ağrı, bir sızı hissedilmeye başlar.
Evet, mü'min ferdin, cemiyetle olan alâka ve rabıtası işte budur. Böyle bir cemiyette fert, meydana gelen herhangi bir arıza ile iki büklüm olur ve mensup olduğu cemiyet uğruna âdeta kendini bir mum gibi eritir. Zaten cemiyet insanı, milletini ve topyekün insanlığı sevince, nebiler gibi bütün zevk ve sefasını terk ederek, maddî-mânevî füyûzâtını da mensubu bulunduğu cemiyeti adına feda eder.
İşte bu meyanda, ender-i nadirattan kabul edeceğimiz bir kahramanın, mensup olduğu milleti adına bir ömür boyu, gönlünün derinliklerinden yükselen yanık ve unutulmaz sözleri:
"Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti uğrunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası ne Cehennem korkusu var. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalacaksa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur..."[9]
İşte insan nedretine (kıtlık) çarpıldığımız bir dönemde bütün bir boşluğu dolduracak gürül gürül bir ses ve devâsâ bir kâmet!..
Bu sözler, cemiyet adına erimenin ve ferdin tamamen şahsî huzuzattan (hazlar) vazgeçerek kendini mensup olduğu topluma vakfetmenin ifadesidir. Fertler, maddî-mânevî olarak bu seviyeye ulaştığı zaman içtimaî bünye de işte böyle 'kurşun bağları' ile birbirine kenetlenmiş olacaktır.
Saadet Devrinden Bir Örnek: Hz. Ömer
İslâm'ın tesis ettiği tevhid akidesi, sadece fertlerin gönüllerinde değil, toplumun her kesiminde böylesine kökleşip oturaklaşmıştı ki, bu seviyeye gelen bir toplumun, mânevî bir şahsiyet kazanarak farklı temayüzleriyle yekvücut hâlinde ve parçalanmaz bir vahdete (birliğe) ulaştığı açıktır.
Böyle bir toplumda fertler, birbirleri adına daha duyarlı, daha hassas hâle gelirler. Dertler, sıkıntılar ve kederler daha geniş bir yelpazeye yayılarak hafiflemiş olur. Daha sonra da bu vahdeti hisseden, duyan ve yaşayan herkes cemiyette meydana gelen her arızayı kendi başına gelmiş gibi hisseder.
Mevzua ışık tutması bakımından, millet-i İslâmiye adına hayatı boyunca dilgîr olmuş bir insanın ruh hâlini arz ederek, inanmış bir ferdin gerektiğinde neler yapabileceğini arz etmek istiyorum:
Bu müstesna insan, bir halifedir ve bir devletin başıdır. Ne var ki o, onlardan biri, hatta sıradan birisi gibi yaşar; tabiî, her zaman başkalarının ızdırabıyla kuşatılmış bir hayata yaşama denecekse… Evet, o, cemiyet ile o kadar bütünleşmişti ki, dünya adına bütün lezzetleri unutmuş ve hayatı onların ufkundan dinliyor ve duyuyordu.
Bu devir, mü'minlerin en mutlu olduğu, İslâm tarihinin de altın çağlarından biriydi. Fert ile cemiyet yekpâre ve toplum da tam bir bütündü. Halife (radıyallâhu anh) reâyâ (halk) ile iç içe yaşıyor, onlarla oturup kalkıyor, onların dert ve kederlerini kendi dert ve kederleri, hatta ondan da öte duyuyor ve onları şefkatli bir anne gibi kucaklıyordu.
Nasıl olduysa onun devrinde bir kıtlık baş gösterdi. Koca halife gece gündüz durmadan Rabbine dua ve niyaz ediyor ve bu kıtlığa kendisinin sebep olduğunu düşünüyordu. Hâşâ ki, Ömer kıtlığa sebep olsun! O bir bereket ve rahmet vesilesiydi.
O günlerde üzüntüsünden ötürü âdeta yemekten-içmekten kesilmişti. Zaten yediği çok bir şey de yoktu ya... Ev halkının şehadeti ve itirafları ile, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bilhassa o kıtlık döneminde günde bir defa olmak üzere kuru bir parça arpa veya yulaf ekmeğini, bazen zeytinyağına bazen de sirkeye batırıp yiyordu.
İşte bu günlerde, nereden geldiyse, önüne püryan edilmiş bir ciğer getirirler. Halife bu ciğerin nereden geldiğini sordu. "Etini fakirlere dağıtmak için bir deve kesmiştik. Ciğerlerini de sana getirdik." dediler.
Bu defa da o (radıyallâhu anh): "Ben ne kötü bir valiyim ki güzel taraflarını kendime ayırıp kemiklerini insanlara bırakıyorum! Hayır, götürün, bunu fakirlere dağıtın!" deyiverdi. Daha sonra da her günkü kuru ekmeği ile zeytinyağı getirilerek önüne kondu.[10]
İşte, içtimaî tekâfül ve dayanışmanın, inanmış gönüllerde oturaklaştığını gösteren yüzlerce örnekten sadece tek bir misal!..
7. Mukaddesata Saygı Din Sayesinde Olur
İslâm'ın içtimaî yapısında korunması gereken şu beş esas çok önemlidir ve bunlar evrensel hukukun temel prensiplerini teşkil ederler: Din, nefis (can), nesil, mal ve akıl.
İslâm'da içtimaî yapı, bu beş esasın korunması üzerine bina edilmiş gibidir. Bunlar hem ferdin hem de cemiyetin birer sigortası hükmündedirler. Bir devlet ve milletin istikbal vaad etmesi bu beş esasın hayata hayat olmasıyla çok alâkalıdır.
Aslında insanoğlu, var olduğu günden bu yana gerçek huzuru hep dinin sıcak atmosferinde bulmuş ve ancak din sayesinde mutlu olabilmiştir. Dinin olmadığı bir yerde yüksek ahlâk ve faziletten bahsetmek mümkün olmadığı gibi, mutluluktan söz etmek de oldukça zordur. Zira ahlâk ve faziletin kaynağı vicdandır. Vicdana hükmedecek yegâne unsur da, Allah'la irtibatın bir unvanı olan din ve hayata hayat olması dediğimiz diyanettir.
Din, güzel huylar adına açılmış en feyizli, en bereketli bir mekteptir. Bu yüce mektebin talebeleri de, yediden yetmişe bütün insanlardır. Bu mektebe intisap eden herkes böyle bir intisapla er-geç huzura, emniyete ve itminana erer. Dışarıda kalanlar ise, özleri dahil, zamanla her şeylerini kaybetmeye mahkûmdurlar.
Din, insanları kendi hür iradeleriyle hayırlara sevk eden bir ilâhî prensipler mecmuasıdır. İnsanın maddî-mânevî terakkisini, dolayısıyla da dünyevî ve uhrevî bütün saadetlerini hazırlayacak esasları, ancak dinin prensipleri içinde bulmak mümkündür.
Din, Allah'ı bilip birleme, O'nun yolunda hareketle ruh safvetine ulaşma, O'nun nâmına ve O'nun emirleri istikametinde insanlarla münasebetlerini düzene koyma, hatta O'nun hesabına bütün varlığa karşı derin bir alâka ve muhabbet duymanın başka bir unvanıdır.
Dini kabul etmeyenler, zamanla namus, vatan, millet gibi yüksek mefhumlara karşı da saygısız davranmaya başlarlar. Evet, bütün mukaddes mefhumlara karşı saygı, ancak dine inanmanın neticesinde hâsıl olur. Tarih boyunca bütün zalim ve müstebit tiplerin dinden uzak yaşamaları bunun en güzel misalidir.
8. Bütün Faziletlerin Kaynağı Dindir
Dinin cemiyete kazandırdığı güzellikleri, başka hiçbir sistem ve ekol kazandırmamıştır. Bütün güzel çiçekler dinin bağ ve bahçesinde yetişmiştir. Bütün evliya, bütün asfiya ve bütün enbiya bu bahçenin rengârenk ve pırıl pırıl birer meyveleridirler.
Bazıları bu meyveleri görmezlikten gelseler bile, onları ne kitapların sayfalarından ne de insanların sinelerinden silmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.
Din ile gerçek ilim, hakikatin iki yüzü gibidirler. Din, insanı doğru yollarda gezdirerek mutlu kılacak neticelere ulaştırır. Gayesi ve hedefi belli olan ilim ise, bir meşale gibi bu yollarda hep onun önünü aydınlatır.
Din, sağlam düşünceye, akl-ı selime ve ilme istinat eder. Bu zaviyeden, onun hiçbir meselesini tenkit etmeye imkân yoktur. Bana göre, onu tanımamazlıktan gelenlerin, ya düşünce sistemleri bozuk, ya ilim anlayışları yanlış ya da muhakemeleri yetersizdir.
Din, gerçek medeniyet prensiplerini ihtiva eden bereketli bir kaynaktır. Onun sayesinde insan gönül ve his dünyasında ulvîleşir, başı fizik ötesi âlemlere ulaşır ve bütün hayırların, güzelliklerin asıl kaynağından doya doya içmeye muvaffak olur.
Dinsizin faziletli, gerçek dindarın da faziletsiz bulunması çok ender rastlanan vak'alardandır.
Din sayesinde insan, insanlık mânâsını idrak eder ve diğer canlılardan ayrılır.
9. Din Allah, Küfür ise Şeytan Yoludur
Hiç düşündünüz mü, neden acaba iman ile küfür arasındaki mücadele ta Hz. Âdem'den (aleyhisselâm) beri devam edegelmektedir? Neden insanlar birbirine düşman olmuş ve çok defa kendi hayat haklarını, başkalarının ölümü üzerine bina etmişlerdir? Her zaman insanlar kardeş olmalı değil miydi?.. Bu ve benzeri sorular dünden bugüne hep insan aklını kurcalayagelmiştir.
Bazıları bu sorulara cevap bulabilmek için felsefenin getirdiği sisli-dumanlı ihtimal ve faraziyelere sığınmış; sığınmış ama, onun bu sorulara cevap vermesi bir yana, yığınla problemin yanında bir de bizzat kendisinin icat ettiği ve insanların düşünce dünyalarına saldığı problemlere sebebiyet vermiş ve işi tamamen içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Zaten iman ve vahyin vâridâtına kapalı felsefenin, kalb ve vicdana sahip insanı ve hele insanın bu iki buudunu tatmin etmesi de düşünülemezdi; zira insanı bu derinlikleriyle tatmin edip ona mânâ ve mahiyet kazandıran sadece din olmuştur; din olmuştur ama, insanoğlu tarih boyu, bu her iki sisteme de müracaat edegelmiştir. Zaten mücadele de bundan kaynaklanmaktadır. Birinden iman ve güzel ahlâk doğarken, diğerinden hep küfür ve mesâvî (kötülükler) ortaya çıkmıştır.
Din Allah yolu, küfür ise şeytan yoludur. Bundan dolayıdır ki, iman-küfür mücadelesi Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar hep devam edegelmiştir; insanlığı birbirinin kurdu hâline getiren de bâtılın bu uzlaşmaz tavrıdır.
Din, insanları birbirine bağlar ve onları sadece bir olan Allah karşısında secde ettirir. Onların birbirine kul-köle olmasına asla müsaade etmez.
Küfür içinde ise zulüm, zayıfı ezme, ölçü ve intizam tanımama vardır. Maddeyi tek ölçü kabul eden felsefe, bunun en başta gelen teşvikçisi, hatta bazen müsebbibi olmuştur. Bu yüzden felsefî sistemlerde gerçek bir adaletten ve düzenden bahsetmek de mümkün değildir.
Küfür kıyamete kadar devam edecek ama karşısında da daima imanı bulacaktır. Onun içindir ki, inanan gönüller asla mücadele gücünü kaybetmemelidirler. Zira her türlü muvaffakiyetin ilk şartı, iman ve ruhlardaki mücadele gücüdür.
Gönlünü inançla donatıp, dimağını yüksek düşüncelerin meşcereliği hâline getiren kimseler, hayatın her dönemecinde ayrı bir huzur, ayrı bir hazza ererek kendilerini âdeta Cennet bahçelerinde hissederler. Böyle bir iman ve mücadele gücünden mahrum gönüller ise, en küçük zorluklar karşısında sarsılıp ümitsizliğe düşmeye ve cesaretlerini yitirip devre dışı kalmaya mahkûmdurlar.
10. Ümit ve İradeden Mahrum Kalmak
Tarihteki bütün aksiyon insanları mücadele ruhuna ve ümit gücüne sahip kimseler arasından çıkmıştır. İman ise, bu hususun en temel ve en önemli esasıdır. Hakikî mânâsıyla imana dayanmayan bir mücadelenin, yapma adına her şeyi nasıl tahrip ettiğini/edeceğini ifade etmeye gerek yok zannederim.
Bir Neron'u, Napolyon'u veya Hitler'i düşünün, bir de arkalarında bıraktıklarına bakın! Zannediyorum, alev alev yanan bir Roma, kan seylâplarıyla inleyen yeni bir Avrupa ve Asya görüp ürpereceksiniz. Bütün bunlar, iman ve ihsan ruhundan mahrum kimselerin dünya adına dünyayı fethetme gayretiyle sebebiyet verdikleri şeametler ve uğursuzluklardır.
Hayat, bir bakıma baştan başa çalışma, gayret ve mücadele demektir. Çalışmak için güce, gayret için ümide ve mücahede için de maddî ve mânevî hazırlıklı olmaya ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı hesaba katmayanlar dökülür yollarda kalırlar veya bir gölge gibi hep başkalarını takip eder dururlar.
Her iki hâlde de böyleleri hep zelil, derbeder ve tutarsızdırlar. Ara sıra yalancı bir saadet elde edip, onunla aydınlığa ermiş gibi görünseler de, hemen her zaman zillet ve sefalet içindedirler. Bunlar çok yüksek saray ve malikanelere, deste deste para ve külçe külçe altınlara sahip olsalar da yine sefil, yine dilencidirler.
Altın ve gümüş, özüyle bütünleşmiş ve iman ile itminana ermiş yüksek ruhlar için iyi birer hizmetkâr ise de, kendini idrak edememiş tali'sizler için çok zalim ve zararlı birer tasma ve bukağı sayılırlar.
Ama ne gariptir ki, ekseriyet itibarıyla insanlar, kolay ve rahatlıkla elde edilebilen zevklerin kucağına atılmakla; gayret ve samimiyet isteyen, meşakkat ve zorluklarla kazanılan büyük ve sürekli nimetlere karşı hep alâkasız kalmışlardır. Böyleleri daima yokuş aşağı bir hayat arzulamış, hemencecik elde edilebilecek ucuzluklara takılmış ve kolaylıkla ulaşılamayacak, uzak ve âlî şeylere karşı ise müstenkif davranmışlardır. Bu yüzden de böylelerinin hayatları hep anlaşılmaz iniş ve çıkışlar içinde cereyan etmiştir/etmektedir.
İnanç ve idealden mahrum, hasbîlik ve diğergâmlık bilmeyen bu karanlık ve fersiz ruhlar çalışmayı sevmez, sıkıntıya gelmez, zamanı değerlendirmesini bilmez, 'menn ü selva'[11] bekler gibi hep tekâsül gösterirler. Ümitleri sığ, iradeleri de mefluçtur. Günübirlikçi ve menfaatlerine düşkün olduklarından ötürü de, bütün bir hayat boyu başkalarının dümen suyuna göre hareket eder ve onların dublesi olarak yaşarlar.
11. İdealden Mahrum Olmak
Özü koruma istikametinde gösterilen her gayret, hem yüksek bir zevk hem de gelecekteki mutluluğun teminatı olması itibarıyla mukaddes bir hamledir. Ancak, bu zevki idrak edebilmek için de yine ruh köküne bağlılığa, mazi esintili ilhamlara, inanç ve fazilete ihtiyaç vardır.
Düşünce dünyasını bu esaslar üzerine oturtamamış kimselerin bu yüksek zevki duymalarına imkân yoktur. Çünkü onlar, düşünce ve inançlarında bu kaynaktan beslenmemektedirler.
Eğer düşünce ve inançlar, sürekli canlı tutulmazsa, kendi içinden beslenmeyen bir göl gibi yavaş yavaş suları çekilecek, kuruyacak ve bir gün mutlaka yok olacaktır. Bu ise, bir millet için apaçık bir inkırazdır.
Bizce, günümüzde mühimlerden mühim bir mesele varsa, o da, hemen her düşünceye yahşi çeken idealsiz nesillere inanç, fazilet, sabır, çalışma aşkı, mazi hayranlığı ve geleceği hallaç etme iştiyakı aşılayarak onları yeniden inşâ etmektir. Böyle bir yolda gösterilen her gayret, hem bugünü hem de yarınları âbâd edecek ve gelecek nesiller arasında da bir yâd-ı cemil olarak kalıp gidecektir.
Tarlaya tohum saçmadan topraktan bir şey beklemek abes olduğu gibi, genç kuşakların insanlığa yükseltilmesi istikametinde bazı fedakârlıklara katlanmadan, bu yüce hedefe ulaşmaya imkân yoktur. İnsan, almadan önce vermesini bilmelidir ki, alma mevsiminde de kat kat alabilsin.
En az bir bahçıvanın, yüksek bir hassasiyetle kendi bahçesini tımar edip, çiçek ve meyveleri muzır şeylerden ayıkladığı gibi, hem daha sonraki kendi hayatımıza hem nesillerin hayatına müdahale etmeli ve onları çeşitli erozyonlardan korumalıyız ki, bu sayede, mevsimi gelince, onların meyve ve çiçeklerinden istifade edebilelim.
Eğer gelecek nesillerin hayatı adına, bahçıvanın ağaçlara gösterdiği hassasiyet kadar hassas olamıyor, itina ve özen göstermiyorsak, kendi elimizle kendi sonumuzu hazırlıyoruz demektir.
12. Mücadele Ruhu
Değişen hâdiseler ve karşılaşılan farklı olaylar, zaman zaman insanın ruhunu ve azmini törpüleyebilir. Kendini sürekli yenileyemediği ve değişen şartlar karşısında içinde bulunduğu zaman buuduyla mutabakat sağlayamadığı müddetçe insanın akıbeti de hep böyle olacaktır.
Evet, içinde yaşadığı şu dünyayı kendi şartlarıyla idrak edebilen, ümit ve irade balansını sonsuza göre ayarlayabilen, baş ağrıtıcı her hâdiseyi azim ve sabırla aşabilen, ümit ve imanını sürekli yenileyip hep seviyeli kalabilen ruhlar, sahip oldukları o müthiş iman ve irade güçleri sayesinde bir gün mutlaka her şeyi aşabilirler.
Böylelerine her türlü zorluk ve sıkıntı çok kolay gelir; bunlar selleri, fırtınaları, zelzeleleri, rahatlıkla aşar ve bir mânâda âdeta sarsılmazlığa ulaşırlar ki, bu kabîl iradeler ne kılıç ne gülle ne de top-tüfek ile yıkılırlar.
Mevsimler peşi peşine gelir geçer, renkler ve şekiller durmadan değişir, bahar ve yazları sonbahar ve kışlar takip eder durur; ama iman ve irade gücüne sahip bu insanlar, ümit ve mücadele ruhunun oluşturduğu o zebercetten iklimleriyle hep pırıl pırıl ve yepyeni kalmasını bilirler. Onlarda ne bir pörsüme ne de bir solma söz konusu değildir.
İnsanca yaşamanın sürekliliği mücadelenin de devamlılığını gerektirir. Mücadele ise, 'emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker' çerçevesi içinde olmalıdır. Bir âyette bu durum şöyle izah edilir:
كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ
"Siz, insanların hayrı için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, doğruluğu emreder, fenalıktan alıkoyar ve yürekten Allah'a inanırsınız." (Âl-i İmrân sûresi, 3/110)
Âyetteki كُنْتُمْ "oldunuz" kelimesinde ince bir nükte vardır. Evet, âyetteki 'öyle idiniz' değil de 'oldunuz' mânâsına gelen bir kelimenin seçilişi oldukça mânidardır.
Demek ki, ortada bir 'keynûnet (olma)' söz konusu.. önce böyle değildiniz, sonradan oldunuz. Zaten ezelde olunan bir keyfiyet zail olmaz. Ancak sonradan olan, elde edilen şey zail olur. Dolayısıyla da, insanın hayırlı olması, emr-i bi'l-mâruf çerçevesi içinde mücadele vermesine ve bu ruhu devam ettirmesine bağlıdır.
[2] Buhârî, bed'ü'l-halk 17; enbiyâ 54; Müslim, selâm 155.
[3] Buhârî, bed'ü'l-halk 16; Müslim, selâm 152; tevbe 25; İbn Mâce, zühd 30.
[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/165, 219.
[5] İnsan sûresi, 76/1-31.
[6] Deylemî, Müsned, 2/324; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/561-562.
[7] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/48.
[8] Buhârî, salât 88; mezâlim 5; Müslim, birr 65; Tirmizî, birr 18; Nesâî, zekât 67.
[9] Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 616.
[10] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/312.
[11] İsrailoğullarına Tih çölünde Hz. Musa ile birlikte kaldıkları süre içinde gökten indirilen bıldırcın eti ve kudret helvası. Bkz.: Bakara sûresi, 2/57; A'râf sûresi, 7/160; Tâhâ sûresi, 20/80.
- tarihinde hazırlandı.