Bulut ve Yağmur-Rüzgâr ve Aşılama
Hava, sıcaklığı nisbetinde nem, rutubet yutar. Sıcak hava, sıcak bir kata dokunduğu zaman hiçbir engel tanımadan havayı geçiriverir. Havanın yoğunluğu sıcaklık ile ters orantılıdır. Yani hava, ısıtıldığı zaman çevresindeki havaya nisbeten biraz daha hafif hâle gelir ve yukarıya doğru kalkar. Atmosfere doğru kalktıkça genişleme imkânı bulduğu bir vasata gelince genişleyiverir. Genişlemesi için enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerjiyi, kendi harâretini vererek sağlar ve durmadan bu kanun altında yukarıya doğru yükselir. Bir taraftan da genişler, genişledikçe enerji sarfeder. Yani harâretinden kaybeder, kaybettikçe yukarıya doğru çıkar ve çiğ noktasına varır.
Şayet yukarıda hava istikrarlı değilse daha yukarılara çıkar. Uçaktan bakıldığı zaman dağ şeklindeki bulutların arz-ı endâm edişi çok güzel görülür. Bunlar atılmış pamuk yığınları gibi bir mahiyet arzederler. Eğer bulut istikrar kesbedip sükûnete ererse; inişi çıkışı kalmazsa, yağmur yağacak, fırtına kopacak demektir.
Bazen sıkışma ve tazyik sebebi ile çok daha yukarılara da çıkar; bir örs, bir tepe şeklini alır. Orada daha fazla bir sıkışma vardır.
Hicr sûresinin 22. âyeti ile Nûr Sûresi 43. âyeti omuz omuza bu hakikati bize şöyle anlatıyorlar: يوَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ 'Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık.' (Hicr, 15/22)
Rüzgârların birçok vazifeleri var ama, âyette iki vazifesine parmak basılıyor.
Nebâtâtın aşılanması böceklerle, vesâir yollarla olduğu gibi bir kısmı da rüzgârlar vasıtasıyla olur. Allah: "Rüzgârları Biz, bu aşılama işini yapsınlar diye gönderdik' buyuruyor. Rüzgârlar tarafından aşılanma işi epey zamandan beri bilinen bir işti. Bugüne kadar bilinmeyen bir husus var ki, âyetin sibâkı onu gösteriyor.
Âyetin sibâkı; otların, ağaçların aşılanmasına pek müsâit değildir. Çünkü: فَأَنزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءًَ 'Sonra semâdan yağmuru indirdik' diyor. Ottan, otun aşılanmasından bahsederken, semâdan yağmurun inmesini ele alması, anlatması, Kur'ân gibi üslûbunda bedâhet, canlılık, câzibe olan bir ifadeyle kâbil-i telif değildir. Öyle ise otların, ağaçların aşılanmasının yanıbaşında başka bir aşılanmadan daha bahsediyor. Bu aşılanma neticesinde yağmur meydana geliyor. Bu da ayrı bir mesele.
Nur sûresinin 43. âyeti bu hususun ayrı bir buudunu biraz daha açık olarak anlatıyor: أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُزْجِي سَحَاباً ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَاماً فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مِن جِبَالٍ فِيهَا مِن بَرَدٍ 'Görmedin mi Allah, bulutları sürer, sonra onların arasını te'lif eder, sonra onları birbiri üstüne yığar (sıkıştırır), arasından yağmurun çıktığını görürsün. Yukarıdan, oradaki dağlar (gibi büyük bulut parçaların) dan bir dolu indirir.' (Nur, 24/43)
'Görmüyorlar mı Allah, nasıl parça parça bulutları sevkeder.' Eğer bulutların teşekkül etmesindeki seyri takip ettiyseniz يُزْجِي tâbirindeki 'tatlılıkla itme'yi anlayacaksınız.' سَحَاباً يُزْجِي Allah parça parça bulutları sevkediverir; ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ sonra o bulutların arasını te'lif eder.
Te'lif etme, birbirine zıt iki şeyi anlaştırma, ulaştırma, bir araya getirme demektir. ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَاما 'Sonra birleri bir araya getirir müterâkim bulutları yaratır.' Müterâkimen de demiyor رُكَاماً diyor.
Gökteki yağmur bulutları ayrı ayrı her birisi aynı elektrik yüklü olup birbirini çekmediklerinden, rüzgârlarla bu telkih yapıldığı zaman bir araya geliyor ve sonra rükâm oluyor. Öyle bir rükâm ki, bir araya gelişte, sanki ayrı değilmiş bir bütünmüş gibi yekpâre bir mahiyet arz ediyor.
فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ derken o müterâkim bulutların boşluklarından, çiğ noktasının verâsından yağmur damlayıverir وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاء مِن جِبَال فِيهَا مِن بَرَد ama dolunun hâli başkadır. O yağmurun düştüğü yerden düşmez.
Arapça'da 'cebel, cibâl' kelimesi dağ mânâsına geldiği gibi çok defa istiârelerde, temsillerde, çok çetin, zorlu, alabildiğine tazyikli şeyler hakkında da kullanılır. Esasen Türkçemizde dahi bir insana dağ gibi dediğimiz zaman; yıkılmaz, yenilmez, güçlü, kuvvetli dayanıklı mânâlarını kastederiz.
Doluya gelince, dolu; bulutların üstünde dağ tepeleri şeklindeki, tazyikin son safhada bulunduğu yerde meydana gelir. Şöyle ki; yağmur damlaları orada tereddüt içinde kalır, tazyikten aşağıya inemez. Soğuk tabakada kaldığı için de donuverir. Hatta çok defa o soğuk tabakadaki tereddüdü aşağıya ininceye kadar onu büyültüverir.
Kur'ân-ı Kerîm bu âyetleriyle çok sarih olarak yağmurun düştüğü yerin ayrı, dolunun düştüğü yerin ayrı olduğunu anlatıyor. Ve iki âyetin ruhunda bize anlatılmak istenen şudur: 'Biz rüzgârları, pozitif ve negatif yüklü bulutların izdivacını yapmak için irsâl ettik.' Eğer gökteki yağmur habbeleri hepsi ayrı elektrik yüklü olarak kalsalar, hiçbir zaman yağmur yağmayacaktır. İsterse bu yağmur damlalarındaki (+), (-) meselesi isterse bulutlardaki (+), (-) meselesi olsun bu, ancak Allah'ın te'lifiyle olur'. فانزلنا kelimesindeki ف(Fe) sebebiyet içindir. 'Bu sebeple semâdan yağmur indiriverdik.' Demek ki bu te'lif olmasaydı; rüzgâr, yağmur habbelerini bir araya getirmeseydi, yağmur yağmayacaktı.
Başka bir âyet ve başka bir mevzu: وَالسَّمَاء بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُون 'Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz' (Zâriyat, 51/47). Arapça'da fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, 'Eskiden genişlettik, bıraktık', 'Şu anda genişletiyoruz', 'İleride genişleteceğiz' gibi mânâlara değil de 'Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz' mânâsına geliyor.
En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna, bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de astronom (Hubbel) bildirmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehabiye, bizden senede yüz altmış sekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hızla uzaklaşmakta. Bu da Belçikalı matematik âlimi, rahip (Lemaitre)'nin iddia ettiği gibi kâinatın, genişleme (expension) halinde olduğuna delâlet eder.
İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren 'mekân genişlemesi' 1400 sene evvel Kur'ân-ı Kerîm'de zikrediliyordu.
Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümmînin gözüyle görülen bu hakîkat karşısında Kur'ân'a 'senin taleben oldum' deyip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir. Bir diğer âyet ve diğer mevzû: ي يُكَوِّرُ اللَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى اللَّيْلِ َ 'Geceyi gündüzün üzerine, gündüzü de gecenin üzerine doluyor.' (Zümer, 39/5)
Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir. Arapça'da تكوير Tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre âyet; 'Geceyi gündüze gündüzü geceye sarıyor' demektir. Böylece تكوير Tekvîr kelimesiyle küre-i arzın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Nâziat sûresinin 30. âyetinde bu mesele, kelimenin kökü itibariyle daha açık anlatılmaktadır: وَالآَرْضَ بَعْدَ ذَلِكَ دَحَاهَا 'Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra yeri de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi.'
Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te'vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur'ân'ın bu hakikatini de hafızada tutmakta yarar var. Bir diğer âyet أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقاً فَفَتَقْنَاهُمَا 'Kâfirler görmüyorlar mı gök ve yer bir bütündü de biz onları ayırıverdik.' (Enbiya, 21/30)
Fezada birçok sehabiyeler (Nebuleuse) vardır. Hafif bir su gibi şekli olmayanlardan alın da yuvarlağımsı olan, sonra yassı ve geniş bir çapta, daha sonra da helezonik şekilde olanlarına kadar bir sürüsü önümüze serilmiş durumdadır.
Cenâb-ı Hakk, her biri birer kehkeşan gibi muazzam sehabiyelerden yıldız kümeleri yarattığı gibi bunlardan da bir güneş manzûmesi meydana getirir.
Bizim sistemimiz de belki buhardan bir sehabiye idi, gitgide Allah'ın iradesiyle sıcaklığını kaybeden bu gaz kütlesi büzüldü ve dönüş hızı arttı ve artan hızdan ötürü ani'l-merkez (merkezkaç) kuvveti altında ana kütlenin helezonik şekli açılıp yarıldı. Cenâb-ı Hakk, bu açılan kütlelerden seyyareleri meydana getirdi. Hem merkezdeki güneşin çekimi tesirinde onun etrafında, hem de kendi etrafında döndürmeye başlattı. أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقاً kelimesinin rûhunda 'Mâyi halinde bir bütün, yapışkan bir madde, birbirini çeken bir madde' gibi mânâlar vardır. 'Gök ve yer, mâyi hâlinde veya gaz hâlinde bir bütündü', derken فَفَتَقْنَاهُمَا 'biz onları fethettik, açıverdik, parçaladık, onları bölüverdik' diyor.
فتق kelimesinde şu da vardır: Esasen gök kupkuru yağmursuz, yer de kupkuru otsuzdu. Allah gök ve yer arasında münâsebet temin ve tesis etti. Yerde ot bitirip canlıların yaşamasına müsâit hâle getirdi.
Kâfir; vicdanına karşı yalan söyleyen, fıtratındaki kabiliyet ve istidatları körelten ve kalbiyle ters düşen insan demektir.
Kur'ân-ı Kerîm 'Kâfirler' sözüyle elbetteki sadece 1400 sene evvel ayağının ucunu zor gören, çölden dışarıya hiç çıkmamış, çıplak gözüyle yıldızları anlamaya çalışan kâfirleri kasdetmiyordu. O günün insanına 'Gökler ve yerler bir bütündü sonra biz onları parçaladık, birbirinden ayırdık' ifadesi, esasen bir şey anlatmaz. Yani o günün insanı bu ifadelerden birşey anlayamaz. Buradaki 'kâfir' sözü o devrin kâfirlerinden ziyade hakîkatlere göz yuman, bugünün kâfirine hitap ediyor.
وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ 'Sonra biz bütün canlıların hepsini sudan hay (canlı) kılıverdik.' (Enbiya, 21/30)
En küçük bir hücreden, onun protein dizilerinden ve en büyük Kaliforniya çamına kadar hepsinin vücudunda en mühim unsur, sudur. Su olmadan hayatı düşünmeye imkân yoktur. Hz. Hayy u Kayyûm'un emriyle hayat, suların kenarında meydana gelmiştir ve büyük ölçüde sularda devam edegelmiştir.
Mücmelen de olsa yukarıda zikrettiğimiz meseleler şu hakikati te'yid ediyor ki: Allah kâinatı konuşturuyor ve konuşan kâinata da Kur'ân'ı tercüman yapıyor. Âyât-ı tekviniyeyi dile getiren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, âyât-ı tekviniyeye tercüman oluyor. Bütün göklerde, yerde, zeminde, insanın nefsine gizli Esmâ-ı İlâhiyeyi ortaya çıkarıyor. Nerede hangi isim cilveendâz olmaktadır? Hangi isim nerede temevvüç etmektedir? İnsan hangi isme, toprak hangi isme dayanmaktadır? Kâinattaki bütün hadiselerin arkasında neler vardır? İşte Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân tercüman olarak bunları keşfedip ortaya çıkarmaktadır. Eğer yeryüzünde herşeye muttali, ilim sahibi birisinin hükmü mevcut ise; her yerde bir nezâfet ve temizlik varsa; muammâsını çözemediğimiz bir hayat ve herşeyin yoktan var olması hükümfermâ ise, bunları birer isimle Kur'ân bize anlatmaktadır: هُوَ اللَّهُ الَّذِي لا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ 'O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka ilâh yoktur, görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, Rahmân ve Rahîm'dir' (Haşr, 59/22).
Bizim gaybla ve şehadetle alâkalı taraflarımız var. Ancak bu iki tarafımızı bilen birisi bizi burada durdurur. هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ rızka, Allah'ın bakıp görmesine, nimetleriyle perverde etmesine muhtaç, nice kimseler vardır ki onlar, Allah'ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle beslenmektedir. Bütün yavruların, anne karnında beslenmesinde, otların sert yer tabakasını yarmasında, bir kısım köklerin toprağı delip aşağıya doğru gitmesinde Allah'ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetini görüyoruz. Allah'a dayanan herşey, en sert ve en kesif şeyleri şâk şâk ederek 'Allah' deyip yoluna devam ediyor. İşte bu şeyleri bir bir bize Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân anlatıyor:
هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ 'O öyle Allah'tır ki eşi, ortağı, menendi yoktur.'
الْمَلِكُ 'Melik O'dur'. Kâinatın zimamı O'nun elindedir. الْقُدُّوسُ kâinatta bir nezâfet (temizlik) hükümfermâdır. Milyonlarca hayvan erâcifinin ve havadaki gazların istihalelerle değişmesi, ağaçların insanın ifraz ettiği şeyleri, insanların da ağaçların ifraz ettiği şeyleri yutmaları; denge bozulduğu zaman araya denizin girip aynı şeyi yapması, denizlerin tuzlu olması, semâ ve zeminin temiz tutulması, Allah'ın 'Kuddüs' isminin tecellileridir. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân kâinattaki bu nezafet kanununu Allah'ın Kuddüs ismine isnat ile bize anlatıyor.
السَّلَامُ Kâinatta umûmî bir emn ü emân bir sükût, bir sükûn müşahede ediyoruz. Mevcudat arasında aklın zâhirî nazarına göre bütün boğuşmalar ve döğüşmelere rağmen, nebâtât hayvanâtın imdadına hayvanât, insanın imdadına koşuyor. Ve bu mevkide insan sanki bütün kâinatla sulh imzalamış gibidir. İşte Kur'ân bu muammayı da bize السَّلَامُ ism-i celîliyle anlatıyor. Allah'ın السَّلَامُ 'Selâm' ismine dayanan kâinat, selâmet ve emniyet yeri olarak tezahür ediyor.
الْمُؤْمِنُ (el-Mü'mîn) Allah, umum bu anlaşmalar içinde bir emniyet-i tâmme temin etmiş ve herkese bir emniyet vermiştir. Kalplere imanla itminân bahşettiği gibi insanların arasında da bir emniyet vaz'etmiştir. Herkes birbirine güvenir, dayanır. Umum kâinatta da bu emniyet hüküm-fermâdır. Meleklerden semeklere, Sidretü'l-Müntehâ'dan yerin derinliklerine kadar, her tarafta bu emniyet hâkimdir. Biz bunu 'Mü'mîn' ismine dayalı olarak görüyoruz; Kur'ân da bunu bize böyle anlatıyor. Evet, kâinattaki hâdiselerin verâsında hangi isimlerin anlatıldığını Kur'ân'ın tercümanlığı vasıtasıyla öğrenmiş oluyoruz.
Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, sıfatları ve şuûnâtı hakkında kâfi malûmatı yine Kur'ân-ı Kerîm'den alıyoruz. Bu hususta Ku'ân-ı Kerîm'de belki yüzlerce âyet vardır. Hepsini şerh çok uzun süreceğinden bir ikisine kısaca temas edelim: قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ * اللَّهُ الصَّمَدُ * لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ * وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً أَحَدٌ 'De ki: O Allah birdir. Allah Samed'dir. (Herşey varlığını ve bekâsını O'na borçludur. Herşey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur.) Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır.' (İhlas, 112/1-4)
Yani de ki; Allah birdir. Kimseye muhtaç değil ama âlem O'na muhtaçtır. Nizam O'nun sayesinde ayakta durur. Kâinat O'nun Kayyûmiyetine dayanmaktadır. Eğer O'nun Kayyûmiyeti olmazsa bütün nizâm alt üst olur. İnsan her haliyle O'na muhtaçtır. Muhtaç olduğu şeyler Allah tarafından verilmese, insan söner gider ve yeryüzünde hiçbir şey kalmaz. Allah; ne bir insan evlâdıdır, ne de bir başkası O'nun evlâdıdır. O, ne baba olmuştur, ne de evlât olmuştur. O'nun eşi, ortağı, menendi, dengi de yoktur.
Kur'ân, bu hususu anlatmakla, bize Zât'ı hakkındaki en önemli bir hususu öğretiyor. Eğer öğretmeseydi Eflatuncuların saplandıkları gibi 'Rûh-u Küllî' akîdesine, İşrakiyeciler gibi daha başka yanlış düşüncelere saplanacaktık. Veyahut Hristiyanlar gibi; (Haşa) Allah'ı (cc) Hz. İsâ'ya baba, Hz. Meryem'i Allah'a hanım; Hz. İsâ'yı Allah'a oğul yapacaktık. Ama Zât-ı Bâri hakkında en sağlam, en râsih akîdeye biz, yine, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân sayesinde sahip olduk.
Şuûnat-ı Zâtiyeyi de en güzel yine Kur'ân anlatıyor. Şöyleki: قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَن تَشَاء وَتَنزِعُ الْمُلْكَ مِمَّن تَشَاء وَتُعِزُّ مَن تَشَاء وَتُذِلُّ مَن تَشَاء بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ * تُولِجُ اللَّيْلَ فِي الْنَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الَمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَن تَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ 'De ki, Allah'ım Mâlikü'l-Mülk Sensin. Mülk Senin elindedir. Dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini azîz, dilediğini zelîl edersin. Bütün hayır Senin elindedir, Sen herşeye kâdirsin. Geceyi gündüzü sokar, gündüzü de geceye sokarsın, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini sonsuz nimetlerinle perverde edersin' (Âl-i İmrân, 3/26, 27). İşte bu akla hayale gelmedik tasarrufatı, Kur'ân-ı Kerîm bize Şuunât-ı Zâtiye-i İlâhiye olarak anlatır. Kur'ân anlatmasaydı biz bunu bilemezdik.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân ahiretin haritasını insanların nazarına arzetmekte de eşşiz, nâdide bir kitaptır. Ahiret safhaları sahifeler halinde insanların nazarına o kadar yerinde, o kadar câzip ve öyle rikkat verici arzedilir ki bunların hepsini burada sıralamaya imkân yoktur.
Başlara çarpacak o büyük belâ gelip çattığı ânı anlatan el-Hâkka sûresi الْحَاقَّةُ * مَا الْحَاقَّةُ cümlesiyle kıyamet mûsîkîsiyle kulakları çınlatarak başlar, insanı elinden tutar ve kıyametin kopacağı âna götürür. Sonra dağları hallaç pamuğu gibi attırır ve insanı da âdeta onlara baktırır. Sonra insanı haşreder, mîzân ve teraziyi koyar, hasenât ve seyyiâtı tartar, sonra da kimin hasenâtı râcih gelirse onun cennet gibi bir hayata mazhar edileceğini müjde eder ve kimin de seyyiâtı galebe çalarsa onun da cehenneme atılacağını ifade eder. Bunu insanın gözü önünde öyle tablolaştırır ki daha bunun üstünde tablo olamaz: يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لَا تَخْفَى مِنكُمْ خَافِيَة ٌ 'O gün, (Allah'a) arz olunursunuz. Sizden hiçbir sır (Allah'a) gizli kalmaz.' (Hâkka, 69/18) dediği zaman, insanın, başkalarından gizlemeye çalıştığı her şeyi onun nazarına arz eder ve yaptıkları karşısında onu mahcûp ve hâcil bir hâle getirir. Bu aynı zamanda, insanın böyle bir hâle düşmemesi için tedarikli olmasını temine sevk demektir.
Bütün hayatını boş geçirmiş ve amel defterine hiçbir şey kaydetmemiş bir insanın, o gün amel defteri soldan; ve salih amel işlemiş, defterini sağlam tutmuş bir insanın defteri ise o gün sağdan verilir. 'O gün defteri sağdan verildiğinde, gelin işte bu kitabı okuyun' (Hâkka, 69/19) diyecek insanın sevinci ancak böyle ifade edilebilir. Defterini solundan veya arkasından alana gelince, o da kitabını eline aldığı zaman; 'ah keşke bu kitap verilmeseydi de içinde olanları bilmeseydim, zaten malımın mülkümün de bana hiçbir faydası olmadı' diye feryat edecektir. Ancak, bu temenni ve ümniyelerin hiçbir faydası olmayacaktır. Kur'ân-ı Kerîm ve bilhassa bu sûre bu hususu öyle tablolaştırır ki üstünde başka tablo olamaz.
Kur'ân Bir Şeriat Kitabıdır
Evet, dinin hü-kümlerini bildirmesi, helâl ve haram olan hususları açık açık zikretmesi, âile, cemiyet, devlet ve bütün bunları meydana getiren ferde ait hukuk sistemini ele alıp tahlil etmesiyle Kur'ân-ı Kerîm bir şeriat kitabıdır.
Kur'ân Bir Hikmet Kitabıdır
Varlık hakikatını, ve eşyanın birbiriyle olan münâsebetini anlatmayan hiçbir düşünür ve feylesof yoktur. Felsefe, ilk feylesoftan son feylesofa kadar bu mevzûun işleniş ve ele alınışıyla doludur. Ancak bu hakikati onların ele alıp anlatışıyla, Kur'ân'ın izâhı ve tavzihi arasında serâ-süreyya farkı vardır. Fark vardır; zira Kur'ân, varlığı yaratan ve eşya arasında münasebeti tesis ve temin eden Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır. Diğerleri meseleyi hipotez ve teorilerle anlatırken, Kur'ân kat'î ve kesin bir hüküm ve üslûpla anlatmıştır. Dolayısıyla evvelkilerde, insan zihnini teşviş edecek birçok zıtlıklar varken, Kur'ân böyle bir zaaftan müberrâ bulunmaktadır.
O Bir Kitâb-ı Ubûdiyettir
İnsan, Kur'ân sayesinde en âlâ kulluk anlayışına yükselir. Kur'ân'a dayanmayan bir kulluk anlayışı bâtıldır. Yogi, dilini gırtlağına sokar, altı ay mezar gibi bir yere girer ve yemeden içmeden durur; Hristiyan mistikleri de ruhbaniyet havası içinde kiliseye kapanır, insanlardan alâkalarını keser ve bu uğurda türlü türlü fedâkârlıklara katlanırlar. Ancak, bütün bunların Allah nazarında ehemmiyet ve kıymeti yoktur. Allah, Kur'ân'ında, insanlık hakikatini ve müşterek kâinat realitesini insanın ruhuna, bedenine, efkârına, hissiyatına uygun şekilde takdim etmiştir. Demek oluyor ki, insanın iradesi ve bu mevzûdaki fiilleri Kur'ân istikametinde olursa bir mânâ ve ehemmiyeti hâiz olur.
Kur'ân Bir Duâ Kitabıdır
Başkalarının bize öğrettiği duâ yerine Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'la, ellerimizi Uluların Ulusu'na kaldırdığımız zaman, O'nu konuşturmuş, yine O'nun beyâniyle isteklerimizi O'ndan istemiş olacağız. Allah Resûlü, O'ndan istediğini O'nun diliyle istiyordu. İşte Kur'ân böyle bir duâ kitabıdır. Duâda dahi Kur'ân'ın eşi-menendi yoktur.
Kur'ân Arş-ı Âzâmdan Gelmiştir
Çeşitli arşlar vardır. Meselâ: Allah'ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin bir arşı vardır. Âdeta Rahmâniyet ve Rahîmiyet taht üzerinde oturmuş, muhtaç herkese şefkat etmektedir. Rızkın bir arşı vardır. Sanki 'Rezzak' ismi o arş üzerinde durmakta, rızka muhtaç olanların imdadına koşmaktadır. Hâlık'ın bir arşı vardır ve 'Hâlık' ismi orada yaratma ameliyesini yapmaktadır. Bunun gibi herbir ismin bir arşı vardır. Fakat nasıl isimler muhtelif hâdiselerin arkasında duruyor ve nasıl biz isimlere tutunmak suretiyle müsemmâya gidiyoruz. Öyle de bu isimlerin arşlarıyla müsemmânın arşına yükseliyor ve ona Arş-ı Âzâm diyoruz.
Bütün Esmâü'l-Hüsnâ'nın âzâm mertebesinden gelen, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, Allah'ın en üstün ifadesi olup, en mükemmel topluluğa, en mükemmel insanın şahsında tebliğ edilmiştir. O, Arş-ı Âzâm'dan geldiği, her ismin âzâm mertebesinden alındığı için Kelâmullah ünvanı kemâl-ı liyâkatle Kur'ân'a verilmekte ve Allah kelâmı dendiği zaman sadece ve sadece Kur'ân anlaşılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in Mu'cize Oluşuna Kısaca Bir Bakış
Kur'ân-ı Kerîm mu'cizedir. Mu'cize: Peygamberin eliyle, peygamberlik dâvâsını ispat etmek için, Allah'ın yarattığı hârikulâde hallerdir. Bir zât çıkıp 'Ben Peygamberim' der, sonra halk ondan hârikulâde şeyler bekler, bu zât da peygamberlik davasını ispat sadedinde, tam istenilen istikamette hârikulâde haller gösterirse, biz ona mu'cize deriz. Bunun mu'cize olabilmesi için de, evvelâ: O şeyin ancak ve ancak Allah tarafından yaratılabilir bir vak'â olması; ikincisi: Meydana gelen vak'â peygamberlik davasına iktiran etmesi, üçüncüsü: Bu vak'anın harikulâde olması lazımdır. Mu'cizenin benzerini hiçbir beşer getiremez. (Keramet ve istidrac ise mu'cizeden farklıdır).
Kur'ân-ı Kerîm ondört asırdır beşere meydan okumakta ve: وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ 'Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'ân-ı Kerîm'de) az bir şüpheniz varsa onun sûresi gibi bir sûre getiriniz' (Bakara, 2/23) demektedir. Fakat beşer hiçbir zaman bunu yapamadı ve yapamayacaktır da. Zirâ Kur'ân mu'cizedir. İşte Kur'ân meydanda ve meydan okumaktadır. Evet, Allah'ın indirdiği, sinelerin sindirdiği, en ulu kâtiplerin yazdığı ve hâfızların ezberlediği Kelâmullah, mu'cizedir.
- tarihinde hazırlandı.