Kur'ân Kâinatın Bir Tercüme-i Ezelîyesidir
Kâinatta bulunan çeşitli kanunlara, âyât-ı tekviniye denir. Bu kanunlara verilen isimler ne olursa olsun işin mâhiyetine te'sir etmez. Bunlar, bütünüyle Allah'ın âyetlerinden birer âyettir. İşte kelâm sıfatından gelen Kur'ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk'ın tekvin sıfatından gelen bu âyetlerin ebedî birer tercümanıdır. Kur'ân, kâinat karşısında durur ve bize kâinatı anlatır. Meselâ: إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ َ
"Göklerin ve yerin yaratılması, gece ve gündüzün nizam ve intizamla değişmesi, semâ ve arzın münâsebetleri yani denizlerin tebahhur etmesi ve semânın, suya muhtaç küre-i arza yağmur damlalarını indirmesi, yerde otların, toprağı şak şak edip bitmesi, neşv ü nemâ kanununa tâbi olarak herşeyin gelişmesi, birer âyât-ı ilâhiyyedir" (Âl-i İmrân, 3/190). Kur'ân kâinatta cârî olan Allah'ın bu çeşit âyetlerine tercümanlık yapıyor ve bize anlatıyor. Nasıl anlattığını, kısa da olsa arzetmeye çalışalım: وَإِنَّ لَكُمْ فِي الأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُّسْقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِهِ مِن بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَّبَناً خَالِصاً سَآئِغاً لِلشَّارِبِينََ
Canlının yediği gıda vücudun protein, vitamin, kalsiyum, demir, bakır vs. gibi ihtiyaçlarını karşılıyor. Ve bunlardan bir tanesinin eksikliği insan vücudunda bir kısım arızalar doğuruyor. Bu arada vakti gelip lüzum hasıl olduğu zaman canlılarda, yedikleri gıdalardan, Allah süt hasıl ediyor.
İnsanın yediği maddelerin bir kısmı ağzında, bir kısmı midesinde eriyor ve umumiyetle ince barsaklarda halloluyor. İnce barsaktaki kılcallar tarafından emildikten sonra kan içinde süt guddelerine uğramak suretiyle ikinci bir tasfiye daha meydana geliyor. Mugaddi şeylerin bir kısmı vücutta ihtiyaç duyulan merkezlere gidiyor, hücrelere tevzi ve taksim ediliyor. Bir kısmı da süt guddelerinde süt haline, geliyor. Sonra bu süt, memeli hayvanların memelerine gidiyor ve biz de, bizim için protein kaynağı olan sütü oradan alıyor, içiyor ve kuvvet kazanıyoruz.
Kısaca arzettiğimiz bu husus ilmin ve müşahedenin kabul ettiği bir meseledir. Şimdi aynı müşahede altında Kur'ân'ın mezkûr âyetine bakalım: وَإِنَّ لَكُمْ فِي الأَنْعَامِ لَعِبْرَ "Canlılarda, onların hayatlarında, gıda alışlarında sizler için ibretler vardır."
نُّسْقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِه "İçlerinde onların bir kısmını (hepsini değil) size içiriyoruz." İçlerinde olan şeylerin nasıl yapıldığını da şöyle anlatıyor: مِن بَيْنِ فَرْثٍ
Buradaki بَيْن ِ kelimesi iki şeyin arasını ifade eder. Arapça'da iki şey olmazsa بَيْنِ kelimesi kullanılmaz. Esasen ortada iki nesne vardır. Birisi kan diğeri fışkı.
İlk ayrımı kan ile fışkı arasında, ikinci ayrımı da kandan yapıyoruz. İlk defa mugaddi şeyler kan halinde barsaklar tarafından emiliyor ve içeriye gidiyor. Sonra ikinci bir tasfiyeyi de kan guddelerinde yapıyoruz. لَّبَناً خَالِصاً Sonra tertemiz, berrak, halis bir süt hasıl oluyor.
Mâhiyeti itibariyle fışkının içinden çıkan madde, insanı rahatsız ve iz'âc eder. Bu sebeple Kur'ân لخَالِصا kelimesini diğer taraftan kanın içinden çıktığı için belki gırtlakları tahriş eder düşüncesini bertaraf etmek için de سَآئِغاً لِلشَّارِبِينَ ifadesini kullanıyor. Süt fışkıdan, kandan çıkmıştır ama ne kanın ne de fışkının karakterini taşır. (Nahl, 16/66)
Peygamberimiz ümmiydi, kitaplı, kitapsız, mü'min, kâfir, münâfık herkes O'nun okuma-yazma bilmediğinde ittifak halindedir. Böyle bir Zât'ın fem-i güherinden bir âyet işitiyor ve on dört asır sonra o âyetin arkasında röntgen şualarıyla, teşrihatla anlaşılabilecek bir kısım ilmî hakikatleri görüyoruz.
İşte bu hakikat, Kur'ân'ın ilâhî ve lâhûtî olduğuna apaçık ve bütün vüzûhuyla delâlet eder. En muhtasar meâllere dahi bakıldığı zaman bu mânâyı görüp müşahede etmek mümkündür. Elverir ki fert, bir kısım peşin hükümlerin, kaziyelerin zebûnu olmasın...
"Allah, iradesini iyiye kullananlardan kimin hidayetini murad ederse; onun kalbine açıklık bahşeder, kalbine inşirah verir, İslâmiyet'e karşı akıcı hâle getirir, gönlünde itminan yaratır ve o insanı huzura kavuşturur. İradesini kötüye kullananlardan da kimin dalâletini murad ederse; o insanın gönlünü göğe çıkıyormuş gibi dar kılar, sıkar ve kalaklar içinde çırpınır hâle getirir" (En'âm, 6/125).
İnanmayan insanın sıkıntısı nasıldır? İşte bu hususu Kur'ân şöyle anlatıyor: كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاء "Sanki semâya doğru çıkıyor, sesi soluğu kesilmiş ve havasız kalmış gibi göğsü sıkılıyor."
Bu âyette bir teşbih görüyoruz. Müşebbehünbih'in (benzetilen) müşebbeh'den (benzeyen) daha açık olması lâzımdır. Biz havanın berraklığını anlatırken: "Merih'in atmosferi gibidir" dersek muhâtabımıza birşey anlatmış olmayız. Muhâtabımıza, müşâhidin müşâhedesiyle vüzûha kavuşmuş meselelerle ancak birşeyler anlatabiliriz.
Kur'ân bu âyetinde, kalp sıkıntısını bir şeye teşbih ediyor ve biz orada Kur'ân'ın ilmî bir kanuna parmak bastığını görüyoruz.
Burada Kur'ân üç hususa dikkati çekmektedir:
Birincisi;السَّمَاء (semâ) tâbirinin kullanılması.
İkincisi;يَصَّعَّ kelimesinin karakteristik bir ifâdesi ki, bir zorlama, bir sıkıntı, bir bunalma mânâsını ifade etmektedir.
Üçüncüsü; yukarıya doğru çıkarken, zorlamanın esasen cümlenin kendisinde bulunması hususudur.
Ondört asır evvel, semâya doğru yükseldikçe oksijen nisbetinin düşük olduğunu kimse bilmiyordu. Yani, yukarıya doğru çıkarken insanın göğsünün sıkılacağını, sesinin, soluğunun kesileceğini.... Bu gerçek ancak yirminci asrın teknik imkânlarından faydalanmak, balonlar atmak ve uçaklarla gökyüzünde sefer tertip etmek suretiyle anlaşılır hâle gelmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, inanmayan insanın göğsünün sıkıntısını anlatırken, lâtif bir teşbihle, yukarıya doğru çıkıldıkça oksijen nisbetinin azalmasını, kendine yakışır edâsıyla ondört asır evvel anlatıyor.
Bu hususta, asrımız insanının bunalımını, buhranını gönlünün sıkılmasını birinci mesele olarak alıyor, parmak basıyor ve yine bize hitap ediyor. Çünki bu mesele ancak yirminci asrın insanının anlayabileceği bir meseledir ve demek istiyor ki; gönlünün sıkıntısı tıpkı semâlara doğru çıkarken göğsünün sıkılması gibidir.
Bir başka âyet: وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْن
Arapça'da "umum" bütün mânâsına gelen كُل (küll) kelimesi marifeye (bilinen) muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar fert varsa hepsini ihtiva eder. وَمِن كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ derken buradaki شَيْءِ kelimesi nekredir. Âyet "Herşeyi çift yarattık" (Zâriyat, 51/49) demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır.
İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılar da öyle çifttir. Nebâtât da çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki زَوْجَيْن "Zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez.
Yâsin sûresindeki âyet bu hakikati daha mufassal olarak şöyle anlatıyor: سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ
"Ne yücedir o (Allah) ki toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır" (Yâsin, 36/36).
Belli ki o günün insanının müşâhedesine arzedilen tablonun dışında o devre göre bilinmeyen meçhul bir kısım şeylerden bahsediliyor. Diyor ki: Daha sizin bilmediğiniz bir kısım şeyleri de çift yarattı. O tarihlerde atom, elektron, nötron, proton bilinemezdi. Fakat bütün bunlarda hep mütemadiyen birinin diğeriyle ayakta durduğu, baş başa verdiği, mevcut nizâmı ayakta tutmaya çalıştığı hakikatı ortaya çıkmaktadır. İleride ise atom fiziği karşımıza daha neler çıkaracak, henüz bilemiyoruz. Bir başka âyet: لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَلَا أَصْغَرُ مِن ذَلِكَ وَلَا أَكْبَرُ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
"Göklerde ve yerde zerre miktarı birşey, O'ndan gizli kalmaz. Ne bundan küçük, ne bundan büyük hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın" (Sebe', 34/3).
Bu âyet, esas olarak; Allah'ın nazarından, ilminin, sem'inin ve basar'ının ihatasından hiçbir şeyin hariç olmadığını anlatmaktadır. Evet, en küçük atomlar âleminden, nebülozlar âlemine kadar herşey O'nun destgâh-ı kudretinde, tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir. Ve âyet bize, bunu anlatıyor. Fakat, bunun altında bazı ilmî hakikatleri de şerhediyor.
ذَرَّةٍ Bugünün dilinde olduğu gibi dünün dilinde de "zerre" atom demektir. Fakat atomun ne demek olduğunu bilmeyen Arap, zerre dendiği zaman, güneş pencereden içeriye vurduğunda, güneşin ışığı altında görülen tozu toprağı anlıyordu. Çünkü onun nazarında maddenin en küçük parçası oydu. Burada dikkati çeken husus, bu ismin, maddenin en küçük parçasına verilmesiydi.
Ama bugün Arap dilinde zerre, atomun tam karşılığı olarak kullanılan bir kelimedir.
Burada dört tâbir dikkati çekmektedir:
Birincisi; zerre, yani atom.
İkincisi; zerrenin asgarı, küçüğü yani elektron.
Üçüncüsü; zerrenin ekberi, büyüğü yani molekül.
Dördüncüsü; miskal-i zerre yani atom ağırlığı.
İsterse zerre, isterse zerrenin küçüğü elektron, isterse zerrenin büyüğü molekül olsun hiçbirisi Allah'ın ilminin ihâtası dışında kalamaz.
Bir de zerrenin ağırlığından bahsediliyor. Malumdur ki atom fiziğinde "Atom Ağırlığı" meselesi çok mühimdir. Eskiler, hidrojene 1 numarasını, uranyuma da 228 numarasını koymuşlardı. Hidrojenin atom ağırlığı en hafif, uranyumun ise en ağırdır.
Görüldüğü gibi bugünkü modern ilim dahi Kur'ân'ın asırlar önce işaret etmiş olduğu atom ağırlığı meselesini disipline ederek, bütün elementlerin belli sayıdaki atom ağırlıklarını ortaya koymuşlardır.
Zâriyat sûresinin ilk üç âyetinde de bu meseleye ışık tutar bir mahiyet görüyoruz: وَالذَّارِيَاتِ ذَرْواً "Tozutup duran, dönüp duran, daireler çizen şeylere kasem olsun" (Zâriyat, 51/1).
Lorenz'in kurduğu elektron teorisi atomun küçük yörüngesi, atomun hacmi denilen pek ufak bir sahayı işgal etmiştir ve âdeta minyatür bir güneş manzûmesidir.
Atomların en hafifi olan hidrojen atomunun çapı, bir milimetrenin milyonda onu kadardır. Merkezinde pozitif elektrik yüklü bir çekirdek ve etrafında negatif elektrik yüklü elektronlar vardır. Bunlar savrulan bir toz bulutu gibi çekirdeğin etrafını kaplamış olarak dururlar.
Elektronların mahreklerinde süratleri müthiştir. Bir hidrojen elektronu saniyede takriben ikibin kilometre, bir uranyum elektronu ise ikiyüz kilometre hızla döner... Bu müsbet ve menfi elektrik, mütemâdiyen elektrik dalgaları ve enerji neşrettiği halde bu enerjinin yavaş yavaş kaybolması gerekirken ve bundan ötürü de hareketin bir zaman sonra durması lâzım gelirken böyle olmamaktadır.
فَالْحَامِلَاتِ وِقْراً "Sonra alabildiğine ağır yükleri taşıyanlara da kasem olsun" (Zâriyat, 51/2).
Ağırlık yükleneceği için çekirdekteki pozitif elektrik protondadır. Nötronlara gelince, bunlarda elektrik olmadığı bilinmektedir.
فَالْجَارِيَاتِ يُسْراً "Çok kolaylıkla akıp gidenlere de kasem olsun" (Zâriyat, 51/3).
Nötronlar iki türlüdür. Bir kısmı çok hızlı ki, ışık hızına yaklaşan sür'atleri ve büyük enerjileri vardır. Bazıları otuz santimetre kalınlığındaki kurşun levhaları kolayca geçebilirler. Bir kısmı da yavaş nötronlardır ki, molekül hareketinden biraz fazla harekete sahip olduklarından yollarında rastladıkları çekirdek tarafından yakalanırlar. Yakalanan çekirdek de infilak eder. Bu reaksiyon neticesindeki enerjilerden beş ilâ on milyon (Elektron-Volt) hızında dönen nötronlar meydana gelir. İşte فَالْجَارِيَاتِ يُسْراً da buna işaret vardır.
- tarihinde hazırlandı.