Kardeşlik ruhu

Vifak ve ittifak

Kişi, mü’min kardeşinde kendine yakın olan ve asıl görmesi gereken hususiyetleri göremiyor. Mesela; ondaki imanı, imana ait hususiyetleri görmüyor da daha uzaktaki ve hiç de önemi olmayan kusurları görüyor, onları büyütüyor, daha önemli şeylerin yerine onları koyuyor. Ayrıca, arkadaşında görüp kusur ve hata saydığı şeyler çok defa kendisine göre kusur ve hata oluyor, Kur’ân’a ve sünnete göre değil.

Müslümanlar bazen oluyor ki; birbirlerine bir dönem Müslümanlığın belini büken Karmatîler’e etmedikleri buğzu ediyor, kini güdüyorlar. Hâlbuki vifak ve ittifak tevfîk-i ilâhîye sebeptir. İrade ile, aynı çizgide olma ve bir saf teşkil etme gayreti yoksa, semanın bereketi ve Allah’ın muvaffak kılması gibi bir nimeti beklemek beyhûdedir. Tevfik isteniyorsa bunun fiili duası ittifaktır. Biz hikmetini anlamasak da muvaffakiyet, vifak ve ittifak sebebine bağlanmıştır.

Bunun elde edilmesi için şunlara dikkat etmeliyiz:

1) Asıl ubudiyet, işlene işlene tabiatın bir parçası haline gelen ubudiyettir. Mü’min kardeşlerimizle uyum meselesini de temrinat yapa yapa fıtratımız haline getirmeliyiz. Hatta “kardeşiyle uyum içinde çalışmaya” yemin eden zannediyorum sevaba girer. Yeminini bozarsa altmış gün oruç tutsun, zorlasın kendini. O güzel haslet fıtrat haline gelinceye kadar böyle bir şeyle bağlasın nefsini. Bir koruluğun sık ağaçları gibi, şuursuz ve iradesiz dalların, yaprakların bir arada olmasındansa, irade ile nefsin içimizdeki ihtilaf temayüllerini bastıra bastıra bir arada yaşamaya ve uyum göstermeye çalışmak yeğlenmelidir. Çünkü, insanın en önemli yanlarından birisi iradesidir.

2) Çevremizle münasebetlerimizde egoist, bencil olmamalıyız. “Her şeyin en iyisini ben bilirim”, “Herkes bana uymalı” şeklindeki tavırlar uyumu, vifak ve ittifakı zedeler. Hatta bunlar söylenilmeden hissettirilse dahi zedeler. Ben böyle anlayışa sahip çok insan gördüm ki kırk sene boyunca hiçbir başarı ortaya koyamamıştır. Dıştan bakıldığında dâhi gibidir, ülkeler fethedecek gibi durur; ama hiç kimseyle uyum sağlayamadığı için hep havanda su döver. Onun için çevremize karşı duygu, düşünce ve tavırlarımızda dikkatli olmalı; mesela, “Nurlar”ı okuyorken bile başkasına bir şey anlatma mülâhazası ile değil, kendimize nasihat ediliyor edasıyla okumalıyız.

Ayrıca, Allah (celle celâluhû) bizi böyle güzîde arkadaşlarla tanıştırmış, bu nimetin kadrini bilmek gerekir. Eğer bu nimet bilinmez ve şükrü eda edilmezse nankörlük olur, küfran-ı nimet olur.

* * *

Başkalarının ayıbını örtmek, sizin en büyük ibadetlerinizden daha büyük olabilir.

Birlikte yaşama ahlâkı

Îsar ruhunu yaşatmak lâzım. Başkalarının hissiyâtıyla, başkalarının ihtiyacıyla kendimizi doğrudan mesul görmeliyiz. Yanımıza gelen her insana, ihtiyacını giderme adına aç mı, açık mı, istirahati mi gerekiyor, sormalıyız, yedirmeliyiz, içirmeliyiz. Bu duygu çok önemli. Ama maalesef, pek çok insanda “başkaları için yaşama ruhu”nu tam mânâsıyla göremiyorum. Bu da beni çok üzüyor. Sofradasın, arkadaşının önünde ekmeği yok, sofraya uzak kalmış, kimsenin bunu görememesi beni pek üzüyor.

Bir de bizimle beraber çalışan, hizmet veren elemanları soframızdan ayrı bırakmak, onlarla aynı sofrayı paylaşmamak doğru değildir. Bize düşen, insan olarak herkesi aziz bilmek ve aziz tutmaktır. Ayrıcalığa düşmek bizim ahlâkımızla, peygamberî ahlâkla bağdaşmaz.

Ayrı mekânlarla, ayrı makamlarla, ayrı imkânlarla kendinizi insanlardan ayırmayın. İnsanları küçük görmeyin. Ne iş yaparlarsa yapsınlar, herkesi aziz bilin, aziz tutun; yemeğinizi, sofranızı onlarla paylaşın. Farklı muamelelere girmekten sakının. “Fâni dünya” demek kolay; fakat onun fânî olduğunu hissetmek çok zordur. Rabb’im hissettirsin.

Kardeşlik

Vifak ve ittifak, tevfîk-i ilâhînin (Allah’ın mü’minleri başarılı kılmasının) çok önemli bir vesilesidir. Vifak, aynı çizgi üzerinde birleşme; ittifak da bu birliğin insan ruhunda tabiat haline gelmesi; yani, insanların, anlaşıp bütünleşerek onu, tabiatlarının ayrı bir derinliği ve ayrı bir buudu haline getirmeleri demektir. Ve öyle inanıyorum ki, bu birlik ve beraberlik ruhu, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîkini yâr etmesi adına Mecmûatu’l-Ahzâb’ı günde bir iki defa hatmetmekten daha çaplı bir dua ve bir münacâttır. Vifak ve ittifak içinde, birbiriyle bütünleşmiş ve tek vücut haline gelmiş insanların ruh ve gönlüne Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve yardım eli uzanacak ve onları hep müsbete, güzele ve doğru yöne çevirecektir.

Bu hususta “hissî kardeşlik” önemli bir esastır; ancak yeterli değildir. Uhuvvet ve ittifak mevzuu hissîlikten daha çok irâdîdir; gerçekleşmesi için de karar, azim ve gayret gerekir. Mü’minlerin birbirini sevmesinde esas olan, hissîlikten öte, vahdet-i itikadın, vahdet-i içtimâiyeyi iktiza etmesine bağlı mantıkî kardeşliktir. Bundan dolayı Bediüzzaman Hazretleri, bize meselenin daima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini göstermiştir. Mesela; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir... Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir... Bir, bir, yüze kadar bir, bir” demiştir.

Dinimizin bütün emirleri, bir yönüyle, böyle bir “vahdet-i rûhiye”yi hâsıl etmeye matuftur. Mesela, namaz bizi günde beş defa birlik kubbesinin altında bir araya getirir. Önce gelen önde durur, sonra gelen arkada… Bazen arzu etmediğimiz bir insanla yan yana namaz kılma mecburiyetinde kalabiliriz; fakat orada kavgaları, küskünlükleri unuturuz. Saf tutarken topuklarımız, dirseklerimiz birbirine değer, omuzlarımız birbirini zorlar. Kollarımızı yanımızda duran insanın hatırına biraz içeriye çekeriz. Alnımız seccade ile öpüşürken, kollarımız da kardeşlerimizle sarmaş dolaş olur… Diğer bir kardeşimizin kokusunu duyarız, o da bizim kokumuzu duyar. Rahatsız olacak yanlarını görürüz, o da bizim rahatsızlık verecek yanlarımızı görür. Bütün bunlar, yanında durduğumuz şahısla aramızda manen bir kısım iç ittisaller (temas, yakınlık), iltisaklar (birleşme) meydana getirir. Yani bizim fark edemeyeceğimiz ruh iltisakı, kalb ittisali olur. Fakat en azından, yanımızda duran insanın, kaçacağımız, uzaklaşacağımız birisi olmadığı hissi meydana gelir gönlümüzde.

Sahuru ve iftarıyla, maddî mânevî güzellikleriyle bütün inananlarla beraber neşvesini duyduğumuz ramazan orucundan; fakir zengin arasındaki çok önemli bir köprü olan zekâta; ondan da kendi beldemizdeki mescidimizin büyümüş hali olan Mescid-i Haram’da daha büyük cemaat halinde dünya insanlarıyla bir araya gelme, ayrı ayrı renk ve ırktan insanlarla aynı mescidin kubbesi altında toplanma, aynı çadırın altında bulunma, Metâf’ta beraber yürüme, Kâbe’yi omuz omuza tavaf etme, mes’âda yan yana koşma, beraberce Zemzem Kuyusu’na inme, tanımadığımız bir kardeşimizin kullandığı tası kullanma, onun su içtiği musluktan içme birlik ve beraberliğini hâsıl eden hacca kadar bütün ibadetlerimiz bizi beraber yaşamaya çağırmakta ve alıştırmaktadır. Evet, İslâm’ın temel disiplinlerindeki espri kavranacak olursa, yolların hep vahdeti gösterdiği, birlik ve beraberliğe işaret ettiği anlaşılacaktır.

Birbirimizle imtihan

İşte, temelinde bu espri bulunan İslâmiyet’i yaşarken bizim de, o birliğe ulaştırabilecek tavır ve davranışları iradî olarak sergilememiz lâzımdır. Unutulmamalıdır ki; biz başka vesilelerle olduğumuz gibi birbirimizle de imtihan oluyoruz. Yani, Cenâb-ı Allah bizi bir kısım hâdiselerle ve şerirlerin şerleriyle imtihan ettiği gibi kendi kardeşlerimizle de imtihan ediyor. Kur’ân-ı Kerim de, “Biz onların bir kısmını diğerleriyle imtihan ettik” (En’am, 6/53) buyuruyor. Öyleyse biz, diğer mü’minlerle aramızdaki her münasebeti imtihanın ayrı bir yönü olarak ele almalı, bütün menfi duygu, düşünce ve tavırları imtihan unsurları olarak görmeliyiz.

İnsan bir imtihanda olduğunu daha baştan kabul etmezse, en yakın daireden küfür dairesine kadar herkesin onunla uğraştığına, elini attığı her dalın kırılıp her yerin sarsıldığına, herkesin ona karşı düşman vaziyeti aldığına inanır. Oysa, bunların birer imtihan vesilesi olduğunu kabul etse, o türlü bütün mülâhazalar eriyip gidecektir. Sürekli şoku yaşanan çirkin yüzlü toslamalar gayet mûnis, inşirah veren hâdiseler haline gelecektir. Ama biraz katlanmak gereklidir.

Bizler beşeriz, dolayısıyla bir kısım kusurlarımızın olması gayet normaldir. İnsanları teker teker deşeleseniz; az konuştursanız, bir psikanalize tâbi tutsanız, hemen herkesin kendi arkadaşlarına karşı neler neler döktürdüğünü görürsünüz. Bu beşer tabiatında vardır. Onun için, biraz sadrı geniş, sinesi yumuşak bir insan olmaya çalışmalı. Önüne çıkan dağları tepeleri aştığı gibi dost ve arkadaşlarının kusurlarını da kulluk yolundaki akabeler olarak görmeli ve onları da sabır, hoşgörü ve hilmin kanatlarını kullanarak aşmaya gayret göstermelidir.

İnsan ebedî saadete talip olduğundan, en başta şunu düşünmesi gerekir: Biz ucuz bir şeye değil, ebedî saadete talibiz. Üstad Hazretlerinin Yirminci Mektup’ta verdiği ölçüler içinde “dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatına ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir “Cemîl-i Zülcelâl”in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna” talibiz. İşte, ardına düştüğümüz hedef bu kadar pahalı olunca, o hedef nisbetinde de ceremeye katlanmamız, mağrem altına girmemiz iktiza eder. O büyük hedefe yürüdüğümüz yolda birer tepe şeklinde önümüze çıkan sevmediğimiz tavır, söz ve davranışları o kutlu hedef hatırına baştan kabul etmek, imtihan vesilesi bilmek ve güzel huyla onları aşıp tekrar yola koyulmak gerekir.

Öyleyse, keşke insanların kusurlarından daha çok, iyi yanlarını görüp takdir edebilsek... Keşke başkalarının hatalarına karşı gözsüz, kulaksız ve dilsiz olabilsek de o kusurları görmesek, duymasak ve dile dolayıp mukabelede bulunmasak ve Allah’ın bizi affettiği, Peygamber’in affa âmâde olduğu ve bazı has kulların affetmeyi tabiat haline getirdiği gibi bizler de herkesi affedebilsek.

İslâmiyet, insanların kusurlarını araştırmamayı, gayr-i ihtiyarî olarak gördüğümüz zaman da göz yummayı ve onları affetmeyi sadaka saymıştır. Affı esas alan insanları senâ makamında Kur’ân-ı Kerim “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutar ve insanları affederler...” (Âl-i İmran, 3/134) demektedir.

Arkadaşları sorgulama

Bu meselenin üç buudu vardır: Birincisi; biz kardeşlerimizle bile imtihan oluyoruz. Bu baştan kabul edilmeli ve imtihanı başardığımız zaman Allah Teâlâ’nın kalblerimiz arasına sevgi köprüsü kuracağı bilinmeli. Bir imtihan geçiriyoruz. Bu imtihan belki bizim sabır, hoşgörü ve tahammülümüz neticesinde lehimize sonuçlanacak ve derken bizim arzu ettiğimiz şeyi Cenâb-ı Hak yaratacak, bir irtibat meydana getirecek kalbler arasında. İkincisi; bu neticeye ulaşmak için her fert kendine düşeni yapmalı, başkalarını takdir ve kabul etmeli. Üçüncüsü de; bu takdir ve kabulünü ister kendisine söylemeli, isterse de gıyabında; ama kardeşinin kulağına gidecek şekilde dile getirmeli ve böylece fert kendisini bağlamalı, bu hususta nefsini ikna etmeli.

Bir de bu meselenin negatif yönü, yani, arkadaşlarımızı sorgulama hususu vardır. Eğer hatırımızı sayıyorlar ve sözlerimizi kaldırabiliyorlarsa, yüz yüze geldiğimizde onlara eksiklerini ve hatalarını söyleriz. Bunu yaparken de, gurur ve çalımdan, el ayak hareketleri ve mimikler gibi Allah’ın sevmediği şeylerden kaçınmaya dikkat ederiz. Dolayısıyla onlara bir şey anlatırken kalblerinin buna tepki göstermesine meydan vermeyiz. Eğer doğrudan söyleyemeyeceksek bir topluluk içinde ortaya konuşur, onun da kendi payını almasını umarız. Ama kat’iyen hiç kimsenin hiçbir yanlışını gıyabında konuşamayız. Birisi hakkında alaylı ve tenkit ima eder şekilde “Falan mı? Hâ!” dememiz, göz ucuyla onu işaret etmemiz bile mü’mince bir tavır değildir.

Kur’ân alaylı bir işareti bile gıybet sayıyor; “Veylün likülli hümezetin lümezeh! (Vay haline her türlü hümeze ve lümezenin; yani, insanları arkadan çekiştiren, küçük düşüren, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin!)” (Hümeze, 104/1) diyor. Evet, birinin paltosunun uzunluğunu kısalığını bile serrişte etmeyi din gıybet sayıyor. Ve bu gıybeti bir hadis-i şerif en yakın mahremiyle zina etme ölçüsünde büyük günah olarak anlatıyor. Kim bu kadar alçalabilir ki? Şimdi hem bir taraftan “kardeş” diyeceksin, bir taraftan da en ufak bahanelerle tenkit ve gıybetlere gireceksin. O insan, sevgi adına kulağına giden şeylerle sana karşı nasıl ciddî bir alâka duyacaksa, bu çirkin söz ve tavırları duyunca da ciddî bir öfke ve kin hissine kapılacaktır. Daha sonra iyi şeyler söylesen bile, “Acaba ne mülâhazası var?” diye kuşkuyla karşılayacaktır sözlerini.

İnsan daha baştan diline kilit vurmalı, hiçbir kardeşi hakkında gıyabda konuşmamalıdır. Birini çekiştirmek, birinin gıybetini etmek çok kötüdür. İnsan sonuçta özür dileme mecburiyetinde kalacağı bir işi yapmaktan daha işin başında uzak durmalıdır. Fakat bir şekilde bu günaha girmişse; birine iftira etmiş; birini çekiştirmiş; birine, duyduğu zaman rencide olacağı bir şey söylemişse, bu çirkin işi bir daha yapmaması için hemen ilk karşılaşmada gıyaben ne demişse yüz yüzeyken de aynı şeyleri söylemesi, o sözlerin ağırlık ve mahcubiyetini yaşaması ve pişman olarak bir daha aynı çirkinliğe düşmemek için azmetmesi gereklidir. Bazen “Senin hakkında böyle bir şey söylemiştim” dediğiniz zaman karşı tarafın gönlünde bir ukde hâsıl olabilir. Öyleyse, neticede gidip “Hakkını helâl et!” diyeceğimiz, muhatabımızın içinde bir ukde hâsıl edecek sözlere karşı baştan tavır konmalı ve gıybete karşı ağza fermuar çekilmelidir.

Birbirimize karşı kalb istikametini koruma

İnsanların birbirine karşı kalb istikametini korumaları çok önemlidir. Gönüllüler hareketi için ise bu önemli olmanın çok ötesinde bir vazife ve vecibedir. Bu konuma ulaşmak için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1) Başkalarının düşüncelerine saygı göstermek. Mesela, akıl, mantık ve muhakeme kendi görüşümüzü yüzde yüz doğrulasa, riyazî kriterler aksine ihtimal vermeyecek ölçüde bizi desteklese bile, kendi düşüncemiz ve görüşümüzde diretmek karşı tarafı hafife almak demektir ve ciddî rahatsızlık doğurur. Herkesin tercih edilecek güzel yanları vardır. Eğer bunlar başkaları tarafından zamanında görülüp takdir edilmez ve alkışlanmazsa rencide olurlar. Önleri kapanır ve bir türlü inkişaf edemezler. Onun için hem kabiliyetlerin inkişafı hem de mutlak mânâda insana saygı adına bu şekilde hareket etmek gerekir. Aramızdaki vifak ve ittifaka halel gelmemesi için kendi doğrularımızın onlar tarafından anlaşılabilmesi için uzun müddet beklememiz de gerekebilir.

Bu arada şu husus unutulmamalı; görüş alış verişine medar olan konular hakkında âyet veya hadis yoksa, herkes kendi düşünce metodlarına, hayat tecrübesine bağlı olarak bir şeyler üretiyorsa bizim düşüncemizin en doğru olduğuna kim karar veriyor? Bu açıdan başkalarının düşüncelerini kuşkuyla karşıladığımız kadar, kendi düşüncelelerimize de kuşkuyla bakmasını bilmeli, “Ben yanılabilirim, sen haklı olabilirsin” diyebilmeliyiz.

Söz buraya gelmişken istişare âdâbı ile ilgili bir noktaya dikkatlerinizi çekeyim; istişare ferdî, ailevî, içtimaî her türlü meselelerimizin çözümünde vazgeçilmez bir yere sahiptir. Ama istişare etmek kavga etmek değil, terbiyesizce birbirimizi eleştirmek değildir. Hele istişare hiçbir zaman tartışma demek değildir. Tartışmanın kelime olarak yüklendiği mânâ kavgadır, çatışmadır, insanın kendisine ve başkasına saygısızlık etmesidir. Televizyonlarda gördüğümüz adı üzerinde tartışma programları maalesef bizim ahlâkımıza tesir etti. Üniversitelerde görevli hocaların, devleti yönetmeye talip siyasîlerin, bürokraside yıllarını vermiş eski tabirle kocamış, tecrübeli insanların sergiledikleri manzara maalesef fikir teatisi anlamına gelen istişareyi gerçekten tartışmaya çevirdi.

Hâlbuki onun bizim dünyamızda belli âdâb ve erkânı vardı. Düşüncelerini kavl-i leyyin ile ifade etme, bunları başkalarına dayatmama, “Doğru budur, gerisi toptan yanlıştır” felsefesi ile hareket etmeme, yanlışlıkları nazara verirken incitici olmama gibi... Bakın Kur’ân-ı Kerim ifade üslubuna ait “Başkalarının ilâhlarına bile uygunsuzca sözler söylemeyin” diyor. Unutmayın, başkalarının düşüncelerine saygılı olmazsanız, size de saygılı olmazlar. Siz saygısızlık yaparsanız saygısızlığa muhatap olursunuz.

Bir başka örnek: Sahabe-i kiram, Efendimize (sallallahü aleyhi vesellem) “Kimse anne ve babasına sövmesin, buyuruyorsunuz. İnsan nasıl kendi anne babasına söver ki?” diye taacüp içinde sorarlar. Efendimiz bunun üzerine şöyle buyuyur “Siz başkalarının anne babalarına söversiniz, onlar da kalkar sizin anne ve babanıza söver. Böylece kendi anne babanıza sövmüş olursunuz.”

2) Kalb istikametini korumada ikinci husus feragat ve fedakârlıktır. İnsan iradî bir varlıktır. Bu açıdan her insanın kendine has düşünceleri, tercihleri, arzuları ve istekleri vardır. Onların gerçekleşmesi kimileri için hayat memat meselesidir. Kimileri içinse değil. Vifak ve ittifakın korunması ana gaye olduğuna göre bazen bazılarının düşüncelerinden feragat ve fedakârlık yapması gerekir.

3) Birbirinizin gıyabında söylenen ve yazılan sözler. Daha önceleri çeşitli vesilelerle defalarca ifade ettiğim gibi dostlar, kader birliği yapan insanlar birbirlerinin gıyabında onları medh u sena edici, iyi yanlarını ön plana çıkartıcı sözler söylemeli, konuşmalar yapmalı, hatta mektuplar yazmalıdır. Bunun kalb istikametini sağlama açısından şu faydası var: Eğer birisi arkadaşını başkalarının yanında medh u sena etti veya onunla ilgili destanvâri, âşıkane mektuplar yazdı ise, bir başka zaman onunla yüz yüze geldiğinde veya gıyabında konuşmak zorunda kaldığında öncekilere ters, nâsezâ nâbecâ sözler söyleyemez. Bir bakıma önceki sözler ve mektuplarla kendini bağlamıştır o. Kaldı ki gıybet de sû-i zan da haram.

Alan belirlemesi

İçtimaî işlerde herkesin vazife alanının çok iyi tesbit edilmesi gerekir. Bu hem sorumluluk, hem hak ihlali hem de sınırların belli olmamasının açacağı muhtemel kargaşalara mâni olur.

Bununla beraber birisi bir başkasının alanına sadece mevcut bir problemi çözmek için girdi ise burada hakperest olmak gerekir. Bunu derken kastım şu: Böyle bir hâdise vuku bulduğunda hemen alanını tecavüz etti, yetkisini aştı vs. türünden feveran etme yerine daha sakin ve soğukkanlı hâdiseleri değerlendirmeli. Sonuçta önemli olan o problemin çözümü ve ilgili şahıs da o noktada yetersiz ise varsın o alanını ihlal etsin, ne olur? Kaldı ki buna alan ihlali demek bile doğru değildir.

Bu türlü durumlarda ilgili kişi veya kişiler insaflı olmalı, bazı şeylerden feragat etmesini bilmeli. Aynen Ebû Ubeyde Hazretlerinin Amr bin As’a komutanlığı devrettiği gibi. Veya Halid’in Ebû Ubeyde’yi kabullendiği gibi. Malûm, Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Halid’in ordusunda sıradan bir askerdir. Hz. Ömer (r.a.) Hz. Halid gibi dehaüstü bir komutanı halk zaferleri onun şahsına bağladığından dolayı azl ediyor ve yerine o orduda er olarak görev yapan Ebû Ubeyde’yi getiriyor. Kendisine bu durumu kabullenip kabullenemediğini soranlara da “Siz hiç merak etmeyin! Ömer hayatta iken Halid hiçbir zaman isyan etmez” diye cevap veriyor. Hayatının geride kalan yıllarında da Halid’in bunu problem yaptığını bilmiyorum ben.

Şimdi biz bu ve benzeri hâdiseleri sahabenin vefakârlığı, hakperestliği, diğergamlığı, isar’ı deyip kabulleniyor, onların imanî kabul ufkunun derinlikleri olarak algılıyor, yer yer yaşlı gözlerle halk kitlelerine anlatıyoruz. Ama bundan daha önemlisi beğenilen bu hasletlerin kendi hayatımızda yer alması değil midir?

Evet, cemm-i gafirin iştirakiyle yapılan işlerde elbette amellerin taksimi, mesainin tanzimi, muavenetin teshiline ihtiyaç vardır. Sorumluluk alanlarının belirlenmesi bu açıdan çok önemlidir; önemlidir ama onun da birlikte belirlenmesi ve ihlaller söz konusu olduğunda meseleye fevrî ve acûl değil, temkinli yaklaşılması gerekir.

Kalblerin te’lifi ve umursamazlık

Kalblerin te’lifi Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Ama insanların da kendi aralarında birlik ve beraberliği temin etmek için iradelerini kullanmaları gerekmiyor mu? Cenâb-ı Hak ehl-i imanın itilâf ve ittifakı için sebepler yaratmış. Üstad’ın ifadesiyle esbab onun izzet ve azametine perde olmuş. Bizler şart-ı adi planında o sebepleri yerine getirmekle mükellefiz. Bunları hayata geçirebilirsek Cenâb-ı Hakk’ın rızası istikametinde ittihadı, ittifakı aramızda tesis ederiz.

Bizim ittifak ve ittihadımızı gerektiren o kadar çok sebep var ki! Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, dinimiz bir; bir, bir, bir… Bine kadar bir. Bütün bu birler bizim bir ve beraber olmamızı gerektiriyor. Önemli olan insan vicdanının bunu duymasıdır. Zira bu birlerin vicdan tarafından duyulması ve hissedilmesi ölçüsünde birlik ve beraberlik yakalanır.

Öte yandan bizim örfümüz bir, âdetimiz bir, geleneğimiz bir, vatanımız bir, kaderimiz bir; bir, bir... Yüze kadar bir. Bizler acı tatlı aynı kaderi paylaşmışız yıllarca, asırlarca. Hâlâ paylaşıyoruz. Millî beraberliğimizi temin etmesi gereken faktörler değil mi bütün bunlar?

Hepsinin ötesinde dine, vatana, millete, devlete, kültüre hizmet seferberliğinde felsefe bir, mantık bir, yorum bir, mülâhazalar bir, duygular bir, mahkûmiyet bir, mağduriyet bir; bir, bir, bir… Evet, bizler yeni bir “ba’sü ba’del mevt” döneminin çocuklarıyız. Aramızda tesis edeceğimiz birlik ve beraberliğe bu noktadan bakmalıyız.

Bu arada kavlen Rabb’e yönelmeyi ihmal etmemeli ve ellerimizi Rabb’imize kaldırarak “Ya Rabbi, bizler ittihat istiyoruz!” diye dua dua yalvarmalıyız. Zira inanıyoruz ki ittifakımız adına küre-i arz dolusu altın sarf etsek, onun izni olmaksızın kalblerimizi te’lif edemeyiz. İnancımız o ki, kınından çıkmış kılıçları kınına sokturacak olan odur. Bize düşen fiilî ve kavlî olarak alelâde sebeplere tevessül etmektir. Aksi takdirde o neticeyi yaratmaz Allah.

Evet, zorlanacağız belki; ama insan olmanın hakkını vereceğiz. İrademizi bu istikamette kullanacağız. Herhalde hiç kimse iradesiz bir arada duran bir demet ot veya bir düzine ağaç gibi olmak istemez. İradesinin hakkını veren bir insan olmayı tercih eder. Sürü içinde hayatını sürdüren hayvan olmak da istemez, istememeli bence. Çünkü varlık âleminde irade ve iradeyi kullanma hakkı sadece insana verilmiş. O halde bunun hakkını vermek gerekmez mi?

Bugün bizler Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük lütuflarına mazharız. Dünya genelinde Allah’ın izni ile gerçekleştirilen faaliyetlere bakın. Başkaları bu işlerin arkasındaki “Sahib-i hakikî”yi göremediklerinden “Nasıl olur da böyle büyük bir proje hayata geçirilebilir?” diye şaşkınlıklarını ifade ediyorlar. Hâlbuki menfi mânâda bu kadar olup biten şeylere rağmen mevcut tablo onun kudret elini göstermiyor mu? Bu işleri yaptıran Allah’tır. O, isterse azizleri rezil, zelilleri aziz yapar. Öyleyse unutulmaması gereken bir şey vardır; insan odun bile olsa kullanıldığı yer itibarıyla kıymet kazanır.

Bütün sermayemizi bir kırık testi misali o havz-ı kebire atma ve testimizde ne kadar su varsa oraya dökme mecburiyetindeyiz. “İnsanlığın İftihar Tablosu” “Kardeşlerim!” demişti. O kardeşliğin hatırına “Ya Rabbi! İttifak ve ittihadımız adına elimizden gelen budur; gücümüz, takatimiz bu kadar. Kalblerimizi telif et!” diye dua dua yalvarmalıyız. Sizler dualarınızda: “Allahım kalblerimize ittihat ver!” diye bir vefa eseri olarak bütün arkadaşlarınızı teker teker, isim be isim zikrediyor musunuz? Fahr için değil; ama misal teşkil etme adına söyleyeyim, ben zikrediyorum. Dua ederken hayal dünyamda her yeri dolaşıyor, herkesin adlarını teker teker yâd ediyor ve bunu yapmamayı kardeşlerime, arkadaşlarıma en büyük vefasızlık sayıyorum.

Evet, çocuğu olmayan çocuğum olsun diye, hastalığı olan hastalıktan kurtulayım diye Cenâb-ı Hakk’a hangi heyecan ve ıstırapla yalvarıyorsa aynı heyecan ve aynı ıstırapla; “Allahım! Kardeşlerimizin kalblerini te’lif buyur!” diye yüreğimizi çatlatırcasına yalvarabilmeliyiz. Kaldı ki bu noktada yapılabilecek şeylerin en basitidir dua. Bu fikre iştirak ediliyorsa ve hâlâ dua etme konusunda gevşek davranılıyorsa dilim varmıyor söylemeye; ama bu tavır -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’ı umursamazlık anlamına gelir. Onu, onun meşiet ve kudretini umarsamama ona karşı saygısızlık demektir.

Fazla söze hâcet yok. Allah’ın bir insana vereceği en büyük nimetlerden birisi istemeyi vermesidir. O, bir insana istemeyi vermiyorsa, o zaman vermeyecek demektir.

Ekip ruhu

Takım halindeki çalışmalarda insanın bazen normal ve meşru haklarını kullanmaması gerekebilir. Bediüzzaman Hazretlerinin “Bir başkasına yaptırtmak hoşunuza gitsin” sözleri ile verdiği ölçü içinde, mesela, siz kendinizin daha başarılı olacağını zannettiğiniz durumlarda dahi başkalarını o iş için tercih edebilmelisiniz. Bu hem ekip ruhunun vazgeçilmez esaslarından biri, hem de ihlâs ve samimiyeti koruyacak önemli bir iksirdir. Bırakın, son adımı hep başkaları atsın. Ancak şu da var ki insan fıtratında işi kendisinin bitirme isteği hâkimdir. Onun için bu mesele o kadar basit ve kolaylıkla hayata geçirilebilecek bir düstur değildir.

Meselenin tekniğini çok anlamam; ama futbolda koskocaman bir ekip oyun oynar, en son bir oyuncu ayağının ucuyla dokunur ve golü atar. Herkes o golü atan oyuncuyu nazara verir, kahraman yapar. Omuzlara o alınır, manşetlere o çıkartılır. Oysaki orada bir ekip çalışması vardır. Diğer oyuncular pozisyonu hazırlamasaydı, o kişi golü atabilir miydi?

Bence meseleye böyle bakmak lâzım. Geleceğin iftirak ve ihtilafının çözülmesinde bu ruh, bu düstur büyük rol oynayacaktır. Aksine, “Herkes cennete girmeli; ama anahtarı bende olmalı”, veya “Golü mutlaka ben atmalıyım” misalleri ile açıklanabilecek ruh bizim adımıza çok tehlikeli. Bırakın anahtar başkasında olsun, bırakın golü bir başkası atsın. Ruhu öldüren bu tip tehlikeli hastalıklardan geri duralım.

Herkesin bir izzet duygusu, bir onur duygusu var diyorsanız, bu duyguları gelin âlem-i İslâm’ın içinde bulunduğu şu mezelletten kurtarmak için kullanalım. Zira müşterek haysiyetimiz, müşterek şerefimiz ayaklar altında. “Bu zillete ancak bu kadar katlanılır” demek gerekmez mi? Müsbet hareket yolunu seçerek, sevgi ve hoşgörü ile herkese kucağımızı açmak; kudsî mesajları başkalarına ulaştırmak; yaşatma uğrunda yaşamadan vazgeçmek; şartların gerektirdiği ölçülerde hareket etmek ve son adımı başkalarına bırakmak. Evet, “Üzerime aldığım vazifeyi illa ki ben bitireceğim” mülâhazası, şeytanî bir mülâhazadır.

Birçok fukaha, imamın arkasında birinci safta durmayı en çok sevap alma vesilesi olarak anlamış ve anlatmışlardır. Ben bu meseleyi biraz farklı anlıyorum. Orada esas maksat camiye önce girmedir. Namaz vaktinden önce camiye gelen kişi onun sevabını alır. Arkadan gelen isterse birinci safta yer almış; hatta imamın arkasında namaza durmuş önemli değil ki? Onlar birinci safta yer almış olsalar bile Allah seni birinci saf sevabından mahrum etmez ki. Çünkü sen önce geldin camiye.

Evet, sevap hırsı da kaybettirebilir. Şahsen ben pek çok insanı bu duruma müsait görüyorum. Genel bir hüküm vermek elbette haksızlık olur; ama çoklarını bu çerçevede gördüğümü söylemek zorundayım. Tekrar edeyim, ihlâs ve samimiyetle rıza-yı ilâhîyi talep edelim, bütün mülâhazalarımızı i’la-yı kelimetullaha bağlayalım, hırsla çatlayasıya, ölesiye çalışalım; fakat “İstanbul’un fâtihi sadece ben olayım, ipi ben göğüsleyeyim” demeyelim. Çünkü bunlar şeytanî mülâhazalardır.

Ekip ruhu adına söylediğim bu sözler sübjektif şeyler olabilir. Siz bunları Kur’ân’ın ve sünnetin altın mikyasları ile test edin. Uygun ise muvafık hareket edin, değilse objektif kriter arayışı içine girin ve ona göre davranın.

Hüsn-ü zan

Başkaları hakkında hüsn-ü zan etmek, ahlâk-ı hasenenin önemli fakültelerinden biridir. Şöyle düşünmeliyiz etrafımızdaki insanlar hakkında: “Allah’a karşı kimseyi tezkiye etmiyorum; ama tavırlarına bakınca yahşi bir kula benzer. Allah’ın rahmetinden ümit ederim ki Cenâb-ı Hak onu cennetiyle sevindirir.” Evet, bizler ne cennet hâzini ne de cehennem zebânisiyiz. Onun için ne insanları cennete sevk ediyor gibi davranalım ne de cehenneme sürükler gibi.

Öte taraftan hüsn-ü zan ettiğimiz insanların kayma ihtimaline binaen onlar için duada bulunmayı da ihmal etmemeliyiz. Bin bir tecrübemle sabit ki hüsn-ü zanda ölçü ayarlanamadığı için olsa gerek hüsn-ü zan edilen kişilerin eliyle tokat yeme mukadderdir. Kendi adıma söyleyeyim, nice hüsn-ü zan beslediğim, bir mecliste şu ya da bu sebeple hüsn-ü zannımı ifade ettiğim arkadaşım var ki aradan yirmi dört saat geçmeden onun eliyle tokat yediğim vaki ve variddir. Onun için hüsn-ü zanda dengenin korunması hüsn-ü zannın kendisi kadar önemlidir. Öyleyse dua etmeli: “Ya Rabbi! Sen varken hüküm vermek bana düşmez. Hakkında hüsn-ü zan ediyorum ben, beni yalancı çıkarma bu mevzuda.”

Evet, nazik bir mesele bu, dikkatli olmak gerekir. Bakın hadiste bir kişinin akıbeti şöyle anlatılır: “Birisi sabahtan akşama kadar sâlih amel işler, işler ve öyle bir noktaya gelir ki cennetle arasında bir adımlık mesafe kalmıştır. Ama akşam üzeri bir halt işler ve cehennemi boylar.” Veya bir başka Peygamber beyanında belirtildiği gibi insan said doğar, said yaşar; fakat şaki olarak yuvarlanır gider. Tersi de vaki, bir başkası da şaki doğmuş, şaki yaşamıştır; ama said olarak gider. Bilemeyiz biz, dolayısıyla nihaî hüküm veremeyiz, vermemeliyiz.

Pin It

Kırık Testi

  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.