Ebû Akîl
Ebû Akîl, tam bir destan adamdır. Bedir’de bulunmuş, ardından Rasûl-i Ekrem’in iştirak ettiği bütün gazalara katılmış, fakat hiçbirinde de aradığını yakalayamamıştı. Hep şehadeti arıyordu O. Aradığını Yemâme’de, yalancı peygambere karşı verilen kavgada elde edecekti. Bu itibarla da, Yemâme, onun son günüydü... Ancak bu son gün, sonsuza açılması bakımından sonsuz gün demeye lâyık bir gündü. Ebû Akîl, o gün kanıyla öyle bir destan yazmıştı ki, hiçbir şairin böyle bir destan yazması mümkün değildi... Şimdi isterseniz hâdiseyi İbn-i Ömer’den dinleyelim:
"Ebû Akîl getirildi. Kolundan ciddi yara almıştı. Durmadan kan kaybediyordu. Onu bir çadıra atıp yatırdık. Son anlarını yaşıyordu. Bakışları meçhul bir ufka dalıp gitmişti. Ben de başında bekliyordum. Birkaç dakika sonra ruhunu teslim edeceği muhakkak gibiydi... Tam o esnada İslâm saflarında bazı çözülmeler oldu. Dışardan Ma’n b. Adiy’in sesi geliyordu. Ma’n, gür sesiyle "Ey Ensar Topluluğu, Huneyn’de olduğu gibi bir kere daha kendinizi gösterin" diyordu. Ebû Akîl, bu sesi duyar duymaz birden yataktan fırladı. Kendisine mani olmaya çalıştım; yaralı olduğunu, bu vaziyette savaşmasının imkânsızlığını anlattım. Ama o, beni dinlemedi. "Ensar çağrılıyor, ben de Ensardanım" dedi. Çadırdan çıktığı gibi düşman saflarına daldı. Arkasından takip ettim. Bir aralık, koşmasına mani oluyor diye eğildi ve ayağıyla basarak yaralı kolunu koparıp attı. Ve tekrar düşman saflarına daldı...
Harp bitmişti. Ebû Akil’i aradım; aradım ve bir kenarda tanınmaz vaziyette buldum. O kadar darbe yemişti ki, kendisini tanımaya imkân yoktu. Bakışları tamamen bulanmıştı. Ama nazarında cennetin sonsuz ufukları cilveleniyordu. Yanına sokulup, "Nasılsın?" dedim. Konuşacak tek kelimelik dermanı vardı. Belli ki, onu en mühim mesele için saklıyordu.
"Kim galip, kim mağlup?" diye sordu. Evet, onun en mühim meselesi işte buydu. "Müjdeler olsun, Allah’ın düşmanı öldürüldü" dedim. Yüzünde bir tebessüm belirdi, artık rahat ölebilirim, der gibiydi... Parmağını havaya kaldırdı. Kıpırdanmaya gücü kalmamış, diliyle Cenâb-ı Hakk’a hamd ediyordu..."
Geldim ve olup biteni babam Ömer (r.a)’a naklettim. Ayaklarının bağı çözülmüş gibi oturup ağladı... "Oğlum", dedi, onun "hayat boyunca aradığı o idi. Bedir’de aradı, bulamadı; Uhud’da aradı, bulamadı, derken, Yemâme’de Mevlâ onu lütfetti."[1]
[1] Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1/803-805; İbn Sa’d, Tabakât, 3/474-475
- tarihinde hazırlandı.