Ledünnî (İç Âleme Ait) Meseleler
1. Benlikten vazgeçilmelidir
Her şeyden önce, insanın bir tahliye (fena şeylerden arınma) yapması gereklidir. Meyve veya güller için hazırlanan bir tarlanın, önce taş ve çakıldan, diken ve yabanî otlardan temizlenmesi gerekir ki, işleyip sürmeye, ekip biçmeye müsait hâle gelsin. Kalbte yaralar, kafada şüphe ve tereddütler, elde, dilde, gözde ve hayalde günahlar varken ibadetlerle kanatlanmak, zikir ve fikir ile süslenmek çok zordur.
Hakk'a doğru kanatlanma, fena duygu ve tutkulardan arındıktan sonra gelir. Aksine, "Doldum, erdim, bildim." iddiaları nefsin mırıltıları ve hele hele "Ben şuradayım, buradayım, kurtuldum, kurtardım." gibi söz ve düşünceler, şeytanın ağında ölüm hırıltıları olsa gerektir. Esasen 'Ben' düşüncesi, o tarladan ilk plânda kaldırılıp atılması gereken en zararlı bir diken ve çakıl taşıdır... İnsanın mahiyetinden ilk defa sökülüp atılması gereken bir şey varsa, o da benliktir. Benlikten vazgeçmeyenin, öbür âlemlerden gelen "Benim" sözünü duyması mümkün değildir!
2. İradenin kavgası verilmelidir
Her uzuv ve duygunun bir yaratılış gayesi vardır. Göz Cenâb-ı Hakk'ın istediği istikamette bakmak, el o istikamette tutmak, ayak yürümek ve kulak da aynı şekilde dinlemek için yaratılmıştır. Diğer duyguları da gayelerine uygun sıralayıp, onların yaratılış gayelerini anlatmak mümkündür.
İrade için de durum, bundan daha farklı değildir. Onun da bir yaratılış gayesi vardır... Evet irade, nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup, vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mâl etsin ve yaşanır hâle getirsin diye yaratılmıştır. O bu vazifeyi îfa ederken, en büyük hasmı olan şeytan ve nefis, iradenin karşısına pek çok mânia ve geçit vermeyen derin dereler çıkaracaklardır. Hasımlarına karşı böyle bir durumda mücadele vermek, iradenin varlık sebebidir. Düşünce vahye açık değilse, vicdan sönmüş, irade felç ise, işte o zaman şeytan, rolünü rahatlıkla oynayacağı mükemmel bir sahne bulmuş demektir. Midesinin hakkını hiç unutmayan insan, iradesinin hakkını da vermeli değil midir?
3. Nefse düşkünlükten vazgeçilmelidir
Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Ruh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Tersi yönde, nefis beslendikçe ruh küçülür, sıkışır, ağırlaşır... Bunun neticesinde de kalb, duygu ve latîfelerde bir hantallaşma meydana gelir. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde, şeytan insanın damarlarında dolaşır durur. O hâlde "Siz" diyor, "Onun dolaştığı yerleri biraz daraltın."
Evet onu açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırın. Aklına her estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması gayet normaldir. Binaenaleyh, iradenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana açık kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez. Nefsin fenalıklara götürücü büyük bir hasım ve kendisine karşı "en büyük cihad"ın yapılması gereken bir düşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah'a (celle celâluhu) yaklaşma istikametinde atılmış ilk adımlardandır.
Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm'ın, "Senin en büyük hasmın, iki kaşın ortasındaki nefsindir."[1]; bir muharebeden dönerken de, "Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz."[2] buyurması ve yine Kur'ân'da Yusuf Aleyhisselâm'ın dilinden, "Muhakkak nefis kötülükleri emreder."[3] sözünün nakledilmesi, ondan korkmamız ve karşısında daima teyakkuzda bulunmamız hususunda bizim için önemli derslerdir.
4. Mârifetullaha ulaşmak lâzımdır
Mârifetullahta derinleştikçe, Rabbimiz'i çok iyi tanıyıp, içimizde O'nu bulma ve tanıma huzuruna erdikçe, şeytan ve nefsin vaad edeceği bütün yalancı zevkleri ve lezzetleri aşmış ve onların üstüne çıkmış olacağız. Allah'ın mârifetiyle tatmin olup huzura ermiş bir kalbe teklif edilen bütün yabancı tatlar ve zevkler, çok sönük ve çok silik gelir. Haddizatında, kendi içinde aydınlığa ermiş bir insanın, nefis adına şeytanın teklif edeceği şeylerden lezzet alması zaten düşünülemez.
Kendi içinde mârifete erememiş kimselerin durumu ise, güneşten mahrum kalıp da, mum ışığı ve ateş böcekleriyle teselli olmaya çalışan kimsenin durumu gibidir. Mârifete ulaşmış, dolayısıyla da ışığını bulmuş bir insan, şeytan ve nefsin kendisine takdim edeceği vâhi ve fâni şeylere aldanmayacak ve kapılmayacaktır. Mârifeti kazanmanın yolu da, burada madde madde sıraladığımız hususları yerine getirmekten geçer.
5. Kalb ve ruhta operasyon yapılmalıdır
Her insan, her gün biraz daha tefekkür ve düşüncede buudlaşarak, önümüze serilen kâinat kitabından tıpkı bir arı gibi mârifet hüzmeleri toplayıp, Cenâb-ı Hakk'ın gönderdiği nebiler ve velilerin açtığı geniş yolu takip etmelidir. Bu yol sayesinde o, ruha hayatiyet kazandıracak ve atılan her adım, ona yeni bir güç kaynağı olacaktır.
Evet, vicdanımızın elinden düşmeyen Kitap ve Sünnet neşteri, bütün mânevî yaralarımızı kesip atarken, asırlara göre değişen tedavi usulleriyle mürşit ve mücedditlerin eserleri, bu eserlerdeki ölümsüz hakikatler de, mânevî yaralarımızı en kısa zamanda iyileştireceğinden şüphe duyulmayan birer ilaç, birer merhem gibi daima elimizin altında bulunmalı; tarif edilen ölçü ve prensipler dahilinde öncelik sırası çok iyi ayarlanarak, bu eserler ısrarla mütalâa edilmelidir.
İşte, kalb ve ruhta her gün yenilenmesi zarurî bu operasyondan sonradır ki, şeytanın hile ve desiselerine karşı dayanıklık kazanmış oluruz. Aksi hâlde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen insanların akıbetine uğrar, sararır solar ve savrulur gideriz.
6. Daima, tefekkürle kalb ve kafayı beslemek lâzımdır
Tefekkür hususunda Kur'ân'da pek çok âyet bulabilirsiniz. Meselâ, bunlardan birinde ayakta, oturarak ve yanları üzerinde Allah'ı zikredenler ve yerlerle göklerin yaratılışını tekrar tekrar mütalâa edip didikleyenler takdirle ele alınır.[4] Efendimiz, bazen gece teheccüt vakti bu âyeti okuyup ağlar ve şöyle derdi: "Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!"[5] Bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadet hükmüne geçtiğini ifade eden hadis-i şerifler bile vardır.[6]
Malumatı olmayan insanın tefekkür etmesine imkân yoktur; tefekkür edebilmek için bazı şeyleri bilmek lâzımdır. İnsan, sahip olduğu bilgi ölçüsünde yeni terkiplere varır; bu terkipleri, yeni yeni hüküm ve komprimeler için mukaddime olarak kullanır.. derken, onun tefekkür dünyasında devamlılık ve çok buudluluk husule gelir.
Malumattan mahrum, âmice ve cahilce tefekkürler, öze inemez; üst katmanlarda, kabukta kalır ve aynı zamanda ülfet ve ünsiyet meydana getirir. Derinlere dalıp, kıymetli cevherler çıkarma imkânı vermeyeceği için de, hayalî meselelere inhimaka sürükler ve zamanla ortada tefekkür adına bir şey kalmaz. Bu türden cahilane tefekkürün, mârifet adına kazandıracağı hiçbir şey yoktur.
Hemen şu noktayı da belirtelim ki, tefekküre götürücü malumat sözüyle, kâinat kitabını tetkik eden, Kur'ân'la kâinat arasındaki münasebet ve illiyeti gösteren eserleri, bu arada günümüzde müsbet ilimlere ait ansiklopedik malumatı kastediyoruz.
Nice şair ve yazarlar vardır ki, yazdıklarını okuduğunuzda kendinizi İrem bağlarının ortasında zanneder ve onlardan ağaçların, kuşların, çiçeklerin, baharların destanlarını dinlersiniz ama kalbî hayatınız adına bu kadar söz arasından bir çiçek yaprağına dahi sahip olamazsınız. Zira hep sanatla, tabiatla meşgul olmuşlar, olmuşlar ama bir türlü ileriye gidememiş, Sanatkâr adına mesafe katedememiş ve dolapla dönüyor gibi daire çizip durmuşlardır.
Bu tür malumatların da, tefekkür adına hiçbir yararı yoktur. Öyleyse, istikamet üzere tefekkür veya tefekkürde istikamet, ancak vahyin ışığı altında eşya ve hâdiseleri hallaç etmekle mümkün olacaktır.
7. Hayalde de istikamet kazanmak lâzımdır
Hayal, tasavvur ve hakikatin berisinde bir iç uf'ûle (fonksiyon), ruhun ilerilere ve daha ilerilere uzanmış kolu-kanadı ve hakikat ışıklarını kendine göre şekillendiren bir mânâ menşûrudur. O, dışın içte görüntülenmesi ve geçmişin aynalarında geleceğin tüllenmesidir. Hayal, mantık ve güç sınırı tanımayan, zaman ve mekân kaydına tâbi olmayan bir zihin faaliyetidir. Bazen o, beş duyumuzun tesiri altında eşya ve hâdiseleri şekillendirmekle, kendine ait eşyanın tabiatına bütün bütün ters olmayan motifler de ortaya kor...
Evet, gözümüze çarpan herhangi bir görüntü, muhayyilemizde bir kısım resimler ve suretler meydana getirir. Kulağımıza gelen seslerde bir kısım sahneler, temessüller ve tablolar tebellür eder. Dilimizle tattıklarımız, hatta vücudumuzda tesirli olan bir kısım faktörler, söz gelimi idrar yapma zorluğu veya bağırsak sancısı, kendilerine has hayallere sebep olurlar. Arkadaşımızın anlatmakta olduğu bir hâdise, bize yaşadığımız başka bir hâdiseyi, yahut ona benzer bir vak'ayı hatırlatır da, o hayalin peşine takılır gideriz. Alnı secdeli bir sima gördüğümüzde, hayalimize sahabe-i kirama ait mânâlar ve tablolar akseder; eder de kendi kendimize bir kısım düşüncelere dalarız ve zihnimizi, milletimiz adına yapacağımız vazifeler ve hizmetler dolduruverir.
Hayali, hayır istikametinde kullanmak gerekir. Meselâ, namaz kılarken, dua ederken, Beytullah'ın etrafındaki halkaları temâşâ eder veya o halkalar içinde bulunurken, amûdî bir hatla, yerin altından ta Sidre-i Müntehâ'ya kadar namaz kılınıp dua edildiğini, tavaf yapılıp ruhânîlerle aynı çizgiye ulaşıldığını hayal ederiz. Aynı şekilde, tek başımıza namaz kılarken bile kendimizi milyonlarca Müslümanın içinde görür ve ellerimizi açıp "Âmin" derken, milyonlarca ağzın aynı anda "Âmin" dediğini tahayyül ederiz. Böyle bir ruh ve şuur sayesinde, tek başımıza olmamıza rağmen, bu tahayyül bize öyle bir güç ve inşirah verir ki, milyonların ağzıyla söyler, milyonların diliyle dua eder, milyonların zihniyle hıfzeder ve onların tasavvurlarıyla tasavvur ederiz.
İşte, böyle büyük bir cemaat içinde ve çok geniş dairedeki kulluğumuz öylesine derinleşip külliyet kesbeder ki, tıpkı aynalar odasında birin bin olması misali, bizim ibadetlerimizin birleri de binlere ulaşır; ulaşır ve bize cemaat hâlinde kullukta bulunmanın sonsuz hazlarını duyurur. İşte mü'minin hayali budur ve bu, sevap kazandıran hayaldir.
Hayal, şer ve günah istikametinde de kullanılabilir. Bir cemaat içinde bulunmayıp, tek başına yaşayan insan, kendini fıska ve günaha sevk edecek hayallerin kurbanı olabilir ve bir bakışta, bir duyuşta ne hayallerle derinleşiriz de, böyle günahların hayali, ilerde onlara pratiğin zeminini de hazırlayabilir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, şeytanın hayale attığı her sahnecik, her bir karecik, hayal kamerasında bir film hâlini alır; fuhuş zakkumlarına sebebiyet verir; hele bir de nefsin eline geçti mi, fiilî duruma dönüşmesi çok kolaylaşır. Bu sebeple insan, gerçekte fasık olmasa bile, hayali böyle günah düşünceleriyle işgal edildiğinden hayaliyle fasık olur. Öyleyse, hayalimize gelen bu kabîl bir düşünce, suret ve fikri birer yılan, birer akrep bilip, arzettiğimiz çarelerle bu haşeratın ağına düşmemeye, düşmüşsek kurtulmaya çalışmalıyız.
Neyin atmosferinde, neyin tesirinde ve neyin manyetik sahası içindeysek, hayalimizde canlanacak resim ve suretler de, daha ziyade o türden olurlar. Diyelim ki, üç gün aç kaldık; bu durumda, hayalen sarraf dükkânlarına veya füzelere binip uzay yolculuğuna mı gidersiniz; yoksa bir testi su, bir somun ekmek, bir tabak yemek mi hayal edersiniz? Ameliyat masasına yatırılmış, kesilip biçilmeyi bekliyorsunuz; bu arada size tepsi tepsi baklavalardan söz ediyorlar; şimdi bu durumda neyi hayal edersiniz? Sinemadasınız veya televizyonun önüne oturmuş, nefsin hoşuna giden ve sizi şehvete çağıran müstehcen manzaları seyrediyorsunuz; o anda Kâbe'nin etrafındaki halkaları hayalinize aksettirmeniz mümkün olur mu?
Öyleyse, Allah'a ait mânâları hayal etmek isteyenler, bu mânâların kaynaştığı Allah evlerinin manyetik sahasına girmelidirler.
Bir insan kaç ayarda ise, hayalleri de o ayarda olur. İnsanın kucaklaştığı veya kuçaklaşacağı hayalleri, onun Allah'ı ve Resûlullah'ı tanıma ve öldükten sonra dirilmeye inanma derecesine ve dünyaya değer verip vermemesine göre farklılıklar arzedecektir. Kalb dünyasının derinliği, tasavvur ve tefekkür âleminin buudları, genişliği, his ve duygulardaki zenginlik, kişinin hayal dünyasına kendilerine ait renkler katacaktır. Yine hayaller ilme, irfana, kültür seviyesi ve ideallere göre grafikler çizecektir.
Günlük iktisadî dalgalanmaları takiple bu dalgalanmaların tesirinde kalan bir insan, önünüze hayal hanesini doldurmuş bulunan iktisat dünyasının çizgilerini getirecektir. Gününü gün etme felsefesini düstur edinen şehvet meftunu bir insanın dili, hayallerinin en belirgin tercümanıdır. Buna karşılık, himmeti milleti olan, neslinin dertleriyle dertlenen ve milletine hizmeti hayatının gayesi bilen bir dertli sima ile müşerref olduğunuz zaman ise, aydınlık iklimlerin hayal hüzmelerinden mesajlar alırsınız. Ayarı yüksek hayaller, insanı hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmaz.
Hayal deyince, boş kuruntular ve mânâsız düşünceler de akla gelebilir. Ancak, mü'minin hayalleri, aynen söz ve işleri gibi "sıbğatullah" denilen Allah boyası ile boyandığından, hep istikamet üzeredir. Onun hayallerinin süs ve zineti Resûlullah'ın sünnetidir. Ve bu hayalleri bezeyen de, bütünüyle İslâmî prensiplerdir.
İnsan, isterse düşünce ve hayal dünyasını kontrol altında bulundurabilir. Elbette şuur ve iradeye bağlı bir durumdur bu. İnsan, nasıl vesveseleri kesip atabiliyorsa, aynı şekilde, elinde olmadan daldığı düşünce ve hayallerine de bir son verebilir. Ancak bu da, yine onun iradesini ortaya koymasına, idrak, şuur ve duygularıyla kendini ispata ve latîfelerini geliştirerek, beden ve cismini aşmasına bağlıdır.
Kur'ân, öyle ki, sonsuzluk mefhumlarına kadar, uzak geçmiş ile uzak gelecek adına önümüze bir tefekkür, düşünce ve hayalen seyr ü seyahat kapısı açmakta ve ahirete, Cennet'e, Cehennem'e ait tablolar göstermektedir. Efendimiz de, nurlu beyanlarıyla bunu talim etmektedir.
Öte yandan, böyle hassas bir mevzuda neyin nasıl düşünülmesi lâzım geldiğine dair belli sınırlar da tayin edilmiştir. Meselâ, tefekkür deyip, Allah'ın Zât'ı hakkında, ruhun özü ve mahiyetiyle alâkalı ve ebedî âlemlere ait gaybî hâdiselerde eşyayla temasa geçtiğimiz gibi temasla çeşitli tahminler yürütemez ve şahsî yorumlarda bulunamayız. Ancak, aklın cevelangâhı olan dairede, yol gösterici kâmil mürşidlerin ve ışık saçan müstesna eserlerin yardımıyla düşünce fonksiyonlarımızı ayarlayarak, hayali en verimli hâle getirebiliriz.
Diyelim ki, ciddî bir his galeyanı içinde oturmuş, namazı bekliyorsunuz.. bu arada, hayal dünyanızda üç hakikat beliriyor. Namazda meşgul etmemeleri için hafızaya kaydedeyim deyip, iki tanesini "İnşâallah" kodu ile kodluyorsunuz. Namazdan sonra "Bismillah" ile aynı hakikatleri geri istediğinizde, "İnşâallah" ile hafızaya kaydettiğiniz iki tanesini alabiliyor, üçüncüyü alamıyorsunuz. Hafızaya kaydedilecek hayalleri İnşâallah'la kaydetmek elbette çok mühimdir. Ancak hayalleri o konuda münasip hâle getirmek, daha da mühimdir.
8. Ölümü çok hatırlamak lâzımdır
Kâinatın Efendisi Aleyhissalâtü vesselâm'ın lâl ü güher beyanları içinde, "lezzetleri acılaştıran" ölümü çok zikretmek gerekir.[7] Bundan maada, yine Efendimiz bizzat kabirleri ziyaret etmiş ve ziyaret tavsiyesinde bulunmuşlardır.[8] İnsan, ölümün hakikatine inandığı gibi, onu his, duygu ve aklına nakşederek, hayal ve düşünce dünyasına da hâkim kılar ve kıyamete kadar sürecek olan kabir hayatına da kendini ikna ederse, bu takdirde dünyaya ve ukbâya bakışı ve davranışları farklılaşır ve değişik olur. Onun içindir ki, Söz Sultanı, "Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız."[9] buyurmuşlardır.
Ölüm düşüncesi, insanın mânevî damarlarında meydana gelebilecek ülfet ve vesveseyle birlikte, şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve benzeri mikropların en azından tesirlerini ve zararlarını giderecek bir antikor gibidir. "Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fâni dünyanın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne mânâsı var!" düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle güçlü bir vazgeçirici, bir yönüyle de coşturucu bir tesire sahiptir. Fakat, eğer mânevî damarlarımız, antikorların hiç fayda temin etmeyeceği ölçüde günahlarla, dünyanın haram lezzetleri olan mikroplarla dolmuş ve artık vücudun her yanında bir hücre anarşisi meydana gelmiş ve ölüm antikorlarının bile tesir edemeyeceği bir duvar teşekkül etmişse, o zaman ne ölüm, ne de ölüp gidenler ruhta hiçbir şey uyandırmayacak ve yakınlarımızın birer birer göçüp gidişi, bizde sadece bir kaç günlük geçici bir elem hâsıl edecektir. Sonra da, "Canım, ölenle ölünülmez ki! Hepimizin yeri de orası; Allah iman, Kur'ân nasip etsin!" şeklindeki klişeleşmiş teselli ve temennilerle bütün göz ve gönüller yeniden gaflete gömülüp gidecektir.
Niçin hatırlanmaz ölüm? Nefsin hoşuna giden pek çok haram lezzetleri acılaştırarak ağzın tadını kaçırdığı, keyfi bozduğu, insanı nefsanî isteklerden vazgeçmeye, bir kısım bedenî haz ve alışkanlıklardan kopmaya zorladığı, peşin lezzetlere rağmen ruha öteler hesabına zahidlik aşıladığı, dünyaya bakan yönüyle kalbi daralttığı ve düşünceyi buğulandırarak süslü, toz-pembe dünyaları kararttığı içindir ki, ölüm hatırlanmak istenmez.
a. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, ölümü unutturur
Ölüm neden tesir etmez? Tevehhüm-ü ebediyetten.. hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmaktan ve yaşamak için yaşamaktan.. çocuk oyuncakları mesabesindeki peşin ücretlerle avunmaktan.. kalb ve fikrin geçmiş ve geleceğe dönük gözlerini kapamaktan...
Bir insan düşünün; her tarafı altı cihetten de komple endam aynalarıyla kaplı bir odaya giriyor. Bulunduğu istikamette geriye dönüp bakıyor; gerilere doğru upuzun uzayıp giden iç içe bir aynalar koridoru, yani yaşanmış koca bir ömür.. evet, "Şu kadar yaşamıştım, şu kadar görmüş-geçirmiştim..." duygularıyla kanatlı hatıraların atlas iklimlerinde dolaşma... Bir de ileriye dönüp bakıyor; aynı şekilde o kadar da ileriye doğru uzayıp giden bir ömür. "Yaşım ne ki, daha gencim! Emsallerime göre fena da sayılmam! Malım mülküm var; gelirim yerinde; eşim, dostum ve çevrem.. makamım.. mesleğim..."
Esasen, küçücük bir odada, dört duvar arasında sıkışıp kalmış bulunmasına rağmen, kendini dev aynalar arasında, renkli bir hayatın içinde görüyor ve yüzü soğuk olduğundan ölüme soğuk bakıyor; onu görüyor, ona uzak duruyor. Bunun da ötesinde, ölüm düşüncesini günlük düşünceleri arasında boğmak ve öldürmek için nice çılgınlıklar yapıyor; akla hayale gelmeyen yiyecek, giyecek çeşitlerinde teselli arıyor; içki âlemlerine, müzik çılgınlığına, moda ve model dünyalarına, uyuşturucu âlemlerine sığınıyor...
Bizim müslümanca hayatımızda edîbâne, nezîhâne ve dünya ve ukbâ adına çok faydaları tekeffül eden iki bayramımız vardır: Ramazan ve Kurban Bayramları. Şimdi bir bunlara, bir de meselâ başkalarının bir yıl içinde kutlamaya çalıştıkları -biz bayramlarımızı 'tes'îd' ederiz- eğlence günlerine bakınız! İki hafta, hatta bir ay geçer, bilmem ne yortusu; bir ay sonra bir faşing, arkasından bir başkası, arkasından bir diğeri... Bu insanların her birini tek tek psikolojik bir tahlil ve tetkikten geçirecek olsanız görürsünüz ki, hepsi birer eğlence insanı ve sanırsınız ki, son derece neşeliler.. gülmek ve gülüşmek için yaratılmışlar...
Oysaki bu ve benzeri hâdiseler, ölümü öldürme düşüncesi ve onu unutmaya çalışma gayretinden başka bir şey değildir. Evet, Müslümanın da kendi çizgileri içinde ve meşru dairede dünya adına bir sevinç ve neşe hayatı vardır; ne var ki, onun neşe dünyasında bile ölüm ve ölüm ötesine ait ürpertici, fakat aynı zamanda imrendirici esintiler, mânâlar ve buğular bulunur. Sonra, Müslümanın iç dünyası ve ruhî saadeti, dünyalık eğlencelere ihtiyaç bile hissettirmez.
b. Ebedî saadet saraylarının kapısı ölümle açılır
Ölümün alnından öperiz biz: "Sen ne mübarek arkadaş ve refakatçisin." deriz ölüme. Varsın, başkaları sana dikenli nazarıyla baksın, sen gülün ta kendisisin. Bırak, bazıları sana "kara yüz" yakıştırmasında bulunsun, sen, bizim için bizi aydınlık ülkelere uçuran ötelerden iki ışık kanatsın. Bakma sana "soğuk yüz" dediklerine; sen bizim için, müjde çiçekleriyle kar gibi beyaz ve berraksın. Onlar sana "çukur" derler, "dehliz" derler; fakat biz, "ebedî saadet saraylarına açılan koridorsun" deriz. "Ayıran" da derler sana; fakat sen, haddizatında, ebedî âlemlere intikal etmiş binlerce ahbaba, dost ve yârâna kavuşturansın. Başta, simalarına meleklerin hayran olduğu nebilere, sonra sahabeye, salihlere, hısım ve akrabaya bizi ulaştıransın. Cemalullah'a yaklaştıransın!...
Evet, ayıransın da, fakat, elemli, sıkıntılı ve ayrılık hasreti yüklü şu dünya talimgâhından, hayatların en hası hakikî hayata intikal ettiren bir terhis tezkeresisin! Sen, bizi Gönderen'e dönme anında, cismimizi nura garkedecek bir ebed şerbetisin! Ve sen, bir son değil, sonun sonusun; sonsuzluğa eş ve baş olabilecek son bir sonsun. Son ile sonsuzluğu dudak dudağa getiren bir ufuk ve Cemal'e açtığın gözlere çekilen bir sürmesin.. ve yine sen, dertli bir neslin dert yüklü Tercümanı'na, "Eyvah, bugün yine ölmemişim." dedirtensin. İşte ölümün iki yanı: Önce 'terhib' düşüncesiyle ölüm, sonra da 'terğib' düşüncesiyle ölüm...
Ölüm düşüncesi, arzettiğimiz gibi hem caydırıcı, hem de teşvik edici yönleriyle bir yandan seyyiatımız, mesuliyet hissimiz ve Rabbimiz'e karşı yaptıklarımızdan hesap verme endişesiyle bizi iki büklüm ederken, bir yandan da ümit-reca münasebeti içinde kalbimizi hoplatıp bizi canlandırmakta, şahlandırmakta ve kalbimizle beraber duygularımız ve düşüncelerimizle beraber davranışlarımız üzerinde müsbet tesir icra etmektedir.
'Râbıta-ı mevt' denilen ölümü sürekli hatırlama ameliyesiyle, kabirleri ziyaret ve hastalarla sakatlardan ibret almakla -inşâallah- ülfetten kurtulmuş, iç gerilimimizi ve canlılığımızı muhafaza etmiş ve şeytan ve günahların zararından korunmuş olacağız.
9. Kalbin incelmesi, yumuşaması da çok önemlidir
Kalb ve hissiyatın incelmesi, yumuşaması, madde kesafetinden sıyrılıp, ruhun düşünce ve hayal mesafelerinin ötesinde seyr ü sefer yapması, kalb ve gönül insanları için çok önemlidir. Evet, her meselede olduğu gibi bu mevzuda da Efendimiz'in nurlu beyanlarının rehberliğinde, nasıl şu dünyada dünya ayaklarıyla yürüyor ve dünya gözleriyle görüyorsak, aynı şekilde, ahiret menzillerinde de daha bu dünyadayken yürüme, gezinme ve o hayatı yaşamaya çalışarak iç tecrübeler edinme oldukça önemlidir. Şu kadar ki, böyle bir ameliye için de istikamete ulaşmış bir tefekkür, dolayısıyla da bir mârifet ve malumat gereklidir.
Ölmüşüm!.. Başımda ehlim, ıyalim, yakınlarım ve dostlarım toplanmış ağlıyorlar. "Ah, siz değil, ben ağlayacak durumdayım şimdi... Ah, keşke, keşke dünyada ağlayıp da, şimdi burada gülebilseydim!.."
Teneşire upuzun uzatmışlar, gassal başımda cesedimi yıkıyor, kirlerimi temizliyor; istediği tarafa evirip çeviriyor beni... "Ah keşke ben, ben de, can bedende iken kirlerimi yıkasa idim, tevbeyle, istiğfarla arınsam ve günah işlemeseydim! Allah Resûlü'nün mübarek elleri arasında evrilse, çevrilse, yoğrulsa ve buraya müsait şekli alsaydım!..."
Bak, kara ve karanlık bildiğim kabrin karanlığına terk etmeden, son bir defa daha aklık görsün der gibi beni beyaz kefene sarıyorlar. "Ah, keşke kabrimi aydınlatacak olan Allah'ın boyası ile boyansaydım; abdest ile parlayıp, namaz ile nurlanıp ve Allah yolunda hizmet ile aklansaydım!..."
Eyvah, dört parça tahtadan yapılmış kuru tabuta da koydular. "Aah, aah, yumuşak döşeklerde ve koltuklarda ayaklarımı uzatmış, hayatın tadını çıkarırken neden düşünmedim bir gün böyle kuru bir tahtaya uzatılacağımı, neden? Babama da aynı şeyi yapmışlardı hâlbuki!.."
İşte beni musallaya yatırdılar ve namazımı kıldılar... Aldılar sırtlarına ve.. evet, işte kabre koydular. Hani, hani nerede benim eşim, nerede evlâdım, nerede dostlarım? Ne oldu size? Neden arkanızı dönüp ayrılıyor ve beni bu daracık yerde tek başıma bırakıyorsunuz? Malım, mülküm, servetim! Nerede bütün bunlar? Dünyada iken böyle miydik ya? O da ne? Cesedim, bir an olsun benden ayrılmayan bedenim, güzel gözlerim, kulaklarım, ellerim, ayaklarım... Siz de mi beni terk edip gidiyorsunuz? Ah keşke, keşke beni kabir kapısında terk edecek olan şeylere gönül bağlamasaydım; burada faydası dokunacak ameller işleseydim!"
Münkir-Nekir gelip, sorular soracak; Berzah hayatında Cennet ya da Cehennem seyredilecek; haşir neşir olacak ve insanlar hesap yerine sevk olunacaklar. Herkes başının çaresine bakacak; kişi kardeşinden, anasından babasından, arkadaşından, evlâdından kaçacak; herkes kendini kurtarma sevdasına düşüp, kapı kapı şefaatçiler arayacak.
İşte eller eli Nebiler Nebisi'nin eli orada bir kısım ellere dokunuyor, nurlu simaları tanıyor "Yüzleri, kolları abdestle, alınları secdeyle nurlanmışları uzaktan da görsem tanırım ve 'bendendirler' der ve alırım." diyerek topluyor. Ah, keşke ben de adres bıraksaydım, kendisiyle tanışıklık kursaydım ve ben de Havzı'nın başına konanlardan olsaydım...
İşte, defterler uçuşuyor, mizan kurulmuş hesaplar görülüyor; sırlar ortaya dökülmüş, diller yerine eller ve ayaklar konuşuyor... gibi tefekkürlerle kalb ve ruhta bir incelik hâsıl etmelidir.
10. Gecenin siyah zülüfleri arasında gözyaşları ve teheccüt lâzımdır
Gözyaşı, ihlâs ve samimiyet sahibi bağrı yanık, ciğeri dağlanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir. O, dünyada gönülde dayanılmaz hâle gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, ahirette Cehennem'in alevlerini söndürecek tek iksir olacaktır. Onun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda şöyle buyurur: "Mahşerde, Cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail (aleyhisselâm) elinde bir bardak suyla görünür. Ona, "Bu ne?" diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: "Bu, mü'min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir."[10]
Yine bir başka hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah korkusuyla gözyaşı dökmeyi, cephede düşmanı kollayıp, içimize sızmasına engel olan mücahidin nöbetine denk tutar. "İki göz Cehennem'i görmez." buyurur ve devam eder: "Biri, Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri de, memleketin içine düşebileceği tehlikeler karşısında yüreği atan ve nereden, hangi gedikten düşman içimize sızacak, hangi plânda bizi tahrip edip çürütecek diye nöbet bekleyen göz."[11]
Dışarıda dışı, içeride içi gözetleyen gözler. Evet, iç fetihle dış fetih birbirine müsavîdir.
Kur'ân-ı Kerim de, yer yer bu işi tebcil ve takdir ederek: "Onlar, Allah'ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar."[12] buyurur. Bir başka yerde ise, "Az gülsünler, çok ağlasınlar."[13] ihtarında bulunur. Bu, bir nevi, "Düşünün ve bir sürü kazandığınız şeyler karşısında yürekleriniz hoplasın.! Ölüm ve sonrasında başınıza gelecekleri ve hesap yerindeki durumunuzu tefekkür edin de, az gülün çok ağlayın." demektir. Bu yönü ile gözyaşı, Cennet kevserlerine müsavî tutulur.. ve Efendimiz, "Ürpermeyen kalbten, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah'ım."[14] diye yalvarır. Kalbleri kaskatı olmuş, duyguları örümcek bağlamışlarda gözyaşı görülmez.
a. İçten kaynamadan, sun'î zorlamalarla ağlamamalıdır
Meselenin bir diğer yönü daha var. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, "Her istediği zaman ağlayan bir insan riyakârdır." buyururlar. İçten kaynamadan, hiçbir iç zorlama olmadan, kalb sıkışmadan durup dururken ya da sun'î zorlamalarla gözyaşı akıtmaya çalışan insandan da endişe edilir. Zira ağlamak, kalb heyecanı ve duyguların baskısı altında bulunma neticesinde bir boşalmadır. Bazen olur ki, kalb fevkalâde sadakat içindedir; dinin emirlerini yerine getirme, dince yasaklardan kaçınma mevzuunda kararlı ve dimdiktir.. dönüş nedir bilmez, fakat gözünden de damla yaş gelmez. Ama onun sözünü ettiğimiz şekildeki sadakatı çok mühimdir. O, âdeta bir girdap, bir fevvare gibidir.. ve o kat'iyen boş değildir...
Bunların her ikisi de makbuldür; şu kadar ki, sadık, âşıktan ileridir. Yanlış anlaşılmasın; bu, hiçbir zaman sadıkın gözünden yaş gelmez demek değildir. Hz. Ebû Bekir de, Hz. Ömer de sadıktılar; bir kalbi kırığın yanına oturduklarında, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlarlardı. Namazda iken hıçkırıklarının arka saflardan duyulduğu herkesin malumudur. Bu itibarla, nasıl içte haşyet ve ürperti duyulmayıp gözden yaş gelmemesi, her zaman kalbin kasvet bağladığına hamledilemezse, aynı şekilde, bazen de gözyaşlarının ceyhun olması, mutlaka kalbin haşyet, rikkat ve saygısına verilemez.
Evet, bazen insan kendini kontrol edemez, hislerine mağlup olur ve ağlar; eğer bu insanın iç murâkabesi ve sadakatı yoksa bu onun için tehlikelidir. Ağlama, insanın önünü alamayacağı şekilde iç tazyiklerle bir boşalma şeklinde ve meşru çizgide olursa makbuldür, matluptur, Hak indindeki değeriyle de dünyalara bedeldir.
İmam Gazzâlî İhya'sında der ki: "Ağlayan da pişman, ağlamayan da." İnsan ağlamıyorsa, bir gün pişman olacaktır; çünkü kendisini ağlatacak çok badireler var önünde. Öte yandan, pek çok ağlayanlar da vardır ki, günahlarına değil, başka şeylere ağlarlar; belli hislerin tesirinde dökerler gözyaşlarını. Demek oluyor ki, gözyaşının da meşru istikamette olanı makbuldür.
Sadık olmayan ve meşru gözyaşları da bulunmayan kalbi kasvet bağlamış ve içinde günahlara karşı ürperti kalmamış bir insan, şeytana boy hedefi olmuş, vurup avlanmasına müsait hâle gelmiş demektir. Çünkü böyle bir insan, günahlardan irkilmez, dolayısıyla da bir daha o günaha girmemek üzere vicdanında onun ağırlık ve ızdırabını taşımaz. Katı kalbli insana ne terğib (teşvik), ne de terhib (korkutma) tesir eder.. her yerde rahatlıkla gezer, günah tehlikelerinden hiç korkmaz ve gafleti kendisine daima -mayınlı tarlalarda da bulunsa- emniyette olduğunu fısıldar.
b. Teheccüt: Karanlık gecelerin aydınlatıcı feneridir
Gecelerini teheccüt feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanlar, berzah hayatlarını da aydınlatmış sayılırlar. Teheccüt, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meşale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır. Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir; teheccüt ise, ötelerin zâdı, zahiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır. Kur'ân'da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir.[15] İki rekât kılınabileceği gibi, sekiz rekât da kılınabilir. Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre, İbn Ömer, rüyasında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da: "Korkma, senin için endişe yok." dediklerini Efendimiz'e anlatır. Allah Resûlü, "İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüt namazını da kılsa!" şeklinde tabir ve tevcihte bulunurlar...[16] Allah, böylece rüyasında İbn Ömer'e Cehennem'e ait bir berzah levhasını göstermiş ve bir eksiğini hatırlatıp, Efendimiz'in tavsiyeleriyle o eksiğin kapatılmasını sağlamıştır.
Ülfetin dağılmasında, kalblerin yumuşamasında ve şeytanların, günahların tesirlerinden korunmada, Allah korkusu, Allah haşyeti ve muhabbetinden gecenin zülüfleri üzerine bırakılan bir kaç damla gözyaşı ve herkesin uyuduğu saatlerde uyumayan gözlerle eda edilen zikirler, tesbihler, kılınan namazlar ve mütalâa edilen derslerin kalblere ne kazandırdığı, ancak tatbikatla ve tadıp bilmekle anlaşılır. Geceleri aydın olan insanların, gündüzleri hiç aydın olmaz mı?
11. Evlenmeli, mümkün değilse oruç tutulmalıdır
Efendimiz, "Ey gençler topluluğu, evleniniz; gücünüz yetmezse oruç tutunuz, zira oruç günahlara karşı kalkandır."[17] buyurur. Bir genci nefsanî istekleri gerçekten tazyik etmeye başlamışsa, onun vakit geçirmeden evlenmesi tavsiye edilir. Yok, böyle bir tehlike altında değil de, nebiler ve büyük zatlar gibi ismet ve iffet içinde bulunuyor ve yapacağı vazifeleri de varsa, bir yönüyle atmosferi de kendisini muhafaza ediyorsa, onun bekâr kalması düşünülse bile, hususiyle günümüzde şeytana alet olmamak için izdivaca teşvik edilmeli ve bu koruyucu kalkan ve zırh içine alınmalıdır. Aksi takdirde, bir başka kalkan olarak oruç kullanılmalıdır.
12. Ashab-ı kiramın hayatı yaşanıp yaşatılmalıdır
Kalb ve düşüncemizin istikamet ve canlılığı için Peygamber Efendimiz'in hayat-ı seniyyelerine, sahabe-i kiram, tâbiîn-i izâm ve sırasıyla asırlara ışık tutan salih kimselerin hayatlarına ait tabloların müşâhedeye sunulması, okunması, dinlenmesi, mütalâa edilmesi ve hayatımıza bunlarla renk ve şevk katılması bir başka çaredir. O büyük numunelere kendini ve hayatını mukayese edebilen bir insan, "Onlar öyleydi, ya biz nasılız?" deyip, kendisini muhasebeye çekecek ve böylece önden çekici, arkadan da itici bir güce sahip olacaktır.
Yalnızca kutlama mânâsına 'anmak' veya haz duymak için değil, gerçekten onlar gibi olma düşüncesi ve iştiyakı içinde, heyecan dolu bir sine ile geçmişe ait kıssaları okumak ve dinlemek ve neticede kendi hayatımızı onların hayatına göre ayarlamak, üzerinde titizlikle durulması gerekli bir husustur. Halkın karşısına çıkar ve anlatır, mefahirimiz ve tarihimizle iftihar ifade eden nutuklar çeker, "Biz yıldırımlar gibi çakan asil ve necip bir milletin, değişik dünyaların bağrına kıvılcımlar gibi yağan torunlarıyız." deriz de, biri çıkıp bize, "Onlar öyleydi, ya siz nasılsınız; neredesiniz, ne yapıyorsunuz?" Derse, ne cevap vereceğiz.! Önemli olan, bu sorunun cevabını verebilmektir.
Her insanda yaratılıştan gelen bir taklit ve benzeme arzusu vardır. Her baba, evlâdını dikkatlice gözleyip takip etse, anne-babaya benzemeye çalıştıklarını görecektir. Evet, yedi yaşındaki bir çocuğun, babası gibi elinde tesbih çevirmeye çalıştığını ve saçını taramasına kadar her şeyinde babasına benzemeye gayret ettiğini görürüz. Daha ileri yaşlarda, kiminin sporcuları, kiminin de film artistlerini taklide çalıştığını müşâhede ederiz. Hatta evinizde bulunan çocuklarla azıcık konuşulsa, evinizde nelerin bahis mevzuu olduğu hemen anlaşılıverir. Burada bir müşâhedemi nakletmek isterim:
Babanın arkadaşı oğluna soruyor: "En çok anneni mi seviyorsun, yoksa babanı mı?" Çocuğun cevabı belki babasını bile şaşırtacak mahiyettedir: "Ben en çok Allah'ı ve Resûlü'nü seviyorum amca!"
Bir müşâhedem daha: Yedi yaşında bir ilk okul çocuğu, Almanya'da Alman arkadaşlarıyla havuza giriyor. Çocuk hayâsından suya iç çamaşırıyla girmiştir ve eve ıslak pantolonlarıyla geliyor; dizler de çamurlu. Annenin "Ne bu böyle?" sorusuna çocuğun cevabı enteresan: "Anne, ikindi namazını çimende kıldım."
Evet, daima canlı, şevkli kalmanın bir yolu, bir çaresi de sahabe gibi yaşamak ve yaşatmaktır. Kur'ân, Efendimiz'i nasıl bize örnek gösteriyorsa, Efendimiz de ashabını "Yıldızlar gibidir."[18] diyerek, bize hidayet ışıkları olarak takdim etmiştir.
13. Nifak ve "günaha girdim" endişesi taşınmalıdır
Bazen de, şeytanın kurcalaması, vesvese, kalb katılığı ve ülfet olmadan da, "Acaba münafık mıyım, günaha girer miyim?" korku ve endişesi taşımak iyidir. Hz. Ömer, İbn Mesud, Abdullah İbn Ömer ve Hz. Âişe, hatta bazı tabakat yazarlarının tespitine göre yirmi kadar sahabi, kendilerinde nifak alâmeti var diye endişe ederlerdi. Haddizatında, vesvese bunların semt-i nasutiyetlerine sokulmamıştır; fakat onlar, çok derin bir iman şuuru ve mesuliyet hissine sahip bulunduklarından kendilerini böyle görmekteydiler.
Bu, başka mü'minlerde de olabilir: "Çarşıya çıktım; yanımdan manyetik alanına girdiğim bir kadın geçti, yaralandım; kalbim ve duygularım söndü, ne olacak hâlim?" diyen bir insan, bence tedbirli bir insandır. Bu anlayıştaki bir insan, ayağını attığı ve bastığı yeri mayınlı tarla gibi görmektedir.. ve bu, nefs-i levvâme sınırı ve sırrıdır. Yani, nefs-i emmârenin dizginlerini eline almış, almış ama yine de yer yer hatalar yapıyor, ne var ki, yaptığı hatalardan da rahatsızlık ve tedirginlik duyuyor. Günahlara giriyor, fakat ardından da dönüp nefsine "Sen zaten beni batıran, şunu şunu yaptıran değil misin? Nedir senden çektiğim?" diye kınamada bulunuyor. Esasen bu, insanın nefsiyle boğuşmasının bir tezahürüdür. Eğer dişini sıkar dayanırsa, nefsi kendinden elini eteğini çeker ve 'râdıye, merdıyye' mertebelerine ulaşır, 'mutmainne'ye tırmanır ve 'safiye'yi görüp sezmeye başlar.
[1] Beyhakî, Kitabü'z-zühdi'l-kebir, 2/157; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 2/222.
[2] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/511.
[3] Yusuf sûresi, 12/53.
[4] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/190-191.
[5] İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azîm, 1/442.
[6] Bkz.: Aclunî, Keşfü'l-hafâ, 1/370.
[7] Bkz.: Tirmizî, kıyame 26; zühd 4; Nesâî, cenâiz 3; İbn Mâce, zühd 31.
[8] Bkz.: Müslim, cenâiz 108; Tirmizî, cenâiz 60; Nesâî, cenâiz 101; İbn Mâce, cenâiz 47, 48.
[9] Buhârî, küsuf 2; tefsir (5) 12; nikâh 107; rikâk 27; eymân 3; Müslim, salât 112; küsuf 1; fezâil 134; Nesâî, sehv 102; küsuf 11, 23; Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19.
[10] Bkz.: Kurtubî, el-Câmiu liahkâmi'l-Kur'ân, 17/123.
[11] Tirmizî, fezâilü'l-cihad 12.
[12] İsrâ sûresi, 17/107.
[13] Tevbe sûresi, 9/82.
[14] İbn Hacer, Fethu'l-bârî, 11/139.
[15] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/79; Secde sûresi, 32/16; İnsan sûresi, 76/26.
[16] Buhârî, teheccüd 2, 21; fezâilü ashabi'n-nebi 19; tabir 35, 36; Müslim, fezâilü's-sahabe 139, 140.
[17] Buhârî, savm 10; nikâh 2, 3; Müslim, nikâh 1; Nesâî, sıyâm 43; İbn Mâce, nikâh 1.
[18] Deylemî, el-Firdevs bime'sûri'l-hitab, 2/310; 4/160; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/147.
- tarihinde hazırlandı.