Basiretli Olma ve Fıtrat Kanunları İle Çatışmama
Tebliğ ve irşâd adamı, fıtrat kanunlarıyla kat'iyen çatışmamalı; tebliğ ve irşâdında hep basireti esas almalıdır. Zira fıtrat, tekvinî âyetlerle tespit edilmiştir. Öyleyse insanlara sunulacak teklifler, tespit edilen bu kanunlar nazar-ı itibara alınarak sunulmalıdır. Yani tebliğde, insanın yaratılıştan getirdiği bazı hususiyetler nazara alınmalı ve söylenecek sözler bu ölçü ve prensipler içinde söylenmelidir. Aksi hâlde söylenen sözler ne kadar çarpıcı, ne kadar göz kamaştırıcı da olsa, muhatabımız tarafından kabul görmeyebilir. Çünkü o, bütün bunları ya hiç anlamaz veya fantezi ve ütopik bulur.
Bu hususu biraz açmakta fayda var. Meselâ; her insanda sevme ve muhabbet etme duygusu vardır. Bu duyguyu hiç yokmuş gibi görmemezlikten gelmek yanlıştır.. ve insanlara 'sevmeyin', denmemelidir. Zaten dense de, hem faydası olmaz, hem de böyle bir teklif hakikat açısından doğru değildir. Oysaki mürşit ve mübelliğ, muhatabında potansiyel olarak var olan bu muhabbeti, yapacağı telkinlerle müspete kanalize etmeli; ona fani ve geçici mahbuplara bedel, sermedî ve dâimî bir sevgiliyi sevmesini öğretmelidir. Zira ondaki bu muhabbet duygusu, fanilere sarf edildiğinde bir bela olmasına mukabil, Allah (c.c)'a tevcih edildiğinde, insanın o istikamette kanatlanıp pervaz etmesinin vesilelerinden biri hâline gelebilir. Demek ki, 'sevmeyin' değil; 'sermedî ve dâimî bir mahbubu veya her şeyi ondan ötürü sevin' demek doğru. Evet böyle olunca, O'ndan dolayı diğer mahlûkatı sevmek de mahzursuz olur. Buna Yunus diliyle: 'Yaratan'dan ötürü yaratığı sevmek' denir.
Keza, her fertte inat vardır. İnat bazen insanları birbirine düşürür ve onları birer canavar hâline getirir. Günümüzde boğuşma ve didişmelerin arkasında, inadın menfî tesiri açıkça görülmektedir. Bu duygunun hakim olduğu yerde, hiddet ve şiddet; olmadığı yerde ise, denge ve ölçülü hareket vardır. Dış görünüşü itibarıyla birçok olumsuz yanları olan bu duygu, insana belli bir gaye ve hikmete binaen verilmiştir. Meselâ inat, hakta sebat edebilmek için önemli bir dinamiktir.. evet inat duygusu olmasaydı, az tazyik gören herkes, hak ve hakikatten döneklik edebilirdi. Demek ki, bu duyguyu müspete irca ettiğimiz zaman çok güzel neticeler almak mümkündür. O hâlde insanlara, 'inadı terkedin' demek yerine, 'onu hak ve hakikatte sebat etmede kullanın!' demek herhalde daha faydalı bir yoldur.
Yine insanda ebediyet duygusu vardır. Halbuki insan, maddesi itibarıyla ebedî değildir. Onun bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Anne karnında sperm ve yumurtanın ilkahıyla başlayan hayat; daha başlar başlamaz ölüm sinyalleri verdiği hâlde o, bütün bunlara rağmen içinden ebediyet duygusunu söküp atmaya gücü yetmez. O hâlde bu duygu ona yüce bir gaye için verilmiştir. Hiç şüphesiz bu gaye ise, ebedî hayatı kazanmaktır. Öyleyse insan, ebedî hayatı kazanması için kendisine verilen bu duyguyu yerinde, yani ebedî olarak cennette kalabilmek ve Cenâb-ı Hakk'ın cemalini seyredebilmek için kullanmalıdır. Evet o, ebet duygusunu mutlaka bu yönüyle işletmelidir. Aksine bu duygu insana, daima çaresizliğini ve hiçliğini hatırlatan bir azap kamçısı olacaktır. Bu azap kamçısı altında kıvranıp duran bir insanın da, ne dengeli olması, ne dengeli davranması ve ne de huzur bulabilmesi söz konusu değildir.
Keza, insanda makam ve mevki sevdası vardır. Hiç durmadan yükselme ve hedeflediği gayenin zirvesine tırmanma veya sıçrama, pek çok insanın önü alınamaz zaaflarındandır. Öyleyse mürşit, insandaki bu duyguyu da keşfedip, o insana bu duygu ile hedeflenen ufku göstermelidir ki, sözleri aksülamel yapmasın. Evet bu duygu, insana 'cennet mertebelerinde zirveleşmeye bir teşvik olsun' diye verilmiştir. Ayrıca insan, dünyada da faziletli davranışların en üst seviyesine yine bu duygu vasıtasıyla yükselecektir; yükselecektir ama, bu duyguyu ve duyguları bulma, ortaya çıkarma, onların gücünü, irşâd adına ele aldığı kimselerin yararına kullanma, mürşidin idrak ve basiretine bağlıdır.
Evet, ızdırap ve çile, bu yolun kaderidir. O hâlde irşâd ve tebliğ adamı, daha işin başında ızdırap ve çileye razı olmalıdır. Tıpkı nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin ve bütün salih mürşitlerin razı olduğu gibi. Evet, İlâhî dâvânın kudsî hameleleri de mutlaka bu zatların takip ettikleri yolu takip edecek ve onların çekip gördüklerini mutlaka görecektir. Eğer bu yol tabiî bir yol ise, bu yolda sapma, hedef ve gayeden uzaklaşma mânâsına gelir. Gayeden uzaklaşan insana ise, mürşit ve mübelliğ demek doğru değildir.
Hz. Nuh (a.s) bu çileyi, asırlarca çekmiştir. Hz. İbrahim (a.s) bu uğurda sürgün edilmiş ve yine bu uğurda ateşe atılmıştır. Hz. Musa (a.s)'nın İsrailoğulları'ndan çekmediği kalmamıştır. Hz. Yahya (a.s) ikiye biçilmiştir. Hz. Mesih'in yüzü tebessüm görmemiştir. Çünkü bu dâvâ ağırdır, bu dâvâ zordur ve bu dâvâda iradenin kavgası verilmektedir. Dolayısıyla da o, cidalin en çetinidir. Bu kaderi sevemeyen, bu yolda severek çileye katlanamayan insanlar, nebilerin gittikleri bu kulvarda iz sürüp ilerleyemezler. Bir yerde iradeleri gevşer, dizlerinin bağı çözülür ve tökezlerler...
Hâris b. Hâris (r.a) anlatıyor:
'Babamla Beytullah'a gidiyorduk. Ben o gün küçük bir çocuktum. Beytullah'a yaklaşmıştık ki, büyük bir kalabalığın, aralarına aldıkları, üzerine üşüştükleri ve durmadan dövdükleri birini gördüm. Babama kimi dövdüklerini sordum. 'Bir Sâbiî'yi' cevabını verdi. Ben o gün için bunun mânâsını anlamamıştım. Ancak biraz sonra o dayak yiyen insanın Allah Resûlü (s.a.s) olduğunu görmüştüm ki, sürekli: 'Ey insanlar 'Lâ ilahe illallah' deyin kurtulun' diyordu.'[1]
Haris b. Haris (r.a)'in, çocukluk hafızasına yerleşmiş ve silinmeyecek şekilde onun ruhunda iz bırakmış bu tür vak'alar, Mekke döneminde başta Allah Resûlü (s.a.s) olmak üzere, bütün Müslümanların normal hayatlarının bir yanı hâline gelmişti.. evet onların her günü hep böyle geçiyordu.
Bir defasında yine Allah Resûlü (s.a.s)'ne saldırmış ve O'nu kan revan içinde bırakmışlardı. Bu esnada kızı Fatıma (r.anha) koşarak gelmiş hem babasının yüzündeki kan izlerini siliyor hem de ağlıyordu. Ancak Allah Resûlü (s.a.s) o hâlinde dahi kızını teselli edip, 'Kızım ağlama, Allah babanı zayi etmeyecektir' diyordu.[2]
Bir başka gün Allah Resûlü (s.a.s) Kâbe'de namaz kılıyordu. İbn-i Ebi Muayt -ki kavminin en şakisi idi- arkadan geldi ve Allah Resûlü (s.a.s)'nün boğazına sarılarak sıkmaya başladı. Durumu haber alan Hz. Ebû Bekir (r.a) oraya koştu ve: 'Rabbim Allah'tır dediği için bu insanı öldürecek misiniz?' diyerek Allah Resûlü (s.a.s) ile onların arasına girdi.
Ve Hz. Ebu Bekir (r.a).. kim bilir kaç kere, Mekke sokaklarının herhangi bir yerinde, dayaktan dolayı baygın düşmüş ve tanıyan bir-iki kişi tarafından sürüye sürüye evine götürülüp bırakılmıştı. Gözünü açtığı zaman da, ilk sözü: 'Allah Resûlü'nün durumu nasıl?' şeklinde olmuştu!..[3]
Ammar bir köşede, babası Yasir diğer bir köşede, evin kadını Sümeyye ise (r.anhüm) daha başka bir köşede vücutları dağlanırken, bu yolun kaderini tarihin mermer sütununa nakşetmiş oluyorlardı.[4] Bilal (r.a), taşlar altında: 'Ehad, Ehad..' diye inlerken, sanki bir gün Allah Resûlü (s.a.s)'nün müezzini olma liyakatinin imtihanını veriyordu.[5] Talha b. Ubeydullah (r.a), annesi tarafından elleri-ayakları zincire vurulup, sokaklarda süründürülürken,[6] Zübeyr b. Avvam (r.a), hasıra sarılıp yakılırken[7] hep bu yolun rengini aksettiriyorlardı.
Bir başka tablo.. Abdullah b. Hüzafetü's-Sehmî (r.a), Romalılar'a esir düşmüştü. O'na günlerce işkence yapmış ve sonra Hristiyanlığı kabule zorlamışlardı. Başa çıkamayınca da, idam etmeye karar vermişlerdi. O, idam sehpasına doğru götürülürken ağladı. Niçin ağladığı sorulduğunda: 'Vallahi, şu anda başımdaki saçlarım adedince başlarım olmasını ne kadar arzu ederdim! Keşke, öyle olsaydı da her gün birini hak namına verebilseydim. Böyle bir mazhariyete eremediğim için üzüldüm ve onun için de gözyaşı döktüm.'[8] demişti.
Birinci rivayet, O'nun hayat destanının böyle bayraklaştığını anlatıyor. İkinci bir rivayet ise, bu son anını şöyle resmediyor:
Abdullah b. Hüzafe (r.a) mert adımlarla ve tebessüm eden bir çehre ile idam sehpasına doğru ilerlerken, onu seyretmekte olan bir papaz hemen yanına yaklaşıyor ve yanındaki askerlerden onun adına birkaç dakika müsaade istiyor. Sonra da Abdullah b. Hüzafe (r.a)'ye hitaben, 'Evladım, bak biraz sonra idam olacaksın. Senin için birkaç dakika müsaade istedim. Eğer bu esnada sana hak din olan Hristiyanlığı anlatabilirsem, dünyan gitse de âhiretini kazanacaksın. Belki de senin bu davranışın kralın hoşuna gidecek ve seni affedecektir..' dedi. Abdullah b. Hüzafe (r.a), vakûr ve ciddi bir eda ile ona şu mukabelede bulundu:
'Aziz peder! Şu anda sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Eğer dinim müsaade etseydi ellerinden öperdim. Çünkü sen beni büyük bir dertten kurtarmış oldun. Kimseye birşey anlatamadan ölmem çok ağrıma gidiyordu. Halbuki şimdi sen bana bu fırsatı verdin. Eğer bu birkaç dakika içinde sana hak din olan İslâm'ı anlatabilirsem, ölsem dahi gam yemem. Zira, ihtimal ki bu senin ebedî hayatının kurtulmasına vesile olur!..'
Papazla beraber orada bu sözleri dinleyen herkesin çenesi bir karış aşağıya düşer. Zira ondaki bu tebliğ aşkına hiç- biri akıl erdiremez.
Evet, tebliğ adamının her zaman şevk ve iştiyak ateşi, batmayan bir güneş gibi olmalıdır; olmalıdır ve etrafı aydınlatma, onun hayatının gayesi hâline gelmelidir. Muvaffakiyete giden yol, ızdırap ve çileden geçer. Iztırarî çile bittiği zaman da, ihtiyarî çile başlar. Misal mi istiyorsunuz? İşte misali;
Medine'de, beytü'l-mal ganimetlerle dolup taşarken, Allah Resûlü (s.a.s) ihtiyarî çilesini yaşıyordu. Bazen bir hafta geçiyor da O, ağzına tek lokma koymuyordu. Ebû Hureyre (r.a) anlatıyor: 'Bir gün Allah Resûlü'nün saadet hücresine girdim. Baktım oturarak namaz kılıyor. Namazdan sonra: 'Ya Resûlallah, hasta mısınız?' diye sordum. 'Hayır ya Ebâ Hureyre, hasta değilim; ama açlık (bende derman bırakmadı)' buyurdular. Ağlamaya başladım. 'Ağlama Ebu Hureyre! Kıyamet günü, azabın şiddetlisi, dünyada açlık çekenlere isabet etmez' diyerek beni teselli ettiler.'[9]
İşte bütün ihtişamıyla İslâm, böyle bir hayatın temelleri üzerine kurulmuştu. Ve yeniden o gönüllere taht kuracaksa, yine aynı ruhu yaşayan ve temsil eden alperenlerin omuzları üzerinde kurulacaktır. Yoksa bu büyük iş, kalem efendilerinin, bürokrasi beylerinin ve çilesiz nevzuhurların yapabilecekleri iş değildir.
Bu küllî hakikati Hz. Lokman (a.s)'ın oğluna yaptığı tavsiyede, daha doğrusu büyük dâvânın büyük temsilcisi olan gençlere yaptığı tavsiyede görebiliriz. Kur'ân, O'nun bu öğüdünü ebedî bir düstur olarak tespit eder ve bizlere sunar:
يَا بُنَيَّ أَقِمْ الصَّلاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الأمُورِ
'Ey oğul! Namazını dosdoğru kıl. Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yap. Başına gelen belalara da sabret. Muhakkak bunlar dayanılması gereken zor işlerdir.'(Lokman sûresi, 31/17). Demek ki âyetin ifadesiyle namaz kılan, emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yapanın başına bela ve musibetin geleceği muhakkak.. evet bir bakıma bunlar, aynı hakikatin ayrı yüzleri gibidirler. Bunlardan birini yapan, bu hakikatin sadece bir yüzünü, ikisini birden yapan da her iki yüzünü yakalamış ve Hakk'a ulaştıran doğru yola koyulmuş demektir. Buradaki hakikatin ise, üç yüzü var ve tam tekmil insan olma da bu üçünün birden temsiline bağlıdır. Bence, büyüklerin yolu da işte bu yoldur. Bu itibarla da, nebilerin dâvâsını omuzlamaya namzet olanlar, aynı yolun yolcusu olmalıdırlar. Başka türlü davrananların yaptıkları ise, sadece bir maceradan ibarettir. Ne zaman, nerede ve kimin hesabına biteceği belli olmayan böyle maceralara sürüklenmekten her zaman Cenâb-ı Hakk'a sığınılmalıdır.
Fıtrat kanunları ile çatışmama, basiret ve firaseti esas alarak tebliğ ve irşâd yolunda yürüme, o işte istihdam edilecek şahısları bilip tanıma çok önemli hususlar olduğunu hatırlatmıştım. Bu mevzuda bize en güzel örnek de yine Allah Resûlü (s.a.s)'dür. O'nun nübüvvetine delil olan hususlardan biri -ki mevzumuzla da yakından alâkalıdır- her insanı, o insanın istîdadına uygun bir hizmette kullanmasıdır. Bu da O'nun, insanları tanımadaki firaset ve fetanetinin alâmetidir. Kime ne vazife vermişse, o hususta hiç geriye adım atmamıştır. Bütün hayatı boyunca gösterdiği bu isabet, O'nun risaletinin en önemli şahitlerindendir. Meselâ Hassan b. Sabit (r.a)'i, kâfirlere karşı söz düellosunda kullanmıştır.[10] Hassan, her mısrasını zehirli bir ok gibi fırlatmış ve karşısındaki insanları her defasında mat etmiştir. O aynı Hassan b. Sabit (r.a), harp meydanında kullanılsaydı ve orada ona kumandanlık verilseydi, belki mısraların kavgasında bunca başarılı olan bu sahabi, kılıçların kavgasında hezimete sebebiyet verebilirdi.
O'nun irşâd için gönderdikleri ise Mus'ab b. Umeyr, Muaz b. Cebel, Hz. Ali (r.anhüm) ve benzeri sahabilerdi. Onlar da gittikleri her yerde irşâd adına baş döndüren bir muvaffakiyet sergiliyorlardı. Ama aynı iş Halid'e verilseydi, ihtimal Halid bu işi o ölçüde temsil edemeyebilirdi. Çünkü O, harp meydanlarında arslanların ödünü koparmak için yaratılmıştı. Allah Resûlü (s.a.s) de onu hep öyle yerlerde istihdam buyurmuşlardı.
Fertleri kabiliyetlerine göre kullanma, bir mürşidin en mühim hususiyetlerindendir. Bu da insan fıtratını yakından bilmeye bağlıdır. İnsanı zaaf ve faziletleriyle tanıyıp ona göre davranmayanların muvaffakiyetleri her zaman münakaşa edilebilir... Ayrıca, her insanı yerli yerinde kullanmadıkça, insan israfının önünü almak da mümkün değildir. Mürşit, basiretiyle bu işin üstesinden gelen insandır. O, fıtrat kanunlarına uygun hareket etmekle hem en ağır işlerin üstesinden gelebilir, hem de başarılarında, güç ve kuvvetinin çok önünde bir hıza ulaşır.
[1] İbn-i Esir, Üsdü'l-Ğâbe, 1/384; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 1/275
[2] Kandehlevî, Hayatü's-Sahabe, 1/252
[3] İbn-i Kesir, el-Bidâye, 3/29,30
[4] İbn-i Hişam, Sîre, 1/342; İbn-i Sa'd, Tabakât, 3/246-248
[5] İbn-i Hişam, Sîre, 1/339,340
[6] İbn-i Hacer, el-İsâbe, 3/410
[7] İbn-i Hacer, el-İsâbe, 1/545; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 9/151
[8] İbn-i Hacer, el-İsâbe, 2/296,297; İbn-i Esir, Üsdü'l-Ğâbe, 3/212
[9] Kenzü'l-Ummal, 7/199; Ebû Nuaym, Hılye, 7/109
[10] Müslim, Fedâilü's-Sahabe, 151-156
- tarihinde hazırlandı.