İnziva Arzusu ve Başkaları İçin Yaşama
Günümüzdeki hayat tarzı, maddî imkânlar ve dünyevî meşguliyetlerin çokluğu, sürekli bir şekilde insanı dünyaya çağırıyor. Bu sebeple insanın içinde kimi zaman kendini toplumdan tecrit etme, inzivaya kapanma gibi istek ve arzular söz konusu olabiliyor. Bu durumdaki bir fert için neler tavsiye edersiniz?
İnsanın tabiatıyla, tabiatında mündemiç olan bir kısım duygularla dünyanın cazibedar güzellikleri arasında ciddi bir münasebet, uzlaşma ve uyuşma söz konusudur. Bu inkâr edilemez bir vakıadır. Bu sebeple insanı; dünyaya, dünyanın his ve heves yörüngeli aldatan yüzüne davet eden dâî, sebep ve saik hakikaten pek çoktur. Hatırlayacağınız üzere; Üstad Hazretleri de, yaşadığı dönem itibarıyla Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden bir anlayışın şahs-ı mânevisine hitap ettiği bir yerde bu hakikati ele alır ve şöyle der: “İnsanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Hâlbuki bâkî olan ahirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bîçâre millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-i himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.”
Demek ki dünyanın bu cezbedici güzellikleri sürekli olarak, insana, insanın tabiatında bulunan bir kısım duyu organlarına, zahir ve batın havassına hitap etmekte ve onu kendine çağırmaktadır. Ayrıca, dünyanın bu veçhesi ile ukbâ arasında bir zıddiyet olduğundan, insanı, dünyanın cazibedar güzelliklerine çağıran bu dâîler, aynı zamanda onu, ahiretten alıkoyan, uhrevîlikten uzaklaştıran unsurlardır, diyebiliriz.
Dünya Kelimesinin Etimolojisi
Esasında “dünya” kelimesinin etimolojik yapısı incelendiğinde, dünyanın insan üzerindeki bu cezbedici müessiriyetiyle kelimenin yapısı arasında çok ciddi bir münasebetin var olduğu görülür. Çünkü lügat âlimlerine göre dünya kelimesi; ya “yakın olmak” mânâsına gelen “dünüv” kökünden ya da “alçaklık, kötülük” mânâsındaki “denâet” kökünden türetilmiştir. Eğer kelimenin “dünüv”den geldiğini kabul edecek olursak dünya, “en yakın” mânâsına gelmektedir. Bu en yakın hayatın ardından gelecek olan hayata ise, “sonraki hayat” anlamında “ahiret” denilmiştir. “Öteki” mânâsına gelen “uhra” kelimesi de dünyanın mukabili olarak “ahiret” anlamında kullanılmıştır. İşte buna göre dünya, insanın yanında, yakınında bulunan; ahiret ise ötede olan ve ötekidir. Dolayısıyla insanın yakınında gördüğü, yakınında bulduğu veya yakinen tanıdığı bir şey, onu daha fazla etkileyip tesir altına almakta, büyüleyip kendine cezbetmektedir. Demek ki insanoğlu, efsununa maruz kalıp büyüsüne kapılacağı ölçüde dünyanın yakınında durup yakınında bulunmaktadır. İşte bu sebeple de ona “en yakın” mânâsında “dünya” denilmiştir.
Dünya kelimesinin “aşağılık” mânâsına gelen “denâet”den türediğini kabul ettiğimizde ise ahiret ûlâ (en yüce, en yüksek), dünya ise denî (alçak, aşağılık) mânâsına gelir. Her iki mânâ birleştirildiğinde, dünya, “insana çok yakın bulunan bir denî” şeklinde ifade edilebilir.
Dünyanın Üç Yüzü
Ancak dünyayı sadece heva ve hevese, beden ve cismaniyetine bakan yönü ile ele alıp değerlendirmek de doğru değildir. Bu noktada Bediüzzaman Hazretleri’nin o enfes ve ufuk açıcı yaklaşımını hatırlayabiliriz. O, dünyanın üç yüzü olduğunu ifade edip şu tespitlerde bulunur:
Dünyanın bir yüzü, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerine bakar ve onların aynasıdır. Bu açıdan dünyaya bir meşher, bir seyrangâh; tekvinî emirler mecmuası bir kitap, bir seyahat gemisi; mârifetullaha, muhabbetullaha açılan bir liman ve bütün bunların neticesinde Rabbimizi derin derin murâkabeye alabileceğiniz bir koy nazarıyla bakılabilir. Bu veçhesiyle dünya, Allah’ın (celle celâluhu) sonsuz güzelliklerine, güzelliklerinin tecellilerine sahne vazifesi görüp O’nun muhabbetine vesile olduğundan mezmum değil aksine sevgiye layıktır.
İkinci yüzü ahirete bakar. Bir hadis-i şerifte de ifade buyurulduğu üzere “dünya ahiretin tarlasıdır.” Burada ekilen şeyler orada biçilecektir. Yol azığı burada tedarik edilir, Cennet’in o nuranî aksesuarları burada hazırlanır ve ebedî saadet bu dünyada kazanılır.
İşte bu her iki veçhesiyle dünya sevilmeye layıktır. Çünkü bu veçheleriyle o, mü’mini Allah’a götüren, Allah’a yükselten ışıktan bir merdiven ve nurânî bir helezondur.
Üçüncü yüzü ise, insanın fâni heva u heveslerine bakar. Bu yönüyle dünya kesiftir, maddîdir, cismanîdir. Geçici ve aldatıcıdır. Bu yönüyle dünyayı sevmek, insanı Allah’tan ve yaratılış maksadından uzaklaştırır, felakete sürükler. İşte dünyanın bu yüzü ile insanın tabiatı, arzu ve hevesleri arasında ciddi bir alâka ve irtibat vardır. Eğer insan dünyanın bu veçhesine karşı iradesini kullanmaz, arzu ve isteklerini meşru daireyle sınırlı tutmaz ve kendini heva ve hevesin serazad atmosferine salıverirse her zaman için zebil olup gitme tehlikesiyle karşı karşıya demektir.
Çünkü –daha önce de değişik vesilelerle ifade etmeye çalıştığım gibi– insanın yoldan çıkıp dalâlete sürüklenmesi üç ihtimalden iki ihtimaldir. Doğruyu bulup doğruya yürümesi, ardından doğruyla buluşması ise üç ihtimalden bir ihtimaldir. Şöyle ki, bir insan, iradesinin hakkını vermez, doğru yolun gereklerini yerine getirmez, yamuk yumuk hareket ederse onun dalâlete gideceği muhakkaktır. İkinci olarak, insan olduğu yerde durup âtıl kalırsa onun yine dalâlete gitme ihtimali vardır. Geri kalan bir ihtimal ise, insanın iradesinin hakkını verme, kendini zorlama ve böylece hidayete mazhar olma yoludur. Evet insan, bir ihtimalle hidayete ulaşır. Fakat o, bu ihtimal ve alternatifi kullanmazsa, bu defa iki alternatifle dalâlete sürüklenmeyle karşı karşıya kalır. Demek ki insanın doğruyu bulup o istikamette hayatını sürdürmesi çok ciddi bir cehd ve gayret istemektedir. Bu durum, atmosferin yüksek tabakalarına yükselme veya feza-yı ıtlaka ulaşma ve böylece yerkürenin cazibe ve çekiminden sıyrılarak mesafe kat’ etme gibi zor bir iştir. Bu ise hiç şüphesiz belli bir enerji sarfını gerektirir. Hâlbuki yerde dururken enerji sarf etmeye lüzum yoktur. Ölüler bile yerde durabilmektedir. Bilindiği üzere arz, cesetleri havaya fırlatmıyor, aksine tutup bağrına çekiyor, hatta zamanla –esbap dairesi içinde– kendisine benzetiyor, çürütüp toprak yapıyor.
İşte nasıl ki, yerin sürtünme engelinden veya yer çekimi tesirinden sıyrılmak için özel bir donanıma ihtiyaç vardır. Aynen öyle de kalb ve ruh ufkunda seyahat gerçekleştirebilmek için de mânen hususî bir kısım teçhizatla donanmaya ihtiyaç vardır. Öyle ise insanın, daha başta, dünyanın bu veçhesiyle beşerî arzu ve heveslerinin ciddi bir münasebetinin bulunduğunu ve tabiatında dünyanın bu yüzünün ağır bastığını bilip kabul etmesi gerekir. Bu sebeple o, iradesinin hakkını vererek dünyanın Allah’a ve ahirete müteveccih güzel yanlarına bakmalı ve bu istikamette sürekli bir cehd ve gayret içinde olmalıdır. Aksi takdirde o, dünyanın dünyaya bakan veçhesinin çekim gücüne kapılarak gidip yere çakılabilir.
İnziva ve Başkaları İçin Yaşama
Şimdi böyle bir tehlikeden kurtuluş için, tarih boyu Halvetîler gibi münzevî bir hayat yaşayanlar, mağaraya çekilenler olmuştur ve böyle bir tercih bir yönüyle insanın şahsî hayatı adına bir kurtuluş da olabilir. Fakat bilinmesi gerekir ki, bu, mutlak değildir ve insan için her zaman bir kurtuluş vesilesi olmayabilir. Mesela Üstad Hazretleri, Erek Dağı’nda mağaraya çekilmiştir ama onu orada rahat bırakmamışlardır. Şimdi düşünün; eğer Üstad Hazretleri, mağarada geçiriyor gibi hayatını gayet nezih ve kamilane bir bakış açısına göre tanzim etmemiş olsaydı, Van’dan alınıp sürgüne gönderildiği ve inziva dışı bir hayata mecbur bırakıldığında o baş döndürücü seviye ve kıvamını koruyabilir miydi? Fakat hayatı şahit ki, o, ömrünü mağaradaki inziva hayatından daha nezih ve daha seviyeli bir şekilde geçirmiştir. Kendisi de hamd ü şükrün bir ifadesi olarak bu duruma “Erhamü’r-râhimîn, bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zayıf vücuduma yüklemedi.” sözleriyle işaret eder. Evet Üstad Hazretleri, sürgüne maruz bırakıldıktan sonra, belki zindanlar, takipler, mahkemeler, adliyeler peşini bırakmamıştır ama o, has ve halis talebeleri içinde, bakım görümü onlara emanet bir şekilde hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye ait Nurlar’ı neşrederek kalb inşirahı içinde nuranî bir hayat yaşamıştır.
Ayrıca bilinmesi gerekir ki, inzivayı seçip orada mânevî rahat arayan insanlar mücadele zeminini yok ettiklerinden terakkilerine esas teşkil edecek, zemberek olabilecek bir dinamiği yok etmiş olurlar. Nasıl ki, vücudumuz, bir kısım virüslerle tanışmadığı zaman, mukavemet sistemi gelişmiyor, küçük bir mikrop karşısında dahi yere serilebiliyor; aynen öyle de mânen mücadele içinde olmayan bir insan günah virüsleri karşısında hemencecik kalb ve ruh hayatında felç yaşayabilir.
Bir menkıbede bu husus ne güzel ifade edilir. Anlatılanlara göre iki Hak dostu kardeş vardır. Bunlardan birisi dağ başında tek başına inziva hayatı yaşamakta, diğeri ise halkın içinde dinini yaşayıp hak ve hakikate tercüman olmaya çalışmaktadır. Münzevî kardeşin, bezden yapılmış bir filesi vardır. Bu zat, o filenin içine yiyecek ve içeceklerini koyup mağaranın ön tarafında bir yere asmaktadır. Neden sonra fark eder ki, Cenâb-ı Hak kendisine sebepler üstü bir ikramda bulunmuştur. Çünkü o sıvı şeyler zamanla fileden sızıp akabilecekken herhangi bir sızmaya rastlamamıştır. Ve bir gün o zat şehirde bulunan kardeşini ziyarete gider ve kardeşinin de benzer bir ikram-ı ilahiye mazhar olduğunu görür. Münzevî zat, kardeşinin yanında günlerini geçirirken, şehrin o şatafatlı hayatı hemen tesirini göstermiş ve evin dış tarafında asılı duran filesi su sızdırmaya başlamıştır. Hâlbuki kardeşinin filesinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. O zaman anlar ki, kardeşi, hem başkalarının kurtuluşuna vesile olmakta, hem de iradesinin hakkını vererek şehrin içinde hayatını sürdürdüğü için değişik virüslere karşı çok ciddi bir mukavemet sistemine sahip bulunmaktadır.
Bu mülâhaza ve yaklaşımlardan inziva yolunu bütün bütün nefyettiğimiz, yok saydığımız mânâsı çıkarılmamalıdır. Biz bu mülâhazalarla sadece inzivanın mutlak mânâda herkes için objektif bir kurtuluş yol ve metodu olmadığına dikkatleri çekmek istedik. Yoksa tarih boyu, nefis terbiyesi yolunda, seyr u sülûk-i ruhanînin bir faslında inzivaya kapanıp bu sayede gözünü, kulağını, dilini, dudağını, masivadan çekerek tamamen mârifetullah ve muhabbetullah ufkuna açılan ve o istikamette kemale yürüyen hakikat yolcularının bulunduğu inkâr edilemez bir vakıadır. Hem o yolcular daha sonra tedricen dünyaya da alıştırılmış ve böylece o şartlarda da kıvamlarını korumasını bilmişlerdir.
Kurtarma Yolunda Bulun ki Kurtuluşa Eresin
Ne var ki ömrünü hep bir münzevî olarak geçiren kişinin, umumiyet itibarıyla insanlara hak ve hakikati duyuramadığı, ferdî kurtuluşa mazhar olsa bile, bir başkasının kurtuluşuna vesile olamadığı da ayrı bir vakıadır. Hâlbuki mü’min sadece kendi kurtuluşu hesabına değil başkalarının kurtuluşu için de çalışıp çabalayan, didinip duran insan demektir. Ve böyle bir vazife inanan insan için bir mükellefiyet ve bir vecibedir. Hatta bizim felsefemize göre kurtulmanın yolu, kurtarma niyet ve azminden geçer. Birilerini kurtarmaya kendini adamışsan Allah da seni kurtarır. Evet, kurtar ki, sen de kurtuluşa eresin; kurtarma yolunda bulun ki, kurtuluşa mazhar olasın. Bu ise halkın içinde Hak’la beraber olmak, tasavvuf diliyle ifade edecek olursak celvetiliği halvetiliğe tercih etmekle ulaşılabilecek bir ufuktur.
Bu mevzuda üzerinde durulması gereken diğer önemli bir nokta da, insandaki inziva temayülünün kimi zaman sorumluluktan kaçma, ferdî olarak rahata erme istek ve eğiliminden kaynaklanabileceği hususudur. Edirne’de vazife yaparken, halvetî anlayışına mensup bir zatın camiin penceresine birkaç mısra nakşettiğine şahit olmuştum. O mısralar dikkat çekmeye çalıştığım bu hususa güzel bir misal teşkil eder. Şöyle deniyordu o duvara nakşedilmiş mısralarda:
رَاحَتِي في خَلَوَتِي يَا إخْوَتِي
لأَنِّي كُلَّمَا صَحِبْتُ قَوْمَاً
أَظْهَرُوا عَيْبِي وَأَبْدَوْا ذِلَّتِي
مَا وَجَدْتُ في حَيَاتِي صَادِقَاً
بَلْ وَجَدْتُ رَاحَتِي في خَلَوَتِي
“Kardeşlerim, benim rahatım halvettedir; zira, kimle arkadaşlık kurdu isem, ayıplarımla uğraştı ve sürçmelerimi fâşettiler. Doğrusu hayatımda hiç sâdık birine rastlamadım. Bu itibarla da ben; rahatı, kalb ve kafa selametini yalnızlıkta buldum.”
Bence bu yaklaşım, bir kaçıştır. Çünkü mü’min, sadece kendini düşünen, kendi için yaşayan, rahatperver bir insan mülâhazasıyla hareket eden bir fert olamaz. O hem kendi terakkisini, hem de başka insanların selamet-i imaniye ve selamet-i kalbiyelerini düşünür, böyle kudsî bir vazife ekseninde hayatını tanzim eder. Bu sebeple diyebiliriz ki, hak ve hakikate tercüman olma niyet ve gayesiyle halk içinde olma, aynı zamanda peygamberân-i izam efendilerimizin ve hususiyle Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolu ve yöntemidir. Evet, murad-ı ilâhî o istikamette olsaydı Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) hayatını hep Hira’da geçirir, orada halvet hayatı yaşardı. Hiç kimse de O’na karışmaz, bir şey demezdi. Ama o zaman irşad ve tebliğ vazifesi nasıl olurdu? Hâlbuki henüz vahyin başlangıcında Cenâb-ı Hak O’na şöyle hitap edilecekti:
يَا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ قُمْ فَاَنْذِرْ وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ
“Ey örtüye bürünen! Ayağa kalk ve insanları uyar! Rabbinin büyüklüğünü an!”(Müddessir sûresi, 74/1-3)
Bu âyetlerle Allahu Teâlâ, irşad ve tebliğ için kıyam edip insanların içine girmeyi, ellerinden tutup onların gönüllerine hak ve hakikati duyurmayı peygamberlik vazifesi olarak bildiriyor ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sen bunu yapmakla mükellefsin!” diyordu. Hatırlayacağınız üzere başka bir âyet-i kerimede ise;
يَا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ
“Ey Şanı Yüce Resûl! Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yerine getirmemiş olursun.” (Mâide sûresi, 5/67) buyurulmaktadır. Aslında bu âyet-i kerimede zımnî olarak “eğer vazifeni yapmazsan konumundan kovulursun” mânâ ve mefhumu vardır. Bu açıdan insan bir kenara çekilirse Allah (celle celâluhu) o şahsa ihsan ettiği lütufları elinden alabilir. Bu sebeple diyoruz ki, inziva arzusunu mağaraya göndermeli; gönderip bu arzuyu oraya gömmeli, Hakk’ın hatırı için halkın içinde bulunma şevk ve iştiyakını ise şahlandırmalı, arkadaşlarla el ele vererek iman ve insanlığa hizmet yolunda koşturup durmalı. Sözün burasında yine Âkif’e sığınarak şöyle diyelim: “Allah’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olmalı. Yol varsa budur. Bilmiyoruz başka çıkar bir yol.”
Kaldı ki Cenâb-ı Hak inanıp yolunda koşturan, hizmet eden insanları halkın içinde de korur. Korumadı mı Allah aşkına, herkes itiraf etsin. Az önce bahsi geçtiği üzere dünyanın fâni, azdırıcı, baştan çıkaran yanıyla bizim tabiatımız arasında çok ciddi bir uzlaşma, anlaşma ve îtilaf var. Tabiatımızın meâsî ve mesâvîye olan temayülü, bu mevzudaki azgınlığı bir mânâda önü alınmayacak kadar güçlü. Şimdi bu tablo karşısında insafla düşünüldüğünde, “azgın nefis, heva ü heves sürekli insanı dünyaya çağırıp dururken dünyanın cazibedar güzellikleri her an onu baştan çıkarabilir” sonucuna varabilirsiniz. Kanaatimce bu noktada asıl şaşılacak, hayret edilecek husus şudur: Hizmet eden insanlar önlerinde akıp duran menhiyata balıklamasına dalmaları gerekirken, Rabbimize hamdolsun ki, durum böyle değil. Evet haram için kurulmuş bin bir tuzak ve entrika etrafta kol gezerken insanın başı dönebilir, bakışı bulanabilir, şaşırıp yanlış yollara sülûk edebilir. Fakat ilâhî sıyanet, ilâhî inayet ve ilâhî himaye sayesinde Cenâb-ı Hak şaşırtmıyor, saptırmıyor, yoldan çıkarmıyor. Demek inananları, inandığı değerler istikametinde hizmet edenleri çepeçevre kuşatan ilahi bir himaye ve vikaye söz konusu.
O halde bize düşen bu lütf u ihsanın şuurunda olup
اَللّٰهُمَّ َحِفْظَكَ وَحِرْزَكَ وَكِلاَئَـتَكَ وَوِقَايَتَكَ وَحِمَايَتَكَ وَعِنَايَتَكَ وَأَمْنَكَ وَأَمَانَكَ
“Allah’ım! Senden Senin hıfz u sıyanetini, koruyup kollamanı, himaye edip gözetmeni, emn u emân içinde bizleri huzuruna almanı diliyor ve dileniyoruz.” diyerek Rabbimizden sürekli bu hususları talep etmektir.
- tarihinde hazırlandı.