Peygamberlerin Ağlayışı
Nebîsinin diliyle Hakk; millet haysiyetini, memleket namusunu görüp gözeten göze denk tutar ağlayan gözü. Zaten "Ağlamayan gözden sana sığınırım" dememiş miydi..? Tıpkı şeytanın hilelerinden, hasis duyguların ezip geçmesinden Allah’a sığındığı gibi...
Ermişin nazarında gözyaşları, cennet pınarlarından daha değerlidir. Zira o damlalar, "tamu"yu söndürecek bir iksir sayılır Rahmet-i Sonsuz’un katında...
Hakk’ın sâfî Nebîsi Âdem (as), saadet kâsesini gözyaşları ile doldurup içmedi mi?..
Dertli Nebî tûfan Peygamberi (as) o katrelerle âlemi sele vermedi mi? Yaradılış esrarına ilk dokunan Mevlâ’nın Halîl’i "Hasbî, Hasbî" diyerek gözyaşlarıyla ateşi "berd ü selâm" etmedi mi?
O incelerden ince, Hakk esrarının merkezleştiği, Faraklit müjdecisi Ruhullah’ın hâli hep ağlamak değil miydi?
Mâsum Resûl Dâvut (as)’ın ağlamalı feryadı değil miydi ki, insan derûnunda lâhûtî âhenk ve sızlanışın adı olan Zebur’u tilâvet ederken, en ince gönül telleri üzerinde yüzlerce mızrabın âhı duyulurdu...
Ve, son durakta, en doğru yolun başında, büyük muammanın Keşşâf’ı, yaradılışın Özü aziz Ruh, kördüğümü çözer gibi bu esrarı gözyaşlarıyla çözmedi mi? Tâ ana kucağında bin niyaz ile: "Ümmetim, Ümmetim..." dediği andan, ba’sü ba’delmevt’e ve ötesine kadar hep aynı şey için inlemedi mi?
Şâir İkbal, bir yüksek toplulukta, ruhların huzurunda, Nebîler Sultanı’na: "En muteber hediye" deyip, bir bardak şehit kanı takdim etmişti. Ben gökler ötesi o âlî meclise çağrılsaydım, günahına ağlamış kimselerin gözyaşlarını alır götürürdüm.
- tarihinde hazırlandı.