Vahdet-i Şuhud ve İmam-ı Rabbani’nin Müdafaası
Vahdet-i şühûda gelince: Pek çok şubeleri ve zaman içinde geçirdikleri istihalelerle Brahmanizm, Budizm ve Hinduizm gibi daha çok ruhçu ve metafizik ağırlıklı din ve/veya felsefelerin yaygın bulunduğu Hindistan'da çok ciddi bir metafizik ve metapsişik ağırlığın hakim olacağı izahtan varestedir. Yogilerin fevkalâde kabiliyetlerini düşünün; altı ay bir şey yemeden durabiliyorlar. Onlar, bu yaptıklarıyla -kendi tabirleri ile- ruh gücünü kazanıyor veya ruha gücünü kazandırıyorlar. İmam Rabbanî'nin döneminde, bu türden anlayış ve uygulamalar çok yaygındı; daha sonra da hatta bugüne kadar yaygın olmaya devam etti ki, önceki asırda Ahmed Kadıyanî, İslâm'ı bu akımlara karşı müdafaa etmek için fizik ötesi tecrübelere girişip, maalesef neticede cinlere mağlûp düşüp, ulûhiyet iddia etmeye kadar gitmiştir. İşte İmam Rabbanî, o günkü Hind toplumunda ve Müslümanlar arasında panteizm çizgisinde bir vahdet-i vücûd anlayışının yaygınlaşması ve hem Zât-ı Ulûhiyet'e ait Ulûhiyet hakikatının sarsılması, hem de Sıfat gerçeklerine dokunulması karşısında, bunlarla mücadele mecburiyetinde kalmıştır. Çünkü, o zaman anlaşıldığı mânâda vahdet-i vücûda inansanız, Mu'tezîlî düşüncede olduğu gibi, Allah'ın sıfatlarını nefy ve inkâr cihetine gidersiniz: her şey O'ndan gelen dalgalardan ibaretse, bu takdirde sıfatlara da, esmâya da gerek kalmaz. Bir O var, bir de sürekli ve -hâşâ- kesilmesi kimsenin elinde olmayan mecburî tecelliler ve dalgalar var.
Güneş, nasıl kendi ışığının önünü alması, nasıl hararet saçmasına mani olabilmesi mümkün değilse, hâşâ, Zât-ı Ulûhiyet de, bu şekilde sürekli zuhur etmeye mecburdur. O, bundan kendini alamaz. Böyle bir ortamda yetişen İmam Rabbanî hazretleri, Allah'ın (celle celâlühû) kendisine bahşettiği zaman ve mekân üstü dinamikleri kullanarak, bu sapık düşünceyi tashih cihetine gidiyor ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadını böyle bir ortamda yeniden ifade edebilmek için kendine has yeni bir telâkki, yeni bir yaklaşım geliştiriyor. Bu yaklaşımının özeti şudur: "Ortada bir vahdet vardır, ama bu vahdet, bir zevk, aşk ve incizap meselesidir; gözden bütün varlığın ve eşyanın silinip, sadece Ehadiyet'in tecelli etmesidir. İnsan, bütün masivayı arkasına atıp unutmazsa zevk-i rûhânîye ulaşamaz. Öyle ise insan, ibadet ü taat yaparken, farzlarla Allah'a kurbiyet kazanıp, nafilelerle tamamen maiyyet-i İlâhiye'ye girerken, yani müteşabih bir hadis-i kudsîde ifade buyurulduğu üzere, Allah onun "gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve onu yürüten güç" olurken, bu zevk hâlini vahdet-i vücûd diye anlayabilir ve o şekilde ifade edebilir. Fakat bu, bizatihî vahdet-i vücûd değil, Allah'ın size bir lütfudur ve O'ndandır. Bu, eşyayı sizin sırtınızdan atması, nazarınızı kendisine tevcih etmesi, dolayısıyla sizi bir müşahede zevkine ulaştırması demektir. Hakikatte ise, "heme ost" değil, "heme ezost"tur; her şey, O'ndan gelen tecellilerden ibarettir, O değildir. Ama bu tecelliler, o kadar intizamlı, o kadar muttasıl, o kadar birbirine yakın ve hızlıdır ki siz, bu tecellileri bir sinema şeridindeki kareler gibi bir bütün hâlinde görme vehmine kapılmaktasınız. Zevk u sekr hâlinde böyle bir yaklaşımda bulunmanızda mahzur yoktur.
- tarihinde hazırlandı.