Kâinatların Fihristi: İnsan
"İnsanın bazen dünyaya sığamadığı hâlde, bazen bir damlada boğulması, bazı letâifin bir batmanı kaldırmasına mukabil, bazılarının bir zerre yüke tahammül edememesi" meselesini nasıl anlamamız gereklidir?
İnsan, kâinatın fihristi mahiyetinde yaratılmıştır. Melekler âleminden ruhlar âlemine, oradan cemadat âlemine kadar ne kadar hâssa varsa Allah, bu hususiyetlerin bir fihristini insanın mahiyetine dercetmiştir. O, yerinde, bir cemad hususiyeti gösterir ki, eğer onun nerede olduğunu ve mülâhazalarını bize gösterebilecek bir adesemiz olsaydı, insanda pek çok cemad yönlerin bulunduğunu görürdük. Keza, insanda hayvanî özellikler de vardır. Bunu da yine bir adeseyle tespit etme imkânı olsaydı, onun mahiyetinde ve içinde, insanî olandan başka çok şeylerin kol gezdiğini, tabir caizse kuyruğunu dikip dolaştığını görürdük. Bütün bunların yanında insanda, nefha-i ilâhiye ile müşerref bir mahiyetin mevcudiyeti de söz konusudur. Ondaki bütün bu hususiyetler yer yer onda hükümlerini icra eder ve onu tesir altına alırlar. Aynı zamanda insanda, Allah'a (celle celâluhu) yönelme sayesinde insan-ı kâmil olma yoluna girme ve arşiyelerle yükselme istidadı da vardır ki, yer yer o da hükmünü icra eder...
Herkeste bunları görecek bir göz olmayabilir, ancak neticeleri itibarıyla bunların varlığını sezmek mümkündür. Bugün bazı Batı ülkelerinde insanın cemad, hayvan, insan ve insan-ı kâmil yani olgun insan yönlerinde çalışmalar yapılmaktadır. Hatta bir dönemde bazı mütehassıslar, o günün asi gençliğini formüle etmiş ve bu formülün neticesi olarak, o günkü asi gençliğin formülüyle serseri köpek formülü tam örtüşmüştü. Yani bu mahlûka ait hususiyetler, insanın mahiyetindeki, diğer letâifi tesirleri altına almış ve sadece o görünür olmuştu. Elbette bu mahiyetin, insanın letâifine hâkimiyetinin bir kısım tezahürleri olacaktı, olmuştu da; o mahiyette olan insan, haram ve helâl demeden her tarafa saldırıyor, âyetin ifadesiyle ağzını açıyor,[1] sokaklarda öyle geziyordu. Karşısına çıkanlara tecavüz ediyor, meşru hiçbir çizgi tanımıyor ve serazat yaşıyordu. Değerlendirilecek şeyleri değerlendirmez, değerlendirilmeyecekleri değerlendirir; kıstassız ve kritersizdir. İşte, araştırmacılar bu veriler ışığında meseleyi formüle ettiklerinde karşılarına serseri köpek formülü çıkmıştı.
Demek ki insanda böyle bir mahiyet de vardı. Daha doğrusu insanın mahiyetinde böyle bir çekirdek vardı, gelişip inkişaf etme ortamını bulunca, insan, mânevî letâifini baskı altına alacak, hatta bazen insanî değerleri yutacak bir canavar hâlini alabiliyordu.
Bununla beraber insanın bir de, insan olma ciheti vardır. Bu durumuyladır ki insan, bütün kâinatla münasebete geçebilir, feza-i ıtlakı temâşâya yürür, nâmütenahîliğe açılır ve ne maarifle döner geriye gelir de bize ballar balından neler neler tattırır!.. Bir yanı itibarıyla o, bir insandır, ancak hep maddî darlık içinde sağa sola toslar durur; ufku hep karanlıktır, geleceği fezada gördüğü karadelikler gibi hep karanlık görür de aydınlık bilmez. Bir türlü hilkatin sırlarını göremez, varlığın melekûtuna nüfuz edemez, esmâyı bilmez, sıfâtı tanımaz, Zât'tan da habersizdir. Hep "madde" der ve onun kuvveti, enerjisi etrafında akıl yürütür durur. Bu da bir insandır ama maddenin darlığına mahkûm bir insandır. Bir türlü sıçrayıp insan-ı kâmil olma durumuna gelememiş, daha doğrusu inanamamış, isim ve sıfatlarla ufkunu aydınlatamamıştır. Dolayısıyla önü tıkalı, ufku da karanlıktır. Yani madde her zaman onda hâkimdir. Böyle bir insanın kaprisli ve hırslı olması, düşünce ve tasavvurlarında tutarsız bulunması, ibadet ü taatte tekâsül gösterip bir iş yapmaması, cismanî ve hayvanî olması her şeyi madde plânında mütalâa etmesi, çok defa kendini bohemliğe salması tabiatının gereğidir. Eğer silkinip o hayvanî duygularının baskısı altında yaşamadan kurtulmazsa, o darlık içinde tükenir gider. Tıpkı bir fanusun içine girmiş kelebek gibi sağa sola çarpar durur ve neticede de o kapkaranlık dünyada yuvarlanır yokluğa gider. Aksine o, silkinip bu duygunun baskısı altından kurtulabildiği takdirde insan-ı kâmil olma yoluna girer, esmâ ve sıfât dairesi içinde nâmütenâhî okyanuslara yelken açıyor gibi olur, ufkunda her şey birdenbire aydınlanır ve kendini ışık hüzmeleri içinde bulur.
İnsanı bu tür değişik hâlleriyle gördükten sonra, şimdi de onu bazen dünyalara sığmayan bazen bir damlada boğulan, bazen letâifinin batmanlar ağırlığında yükleri kaldırmasına mukabil, bazen bir zerre yüke tahammül edememesi hususunu tahlile çalışalım.
İnsan, hislerinin veya kendi mahiyetinde mündemiç hâsselerin gereğince, cemadî veya nebatî bir durum yaşıyorsa, silkinip ondan çıkacağı âna kadar bir mânâda onu öyle kabul etmek mecburiyetindeyiz. Bu, belli tabiatları, olduğu gibi kabul etmenin gereğidir. Kabaca nebatî durumda şu hususlar görülebilir: O, atmosferden, güneşten alacaklarını alır değerlendirir; topraktan massedeceklerini masseder, beslenir; verme ve almasına devam eder. Evet, o, bir taraftan alırken diğer taraftan verir ki, insanın üzerinde de nebatîliğin böyle bir tesiri görülür. Böyle bir insan sadece almayı, beslenmeyi ve ifraz etmeyi düşünür. Bu, nebat ufkunda nebatî duygularının tesiri altındaki bir tabiatın ifadesidir. Ancak bir insanın ilelebet böyle bir duygunun tesiri altında kalması da tecviz edilemez. İnsan, fıtratında böyle bir çekirdeğin mündemiç olmasından dolayı ara sıra böyle bir duruma girse de, bu ilelebet devam etmemelidir. İnanmış bir insan, silkinecek, oradan çıkacak, yeni bir diriliş neşvesiyle arşiyeler çizecek ve yukarılara doğru pervaz edecektir.
Bazen de insan, hayvaniyet duygusunun tesiri altında etrafına saldırır, fevkalâde hiddetli ve şiddetli davranır, hırçınlaşır, kimseye yüz vermez, çok defa başkalarına diş gösterir; yer, dişine kira ister; sık sık kuvvet denemeleri yapar, kuvvetle kendini kabul ettirmeye çalışır; idare hakkını kuvvetlinin imtiyazı gibi görür.. ve ne kendi eyler rahat ne de halka verir huzur. İşte hayvanî mertebeye ait tablo budur. Bu durumdan sıyrılmak zordur ama imkânsız da değildir. Onun bu durumu itibarıyla şunu söylemek mümkündür:
Bir insan, hayvaniyet mertebesinde iken bir zerrenin içinde boğulabilir ve bir damlada kaybolabilir. Bazı hayvanlar, vurulacaklarmış, öldürüleceklermiş ve kapana kıstırılacaklarmış düşüncesiyle her an tetiktedirler ve hep onun rahatsızlığını yaşarlar. Bazıları bir tek dane için başını kapana sokar ve orada kısılıp kalırlar. Bazıları ise bir anlık hissin mağlubu olarak bir sıçrama ile perişan olur giderler. Bütün bunlar, mukteza-i hayvaniyettir. İnsan, böyle bir hâle geldiği zaman hayali fıskın tesirine girmesine meydan vermeden hemen silkinip o işin içinden çıkmalı, Allah Resûlü'nün ifadeleri içinde abdeste koşmalı, başını yere koyup secde etmeli, "Aman yâ Rabbi, Sana sığınıyorum!" demeli ve mertebe-i hayvaniyetten sıyrılmalı ve onun neticeleri veya sâikleri olan fısk u fücurdan uzak durmalıdır. Esasen bu durum herkesin başına gelebilir. Ancak insan olan insan, onu sırtından atmasını ve yükselmesini de bilmelidir.
İşte bu hâli yaşayan insan, bir danede boğulabilir ve bir damlada mahvolabilir. Ancak sıçramasını bilen ve fırlayıp insanlık mertebesine yükselenler de o mertebede akıl ve iradelerini kullanarak hayvanî tabiatların maruz kaldıkları durumdan kurtulabilirler. İçinde Allah korkusu, Cennet'i kaybetme ürpertisi, letâifini öldürme ve söndürme endişesi olmayanlar her an böyle bir çukura düşebilirler.
İnsan-ı kâmil olan mü'mine gelince o, böyle bir çukura düşse bile, kalkar belini doğrultur, ızdırabını vicdanında yaşar ve ardından koşar, yukarılara doğru yükselir. Hele bu insan, Rabbin rahmetiyle serfirazsa onun önüne engin mânevî lezzetler serilir ve o zevkle yürür bu yolda. Hayatının bazı dilimlerinde pek çok mü'min, buna mazhar olmuş ve bu duygu ve düşünceyi vicdanında hissetmiştir. Hatta bazıları belki bunu çok açık bir şekilde bütün letâifiyle yaşamıştır. İnsan, Rabbisine teveccüh ettiği an, bazen öyle hâl olur ki, o bütün dünya ve mâfihâyı sırtından atar, Rabbisinin rahmetine doğru kuşlar gibi kanatlar çırpıp yükseliverir. Böyle bir hâli ihraz eden bir kimseye, bütün dünyalar verilse hepsini iter, yoluna devam eder. Çünkü o bunları yükselmesine mâni olarak görmektedir. Bu, Efendimiz'in yüzde doksan dokuz virgül dokuz daima yaşadığı bir hâldir. (Buna yüzde yüz de denebilir belki ama Allah Resûlü de bir beşerdi ve bize imam olma konumundaydı. Bu sebeple bizim de mutedil konuşmamız gerekir.) Daha sonra, derecesine göre Raşid Halifeler, evliyâullah, müceddidîn-i kiram bu hâli yaşamışlardır. Esasen bu sözü söyleyen Bediüzzaman Hazretleri de o hâli yaşayanlardan biridir. Böyle bir duruma ermiş bir kimsenin karşısına Cennet çıkarılsa o, Cennet'e dahi iltifat etmez. Nitekim kulluğu itibarıyla miraçta zirveye ulaşan Allah Resûlü, Cennet'i bu duygularla karşılamış ve ona iltifat etmeyerek ümmetinin içine dönmüştür.
Bu hâlleri birbirine karıştırmamak gerektiği gibi, bu hâllerin gerekleri de birbirine karıştırılmamalıdır. Çok iyi bir mü'min de olsa, bir insan, hayvanî duyguların tesirinde olduğunda, her zaman bir kısım hayvanî isteklerin esiri olabilir. Hatta bu his ile o, çok kez mantığı ayağının altına alır ve orada bazen imanın zorlaması âdeta görülmez gibi olur. Bu türlü düşmeler, bazen kâmil bir insanda bile olabilir; ancak uzun süre devam etmez. Böyle bir insanın, her günah arkasından yüreği hoplar gibi olur ve hemen kalkıp koşar, "Aman yâ Rabbi, yoksa imanımı mı kaybediyorum!?" deyip iki büklüm olur. Bu konuda günahlar içine dalıp kalanlar ise mahvolup giderler.
[1] Bkz.: A'raf sûresi, 7/176
- tarihinde hazırlandı.