Kulluk Bir İmtihandır
İmtihan içinde olduğumuzu biliyoruz. Ama bazen hayat çok zorlaşıyor. Kulluğun bir imtihan oluşunu misaller vererek anlatır mısınız?
Evet, kulluk bir imtihandır. Bizler dinimize hizmet etmeyi dahi bir imtihan sırrı içinde değerlendiriyoruz. Cenâb-ı Hak, imtihanlara karşı ne kadar sabır ve mukavemetimiz olduğunu bizlere göstermek için bizi bu dünyaya göndermiştir. Allah'ın imtihanı, tarihin hemen her döneminde devam edegelmiştir. Günümüzde de İslâm'a hizmet eden insanların belki toptan belki de peyder pey ama sık sık elendiklerini ve âdeta zelzeleye uğramış gibi ırgalandıklarını görüyoruz. Bu imtihanların devam edeceğini de çok iyi biliyoruz. Ancak, hizmet ederken ve imtihanlara maruz kalırken, dikkat edilmesi gereken husus, Allah yolunda hizmet adına bir şeyler yaptıktan hemen sonra Cenâb-ı Hakk'a karşı alacaklı gibi beklentiye girmemektir. Zira bu, Rabbimize karşı bir suiedeptir.
Binaenaleyh her mü'min, dinini yaşarken, yolunda pek çok engellerin bulunacağını, bunları sabır ve dua ile aşması gerektiğini çok iyi bilmelidir. Bazen imtihan müddeti uzun olabilir ama Allah'ın (celle celâluhu), kendisine acz ü fakr içinde iltica edenlerin dualarını reddetmeyeceğine, yüzlerine vurmayacağına, er ya da geç dualara karşılık vereceğine inancı tam olmalıdır. Zaten bizim Cenâb-ı Hak'tan istediğimiz de, dünyada imtihanı kazanıp bizi milletimizle beraber aziz kılması, şu vatan topraklarını kötü ve şerli kimselerden temizlemesi ve bu güzel vatanı gerçekten bu vatanın evlâdı olanlara tevdi buyurmasıdır. Bizden gayret olunca O'nun (celle celâluhu) nasıl karşılık verdiğini hâlihazırda etrafımızda görmekteyiz. Ama Cenâb-ı Hak'tan istediğimiz bu husus belirli bir sabrı gerektirmektedir; çünkü muvaffakiyet ancak sabretmekle mümkündür.
Unutmayalım ki, her hâlimize nigehban olan Rabbimiz her an bize bakmaktadır. Buna karşılık bizim önümüzde de yapılacak bir sürü iş ve kendilerine el uzatılmasını bekleyen bir nesil var. Hâl böyle olunca biz fevkalâdeden, semadan kahramanlar inmesini bekliyorsak, imtihanı kaybetmişiz demektir. Eğer bir-iki gün hizmet ettikten sonra üçüncü gün bıkıp da Allah yolunda hizmet etmeyi bırakır ve ardından eve kapanırsak, yine imtihanı kaybetmiş sayılırız. Nasıl ki, bir salonda yazılı imtihana gelmiş bir insan, biraz bekledikten sonra çağrılmadığını görünce bırakıp gitse, sonra da sırası geldiğinde orada bulunmadığı için hakkını kaybettiğini söyleseler, o insan kalkıp hak iddia edemez; aynen öyle de insan bu imtihan ve mihnet dünyasına bir kere gelir ve turnikeye bir kere girer. Geriye dönüşü olmayan bu yolda kendisine on ikiden vurmak üzere bir kere hedef gösterilir. Eline bir defa silah verilir. İşte böyle bir insan, bütün dikkat ve hassasiyetini tek bir noktaya tevcih ederek, bu dünyaya ikinci bir defa dönmenin mümkün olmadığının şuurunda olarak hedefi on ikiden vurmaya çalışmalıdır. Bütün bu fırsatları kaçıranlar her şeyi de kaybetmiş sayılırlar. Dünyada iltimas gibi haksızlıklar geçebilir fakat toprağın altına girdikten sonra artık öbür âlem başlamış ve imtihanla alâkalı her şey bitmiş demektir.
Bizler de bu dünyada ağır bir imtihan altında bulunuyoruz. Öbür âlemi bütünüyle kazanma veya -hafizanallah- büyük bir kısmı itibarıyla her şeyi kaybetme gibi bir durumumuz söz konusu. Burada ancak sabredenler, yerini, tavrını hiç değiştirmeyenler ve bir örümcek gibi ağını kurup da aç sinelere iman şarabını içirmek için bekleyenler, Allah'ın tevfikiyle muvaffak olurlar. Bu mevzuda bütün ömrümüz de geçse -aslında bu müddet çok büyük bir müddet değildir- değer. Sözü lâl-ü güher olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu uğurda yirmi üç sene her şeyiyle mücadele etmişti.
Hz. İbrahim'e gelince, -kim onun gibi olabilir ki!- bu açıdan onun hayatına göz atmakta fayda var: Hz. İbrahim, çok âh-vâh edip inleyen, çok şefkatli bir insandı.[1] O, babasına:
"Babacığım! Beni dinle, senin bilmediğin şeyleri biliyorum. Baba! Şeytana uyma, o seni yoldan çıkarır. Baba! Namazını kıl!" diyordu. Babası da "Git İbrahim! Benden uzak ol, uzun zaman gözüme görünme!" karşılığını veriyordu. İbrahim ardından gitti, yandı yakıldı; ona istiğfar edeceği vaadinde bulundu ve babası için istiğfar etti; ama Allah onun istiğfarını kabul etmedi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. İbrahim'in mahkeme-i kübrâda babası için yine intizarda iken, babasının onun yanına geleceğini, birden mesholup sureti değişmiş olarak ayaklarının dibine yıkılacağını ve onun da babasından alâkasını keseceğini bildirmektedir.
Efendimiz'den sonra nebilerin en eşrefinin Hz. İbrahim olduğu cumhur-u ulemânın nokta-i nazarıdır. Efendimiz'in onun hakkında takdirkâr ifadeleri olduğu gibi, Kur'ân'ın da onun hakkında senâkâr ifadeleri vardır. Hz. İbrahim, hayatı hep imtihan içinde geçmiş ve geçirdiği bütün imtihanlarda muvaffak olmuş bir insandır. Davasını anlattığı pek çok kimse onu dinlememiş, o imtihan öyle geçmiş; nefsi ile imtihan olmuş ve nâr-ı Nemrud'a atılmış, bu arada zevcesini insiz-cinsiz bir yere bırakmış, ardından da kendisinden evlâdını kurban etmesi istenmiş.. işte onun hayatı bu şekilde hep imtihan üstüne imtihanla geçmişti. Ama o, bunların hepsine katlanmış, bu imtihanların hepsinde derin bir teslimiyet ve tevekkül içinde bulunmuştu.
Zevcesini bırakıp arkasını dönüp gittiğinde zevcesi onun arkasından şöyle bağırıyordu: "Yâ İbrahim! Bunu Rabbin mi emretti?" Teselli istiyordu. Hz. İbrahim: "Evet, Rabbim emretti!" deyince: "İyi o zaman git!" diyordu. "Rabbim beni zayi etmez."
Yine Hz. İbrahim, oğlunu yere yatırıyor ve eline bıçağı alıp onu süzüyordu. O bir nebiydi ve emre itaat etmenin bütün inceliklerini biliyordu. Zira kendisine ihtarda bulunulmuştu. Bu hâli anlayan oğlu ona şöyle diyordu: "Babacığım! Hiç düşünüp çekinme, sana Allah tarafından ne emrediliyorsa onu yap. Allah'ın izniyle benim sabırlı, dayanıklı biri olduğumu göreceksin!"[2]
Yine o, ateşe atılırken Cibril onun imdadına yetişiyor, o ise, "Allah bana yeter, meleğin yardımına ihtiyacım yok." derken imtihanda muvaffak olduğunu bu sözlerle bildirmiş oluyordu. Cenâb-ı Hak, O'nu hangi imtihanla imtihan ederse etsin o dolu dolu notlarla geliyor ve âdeta yüz üzerinden bin alıyordu.
Günümüzün Müslümanı da başına gelen imtihanlarda ve kendisine terettüp eden meselelerin karşısında aynı sebat, dayanıklılık ve sabır içinde beklerse, Cenâb-ı Hak onu yalnız bırakmayacaktır. Zira O (celle celâluhu), hiçbir zaman kendisine tevekkül edenleri terk etmemiştir ve etmeyecektir. Binaenaleyh başımıza gelen her şeyin bir imtihan olduğunu düşünmeli ve bunlara karşı da sabretmeliyiz. Sıkılıp bunaldığımızda, başkasına değil Rabbimize sığınmalı ve Hz. Yakub gibi: "İnnemâ eşkû bessî ve hüznî ilallah - Ben sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah'a arz ediyorum."[3] demeliyiz. Böylece dağınıklığımızı, perişaniyetimizi ve derbederliğimizi, yani kendimizi, tek şikâyet mercii olan Cenâb-ı Hakk'a şikâyet etmeliyiz.
Günde kırk defa "Ey rahmeti bol, din gününün Mâliki olan Allah'ım! Sana kulluk yapıyor ve bu hususta yardımı da Sen'den istiyoruz. Ne olur bizi doğru yola hidayet eyle! Nebileri, sıddıkları ve şehitleri hidayet eylediğin yola." demekteyiz. İşte umum ağızlardan hepimiz adına çıkan "İhdinâ - Bizleri hidayete erdir!" tabiri, hepimizi sırat-ı müstakîme yani Efendimiz'in, Sıddık-ı Ekber'in, Faruk-u Âzam'ın, Zinnûreyn'in, Haydar-ı Kerrâr'ın ve onların arkalarındaki cemaatlerin uğrayıp geçtiği şehrâha hidayet talebini ifade etmektedir. Bu kadar umumî olan dua, binlerce dua olarak bizim doğru yolu bulmamıza sebep olacaktır ve olmaktadır.
[1] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/114
[2] Sâffât sûresi, 37/102
[3] Yusuf sûresi, 12/86
- tarihinde hazırlandı.