Asrın problemlerine İslâm’ın cevabı

Asrın problemlerine İslâm’ın cevabı

Soru: İslâm, hâl-i hazırdaki sıkıntı, problem ve zorlukları nasıl tedavi eder?

Hâl-i hazırda dünyanın değişik yerlerinde ciddi bir huzursuzluk söz konusu. Farklı içtimaî sınıfların birbirinden uzaklaşması, belli kesimlerin belli çevreleri istismar etmesi ahvâl-i adiyeden şeyler. Devleti bir kısım vergilerden mahrum bırakan ve işçiyi de istismar eden spekülasyonlara girilmekte ve işçi patronun aleyhine çalışabilmekte, patron işçiyi, işçi de patronu ezmektedir. Bütün bunlar insanı gerçekten hüzne boğacak çok ciddi problemlerdir.

İnsanoğlu bu problemleri çözebilmek için çeşitli iktisadî sistemler çerçevesinde çareler aramaktadır. Esasen bu meselenin temel kaynağı iki çeşit istismardır. İstismarcı yukarıdan olursa bu, “Sen çalış, ben yiyeyim.” şeklinde ortaya çıkıyor ve zengin, çeşitli spekülasyonlarla; faiz, ihtikâr gibi gayri meşru yollarla sürekli aşağı tabakayı eziyor. Faiz ve emsali müesseseleri kuruyor, yürütüyor, yaşatıyor ve bu korkunç cendere içinde orta sınıf eriyor, öğütülüyor, tükeniyor ve bitiyor. Amûd-i fikârî dediğimiz orta sınıf eriyince iki uçta birbirine düşman korkunç iki kütle meydana geliyor. Şayet güçlü bir orta sınıf olsaydı bu, içtimaî hayatımızda muvazeneyi kuracaktı. Durum böyle olunca da, bir fabrikanın veya bir müessesenin çarklarının durması insanları çok etkilememeye ve insanlar da bunu normal görmeye başladılar. Hâlbuki bütün bunlardan ülke zarar görüyordu. Evet, sadece kendi refah ve saadetini temin etmek için bütün vesileleri meşru sayan bir anlayış, memleketin ilerlemesi adına büyük bir engeldir.

İstismarların ikincisi de, herkesin zekât, sadaka, cizye, öşür ve vergi gibi yükümlülüklerini yerine getirmemesidir. Dolayısıyla da bugün insanlar cömertlik fikrinden mahrum hâle getirilmişlerdir.

Bu iki maraz, içtimaî hayatımızda korkunç çalkalanmalara sebebiyet vermiştir. Bu iki hastalıktan kurtulmak için her şeyden önce, mâşerî vicdanın rehabilite edilmesi lâzımdır. Binaenaleyh, İslâm bir kısım çareler sunarken evvelâ ferdi bu işe hazır hâle getirir. Aksine, mâşeri vicdana umumî bir uyum ve intibak temin ve tesis edilememişse; fert vicdanı da istenilen şeyler üzerinde umumî âhenge uymayacaktır.

İktisatçılar kitaplarında bir memleketin iktisadî hayatı adına yeni formüller oluşturmaktadırlar. Mesela, bir vergi kanununa dair, mükellefi sımsıkı bağlayan, vergi vermeden kurtulmanın mümkün olmayacağı şekilde yeni maddeler koyarlar. Bunun ardından da şeytânî bir fikirle bu vergiyi vermekten kurtulma yolları araştırılır. Binaenaleyh birbirini takip eden çözüm teklifleri ve aynı zamanda bunlardan kurtulma yollarının gösterilmesi, içinden çıkılmaz bir fâsit daire oluşturur. Bu fâsit dairede ne devlet umduğunu bulabilir ne de mükelleften beklenen şey elde edilir. Öyle ise evvelâ mâşerî vicdanın tamir edilmesi lâzım ve elzemdir. Onun için İslâm başta bunu nazara verir. Yani millet, Allah’a inanmalı. Allah’a inanma sayesindedir ki, fert, bir meziyet ve fazilet âbidesi hâline gelebilir. Bu itibarla, yapılacak birinci ve öncelikli iş, saf ve dupduru vicdanlı fertlerin yetiştirilmesi olmalıdır.

Vicdanın her şeyi çözmede birinci anahtar olduğunu gösteren, Asr-ı Saadet’e ait bir hâdiseyi arz etmek istiyorum: Bir gayr-i menkulün ihtilaflı durumu, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakemlik yapması için getirilir. Efendimiz henüz şikâyet bildirilip dertler anlatılmadan, “Ben de sizin gibi bir insanım. Siz davalarınızın halli için bana geliyorsunuz. Bazınız hüccet yönüyle, diğer bazınızdan daha ikna edici olması, böylece benim, işittiğime dayanarak onun lehine hükmetmem mümkündür. Kimin lehine, kardeşinin hakkından bir şey hükmetmişsem (bilsin ki), onun için Cehennem’den bir ateş parçası kesmiş oluyorum.” diyerek bir hakikati dile getirir. –Bundan dolayı mahkemede hâkimin her şeyden önce bir muhasebe dersi vermesi sünnettir.– Bunu duyan iki sahabî de kendi haklarından vazgeçiverirler. Ama mesele Efendimiz’e getirilmiştir bir kere ve Allah Resûlü onlara iki tarafı da memnun edecek bir çözüm sunmuştur: “Gidin, o malı eşit olarak taksim edin. Ve sonra kura çekin. Kime ne düşerse ona sahip olsun. Sonra da birbirinize hakkınızı helâl edin. Allah’ın huzuruna hesabını veremeyeceğiniz bir şeyle gitmeyin.”[1]

Görüldüğü gibi vicdanlar dupduru ve inançla mamur olunca çözüm kolaylaşıyor. Evet, her fert, kendi iç yapısıyla içtimaî bünye içinde yaşamaya ehil hâle gelmişse, böyle fertlerin teşkil ettiği içtimaîde huzursuzluk ve âhenksizlik tasavvur edilemez. Bu itibarla da her şeyden evvel vicdanın tamir edilmesi lâzımdır. İnsanlar Allah huzurunda hesap vermeye inanmalılar ki, bilerek yanlışlık yapmasınlar. Bir arpadan dahi Allah’a hesap vereceğini hesaba katan mü’min bundan sonra zekâtını vermemezlik edemez ve faize girme gibi meselelerden fersah fersah uzak kalmaya bakar. Binaenaleyh bu konuda şart-ı evvel; vicdanların saf, dupduru ve temiz olmasıdır.

Bu şart yerine getirildikten sonra İslâm’ın hâlihazırdaki problemlere çaresi, faizin yasaklanması ve zekâtın bir farzı eda etme şuuruyla yerine getirilmesidir. Âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, “Allah faizin bereketini keser ve eksiltir. Zekât ve sadakaları ise nemalandırır, geliştirir (yani asıl geliştirme keyfiyeti zekât ve sadakalardadır.)” (Bakara sûresi, 2/276) ve “Faiz yiyenler mahkeme-i kübrâda, Allah’ın huzurunda tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin uykudan kalkışı gibi kalkarlar.” (Bakara sûresi, 2/275) buyurmakta ve değişik vesilelerle bu işin vehametini bildirmektedir.

Kur’ân-ı Kerim bu prensiplerle menfinin önünü kestikten sonra, “Namazı dosdoğru, tastamam kılın, zekâtı verin.”[2] diye müspeti yerleştiriyor. İnsan günde beş defa Allah’a olan ahd ü peymânını yenileyince sair vazifelerini yapması da ona zor gelmeyecektir. Kur’ân-ı Kerim’de namazdan sonra zekâtın anlatıldığı pek çok âyet vardır. Ve bunun etrafında o, ciddi tahşidat yapmaktadır. Kim ne derse desin biz çok defa İslâm tarihinde beşerin hiçbir dönemde yaşamadığı/yaşayamayacağı harikalarla karşılaşıyoruz. Mesela, Ömer İbn Abdülaziz devrinde beşerin refah ve saadetinin arttığını ve iki uçtaki sınıfların erimesi ve bir orta sınıfın meydana gelmesi mevzuunda doruk noktaya ulaşıldığını müşâhede ediyoruz. O gün öyle müreffeh bir dönem yaşanıyordu ki, insanlar zekâtlarını verebilmek için sokak sokak, kapı kapı dolaşmalarına rağmen çok defa zekâtları ellerinde kalıyordu. Evet, o devirde bu mesele rahatlıkla halledilmişti. Çünkü veren her fert, Kur’ân’ın, “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi sürgün verip her birinde yüz dâne bulunan bir başağın hâline benzer. Allah dilediğine kat kat fazlasını da verir. Allah’ın lütfu geniştir ve ilmi her şeyi kaplar.” (Bakara sûresi, 2/261) âyetine inanarak veriyordu. Böyle bir karşılığı düşünen her fert seve seve bu cömertliği yapıyor, devletin ve milletin imdadına koşuyordu. Dolayısıyla da uç sınıflar teşekkül etmiyordu.

Herkes yanında çalıştırdığından memnun, o da kendisi için çalıştığı kimseden memnundu. Azatlı kölesi Yerfa’, Hazreti Ömer’den; Nâfî, İbn Ömer’den; Sâlim de Huzeyfe’den ayrılmıyordu. Misaller sadece bunlarla sınırlı değil; hürriyetine kavuşturuldukları hâlde efendisinden ayrılmayan insanların sayısı pek çoktu. Onlar bulundukları evde bir köle ve hizmetçiden ziyade bir evlat gibi bulunuyorlardı ve kat’iyen istismar yoktu. Ebû Zerr’in elbisesinin yarısı yeni, yarısı da eskiydi. Zira kumaşın yarısını kölesine elbise yaptırmıştı.[3] Bu hizmetçinin, böyle bir efendiye karşı asi ve rahatsız olması mümkün değildir. Muhbir-i Sâdık, insanlara yanlarında çalışanların kardeşleri olduğunu; yediklerinden yedirmelerini, giydiklerinden giydirmelerini emretmişti. Onlara güçlerinin üzerinde iş vermemeyi, şayet böyle bir iş söz konusu olursa onlara yardım edilmesini de söylemişti.[4]

İşte böyle bir toplumda asla karışıklık ve problem olmaz ve olamaz. Günümüzde ortaya çıkan ve çıkması muhtemel problemlerin izale edilebilmesi için İslâm’ın getirdiği esasların dikkate alınması elzemdir. Özetleyecek olursak; evvelâ, mâşerî vicdanın selâmeti, sâniyen, ribanın yasaklanması, sâlisen, zekâtın bir vacip olarak hayata taşınmasını sayabiliriz ve günümüzün problemlerinin aşılmasında bunlar çok önemli.. ve aynı zamanda bunlar, hâlihazırdaki sıkıntılar ve kıyamete kadar zuhuru muhtemel bütün beşerî problemleri bertaraf edebilecek güçtedir. Bunların tafsilatını şimdilik mevzuyla alâkalı kitaplara bırakıp geçiyoruz.

Bugün bir de ihtilâf-ı beşer var. Evet, insanların maddî yönden farklılıklar göstermesi ve bunun değişik kesimler tarafından kullanılması günümüzün önemli meselelerindendir. Bu konuda İslâm bir yönüyle sa’yi esas alır. Marks’ı ve başkalarını baştan çıkaran da zaten bu emek konusudur. İşçinin istismar edilmesi onu çok etkilemiştir. Zira işçi ancak emeğinin yüzde otuzunu alırken, patron daha fazlasına sahip olmaktadır. Marks, emekten yola çıkmış ama ifrata gitmiştir. Yapılan eleştiride para, yani kapital hesaba katılmamıştır. Ancak bu sistemin içinde de bir dâne-i hakikat vardır. Kur’ân, “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Onun bu gayretinin semeresi ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine yakın ve uzak istikbalde tam tamına ödenecektir.” (Necm sûresi, 53/39-41) buyurmaktadır. Yani çalıştıran, çalışana minnettarlık duyacak, onu ta’ziz edecektir. Dolayısıyla da onun tuğyan ve feveranına meydan vermeyecektir.

İslâm, malın tek elde toplanmasını önleyecek hükümler de ortaya koymuştur. Malı, zekât ve diğer vecibelerini yerine getirmeden biriktirenler Kur’ân’da şiddetle kınanmıştır. Cenâb-ı Hak bu konuda, “Mallarını ihtikâr veya başka sebeplerle stok yapanlar ve bu paralarını Allah yolunda infak etmeyenlerin altın ve gümüşleri Cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara: ‘İşte!’ denilecek, ‘Sizin nefisleriniz için biriktirip hazineye tıktıklarınız! Haydi, tadın bakalım o tıktığınız şeyleri!’” (Tevbe sûresi, 9/35) buyurur.

Bu kimseler icabında emtiayı, yerinde de parayı piyasadan çekerler. Fiyatların dalgalanması karşısında piyasayla oynarlar ve altın-gümüş biriktirir, stok yaparlar. Bunların ikinci cürmü, Allah yolunda infak etmemeleridir. Kazandıklarından nafaka ölçüsünde bir miktar malı, o nafakaya muhtaç fakire ulaştırmazlar. Dolayısıyla kendilerini belâya maruz bırakırlar. Bu belâ, dünyada sınıflar arasının açılması, içtimaî muvazenenin bozulması, proletarya ile kapitalistin birbirine düşmesi, ahirette de hakkını yedikleri kimselerin onların yakalarına yapışması şeklindedir. Evet, onlar bugün biriktirdikleriyle orada azaba uğrayacaklardır. İslâm stokçuluğu yasaklıyor ve bununla temerküzü sınırlandırıyor, çalışanın emeğini tam veriyor. Böylece sınıfların birbiriyle kavgasının önünü alıyor.

Eğer beşer arasında korkunç ihtilaf ve ihtilaller birbirini takip ediyorsa, sulh-u umumi ve huzur-u umumiyi getirecek şey, mâşerî vicdanın inkişafından sonra sınıflar arasındaki râbıtanın İslâmî ölçüler içinde yeniden teessüs etmesidir. Mesele derin ve önemlidir, ancak bir soru-cevap sınırları içinde bu kadarını ele almak bile –zannediyorum– bir fikir verebilir.

[1] Müslim, akdiye 5; Ebû Dâvûd, akdiye 7.
[2] Bakara sûresi, 2/43, 83, 110; Hac sûresi, 22/78; Nûr sûresi, 24/56; Ahzâb sûresi, 33/ 33; Mücadele sûresi, 58/15; Müzzemmil sûresi, 73/20.
[3] Abdurrezzak, el-Musannef 9/448.
[4] Buhârî, îmân 22; Müslim, eymân 38, 40.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.