Bakara, 2/150
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلاَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْن۪ي وَلِأُتِمَّ نِعْمَت۪ي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
"Nereden (sefere) çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid‑i Haram'a doğru çevir. (Mü'minler, siz de) nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yöne çevirin ki, aralarında haksızlık edenler müstesna, insanların aleyhinizde (kullanabilecekleri) bir delili bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın. Yalnız Benden korkun. Bu, size olan nimetimi tamamlamam içindir. (Bu suretle) umulur ki doğru yolu bulursunuz." (Bakara sûresi, 2/150)
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrif ettikten sonra 16 veya 17 ay boyunca, namazlarını Mescid-i Aksâ'ya yönelerek kılmışlardı. Tabiî o günlerde, Kâbe'nin içi putlarla doluydu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise putlara en küçük bir teveccühte dahi bulunmama mesajıyla gönderilmişti. Dolayısıyla belli bir süre kat'î tavrını ortaya koyma adına O'nun Kâbe'ye yönelmesi, namazlarını o tarafa doğru kılması men edilmişti.
Aslında hakikat-i Ahmediye ile hakikat-i Kâbe arasında çok ciddî bir alâka vardır. Ezelî takdir gereği fıtratında bunu hisseden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), daima Kâbe'ye doğru yönelmek istemiştir ki, O'nun bu kalbden yönelişini Kur'ân bize şöyle anlatır: قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ ف۪ي السَّمَاءِ"Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz."[1] Efendimiz'in yüzünü göğe çevirmesindeki kastı ise, kıblenin tahvili konusunda, Cenâb-ı Hakk'ın yeni bir hüküm vaz'etmesi arzusu idi. Evet O, âdeta ötelerden bir haber bekliyordu. Nitekim âyetin devamı bu müjdeyi veriyor ve فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا"Şimdi seni memnun olacağın bir kıbleye döndüreceğiz." diyor ki, bu hakikati anlayabilmek biraz zor olsa gerek. Hakkıyla bunu anlamak, ancak Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kâbe ile tev'em bir döl yatağında yaratılmış olduğunu kavramaya vâbestedir.
İşte bu çerçeve içinde Efendimiz'in müşriklere müdârât ve mümâşât sayılabilecek mevzularda kesin tavrını koyması gerekliydi. Evet, hakikat-i Kâbe'nin kendisiyle ciddî bir alâkası vardı; vardı ama, O'nun bi'setinin sebebi olan tevhid meselesi, Kâbe kudsiyetinin de, Kâbe'nin kıble olmasının da çok çok önündeydi. Onun için Efendimiz Mekke'de yönelmeye başladığı Mescid-i Aksâ mihrabına belli bir süre Medine'de de devam buyurdu.
Medine'deki Yahudiler ise, kıblenin Mescid-i Aksâ olmasından hareketle, biz asıl, siz ise bize tâbisiniz demeye başlayarak bunu dinleri adına bir hüccet olarak kullanmak istediler.[2] Aslında Efendimiz arzu etseydi Medine'ye varır varmaz, Kâbe'yi kıble edinebilirdi; ama O, kendi başına hareket etmiyordu ki!.. Evet O her davranışında Allah'a bağlı ve kendine rağmen yaşayan bir Ufuk İnsan'dı.
Ayrıca, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mescid‑i Aksâ'yı kıble olarak kabul etmesi, Yahudiler içinde Abdullah b. Selâm gibi nicelerinin gönlünde hidayet meşalesinin daha bir iştialini sağlamıştı. İhtimal, kitaplarında, gelecek peygamberin bu hususiyeti de zikrediliyordu. Her ne ise... Yahudilerden bazıları İslâm'a dehalet ediyorlardı ki, 16-17 ay süren bu uygulamadan maksat hâsıl olmuş ve o insanların, Müslümanlar aleyhine kullanabilecekleri delilleri kalmamıştı. Yani, müşrikler, siz içi putlarla dolu Kâbe'ye yöneliyorsunuz, Yahudiler de, "Siz bizim kıblemize dönüyorsunuz; demek ki asıl din, bizim dinimiz." diyemeyeceklerdi. İşte tam bu ortamda Allah (celle celâluhu), Resûlü'nü, hakikat-i Kâbe ile buluşturdu ve oraya yönelme emrini verdi. Zaten, Ahd-i Kadim'de Eş'iyâ'ya (aleyhisselâm) ait bölümde de bu hâdisenin böyle cereyan edeceğine dair bir kısım işaretler var ki, Yahudilerden bazıları da buna binaen, Efendimiz'in Mescid-i Aksâ'ya doğru namaz kılışını yadırgayarak "Gelecek peygamberin kıblesi Mekke olacaktı; bu ise hâlâ Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılıyor." diyorlardı ki, bu da değişik bir zaviyeden vak'aya ışık tutmaktadır.[3]
وَلِأُتِمَّ نِعْمَت۪ي عَلَيْكُمْ"Size nimetimi tamamlayayım." Yani, sizin namaz kılarken Mescid-i Aksâ'ya yönelmeniz bir nimettir. Ama asıl nimet, sevgililerin buluşması ki, bu, Hz. Muhammed'in ve O'nun şahsında ümmet-i Muhammed'in Kâbe ile buluşmasıdır. Dahası oradan da bir yol bulup Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkması ve ilâhî teveccühle yüz yüze gelmesidir. Bu ise ancak Kâbe'ye yönelmekle olur. İşte bu mânâda Cenâb-ı Hak, nimetini tamamlamış oluyordu ki, bu da bu ümmet-i merhumeye has bir mazhariyettir.
[1] Bakara sûresi, 2/144.
[2] Bkz.: Taberî, Câmiu'l-beyan 2/20, 31.
[3] İbn Âşûr, Tefsiru't-tahrir ve't-tenvir, 2/34.
- tarihinde hazırlandı.