Bakara, 2/144
قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا
"Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. Artık seni, râzı olacağın bir kıbleye döndüreceğiz..." (Bakara sûresi, 2/144)
Âyette ilk göze çarpan husus, kıblenin Kâbe'ye tahvilinin rıza ile beraber zikredilmiş olmasıdır. Bazılarının aklına gelebilir ki, tahvil-i kıble ile rıza arasında acaba ne gibi bir münasebet var da böyle bir üslûp seçiliyor. Bakara sûresi 150. âyetin nüktelerini izah ederken de kısacık değineceğimiz gibi; tasavvufî bir yaklaşımla ifade edecek olursak, hakikat-i Ahmediye ile hakikat-i Kâbe arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Bunun en kestirmeden izahı ise, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Kâbe hakikatinin, âdeta ikiz olarak imkânın döl yatağında beraber yaratılmış olma esprisinde yatmaktadır.. ve tabiî acıdır; şimdilerde bu ikizler birbirlerinden ayrı düşmüşlerdir.
Belli bir dönemde, Kâbe'nin etrafında veya Medine'de bile olunsa, kıble, pek çok hikmetlerden ötürü Mescid-i Aksâ idi. Bu sebeple Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) âşık-mâşuk ilişkisinin çok çok ötesinde, onunla buluşacağı ânı dört gözle bekliyor ve zımnî bir vuslat iştiyakıyla içini Allah'a açıyordu. Aslında O, sair peygamberler gibi -teşbihte hata olmasın- herhangi bir çekime kapılmayan hatta öteler ötesi âlemde dahi bir şeylere takılıp kalmayan uhrevî bir üveyik gibiydi. Meselâ, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) amûdî bir urûcla, yani dikey bir yükselişle yerçekiminden kurtulmuş, halilullah makamına ulaşmış ve bir daha geriye dönmemişti. İhtimal bu kabîl sebeplerle o, ahirette herkesin kendisinden şefaat dilediği ve dilendiği çetin bir anda, kendi nefsinden endişe ederek, kapısına gelenleri bir başkasına gönderecekti.[1] Efendimiz'e gelince, O, amûdî urûcuyla yükselecek, yükselip Sidretü'l-Müntehâ'ya, Kâb-ı Kavseyn'e ulaşacak ama, hiçbir çekime takılmadan hep öteler ötesi âlemlerde seyahat edecek; edecek ve başı dönmeden, bakışı bulanmadan, büyüklüğünün ayrı bir derinliği sayılan bir ulu nüzulle bu gök yolculuğunu tamamlayacaktı.
Evet, böylesi yüceler âleminde dolaşan, meleklerin kanatlarını ayaklarının altında kaldırım taşıymışçasına kullanan bu Serdar-ı Âzam, Melikü'l-İns ve'l-Cân, hakikat-i Kâbe ile buluşmak için, peygamberane nezahet ve nezaketle başını göklere çeviriyor ve içini çekerek "Ne zaman Allah'ım?" diyordu. İşte Cenâb-ı Hakk'ın bu çerçevede O'nu Kâbe ile buluşturması neticesi elbette Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olacaktı. Onun için, "Seni razı ve memnun olacağın kıbleye çevireceğiz." buyuruyordu ki, bu aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın da O'ndan ve O'nun kıblesinden hoşnutluğu demekti.
Bu yeni mihrapla, kudsiyeti mahfuz iki adım geriye çekilecek, insanlığın yepyeni duygu, düşünce, inanç ve telakkilerle yeniliklere açılmaya hazırlandığı bir dönemde, bu eskilerden eski, fakat eskimeyip taptaze kalmış, Hakk'ın matmah-ı nazarı kadim ev, bağrında sakladığı nuru, sırrı ve gizli vâridâtıyla ikizine ve O'nun arkasındakilere açılacak, onları, hiç kimseyi kucaklamadığı bir sıcaklıkla kucaklayacak, ilk ve son olarak, mebde ve müntehâyı birden yaşayacaktır.
قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ
"(Ey Muhammed) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü, Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar) Siz de nerede olursanız olun (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin."[2]
Bu âyetin bütünü itibarıyla farklı bir tevcih daha söz konusudur: Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlangıçta kıble olarak Mescid-i Aksâ'ya dönmesi Medine Yahudileri için, O'nun peygamberliğini kabule bir ihzariye tesiri icra etmişti. Yani onlarda, "Bu, peygamber olabilir." düşüncesini uyarmıştı. Daha sonra da mihrabın Kâbe'ye çevrilmesi, Mekke'de Hz. İbrahim'in dinine bağlı gibi görünen ve karşı millet olarak alâka duyan müşriklerin kalblerini yumuşatmış ve Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini müzakere edilir bir konu hâline getirmişti. Yani, hem Yahudilerin, hem de müşriklerin kudsiyet izafe ettikleri mekânlar, İslâm dinince kabullenilmiş oluyor ve bu durum onların İslâm'a bakış açılarını etkiliyordu. Zaten, bu âyette olduğu gibi, Kur'ân âyetlerinin, insanın ruh hâletini, onun psikolojik cephesini nazara veren iç içe ayrı bir derinliği vardır ki, tefsir tarihi boyunca belki de en az üzerinde durulan bir konu olmuştur.
Şatr شَطْرٌ bir şeyin yarısı, bir parçası veya tarafı mânâlarına gelir ki, bu da mehmâ emken (mümkün olduğunca) Harem-i Şerif içindeki Kâbetullah'a yönelmenin farz ve zarurî olduğunu gösterir. Pek çok sahabi ve tâbiîn imamları da âyetteki "her nerede" mânâsına gelen حَيْثُمَا yı gayet isabetli olarak, yeryüzünde, insanların bulundukları daireler itibarıyla mümkünün araştırılması şeklinde anlamışlardır. Şöyle ki, Harem-i Şerif'in içinde bulunanlar, mevcut ihtilaf çerçevesinde Kâbe'nin yarısına veya az dahi olsa küçük bir parçasına tam olarak; uzakta bulunanlar da o tarafa yönelmekle bu teveccüh emrine riayet etmiş sayılabilirler. Zaten, "Her nerede bulunursanız yüzlerinizi o yöne çeviriniz." fermanı da bu tevcihi desteklemektedir.
Ayrıca, "Her nerede bulunursanız" sözünden, namazda, muayyen bir kıbleye teveccüh şart olsa da, onun için herhangi bir hususî mekâna gerek olmadığı anlaşılır ki,وَجُعِلَتْ لِيَ اْلأَرْضُ مَسْجِدًا 3 beyan-ı Nebevîleri de bunu tefsir ve tafsil sadedinde şerefsudur olmuştur.
[1] Bkz.: Buhârî, ehâdîsü'l-enbiyâ 9; tefsir (17) 5.
[2] Bakara sûresi, 2/144.
[3] "Arz benim için mescit kılındı." (Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; Müslim, mesâcid 3, 4, 5)
- tarihinde hazırlandı.