Bakara, 2/165
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ أَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا أَشَدُّ حُبّاً ِللّٰهِ
"İnsanlardan bazıları da Allah'tan başkasını eş, ortak edinir ve Allah'ı seviyor gibi onları severler. İman edenlerin Allah'a muhabbeti ise daha sağlam (ve daha fazladır)." (Bakara sûresi, 2/165)
Zannediyorum bu âyet-i kerime de şu küllî hakikati anlatıyor: Bir mü'min için iradî sevmelerde, Allah sevgisinin üstünde hiçbir şey olmamalıdır. Sevginin, tabiat hâline gelip bütünüyle insan benliğini sarıp onu deliye çevirmesi, zamanla hâsıl olur ve insanın mârifeti ölçüsündedir. İradî sevgi bir alâka ve tercihtir ki;
لاَ يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتّٰى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ وَلَدِهِ وَوَالِدِهِ وَالنَّاسِ أَجْمَع۪ينَ
"Sizden biri, beni evlâdı, ana-babası ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe iman etmiş (imanın kemal mertebesine ulaşmış) olamaz."[1] hadisi bu kademeye işaret etmektedir. Aslında gerçek sevgi ve aşk da böyle bir ilk adımla başlar. İnsan fıtrat ve tabiatı icabı sevmelere gelince, yani insanın ana-babasını, çocuğunu, hanımını, malını vs. sevmesi, evet bunlara karşı sevgi de, muhakkak Allah'ın emrettiği çerçeve içinde olması lâzımdır. Aksi hâlde, Allah kulunu ya dünyada çeşitli vesilelerle imtihana tâbi tutar ve muaheze eder ya da ahirette. Hâsılı, mü'min denge insanıdır. O bu dengeyi, hayatının her lahzasında, hem de bir sürü başka arzu ve isteklerine rağmen korumak zorundadır.
Evet, insanların bir kısmı, gözünde büyüttüğü kimseleri açıktan açığa ilâh kabul eder; "Rabbimiz, mâbudumuz, tanrımız!" der, onun yaratmasından, sevk ve idaresinden dem vurur ve onu Hz. Mâbud-u Mutlak'ın yerine koymak isterler.. kimileri de böyle bir duygu ve düşünceyi tasrih etmese de genel alâka, münasebet, teveccüh ve bekleyişleriyle aynı şirki irtikâp ederler. Birincilerin anlayış ve tavırlarına sarih şirk denecekse, ikincilerinki zımnî ve dolaylı yoldan şirk kabul edilebilir ki, âyet bunlardan birinci kategoriye dahil olanları şiddetle zecretmekte, diğerlerine de tenbihte bulunmaktadır.
Ayrıca, bu âyet, ulûhiyetle muhabbet arasında bir köprü kurarak, insanların, tapageldikleri şeylere karşı sevgi ve alâka duyacaklarına dikkati çekiyor ki, eğer mâbud zannedilen şeyler seviliyor, onlara itaatte bulunulup önlerinde serfürû ediliyorsa, mü'min gönüller, sinelerinin vüsatini aşkın bir enginlik içinde, delice O'nu sevmeli, O'na tahsis-i nazar etmeli, ömrünün gerçek değerini O'nun emirlerini dinlemede aramalı ve O'nun hoşnutluğuna kilitlenerek O'nu memnun etmeyi hayatının gayesi bilmelidir.
O'nu sevmeyenler, meçhul akıbetlerinin endişesi ve kendi kendilerine kalmış olmanın ürperticiliğiyle titreyedursunlar, hakikî mü'minler, vesile-i iman, vesile-i mârifet ve bir mânâda vesile-i necatları olan evliyâ, asfiyâ ve enbiyâyı sevmede bile fevkalâde temkinli, ölçülü ve tevhit eksenlidirler. Allah'ı evvelen ve bizzat, âşık-mâşuk münasebetini aşkın bir muhabbetle sever, O'ndan ötürü de her şeye karşı nisbî bir alâka duyar ve bağırlarına basarlar. Onları, Allah'ı seviyor gibi sevmez; kıymetlerinin izafîliğine göre Allah için severler. Böyle bir muhabbet pâyidârdır, sarsılmaz; aklî, mantıkî ve kalbî alâkadan kaynaklanmaktadır, şaşırtmaz...
[1] Buhârî, iman 8; eymân 3; Müslim, iman 69, 70; Nesâî, iman 19; İbn Mâce, mukaddime 9.
- tarihinde hazırlandı.