Necm, 53/18
لَقَدْ رَأٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى
"Andolsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü." (Necm sûresi, 53/18)
Bilindiği gibi bu âyet-i kerime, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraç yolculuğunun anlatıldığı yerde geçer. Âyetin O'na bakan yönü mahfuz, burada bu özel konunun dışında pek çok hakikate kapı aralandığı da bir gerçek.
O'nun, Cenâb-ı Hakk'ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri gözüyle görmesi, gözüyle gördüklerini bir iç müşâhedeyle hakikî buudları içinde sezip değerlendirmesi, böyle bir rü'yetin lütfî neticesi. Evet bu büyük insanın nazarı küllî olduğundan, müşâhedesi de muhittir. Bu itibarla da ilâhî tecellîleri mânisiz, hâilsiz, perdesiz, engelsiz görebilir. Görüş ufku böyle olan birinin söyleyeceği sözler hakkında ise sıradan insanlar hiçbir kritikte bulunamazlar. Arzda durup semayı seyredenlerin nazarı ile, evinde oturup burnunun ucunu bile göremeyenlerin nazarı elbetteki bir olamaz.
İster "âyet"le "kübrâ" sıfat-mevsuf şeklinde düşünülerek "Rabbinin en büyük âyetlerinden bir şey gördü." diyelim; ister مِنْ kelimesini zaid farz ederek "Rabbinin en büyük âyetlerini gördü." şeklinde anlayalım, O Zât-ı Celîlü'l-Kadr ve min vechin O Şahs-ı Semî ü Basîr, zaman-mekân üstü gök yolculuğunda, Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetinin mucizelerinden ve eşyanın perde arkası acaibinden öyle büyük alâmetlerle yüz yüze geldi, öyle aşkın temâşâlara açıldı ve öyle erilmez müşâhede ufuklarına erdi ki, O'nun dolaştığı o makam ve mertebelerdeki ilâhî tecellîleri hiçbir beyan ve ifadenin ihata etmesi ve seslendirmesi mümkün değildir. O zâtın dolaşıp döndüğü ufuklardaki envar ve esrarı sadece O duymuş ve O hissetmiştir; bir başkasının o vüs'at ve o büyüklükte müşâhedeye muktedir olması da söz konusu değildir; zira o ölçüde büyük olmayan, öyle bir mazhariyetin vâridâtı sayılan âyetü'l-kübrâ'yı göremez. Âyetü'l-kübrâ, Hz. Zât-ı Ahad ü Samed değildir. Bu itibarla da görülen, Allah'ın zâtı değil, en büyük âyâtıdır. Mebdeden müntehâya, varlığın önünün arkasının perdesiz, hâilsiz O'na delâleti, işareti ve gürül gürül O'nu ifadesidir. Zât-ı Hakk'ın idrak ve ihata edilmesi, لَا تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ1 fehvâsınca söz konusu olmasa da rü'yeti her zaman mümkündür. Ancak âyetin tasrihiyle görülen O değil, O'nun Peygamberimiz'e müyesser olmuş en büyük âyâtıdır.
Bu rü'yet ve bu temâşâya, kâinat kitabının mürekkebi ve hilkat ağacının çekirdeği, O Şeref-i Nev-i İnsan'ın nuru olması itibarıyla, kendi hakikatinin kitabını okuma ve mahiyet-i münkeşifesinin ağaç, dal, yaprak ve meyvesini müşâhede de diyebiliriz ki, böyle bir seyahat varlığın ilk plân ve projesiyle alâkalı kader kalemlerinin cızırtılarının duyulabildiği zaman ve mekân üstü noktadan, Arş'ın gölgesinde ârâm etmeye ve rıdvan ufkunda iltifata ermeye kadar upuzun bir mütalâa ve müşâhedenin unvanı olmuştur.
اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقّاً وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ
[1] "Gözler O'nu ihata edemez." (En'âm sûresi, 6/103)
- tarihinde hazırlandı.